Etiket arşivi: gençler

Kur’an Netflix’ten de bahsediyor

Hiç maraton izlediniz mi bilmem. İzlediyseniz muhakkak dikkatinizi çekmiştir. ‘Tavşan atlet’ denilen bir uygulama vardır. Yarışa, temponun düştüğü yerlerde, normalde yarışçılar arasında yer almayan, ama hazırlıkları itibariyle sanki onlardanmış gibi görünen birisi dahil olur. Bir süre diğer atletlerle birlikte koşar. Sonra uygun bir yerde terkeder. Zaten yarış üzerine bir iddiası da yoktur. Niye yapar bunu peki? el-Cevap: Çünkü yarışçıların tempolarını yüksek tutabilmek için bir motivasyona ihtiyaçları vardır. Eğer salt birbirlerine bakarlarsa beraberce yavaşlarlar.

Manipüle edilebilir bir yanımız var. Kabul etmemiz lazım. Tavşan atlet nasıl koşucuların tempolarını yükseltmelerine neden oluyorsa, başka ‘nümune-i imtisaller’ de, farklı alanlarda düşen tempoların yükseltilmesine sebep oluyorlar. Hatta nübüvvetin insanlık için bir ihtiyaç/gerek oluşu şu hikmete de bakıyor. Yani, ne zaman ki kullukta insanlığın temposu düşüyor, Cenab-ı Hak ‘temposu yüksek bir güzeli’ parkura sokuyor. Onun parkura girişiyle damarlara kan yürüyor. Evet. Yine, Aleyhissalatuvesselamın bir hadis-i şerifinde buyurduğu gibi, ‘peygamberlerin varisleri’ sayılan hakikatli âlimler/mürşidler de aynı fonksiyonu kendi zamanlarında icra ediyorlar. Cenab-ı Hak eksikliklerini göstermesin. Âmin.

Fakat meselenin iyiye bakan yönleri olduğu gibi kötüye bakan yanları da var. Kerametler varolduğu gibi istidraçlar da var. Melekler semaya yükseldikleri gibi şeytanlar da uçmaya çalışıyorlar. Hatta belki şöyle söylemeli: Her yol ‘fenomeni’yle kararsızları balına/bataklığına çekmeye gayret ediyor. Hidayetin fenomenleriyle dolduramadığı yerleri dalalet fenomenleriyle işgal ediyor. Yani kainat/insan boşluk kabul etmiyor. Kimisi zikirde titriyor kimisi break dans yaparken.

‘Fenomen’ demekle mevzuu küçüksediğimi sanmayın muhterem kârilerim. Aksine önemsiyorum. Hatta Fussilet sûresinin 26. ayetinde buyrulan hakikatin bununla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Hani kısa bir mealiyle buyruluyor: “Kâfirler: Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Onun ikazlarını tesirsiz bırakmak için manasız şeylerle dikkatlerini dağıtın. Belki böylece üstün gelirsiniz, derler.” Bazı mealler ‘manasız şeyler’i ‘gürültü yapın’ veya ‘yaygara koparın’ şeklinde de veriyorlar. Her şekilde zikrettiğimiz hakikate işaret eden bir yanı var: Ehl-i küfrün değişmeyen bir yöntemi mü’min zihinleri kendi fenomenleri/meseleleri ile meşgul etmektir. Yani, evet, Kur’an’da Netflix’ten de bahsedilmektedir.

Bunu böyle yazdığım zaman bazıları tepki gösterdi. Fakat ben mevzuun tam da mürşidimin dediği gibi olduğunu düşünüyorum: “Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar.”

Bence bu bulunma türlerinden birisi de ‘kanunen’dir. ‘Çekirdek’ten kastedilen de budur. Yani: Kur’an-ı Hakîm, geçmişten geleceğe öyle olagelecek şeylerin bütün fertlerine, yalnız bir ferdine işaret etmekle işaret eder. Kanaatimce bu ayet-i kerimenin de bize söylediği kanun: Kâfirlerin mü’minleri veya mü’min adaylarını hakikatten alıkoymak için onları boş şeylerle meşgul edeceğidir. Böylesi her ne varsa kanunun kapsamına dahildir. Ayet-i celilede ona da bir işaret vardır.

