Etiket arşivi: futbol

Futbol Açılımı

Bir ülke düşünün ki yıllar önce devlet en çok taraftarı olan bir futbol takımını ‘ulusal takım’ ilan edip diğerlerini kapatmış. Sonra herkese birlik çağrısı yapıp ulusal takımı tek yürek halinde desteklemeye çağırmış. Ancak, diğer takımların taraftarları nesiller boyu damarlarına işlemiş olan kendi takımlarına taraftarlık hissinin sökülüp atılma talebini bir haksızlık ve temel kişisel haklarına bir tecavüz olarak görmüşler ve bu dayatmaya karşı tavır almışlar. Ulusal takıma taraftar olmayı reddeden bu kişiler yıllar boyu ulusal birlik için bir ‘tehdit unsuru’ olarak algılanıp şüpheyle bakılmışlar ve devlet de bunları milli güvenliğin zaafa uğrayacağı korkusuyla büyük masraflarla sıkı bir gözetim altında tutmuş. Bu gerilim ortamında ekonominin çöküşü ile beraber iktidar değişmiş ve yeni yönetim mevcut durumun sürdürülemez olduğunu görüp çare aramaya başlamış. Kapatılan futbol takımlarının taraftarlarının küskünlüğünü giderecek bir çözüm bulmak için toplantı üstüne toplantı yapılmış ve rapor üstüne rapor hazırlanmış.

Futbol açılımı siyaseti bölmüş

Sonunda yeni yönetim siyasi bir irade sergileyerek ulusal takım taraftarlarını da fazla tedirgin etmeden ikinci bir takımın devlet kontrolü altında kurulabilmesinin önünü açacak düzenlemeleri yapmaya karar vermiş ve bulunan çözüm formülünün adını “Futbol Açılımı” koymuş. Bu cesur yaklaşımından dolayı da iktidar bir demokrasi havarisi olarak görülmüş. Muhalefet ise bunu bir ‘ihanet projesi’ olarak görmüş ve iktidarı bölücülükle itham etmiş. Ekranlarda da yeni bir futbol takımına izin verilmesinin ülkeyi bölünmeye götürecek bir sürecin başlangıcı olduğunu iddia etmiş ve zaten çok takımlı bir hayatı hayallerine sığdırmakta zorlanan halkın tedirginliği daha da artmış.

Yeni bir takım kurma hürriyeti

Bu tür bir haberi okuyan aklı başında birisi herhalde böyle bir ülkenin bugünün dünyasında olamayacağını düşünüp bu ülkenin hangi gezegende ve zaman diliminde olduğunu merak edecektir. Sonra da futbol takımı kurup istenen takıma taraftar olmakta hiçbir sınırlamanın olmadığı kendi ülkesine bakacak ve çok takımlılığın ülkenin birlik ve beraberliğine bir tehdit oluşturduğu düşüncesine kahkahalarla gülecektir. Çünkü çok takımlı bir kültürde doğup büyüyen bu kişinin ülkesinde, çok takımlılığın ülke birlik ve beraberliğine bir tehdit olabileceğini düşünen bir kişinin aklından şüphe edilir. Bu tür evhamlı kişilere takımları ne olursa olsun insanların hürriyet ortamını sevdiği ve bu ortamı sağlayan ülkelerine olan bağlılıklarının da azalmayıp aksine arttığı ve devletlerine küskün insanların olmadığı hatırlatılır. Ayrıca, serbest rekabet içinde mücadele ederek futbolun güzelliklerini sergileyen takımların tüm futbolseverlere bir şölen sunduğu ve hayatlarına renk ve heyecan kattığı anlatılır. Futbol hürriyeti olan ülkelerde herkes tuttuğu takımlarda farklı, ama serbestçe takım tutma veya yeni bir takım kurma hürriyeti konusunda tam bir birliktir.

