Etiket arşivi: futbol

Futbol Hastalığı

Pandemi salgını on aydır devam ediyor. Bununla ilgili çeşitli haberler, yorumlar, ikazlar yanında çeşitli sektörlerde maddî ve manevî yönlerden sebeb olduğu çeşitli zararlardan ve faydalardan bahsedenlere de rastlanıyor. 
Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) da,  1-2-3.  Super Lig’lerin 2020-2021 sezonundaki futbol maçlarının ne zaman başlayıp ne zaman sona ereceğine dair tarihlerle birlikte, pandemi salgını sebebiyle bu futbol maçlarının “seyircisiz” olarak yapılacağını da açıklamıştı ve o maçlar seyircisiz olarak yapılmaya devam ediyor. Acaba bir sezon boyunca seyircisiz futbol maçları yapılmasının manevî faydası olabilir mi, bunun hakkında ne denilebilir?
Bilhassa gençler ve hemen her yaştakiler için sporun, beden hareketlerinin faydası ve lüzumu inkar edilemez. Tatbik tarzına ait her türlü teferruatında İslâm’ın emir ve yasaklarına uymak şartıyla, sporu ihmal etmemelidir. Hareketsizlikten, çeşitli hastalıklar  meydana gelebilir. Kâinatta “daimi bir hareket kanunu” işlemektedir. Adalelerin çalışması, bazı vücut organlarının da daha iyi çalışmasına sebep olur; kan daha iyi devreder, akciğerlerin teneffüs kapasitesi artar, vücutta meydana gelen zehirlerin atılması kolaylaşır. Bedenî faaliyet, zihnî yorgunlukların giderilmesinde de müessir bir çâredir.

Sporun birçok nevileri olmakla beraber, herkes her nevi sporu yapamaz; sporun yaşla ve vücut kapasitesi ile yakın alâkası vardır. Fakat en çok  “sistemli yürüyüş” tavsiye edilmektedir..

İnsanlarda spora karşı fazla alâkanın bulunması yadırganacak bir hal de değildir. Aksine, askerlik gibi bazı mesleklerde sporun büyük önemi vardır. Fakat “spor alâkası” görünüşü altında, sporun hakiki gayesi, mahiyeti ve faydalarından mahrumiyetle; ölçüsüzce, körü körüne bütün mevcudiyetiyle bazı sürükleniş meyillerini de hoş görmemek gerekir.

– “Sporla meşgul oluyor musunuz?” sualine şu cevaplar vb çok verilmektedir:

“- Evet, mühim futbol maçlarını hiç kaçırmam.”

“- Evet, her hafta mutlaka spor-toto veya spor-loto oynarım(Bütün şans oyunları İslâm’da haramdır)

“- Mühim bir maç, olmadan önce ve olduktan sonra da, günlerce beni meşgul eder.”

“- Mühim bir maçı seyredebilmek için Türkiye’de veya dünyanın neresinde olursa olsun, bütün imkanlarımı kullanabilirim…”

“- Benim için en alaka çekici konuşma mevzuu futboldur.”

Yukarıdaki suale bunları ve benzeri cevapları verebilecek kişilerin halen ülkemizde çok sayıda bulunması, basın, medya vd  bazılarının (şöhret, tiraj, bol reklam ve bol para vd gibi) kendilerine ait çeşitli menfaat hesaplarıyla bu alâkayı devamlı olarak pompalamaları, futbol hastalığının durumunu gerçekçi olarak tahlil etmeyi icap ettirmektedir.

Oyun heyecanı fazla bir spor olan futbola aşırı alâka gösterenlere “futbol hastası”, maç günleri başka vilayetlerden bile gelip bilet alabilmek için bir gece öncesinden turnikeye girerek açık havada, soğukta sabahladıkları stadyumlara “hastane” denilmesi, oldukça yaygın ve eskidir. Fakat aşırı futbol meraklıları, kendilerine “futbol hastası” ve stadyumlara “hastane” denilmesine ekseriya kızgınlık göstermezler.

“Futbol hastalığı” tenkid ve münakaşa konusu yapılsa bunlar, bütün dünyanın futbol heyecanı ile sarsılmakta olduğunu, Güney Amerika memleketlerinden, İngiltere’den, İtalya’dan misâller getirerek anlatıp, sanki “asıl anormal hâlin futbola hiç alâka göstermemek olduğunu îma eder gibi konuşurlar!. Salgın bir hastalık birçok dünya memleketlerinde yaygın halde olsa, bu hastalığı “sıhhat” ve bu hastalığa yakalanmamış olmayı “hastalık” diye mi kabul etmek icap eder?