Bir genç hayal edelim ki: Netflix’ten en az üç tane diziyi düzenli takip ediyor olsun. Haftasının ne kadarı dizilere ayrılıyor demektir? Eksik hesap yapmayalım. İş bu dizileri takip etmekle bitmiyor ki karilerim. Arkadaş sohbetleri var. Bir sonraki bölüm merakları var. İnternette diziyi takip eden fenomen grupları var. Bunların takipleri var. Komplo teorilerinin tartışıldığı videolar var. Önce olanları didik didik irdeleyen youtuberlar var. O dizinin oyuncularının sosyalmedya hesapları var. Orada paylaşılanlar var. Var, var, varoğlu var ve en nihayet kafasının büyük bir bölümü ister-istemez Netflix’in mülkiyetine geçmiş bir gençlik var. Ha, bunun suçlusu gençler mi sadece, değil. Bizim bıraktığımız boşluğun mağduru onlar.

Çocuk/genç olmanın getirisi fenomen arayışına düşmek. İlla bulunacak bir yerden bir fenomen. İlla karakterimizi bir parça da o biçimlendirecek. Bir parça da ‘o olma’ derdine düşülecek. Eh, hidayetin fenomenleri pek de nefislere tatlı gelmiyor artık, onlarla bunlara galip gelinemiyor. Ya ne olacak? Gençler teslim mi edilecek? Bence etmemenin bir yolu var. Bediüzzaman’ın Mesnevî-i Nuriye’de zikrettiği bir formülle bunu başarmak mümkün. Nedir o yol peki? Gençleri ‘ikincil niyetler’ sahibi yapmak. Ama önce mezkûr bahisten alıntı yapalım:

“Fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et.”

İşte, bence, çocuklara/gençlere “Bunları izlemeyin!” demekte bir fayda yok. Çünkü karşısına üretip koyabildiğimiz bir alternatif de yok. Yani ben izliyorsam, ki izliyorum, onlar da izliyorlar. Üstelik ben bu yaşımda izliyorsam onların izlemesi daha anlaşılır bir durum oluyor. O zaman ne yapmamız gerekir? Ben bunun o yapımları/fenomenleri yok saymak yerine irdelemekle mümkün olacağını düşünüyorum. Yani onları, her ne anlatıyor olurlarsa olsunlar, hakikatin malzemesine dönüştürebilmeliyiz. Gerekiyorsa da usûlünce alay edebilmeliyiz. Eğer beyne operasyon çektikleri kısımları farketmişsek şüphelendirmeliyiz. Ne kadar başarılı olduğumu bilemem ama bunu yapmaya çalıştığım birçok yazım oldu. Okur tepkileri bana bir parça doğru yolda olduğumu düşündürdü.

Bugün rapçileri tartışıyoruz mesela. Bugünün tavşan atletleri de onlar. Ama nasıl tartışıyoruz? Bence etkileri itibariyle bir parça ciddiye alınmayı hakediyorlar. Ancak bu kadar. Bundan ilerisinde onların aslında ne kadar ‘kof’ olduklarını ortaya koyabilmeliyiz. Bunu yaparken hakverilecek parçasına da hakvermeliyiz. Böyle bir kapı var. Fakat görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. Görmezden gelmekse yarayı iyileştirmiyor. Büyütüyor. Gençlerle dünyalarımız arasındaki mesafe açılıyor.

Yazı çok uzadı. Bu yazılık toparlayayım. Özetle demek istediğimse şuydu: Günümüz gencine “Aleyna Tilki’yi dinleme, Reynmen’i görme, Norm Ender’i sallama!” falan demekle sonuç alınamıyor. Öyle birşey yapabilmeliyiz ki, bunları gördüğünde ‘ikincil niyet’ farkındalığı onları körükörüne bağlanmaktan, kapılmaktan, sağılmaktan korusun. Tevfik ise Allah’tandır. Yardımı her zaman O’ndan dilemeliyiz. Hidayetini dileyene yollarını gösteren O’dur.