Yine düşünün ki bu ülkede birlik olsun diye ayak tipine bakılmaksızın futbol takımındaki her oyuncu aynı ölçüde tek tip bir krampon giymeye zorlanıyor. Yani onlardan ayaklarını üst yönetimce belirlenen krampon tipine uydurmaları isteniyor. Ayak farklılıklarını gözardı eden böyle insanlık dışı bir uygulama tahmin edileceği gibi norm dışı ayakları incitir, sahiplerini küstürür ve tüm takımın performansını düşürür. Hatta onları krampon düşmanı haline getirip yeni arayışlara iter. Aslında buradaki düşmanlık krampona değil, seçilen tek tipe ve zorbalığadır. Yoksa herkes memnuniyetle krampon giyer ve giymeyi savunur – yeter ki takımdaki tüm ayakları kapsayacak kadar değişik boyları ve tipleri olsun. Ayakları incinen ve hatta yaralanan krampon mağdurlarını ‘krampon düşmanı’ ilan etmek duyarsızlıktır ve bağnazlıktır. Hele hele ‘bunlara bir-iki tip daha sunacak olsak tam şımarırlar ve kontrolden çıkarlar’ demek, tam bir despotluktur. Tek tipte ısrarı bırakıp esnek bir yaklaşımla ‘ayakkabının ayağa uyumluluğu’ esas alınsa görülecektir ki takımda ‘ayakkabı sorunu’ diye bir şey kalmayacak ve ‘ayakkabı düşmanı’ olarak etiketlenen kişiler ansızın ayakkabı dostu ve savunucusu oluvermişler.

Farklılık doğal bir zenginlik

İnsanlar bedenen bir hayli benzer olsalar bile fikir, his ve meyil yönünden çok farklıdırlar. Bedenen birbirinin aynı olan eş yumurta ikizlerinin dahi taban tabana zıt fikir ve eğilimleri olabilir. İki insan arasındaki fark, iki hayvan türü arasındaki farktan daha az değildir ve bu farkı tanımamak insanlığı inkârdır. Bu farka saygı duymayan rejimler de insanlık dışıdır ve insanlık için bir ayıptır. Hukuk önündeki eşitlik ve fırsat eşitliği gibi titizlikle korunması gereken evrensel değerler bir kenarda tutularak, dünyada birbirinin eşiti yani aynı olan iki insanın olmadığını söylemek herhalde abartı olmaz. En büyük eşitsizlik, aynı olmayanlara aynı işlemi yapmaktır ve en büyük ayrımcılık da tipleri aynı olmayanlara tek tip işlemi yapmaktır. Bu tür toptancı bir yaklaşım dayanışmayı değil, huzursuzluk ve kavgayı doğurur. Eskilerin ifadesiyle, ‘Tenasüp, tesanüdün esasıdır; temasül, tezadın sebebidir.’ Yani dayanışmanın temeli uyumluluk, zıtlaşmanın sebebi de benzerliktir –tıpkı elektron ve protonlarda olduğu gibi.

Futbol açılımı’ sancılarıyla kıvranan bu zavallı ülkenin yetkililerine sormak lazım: Yahu siz hangi dünyada ve hangi çağda yaşıyorsunuz? Görmüyor musunuz ki, tüm çağdaş ülkelerde futbol takımı kurulması ve taraftarlık sonuna kadar serbesttir? Bu serbestlikten hangi ülke zarar görmüş? Yine görmüyor musunuz ki, kendi vatandaşlarınız futbolu ancak yabancı ülkelerde ve yabancılar oynarken seyredebiliyorlar ve şampiyonalarda yer alamamanın ezikliğini yaşıyorlar? Rekabetçi ortamda yetişmediği için de uluslararası turnuvalarda ulusal takımınız ilk maçlarda elenip boynu bükük olarak ülkeye geri gönderiliyor.

Birliği bozan hürriyetsizliktir

Diğer ülkelere bakarak görmüyor musunuz ki ülkelerin birlik ve beraberliğini bozan ve onları zayıflatan hürriyet değil hürriyetsizliktir? Tarihe bakınca görülmüyor mu ki insanları şevke getirip yücelten ve güçlendiren özgürlük, onları bir hayvan sürüsüne çevirip silikleştiren de yasakçılıktır? Evlerinden kaçan çocukların baskıcı ailelerden çıktığı ve demokrasinin hüküm sürdüğü ülkelere göç etmek için fırsat kollayanların baskıcı ülke vatandaşları olduğu sizi hiç mi düşündürmüyor mu? En zayıf ve en fakir ülkelerin demokrasinin en kıt olduğu, insan hak ve hürriyetlerine en az saygı gösterildiği ülkeler olması acaba bir tesadüf mü? Hür dünya ancak hürriyet zemininde gelişebilen bilim, sanat ve teknolojide yeni ufuklara uçarken ve hâkimiyetini pekiştirirken, siz daha ne kadar yasaklarla vatandaşlarınızı ‘koruma’ planları yapmaya ve ülkeyi bir hapishaneye çevirmeye devam edeceksiniz?