Bu hâl, Şark’lı bir yazarın daha sonra bir Türk hikaye yazarı tarafından da kendi hikayesiyle  tekrarlanmış “Herkesin içtiği su” başlıklı meşhur bir hikayesini hatırlatıyor: Bir hükümdarın ülkesinde bir su çıkmış. Bu sudan içenler deli oluyorlar ve bu sudan içmeyenleri kendileri “deli” olarak vasıflandırıyorlarmış!. Hükümdar ve veziri buna bir çare arayıp bulamazlarken, bu sudan içerek deli olanların sayısı da  artmaya devam ediyormuş. Onların sayısı arttıkça, o sudan içmemiş diğerlerinin üzerlerinde yaptıkları maddî-manevî baskıları da artıyormuş. Bu duruma bir çare arayıp bulamayan hükümdarın veziri, nihayet ümitsizlik içerisinde hükümdara gelip bu sudan içip deli olanların kendisine de karşı davranışlarına daha fazla dayanamayacağını, kendisinin de bu sudan içip diğerleri gibi olmaktan başka çare bulamadığını söylemiş. Hükümdar, bütün gayretlerine rağmen, vezirini bu kararından vazgeçirememiş. Veziri de o sudan içip “deli” olduktan sonra ve o sudan içmeyen hükümdara veziri de “deli” nazarıyla bakmaya başlayınca, son olarak hükümdar kendisinin de o sudan içmekten başka çaresi kalmadığınına kanaat getirmiş ve o da “herkesin içtiği su”dan içmiş..”

Bu Şark hikâyesi böyle bitiyor. Acaba tüm dünyayı sarmış olan futbol hastalığının hikâyesi ne zaman ve nasıl bitecektir?

Futbol hastalığının teşhisini ve tedavisini icap ettiren belirtisi; içi devamlı olarak teneffüs ettiğimiz atmosfer havasından biraz daha tazyikli hava ile doldurulmuş meşin bir topla oynayan futbolcuları ve hakemlerini aklıyla, kalbiyle, göz ve kulak gibi duyu organlarıyla, günahının da olabileceğini hiç  düşünmeden sürüklenmek şeklinde kendini gösteriyor!.

Futbol hastalığı insanların en kıymetli hazineleri olan vakitlerinin israfına, çeşitli ölçüsüz, taşkın ve günah sayılan işler yapmalarına, bazen de küfürleşmelerine, dövüşmelerine ve hattâ ölümle neticelenen olaylara, bizzat maça seyirci olarak giderek veya televizyondan futbol maçı seyredenlerde bunlardan hiçbiri olmasa bile, futbolcuların ve hakemlerin (uzatmasız maçlarda) en az 90 dakika müddetle İslâm’daki erkek tesettürüne aykırı şortlarla görüntülerine bakmanın günahlarına sebeb olmaktadır. Bir Anadolu şehrimizde, mahallî takımlarının başka bir şehirde yapacağı maça gitmek için otobüs kiralamak isteyen, fakat bunun için paraları olmayan bazı gençlerin gece tenha sokaklarda ellerinde zincirlerle yol kesip zorla para almaları ve benzeri, daha da kötü örnekler, futbol hastalığı ile ilgili  hastalık belirtilerinin bazı misalleridir.

Fıkıh âlimleri, “en iyi beyin sporu” olmasının yanında, insanların bu dünyaya gönderilmelerinin hikmeti ve gayesiyle uyumlu olmayan bazı mahzurlarını dikkate alarak satranç oyununda aşırılığı bile hoş görmemişken, satranca göre çok eksik ve geri yönleri bulunan futbolun ve bununla alâkalı futbol hastalığının durumunun, dinî olarak da ciddî şekilde düşünülmesi ve yorumlanması icap etmektedir.

Bazıları,

“-Daha kötü şeylerle uğraşmaktansa bırakalım; insanımız futbolla uğraşsın..” demekte ve bu sözleriyle kişileri futbol hastalığı aleyhinde konuşturmamaya çalışmaktadırlar. Onların bu hali, İspanya’yı 50 yıl diktatörlükle idare etmiş olan General Franko ile alâkalı bir nakli hatırlatmaktadır:

General Franko’ya 50 yıl koskoca İspanya’yı diktatörlükle nasıl idare ettiğini sormuşlar; General Franko:

“- Büyük arenalarda (boğa güreşlerinin yapıldığı yerlerde) ve büyük futbol sahalarında insanları uyutarak…”(!)

cevabını vermiş.

 Aynı mevzuyla alâkalı olarak söylenebilecek başka şeyler de olabilir.

“-Daha kötü işlerle uğraşmaktansa..” yanlış hoşgörü cümleciğine karşı, boş bir kabın doldurulması ile alâkalı şu duruma dikkat çekilebilir:

Boş bir kabı, “Daha kötü bir şeyle doldurmaktansa..” yanlış hoşgörüsüyle herhangi bir şeyle doldurursak, o boş kap “dolu” duruma geleceği için, onu daha sonra “iyi” bir şeyle dolduramayız. Bunu yapabilmek için, daha önce doldurulmuş olanın bir kısmını veya tamamını boşaltmamız icap eder. İnsanın ruhî, aklî, hissî alâkalarının mazharı bir “kab”ın var olduğu farz edilirse “o kab daha kötüsü ile dolmasın” diye “futbol hastalığı”yla doldurulursa, onun daha iyisiyle doldurulmasını kısmen veya tamamen engellemiş oluruz!. 
Ancak önceden doldurmuş olduğumuzu kısmen veya tamamen boşaltmak suretiyle, o “kab”a daha iyi bir şeyi doldurmamız mümkün olabilir. Bu ise pratikte hem zordur, hem de önceden doldurmuş olduğumuzu tamamen boşaltmadıkça, yeni doldurmuş olduğumuzla karışınca belki; “müşevveşiyet” (karmakarışık bir vaziyet) husule gelecektir. Nitekim, asrımızın insanlarında bu “müşevveşiyet” hâlinin misallerine çok rastlanmaktadır. 
Bu “müşevveşiyet” hâlinin misallerinden birini, tanıdığım yüksek dereceli ve beş vakit namazını kılan fakat “futbol hastası” bir memurun, futbol maçlarına namaz seccadesi ile gitmesinde, maça gelmiş seyircilerin tezahüratı esnasında namazını da aksatmamaya çalışmasında; fakat futbol sahasındaki, İslâmî tesettüre uymayan kısa şortlu futbolcu ve hakemlere en az 90 dakika  bakmanın günahını yüklendiğini düşünmemesinde görmüştüm.  

“Futbol hastaları” manevî değerlere de sahip olsalar, o hastalıklarının derecesine göre bu müşevveşiyet ile, zihinleri bazı futbolcular ve futbol maçları üzerinde yapılan fuzulî yorumlar ve değerlendirmelerle meşgul olur; boş zamanlarında ve bulabildiği bazı fırsatlarda İslâm’ın âyetlerle ve hadislerle yasakladığı “mâ-lâ-ya’nî” (mânasız, faydasız, boş şey) günahı sayılacak hâller ve sözlerle de günahlara girerler..

Böyle yanlış hâller ve sözleriyle de,  “futbol hastaları” –belki aslında öyle olmasa bile- kendilerini bu dünyaya sanki futbol oynamaya, futbol seyretmeye, futbol üzerinde konuşmaya, futbol münakaşası yapmaya ve hattâ bazıları daha da ötesinde “spor toto”, “spor loto” gibi şansa dayandığı için haram olan kumarları oynamak için gelmiş zanneder gibi davranırlar.

Bu mevzudaki manevi tehlikelere bir misâl de vermiş olmak için, Türkiye’de yıllarca “Gol Kralı  unvanını muhafaza etmiş, “futbol hastası” binlerce hayranını kendisine gıpta ettirmiş, küçük çocuklara büyüdükleri zaman onun gibi olmak özentisini vermiş meşhur bir futbolcuyla yapılmış ve basında yer almış eski bir röportajdan da bahsetmek istiyorum.

Röportajı yapan gazetecinin muhtelif soruları arasında,

“- Hayat görüşünüz nedir?” sorusuna, o meşhur “Gol Kralı”:

“- Hayat hoş ve boştur, gerisi loştur; al dizginleri koştur da koştur!..” (!) cevabını vermiş…

Meşhur ve muteber bir sözdür:

“- Hayat görüşünün ne olduğunu söyle; senin kim olduğunu söyleyeyim.”

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmetini ve gayesini şuurlu olarak anlamış her mü’min, bu “hayat görüşü (!)”nün yanlışlığına çok kolaylıkla hükmedebilir. Onun bu çok yanlış sözlerine tepki göstermeyen insanların bu sözlerle ilgili manevî tehlikeleri ve zararları anlayabilmeleri için ise, önce hakikî ve şuurlu bir mü’min olmaları icab eder. Allah’a ve O’nun inanmamızı istediklerine gerektiği gibi iman etmemiş, insan olarak bu dünyada bulunuşunun hikmetini ve gayesini tam idrak edememiş bir “futbol hastası” ise, aklı bazı meşhur futbolcuların hayat hikayeleriyle, şimdiye kadar oynadıkları takımlarla ve attıkları gollerle geveze, ruhu da bunlar gibi faydasız şeylerle sersem olmuş bir halde ve hakikat gözü de bu sebeple kısmen kapanmışken, kendisinin en büyük alâka mevzuuna yapılan haklı tenkitleri kabul edemez ve onlara karşı haksız tepkiler gösterir.

Futbol hastalığı, “manevî bir hastalık”tır, bütün dünya memleketlerinde salgın halinde oluşu, bunun aksine delil gösterilemez. Zira bir insan için normalliğin hakikî ölçüsü, “moda olan cereyanlara veya salgın manevî hastalıklara kapılmış olmak” değildir. Bütün kâinatı ve bu büyük kâinat içinde küçük bir kâinat olan insanı yaratan Allah, yarattıkları için ölçüler, kanunlar, nizamlar da koymuştur. Aklıyla muhayyer (seçmeli) olarak dünya imtihanına gönderilen insanlar, cüz’î iradelerini Allah’ın kendileri için koyduğu ölçülere, kanunlara ve nizamlara ne derecede uygun olarak kullanırlarsa, o derecede “hakikî bir insan” olmak vasfına ulaşabilirler.

Zamanımızda, kıyafetlerde ve ideolojilerdeki “yeni moda olanı taklid etmek” temayülü, futbol hastalığı mevzuunda da mevcuttur ve hakikî insanlık şahsiyetini bir ucundan da bu taklitçilik kemirmektedir.

Hayata boştur (!) diyerek iftira eden, dolayısıyla Kâinatın Yaratıcısını mânasız, abes ve maksatsız iş yapmakla (Hâşâ) itham edenlere, İyi top sürüyor veya Çok gol atıyor” diye muhabbet etmenin tehlikesi açıktır. Maalesef bu tehlikeye gereği ve yeteri kadar dikkat çekilmiyor.