Rotayı ne belirleyecek

Rehberiniz akıl ve bilim mi olacak, mazi karanlıklarında gömülmüş ezberler mi? Rotanızı ümit mi belirleyecek, korkular mı? Zemininiz hürriyet mi olacak, yasaklar mı? Siz sınırlarınızı yabancı işgaline karşı tanklı tüfekli askerlerle beklerken ve fikir hürriyetini ülke birlik ve bütünlüğü için bir tehdit olarak görürken, yabancıların internet ve uydu ordularıyla her türlü fikirle neredeyse her eve girdiğini ve vatandaşlarınızın beyinlerine kolaylıkla zaten ulaştığını hiç mi fark etmiyorsunuz? Kafayı kuma gömmeyi hâlâ akıllılık mı zannediyorsunuz? Hürriyetçi ve despotik tek tipçi rejimlerin meyvelerini yan yana duran iki levha gibi net olarak gösteren Güney ve Kuzey Kore örnekleri size hiç mi fikir vermiyor? Güney Kore gibi bir dünya devi olmaktan mı korkuyorsunuz ki, Kuzey Kore gibi kaynaklarınızı içine sıkışıp kaldığınız yasakçı kabuğu daha da sağlamlaştırmaya harcıyorsunuz? İnsanı gerçek insan yapan hürriyet ışığından niye korkuyorsunuz ki hürriyeti halkınıza gıdım gıdım ve elleriniz titreyerek veriyorsunuz?

Çok şükür ki futbolun her renginin sonuna kadar hür olduğu ve her tip ve ölçüde ayakkabı satışının serbest olduğu bir ülkede yaşıyoruz ve bu hürriyetin keyfini doya doya çıkarıyoruz. Bu çağda hâlâ “Futbol Açılımı” gibi anlamakta bile zorlandığımız şeylerle uğraşan bir ülkede de yaşıyor olabilirdik.

Prof. Dr. Yunus Çengel Nevada Üniversitesi Öğretim Üyesi

Helal Gıda Hatıraları – 3

İstanbul Üniversitesi Kimya bölümü öğrenciliğimde, IAESTE teşkilatının organizasyonuyla yurt dışında yaz dönemi teknik stajı için o ders yılının yaz mevsiminde trenle İstanbul’dan Madrid’e hareket etmiştim.

Madrid’de staj yapacağım fabrikayı bulup onun yakınındaki bir öğrenci yurduna yerleştim.Yurtta benden başka, ayni fabrikaya benim gibi staj için gelmiş Seyfettin isimli bir Türk öğrenci ve değişik ülkelerden öğrenciler vardı.

Staj yaptığım o fabrikada, öğle yemeğinde herkese birer şişe bira da veriyorlardı, fakat ben oraya gelmeden önce Türkiye’de edindiğim bilgilerle, yiyeceğimin helal olabilmesi için dikkatle daha ince detaylar üzerinde dururken, her öğle yemeğinde verilen o birayı da tabii ki, hiç  içmiyordum. Öğlen fabrikada, akşam da kaldığım öğrenci yurdunda mutfağa girip aşçılara ekseriya temiz bir kapta zeytinyağında yumurta pişirtmek gibi yiyebileceğim basit ve hazırlanması kolay bir çeşit helal yemek hazırlatmağa çalışırken, benim için özel ve helal yiyecek yapılışına nezaret de ediyordum.

Benim gibi stajyer olarak oraya gelmiş, Ankara Üniversitesinin Kimya bölümünden isminden bahsettiğim Türk öğrenci ise, maalesef bu mevzuda hiçbir hassasiyet göstermeden oradaki ortama uyuyordu. Halbuki, biz ömür boyu sürecek , aklımız ve irademizle bir dünya imtihanındaydık. Buluğ ve mükellefiyet çağımızın başladığı 15 yaşlarımızdan itibaren, bu dünya hayatımızda önceliklerimizi iyi tesbit etmiş olmamız ve o önceliklerimize hassasiyetle riayet etmemiz gerekirdi. Benim de onun da, o fabrikada yaz tatilinde yapılacak bir kimya stajından daha öncelikli mevzularımız vardı ve o mevzulara gereken önem verilerek de o fabrikada Kimya stajı yapılabilirdi.        