“Gerçek değerler sistemini” bulabilmenin ve muhafaza edebilmenin daha zor olduğu bu âhirzamanda, çocukluğundan itibaren yavaş yavaş futbol hastalığının pençesine düşen bazı nesillerimizi, “masum bir spor alâkasının çemberine girenler” olarak mı göreceğiz? Onların, ruhlarıyla, akıllarıyla, bedenleriyle, zamanlarıyla aşırı şekilde top peşinde koşmalarının, tahlili icab eden bazı psikiyatrik yönleri de yok mudur?

Belli şekildeki ve büyüklükteki, içi etrafımızda çok bol ve her an teneffüs ettiğimiz havanın biraz daha yüksek tazyikli hali ile dolu meşin bir topun peşinden -çocukluk çağlarını çok geride bırakmış olmalarına rağmen- bazı insanlarımızın bütün mevcudiyetleriyle koşmaları, bu şekilde vakit geçirmeye, oyalanmaya, iç sıkıntılarından kurtulmaya, teselli bulmaya, deşarj olmaya çalışmaları, kendilerinin de teşhis edemedikleri, fakat teşhisi icap eden marazî bir ruh halini aksettirmiyor mu?

Bir zamanlar, imanla küfür arasındakilere onlardan farklı “üçüncü bir ekol” mânasında “ne sağcı, ne solcu; futbolcu” denilmesi çok yaygındı. Şimdi böyle denilmiyor; çünkü futbol alâkası bu mevzuda, yukarıda da bahsedilen yazılı basın ve diğer medyanın pompalama gayretlerinin neticesinde, imanla karışıp yukarıda da kısaca bahsedilen “müşevveşiyet” halini meydana getirmiş durumda! Bu mevzuda kendisinin hiçbir şikâyeti, endişesi olmayanlar ve bu halde yaşamakta mahzur görmeyenler de mevcut olabilir; fakat bu mevzuda şikâyeti, endişesi ve hassasiyeti olanlara, bilhassa çocuklarının küçük yaşlarından itibaren terbiyeleri esnasında, yukarıda bahsedilen “boş kabın doldurulması” misâlini dikkate almalarını tavsiye etmek yerinde olacaktır.

Çocuklarının midelerini, küçük yaşlarından itibaren besleyici çeşitli gıdalarla doldurmaya ve onların maddî bünyelerinin gelişmesine hizmete çalışmakla kalmayarak, onların akıllarının, hislerinin ihtiyaçları olan “en iyi manevî gıdaların da zamanında verilmesi” ihmal edilmemelidir. Onların ileri yaşlarında “futbol hastalığı” ile manevî tehlikelere ve zararlara girebilmesine karşı koruyucu bir aşılama böyle yapılabilir. Anneler ve babalar, çocuklarının manevî açlıklarının da doyurulması için onların akıllarını Mârifetullah, kalblerini Muhabbetullah ile beslemeye ve onlara tahkikî imanın neşesini tattırmaya çalışılmalıdır. 
O zaman, çocuklarının futbola “bir spor nev’i” olmaktan çok daha fazla değer vererek ondan çok daha mühim olan alâka mevzularına ise kayıtsızlık ve hattâ bazen de inkâr halleri göstermelerinin, çocukluk çağlarından itibaren önlenmesi de belki mümkün olabilir. Böyle bir terbiyeyi alan çocukları sadece  “zararsız bir oyun ihtiyacı ve gerçek spor maksadı” ile futbol oynarlar; ömürleri boyunca  müzmin “futbol hastaları” olmayabilirler..
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Modern uyuşturucular ve ölümcül “oyun”lar!

Teknolojinin çocuklarımıza son armağanı “ölüm”!..

Bazı bilgisayar oyunlarının ölümle sonuçlandığını, bu oyunlara kendilerini kaptıran çocukların intihar ettiğini, yaşayarak öğrendik…

Her ölüm sonrası dönüp “Ne oluyoruz?” diye sorduk, ama gündem değişken günlük siyasetle o kadar yoğun ki, fazla ilgi göstermedik. Ne var ki, “ölüm oyunu” devam ediyor. 

Çocuk, önce “bağımlı” hale geliyor. “Bağımlı” hale gelen çocuk, oyunu artık yönetmiyor, oyun tarafından yönetiliyor ve aldığı telkinlerin etkisiyle hayatını sonlandırıyor.

Sadece bunun üstünde değil, toplumları uyuşturan bütün oyunların üstünde durmak lâzım…

“Uyuşturucu” denince bazı sentetik ve bitkisel uyuşturucuları hatırlamanın devri çoktan geçti: Uzun süredir farklı uyuşturucular devrede: Üstelik bunlardan bazılarının etkisi bireysel değil, toplumsal…

Birtakım oyunlar ve yarışmalarla toplumlar uyuşturulup kullanılıyor!

“İdeoloji” hâlâ bunların başını çekiyor. Ardından “futbol”, “moda”, “magazin”, “yarışma”, “müzik”, “dizi”, “şans oyunları” ve “kumar” gibi, kendi normal ekseninden çıkıp zihni kontrol tuzağına dönüşen olgular geliyor.

Aslına bakarsanız, bunlar kapitalist mantıkla sömürge kültürünün inşa ettiği oyunlardır: Kendini fazla kaptıranlarda “uyuşturucu” etkisi yapar…

Soru: 

İngiltere Kanada’da, Mississippi Nehri’nin kuzeyinde, Antil Adaları’nda, Bengal’de, Filipinler’de, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da, Falkland Adaları’nda, Güney Amerika’nın doğusunda ve Hindistan’da hâkimiyetini nasıl sürdürdü?

Cevap: Sömürge çocuklarını takımlara bölüp top peşinde koşturdu. Bir yandan da okullarda “logaritma cetvelleri” ezberletti. Gençler top peşinde koşmaktan ve logaritme cetvelleri ezberlemekten vakit bulup sömürüldüklerini fark edemediler. 

Mahatma Gandi isimli ufak-tefek biri çıkıp, “Biz acımasızca sömürülüyoruz”diyene kadar, kimse işin ciddiyetini kavrayamadı. 

Ya Hollanda sömürgeciliği?..

Osmanlı atalarımızın “Felemenk” dediği ve ekmek verdiği (II. Selim dönemi) küçücük Avrupa ülkesi Hollanda, Güney Afrika’yı, Kap’i, Cava’yı, Sumatra’yı, Endonezya’yı, Borneo’yu, Yeni Gine’yi, Angola’yı, Namibya’yı, Senegal’i yüzyıllarca hâkimiyeti altında nasıl tutabildi?

Düşünün ki, sömürdüğü toprakların yüzölçümü Hollanda’dan 40 kat büyüktü. Bu kadar geniş, üstelik denizaşırı toprakları ve yoğun nüfusu askeri tedbirlerle itaat altında tutacak yeterlilikte bir orduya bile sahip değildi. 

Sömürge insanlarını uyuşturucu maddeye alıştırdı. Zaman zaman da yerli kabileleri bir birleriyle çatıştırdı. Onlar bir birleriyle savaşırken ya da esrar çekip uyuklarken iliklerini emdi. Hâlâ da kendilerine gelebilmiş değiller.

Futbol özellikle az gelişmiş ülkelerde “uyuşturucu” etkisi yapmaya devam ediyor. Fakat ondan daha sessiz, ama daha etkili yöntemler de var…

Moda (bir elinde cımbız bir elinde ayna/ Umurunda mı dünya!)…

Televizyon dizileri (faydasız, gereksiz hayallerle toplumu oyalama)..

Magazin (bakalım kim kiminle ne? Toplumsal değerlere aykırı yaşayanların topluma örnek olarak dayatılması)…

Survivor gibi yarışmalar (toplumsal merakın yanlış yönetilmesinden hasıl olan uyuşturucu etkisi)…

Şans oyunları ve kumar.

Bazen düşünüyorum da, Acun Ilıcalı’yı daha da zengin etmek için kendini telef eden kızlarla erkekleri Afrin’e göndersek hem işe yararlar, hem de enerjilerini doğru bir mecrada harcarlar…

Bir hayır kurumuna beş paralık mesaj çekip katkı yapmazken, yarışmacılara mesaj yağdıran bilinçsiz kalabalıkları ise “şuur eğitimi”ne almak lâzım!

Kısaca diyeceğim şu ki, çağımızda hiçbir “oyun” masum değildir: Bazıları süründürür, bazıları ise öldürür!

 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Fanatizm ve Günümüz Çocuklarının İhtiyacı Olan Spor Dalları

Stadyumda bağıran, çağıran, gol yediğinde gömleğini yırtan, oturakları koparıp hakeme fırlatan veya sokakta hiç tanımadığı karşı takımın taraftarlarının yolunu kesip elindeki bıçağı onların üzerine sallayan kişinin tek derdi “futbol” değildir.

Böylesi kişiler daha çocukluk yıllarından itibaren yaşadıkları aşağılanmaları, uğratıldıkları zararları, kalplerdeki nefretlerini “fanatizm” ile dışarı vurmaktadırlar.

“Sınırsızlığı” ve kural tanımazlığın hazzını “futbol” bahanesi ile doyasıya yaşama eğilimindedirler.

Şiddet toplumlarında futbol, “kişilik bozukluğu taşıyanların” içlerindeki “sapkınlıkların” dışa vurulduğu bir alana çok çabuk dönüşüyor. Çocukların terbiye adına “dövülebildiği”, okullarda eğitim adına “aşağılanabildiği” ortamlarda yetişenler, yetişkinlik yıllarında “futbol fanatikliğine” daha yatkın oluyorlar.

Ebeveynler yaşama dair rehberlik ettikleri çocuklarını yanıltmamalı, onları zarara düşürücü bağımlılıklar kazandırmamalıdır.

Çocuğun bir takım tutması, o takıma “ölesiye” bağlı olması, o takım ile kendi kişiliğini özdeşleştirmesi, belki bir baba için “sanki” keyif verici durum olsa da duyarlı bir çocuk terbiyesi yöntemi değildir.

Eğer maksat spor ise günümüz çocuklarının en çok ihtiyacı olan spor dallarından biri “okçuluk”tur. Zira okçulukta “öfke” ve “nefret” değil, “sükunet” ve “sakinlik” vardır…Gözlemlerimiz o ki futbol fanatizmi içine düşmüş çocuklar okullarda oldukça yoğun bir şekilde “dikkat dağınıklığı” yaşarken, “dingin” bir spor olan okçuluk eğitimi alan çocukların “konsantrasyon”güçlerinin üstün olduğunu görüyoruz.