Staj yaptığım İspanya’nın Madrid şehrindeki o fabrikanın laboratuar şefi biraz şakacı genç bir adamdı. Benim hem kendilerinden, hem de diğer Türk stajyer öğrenciden biraz farklı davranışlarımı ve İslâm’a göre helal gıdayı arayışlarımı bir müddet izledikten sonra, bana ne cevap vereceğimi de belki bildiği halde, bir gün laboratuarda istirahat zamanımızda:

“-İçki içiyor musun?”

“-Sigara içiyor musun?”

şeklinde başlayarak, İslâm dininin yasakladığı  başka kötü menhiyâtı da yapıp yapmadığımı sırayla sordu. Ben, onun saydığı o menhiyâtın her biri için ayrı ayrı:

“-Hayır..”

cevaplarını peşpeşe verince de, ayni menhiyâtı bu defa tekrar topluca saydı ve bana o şakacı tavrıyla:

“- Bunları yiyip içmediğine, kullanmadığına ve yapmadığına göre, sen yaşamıyorsun..” dedi.

Ben de, ona  cevap vermek için sözü aldım ve;  

“-Yaşamak, eğer bu saydığınız yiyecek ve içekleri yiyip içmek ve İslâm dininin yasakladığı diğer kötü diğer fiilleri de işlemekse; evet ben yaşamıyorum.” dedim.

Bu sözüm üzerine tebessüm etti; bana hiçbir mukabelede bulunmadı ve o fabrikadaki stajım, olması gereken şekliyle ve çok şükür, bilhassa helal gıda ile ilgili dinî önceliklerimden tâviz vermeden tamamlandı.

İspanya’daki, komşusu Portekiz’deki ve İspanyolların çok olduğu Güney Amerika’nın bazı ülkelerindeki, başka kaynaklarda da bahsedilen boğa güreşlerinin geniş tasvirini ve tahlilini burada yapmağa girişmeyeceğim. Fakat, orada bizim ülkemizde zamanla çok yaygın hale gelen futbol okulları gibi, futbol yanında ve ondan daha da fazla önem verilen boğa güreşçisi okulları da olduğunu, boğa güreşçilerinin (matador) henüz çocukluk çağlarındayken bu okullara alınarak yıllarca yetiştirildiklerini ve futbol yıldızları gibi boğa güreşlerinin de yıldızları olduğunu görmüştüm.

İspanya’da bulunduğum yıllardaki en meşhur boğa güreşçisi El Cordobes’ti;  onunla ilgili gazete ve dergi sayfaları, afişler, kitaplar, broşürler ve kartpostallara her yerde rastlanırdı. Bizdeki fanatiklerin futbol gevezeliği gibi, orada hem futbol ve hem de boğa güreşlerinin gevezeliği yapılırdı. Birkaç ay evvel tramvayda rastladığım İspanyol turistlerden birine El Cordobes’i sordum. Çok seneler önce öldüğünden bahsetti. Çocukluktan itibaren iyi bir boğa güreşçisi olarak yetişmeğe odaklanmış; her arenaya çıkışında birkaç boğa öldürürken kendisi boğa tarafından öldürülmemeğe çalışmış; bu “başarısı” (?) ile İspanya’da büyük şöhret ve servet kazanmış, fakat kendisine mukadder olan ölümü öldürememiş efsanevî bir İspanyol boğa güreşçisi…

Futbol maçları gibi biletle para ödeyerek girilen arenalarda her biri 15 dakika kadar süren 6 boğa güreşi ard arda yapılır. Çok nadir olarak boğanın matadoru öldürebildiği de olur, o zaman boğa kazanmış kabul edilir ve arenada hayatına son verilmez. Fakat bu, boğaya karşı insanların, orantısız güçle yaptığı bir karşılıklı mücadeledir; boğa orantısız güçle kendisinin hayatına kasteden matador, atlı pikadorlar ve diğer yardımcıları ile onların ellerindeki mızrak, ok ve kılıca, o insanların akılları ve kabiliyetleriyle yıllarca bu mevzuda ve kendisini 15 dakikada öldürebilmek programıyla eğitilmiş olmalarına karşı, arenada tek başına mücadeleyle karşı karşıyadır.