Ya da biniciliğe yönlendirilmeli çocuklar. Bir canlı ile yapılan yegane spor dalıdır binicilik… Pedagojik açıdan bakılırsa at ile duygusal bir iletişim kurma çabasına giren çocuğun duygu dünyasının nasıl açıldığını ve nasıl “güven” duygusu içerisine girdiğini görüyoruz. İçe kapanık ve güvensiz çocukların “at terapisi” ile kendilerini nasıl toparladıklarına da şahit oluyoruz.

Veya yüzme… Ruhun bütün hallerini fizik ve su yardımıyla uyaran, kişinin insan olma fonksiyonlarını canlı tutan bir spor dalıdır yüzme… Hırs ve nefreti, kin ve şiddeti suyun içinde eriten mucizevi spor dalına yönlendirilmeli çocuklar…

Futbol ancak çocuğun kendinin de içinde olduğu bir spor etkinliği ise üzerinde konuşulabilir. Koşması, topa vurması, yere düşmesi ile çocuk bir spor yapmanın kazanımlarını elde edebilir. Yoksa çocuğu bizzat kendisinin yapmadığı bir spor dalında zarar verici insanlarla aynı ortamda buluşturmak doğru bir ebeveyn tutumu olmasa gerek…

— “Çocuk Deyip Geçmeyin” kitabından yapılan bir alıntıdır. —

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Futbola Gerçek Bakış Açımız Ne Olmalıdır?

Bir futbol hengâmesidir (gürültüsü, şamatası) almış başını gidiyor! Dünyadakini bir yana bırakalım; yetmişbeş milyon nüfuslu ülkemizde belki on milyonlarca kişi, bu hengâmenin selinde sürükleniyor!. “Kendisinin en mühim meselesinin ne olduğu” insanlarımıza sorulsa, büyük bir çoğunluğunun en mühim meselesinin gerçekte ne olduğundan habersiz bazılarının ise futbolla ilgili şeylerden bahisle ömürlerini nasıl tüketmiş oldukları çok dehşet ve ibret verici bir tablo olarak ortaya çıkar ve bu mevzuda ciddiyetle düşünmemiz gerektiğini bize ihtar eder. Bu mevzuda kendisine büyük mesuliyet düşen medya, maalesef çok okuyucu, çok dinleyici, çok seyredici hesabıyla hareket ederek çok maddî menfaat peşinde olduğundan, üzerine düşeni yapmak bir yana bu manevî hastalığı alabildiğine körüklemektedir. Siyasetçiler, demokratik rejimlerde çok oy peşinde, diktatörler halkı uyutarak diktatörlüklerini sürdürebilecekleri vasıta arayışında, bu mevzuda kendilerine mühim vazife düşen irşad görevlileri de “nemelâzımcılık”la mevcut statülerini korumak için hassas konulara dokunmamak tavrında olunca, bu mevzuya çözüm nasıl üretilecek ve uygulanabilecektir?

Televizyonların, gazetelerin baş haberleri ve en fazla üzerinde durdukları “futbol” olunca, bu mevzuda haklarında iddialar bulunan kişiler için özel kanunlar çıkartılıp Cumhurbaşkanı veto edince, aynı kanunları ilgili bazı futbol takımı taraftarlarını kızdırıp oylarını kaybetmemek için TBMM deki tüm partiler ittifak halinde tekrar savununca, bunlar medyada baş haber olarak yer alınca ve evlerde, işyerlerinde, umumî vasıtalarda insanların bu mevzulardaki uzun konuşmaları ister-istemez kulağına gelince, her Müslüman’ın kendi içi muhasebesi ve murakabesi ile “Benim futbol karşısındaki tavrım  acaba ne olmalıdır?” diye düşünüp, bu sorusuna cevap araması icabetmez mi?

Hem de bu Müslüman ayni zamanda bir “Nur Talebesi” ise, bu mevzuda Üstadının tavrını merak ile, ondan kendine ders çıkarmağa çalışması ondan beklenebilecek bir davranış tarzı olmaz mı?

Anlatıldığına göre; Üstad Bediüzzaman bir faytonda Ceylan adlı talebesi ile giderken, geçtiği yolda top oynamakta olan çocukların topu, ilk nazarda hedefini şaşırması sebebiyle gibi gözükse de belki hakikatte Üstad’ın bu mevzudaki tavrını ortaya koyup ders vermesi için, onun kucağına gelmiş. Üstad, “tecâhül-ü arif” sanatı yapar gibi, ne olduğu apaçık belli olan kucağındaki topu yanında oturan talebesi Ceylan’a göstererek: “-Ceylan, bu nedir?” diye sormuş. Talebesi Ceylan; “Üstadım, bu toptur. Buna tekmeyle vurarak, takımlar halinde oynarlar. ‘Kale’ dedikleri bir yerin içine atabilirlerse; ‘- Gol oldu..’ derler; bu şekilde belli bir süre içinde hangi takım karşı tarafın kalesine çok ‘Gol’ atarsa, o takım diğer takıma galip gelmiş sayılır. “ şeklinde izahatta bulununca, Üstad halâ kucağında bulunan topa ibretle bakıp, başını hayretle sağa sola hafifçe sallayarak: “Acayip…” demiş; başka bir şey demeden, topu geldiği yere geri attırmış.

Üstadın hayatından futbolla alâkalı bu kısa anekdot, ve en sonunda Üstad’ın söylediği tek kelime olan “Acayip…” aslında“Benim futbol karşısındaki tavrım acaba ne olmalıdır?” sorusunu kendine iç muhasebeleri ve murakabeleriyle ciddiyetle soranlara ve bu kelimeyi söyleyenin kim olduğunu da nazar-ı itibara almak suretiyle değerlendirerek anlayanlara, çok şey ifade eder.

Peki, bu anekdottan alınması gereken dersi herkes anlayabilir mi?

“Anlayana sivrisinek saz; anlamayana ise davul zurna az..” demişler.

Allah (CC.) bizi bu mevzuda gerçek anlayışlılar cümlesine dahil olanlardan ve “Gol..”, “Gol..”  teraneleriyle, bir nevi sarhoşluk halinde farkında olmayarak, kendi öz manevî varlığının kalesine gol atmayanlardan eylesin. Âmin.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Futbol, Risale-i Nur için Fırsat Oldu

Esselemu Aleykum Verahmetullahi Ve beraketuhu,

Evvela, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilen mubarek Ramazan-ı şerifinizi ve yaklaşan Leyle-i kadrinizi tebrik ederiz.

Yaklaşık 4 ay önce nur hizmetlerine ilk adımın atıldığı Arjantin’de, Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki, 4 kitabın basımını gerçekleştirmek nasip oldu. En son olarak bin adet baskıya verdiğimiz, Ramazan, İktisat ve Şükür Risalelerini matbaadan teslim aldık. Aynı gün, teravih namazı için gittiğimiz El Ahmed camiinde, cemaate takdim ettik. Ertesi gün, cuma namazı sonrasında da hem daha önceden tanıştığımız, hem de yeni tanıştığımız kişilere verdik. Ayrıca camii yetkililerinden aldığımız izne binaen ramazan ayı boyunca cuma ve cumartesi günleri burada Sözler Neşriyat adına küçük bir stand açıp, nurları cemaate sunacağız. İnşallah bu şekilde doğrudan ve çok daha hızlı olarak kitaplarımızı arzu edenlere ulaştırmış olacağız.

LATİN AMERİKA KUPASI VESİLESİYLE OTELLER HEP DOLUYDU

Geçtiğimiz ay içerisinde Arjantin’in ikinci büyük şehri olan Cordaba’daki kitap fuarını fırsat bilerek, dört şehri kapsayan bir seyahatimiz oldu. Amacımız, buralarda broşür dağıtıp, daha önceden de internet üzerinden tanıştığımız müslüman kardeşlerimizle görüşüp, onlara da yeni bastığımız kitaplarımızdan vermekti. Ancak tahminimizin çok fevkindeki hadiseler, insanların nurlara olan iştiyakı ve güzel hizmetleri sonradan hayretle müşahede ettik.

Cordoba’ya ulaştığımızda öğrendiğimiz, Latin Amerika kupası vesilesiyle oteller hep doluydu. İlk bakışta olumsuz görünen bu durum, bizim hiç planlamadığımız, bir çok farklı Latin Amerika ülkesinden insanları Cenab-ı Hakk’ın ayağımıza göndermesinden başka birşey değildi. Bu vesile ile 5 binden fazla broşür dağıttık.

“BU KİTAPLARI NEREDEN ALABİLİRİZ?”

Elhamdulillah, burada hizmetler, kalacak olduğumuz otelin hemen girişinde başladı. Lobide tanıştığımız hıristiyan bir kişiye Üstadımızdan ve Risalelerden bahsettik, hemen kitapları almak istedi biz de 23.söz, Küçük Sözler ve Hastalar Risalesini takdim ettik, inşallah hidayetine vesile olur. Sonrasında ise dışarıya her çıkışımızı adeta meleke haline getirmek suretinde sokakta, caddede insanlara broşür dağıtıyorduk.

Broşür dağıtımı vesilesi ile çok enteresan hadisedeler başımıza geldi. Mesela, ayaküstü bu nurlu cümleleri okuyanlar hemen soruyordu; “Bu kitapları nereden alabiliriz?” Biz de hemen çantamızdan çıkartıp veriyorduk. Bunun çok numuneleri var, hatta bir defasında hastaneye bir arkadaşını ziyarete giden bir kişi bir tane Hastalar Risalesinden almak istedi. Fakat biz bir tane arkadaşın bir tane de senin için diyerek iki tane verdik. Yine hızlı bir şekilde dükkanlara dağıtaraktan otele doğru yürüyorduk. Hediyelik eşyalar satan, sonradan isminin Amine olduğunu öğrendiğimiz bir bayan bizi dükkana çağırdı. Halbuki, biz aynı kişiye bir gün önce broşürlerden vermişiz. İkinci gün bizi tekrar görünce Üstad ve Risaleler hakkında sorular sordu ve 20 adet kitaplarımızdan aldı. Burada adres sorma, alışveriş yapma gibi vesileler ile tanıştığımız kişilere dahi kitaplarımızı tanıtıyorduk.