Boğayı kırmızı renk nedense çok kızdırır ve matadorun elinde tuttuğu kırmızı örtüye boynuzlamak için hücum eder. Boğa iyice yaklaşıp geliş hızıyla son anda manevra yapamayacak duruma gelince, matador kırmızı örtüsüyle aniden yana çekilir. Defalarca tekrarlanan boğanın hücumunu böyle boşa çıkarmak işlemi ile yorulan ve matador yardımcılarının bir programa uygun olarak ard arda yaralamaları ile hücum gücü kırılan boğayı, iyice yorulup hareketsiz durduğu bir anda, matadorun nişan alıp kılıcını boğanın boynundan kalbine sokmasıyla, boğa olduğu yere devrilir ve böylece 15 dakika içinde “boğa güreşi” (?) biter.

Bunun ardından, seyircilerin “Ole!” (Yaşa!) vahşi çığlıkları  arasında, çok orantısız güç kurbanı boğanın ölüsü, koşumlu bir çift ata bağlanıp yerde sürüklenerek, boğa güreşinin yapıldığı arenanın alt katındaki “leş kasabı”na götürülür ve orada derisi yüzülüp parçalanarak “leş eti” halinde ona müşteri çıkanlara satılır.

Şair Mehmet Âkif Ersoy’un “Medeniyet dediğin, tek kişi kalmış canavar” sözünün bir misali de belki budur.

Madrid’de kaldığım öğrenci yurdunda sığır etinden biftek çıktığında, tabii ki yemiyordum ve bundan sakınırken, İslâm dininin âyetle açıkça yasakladığı “leş eti” olmasıyla ilgili asıl dinî sebebleri yanında, o bifteğin sofraya gelinceye kadarki geçmişiyle bir boğa güreşinin muhtemel ilişkisini de düşünüyordum.

Yaya geçitlerinde kırmızı ışık yanarken geçen araçlara bizim ülkede trafik cezası verilir; yayaların kırmızı ışıkta geçmeleri de araçlar gibi yasak olmasına rağmen, Türkiye’de trafik polisinin gözü önünde bile yayalar kırmızı ışıkta geçer ve trafik polisinin onlara ceza uygulaması fevkalade nadirattandır. Bu şekilde kırmızı trafik ışığında geçmek, günlük hayatımızın vazgeçemediğimiz bir alışkanlığı gibidir. İspanya’daki o staj dönemimde bir defa kırmızı ışık yanarken yaya geçidinden geçmeğe teşebbüs etmiş, trafik polisinin bana ceza kesmesinden çok zor kurtulabilmiştim.

Belki bunda, o dönemde İspanya’da devlet başkanı olan ve ölünceye kadar 40 yıl müddetle iktidarda kalan diktatör General Franko idaresinin otoritesinin de rolü olabilirdi. Gazete haberi olarak okuduğuma göre, General Franko 40 yıllık iktidar döneminin son zamanlarında hastalanıp yatağa düşmüş, onu sağlığına kavuşturmak için dünyanın en iyi doktorları çağırılmış; onlar gece-gündüz başında nöbet tutmuşlar, konsültasyonlar yapmışlar ve bildikleri tedavileri uygulayıp onu iyileştirmeğe çalışmışlar. Kendisi de, bazen büyük bir güç sarfıyla yatağından kalkıp bir koltuğa oturuyor ve koltuğa sımsıkı tutunarak, azmini ve iradesini ölüme karşı koymak için yoğunlaştırmaya çalışıyormuş, ama ne çare..

Kendisiyle alâkalı bir anekdot, ölümünün üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ çeşitli ülkelerde ve bilhassa futbol bahsiyle alâkalı olarak, yeri geldikçe hâlâ anlatılır:

General Franko’ya 40 yıl İspanya’yı idare etmeye nasıl muvaffak olduğunu sormuşlar. General Franko:

“- Büyük futbol sahalarında ve büyük arenalarda onları uyutarak..” cevabını vermiş.

Prof. Dr. Mustafa Nutku