BİR GÜN ÖNCE RİSALE İLE TANIŞTI VECİZEYİ EZBERLEDİ

Cordaba’da sonradan Müslümanlığı seçmiş hareketli cevval Müslümanlarla tanıştık. Bunların 6-7 kişilik bir gurubu var. Bu gurupla hemen hemen her gün takipli ders yaptık. İkinci akşam, takipli dersimizde ise şöyle güzel ve manidar bir hadise oldu; Ders bittikten sonra, masanın üzerinde bulunan zorlukla görülebilen küçücük bir sineği göstererek, “İşte bu da Allah‘ın bir sanatı” dedik. Bunun üzerine henüz bir gün önce tanıştığımız ve ayrılırken broşürden ve kitaplarımızdan verdiğimiz Emir Asad kardeşimiz, “Sivrisineğin gözünü halkeden güneşi dahi o halketmiştir” vecizesini ezberden okudu. Biz daha şaşkınlığımızı atamamışken, 3. Sözden bazı kısımları ve Birinci Sözden “Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzak namına en lâtif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar” diye bahsedince biz hem çok sevindik hem de çok duygulandık.

Daha sonra Cuma namazı için buradaki İslam Kültür Merkezine gittik. Burada da namazdan sonra kitaplarımızdan, Türkiye’deki hizmetlerden, okuma programlarından ve dershane sisteminden bahsettik. Çoğu kişi Cordoba’da da hemen dershane açılmasını arzu ettiklerini söyledi ve açıldığı halde derslere katılmak üzere çağırmak için telefon numaralarını verenler oldu.

HIRİSTİYAN AMA “TEK YARATICI”YA İNANIYOR 

Seyahatimizin ikinci durağı Santa Fe şehrinde ise, Pablo isminde genç bir öğretmenle tanıştık. Bu kişi de, Arjantin’de onlarca kez duyduğumuz aynı şeyleri söylüyordu; “Hıristiyanım fakat dini vecibeleri yerine getirmiyorum.” Fakat Pablo’yu diğer kişilerden ayıran bir tarafı vardı. O “Tek Yaratıcı”ya inanıyor ve İslamiyet hakkında hayli araştırma yapmış ve Kur’an okumasını öğrenmek isteyen birisi idi. Potansiyel bir müslüman olan Pablo’ya da kitaplarımızdan verip, iletişim bilgilerini aldıktan sonra yolumuza devam ettik.

Santa Fe ve Rosario şehirlerinde de aynı şekilde broşürler dağıtıp, kitaplarımızdan isteyenlere verdik. Hatta Rosario’daki bir kişi, almış olduğu üçer adet kitaptan 15’er tane çoğaltıp iş yerindeki arkadaşlarına dağıtacağını ifade etti. Ve en son olarak geçtiğimiz perşembe günü arkadaşlarını evinde davet ettiğini ve 11 kişilik bir grupla ders okuduklarını haber verdi. Bir gecede üç kitabı da okumuşlar. Dahası, gruptaki herkes okunanları çok sevmiş ve her hafta toplanıp nurlardan okuma kararı almışlar. Rabbim inşallah, dualarınızla bu şehirlerde de medrese-i nuriyeler açılmasını nasip eder.

DERSANEDE İFTAR PROGRAMLARI 

Ramazan dolayısı ile aynen Türkiye’deki gibi dershanemizde iftar programları yaparak, tanıştığımız kişileri dersaneya davet ediyoruz. Bu vesile ile başladığımız dersler ramazandan sonra da cuma günleri düzenli olarak devam edecek.

TERCÜMELER… 

Bunlarla beraber, tercümeler devam ediyor. Uhuvvet Risalesi, 20. Mektup (ikinci makamı dahil), İhlas Risaleleri, 11. Lem’a Mirkatü’s sünne risaleleri bitti. Şimdi ise Meyve Risalesi ve 33 Söz devam ediyor.

ORADA BİR TOHUM ATIN CENAB-I ALLAH ONU BİN YAPACAK 

Elhamdulillah, Arjantin’den ve diğer hariç memleketlerden gelen hizmet haberlerinden anlıyoruz ki; Nurların parlama zamanı gelmiş. Her yerde inkişaf ediyor. Adeta öyle ki nurları dokunduğunuz her yer yeşeriyor. Arjantin’e gelmeden önce başta Sungur abinin olmak üzere ağabeylerin duasını tek tek alırken Seyyid Salih Özcan abi şöyle demişti, “Orada bir tohum atın Cenab-ı Allah onu bin yapacak. İnşallah sen git arkandan ben de geleceğim” diye 2-3 kez tekrar etti. Mustafa Sungur abi de, “Şimdi hizmet etmenin tam zamanı ne kadar hizmet edebiliyorsanız edin. Bir zaman sonra bu rahat zemini bulamayacaksınız” diyerek teşvik etti. Şimdi hakikaten ağabeylerin duasını görüyoruz ve o sözlerini hakikaten daha iyi anlıyoruz. Ne mutlu bu hizmeti imaniye ve Kur’aniyede olanlara ki Allah’ın yapmış olduğu bu hizmette bizleri istihdam ediyor.

Cenab-ı Allah başta Üstadımızın, abilerimizin ve cemaatimizin dualarının neticesi olan bu hizmetlerde istihdamımızı daim eylesin. Burada hizmetlerin inkişafı ve devamı için dua ediyor, dualarınızı bekliyoruz.

 Arjantin Nur Talebeleri

Risale Haber