Ahmet AY – risalehaber.com

Yuvanın Temelini Atanlar

Babamız Hazreti Adem ile annemiz Hazreti Havva’yla başlayan insan nesli, çoğalarak dünyanın her tarafını kaplamış vaziyettedir. Böylece kâinatın hulasası ve şuurlu meyvesi olan bu insan, yaradılış itibariyle, o kadar meyilli bir varlıktır ki, kabiliyet ve hislerinin çeşitleri,  insan adedi kadar farklı bir özellik taşır. Bu sebepten Peygamberimiz a.s.m “İnsan kadar meyilli bir varlık görmedim” buyurmuş. Fakat bu kadar ince yaratılışa sahip olan  bu insanların çoğu, bu dünyaya gelişinin sırrını araştırmadan, bütün gayret ve çalışmalarını, kendilerini ve sevdiklerini bu geçici hayatta memnun ve mutlu etmek istikametinde harcadıkları halde, maalesef bu gün çoğu buna muvaffak olamıyor. Çünkü  bu insan kendini hiç yoktan yaratan büyük sanatkârın elçisi vasıtasıyla, ona gönderdiği o yüce Kanuna göre, yetkililer tarafından yetiştirilmeye gayret gösterilmemiştir de  ondan. Bu insanlar eğitim vakti olan küçük yaşta bu terbiyeyi alamadıkları için, manevi terbiyeden mahrum kalıyorlar. Çünkü buluğ çağına kadar faydası olmayan şeylere alışan insan, ondan sonra iyiyi kötüden fark etse de, iyinin peşine gitmeye nefis müsaade etmez. Bundan ötürü akıl manevi ilimlerden hisse alamazsa  insan çevredekilere uyarak heveslerini tatmin etme yoluna gider ve keyfinden başka hiçbir şey düşünmeyerek yaşamaya devam eder .

Şimdi, mevzuumuz olan insanların çoğalma maksadı ile yuva kuran bu gençlerin haline bir göz atsak hemen göreceğiz ki, yukarıda bahsettiğim gibi  Allahın kanununa tam teslim olanlar müstesna, lazım olan eğitimi alamayan bu gençlerin çoğu evlendikten sonra da  umduklarını bulamıyorlar ve  tahminleri çıkmıyor. Gençlerin çoğu, evlendikten sonra hayatlarının balayında yaşar gibi geçeceğini tahmin ediyorlar. Tahminleri yanlıştır. Bunun tek çaresi Allah’ın yolunu bulup bu yolda  ciddiyetle  devam etmektir.

Evet! Madem ki bu gençler buluğ çağına ermişler, hatta evlenmişler. Öyleyse aptal değiller, piyasada 10 yerine hiç kimse onların 100 TL sini alamıyor, öyle ise bunlardan olgunluk beklemeğe bizim hakkımız yok mu? Biri diğeri ile hoş geçinip biri diğerinin ailesine tatlı dil güler yüz gösterseler zarar mı  edecekler?

Kendi iyiliklerini hiç düşünmeseler bile, çok değil bir sene sonra Allahın lütfü ihsanıyla onlardan doğacak yavruya karşı da mı onlarda acıma hissi yok. Onlardan biri daha akıllı çıkıp ötekine:

-Hayat arkadaşım! Mehmet Akîf’in dediği gibi: “Kendin yanacaksan bari evladını yakma” dese ve devam edip: Mademki şimdiye kadara  âilelerimizin ve devletimimizin  Laik sistemi sebebiyle, kendimize lazım olan bilgiyi alamadık ve bizim aleyhimize işleyen o zaman geçmişte kaldı. artık onları suçlamakta fayda yok. Sen de görüyorsun ki biz bugüne kadar maneviyattan hiçbir şey öğrenemeyip dinimizden habersiz kaldık. Aman ne olursun! Bir çaresine bakıp hem kendimizi hem bizden doğacak evlatlarımızı de ateşten kurtarmak için, dinimizden bir şeyler öğrenmek için, o yolda adım atalım. Mademki herkes ölüyor, biz de, bizden doğabilecek evlatlarda, ölümle baş başa kalacağız. Bu itibarla, yaratılış sırrını ve insan olmanın maksadını manasını öğreten, kitapları okusak iyi olmaz mı? Ancak bu şekilde İslam kültüründen nasipsiz kalmaktan kendimizi kurtarırız.

Bu iş bizim kafamıza göre rast gele de olmaz. Bunun şekil ve kaidesini de, akraba veya çevrede bilgili ve tecrübeli bir zat bulup ondan öğrenmeliyiz. Böylece hem kendimizi hem de bizden doğacak yavrularımızı ateşte yakmaktan kurtarmış oluruz demeli.

Oda insaflı davranıp peki dese, bu hayat arkadaşları bu işle, tebrik ve takdire layık  bir iş yaptıklarından ötürü, herkes bunlara gıpta edecektir. Bunların bu davranışlarını herkes beğenip başkalarına da örnek gösterecektir.

Çünkü bugün bunlar gibi geçmişte yaptığına pişman olup yola girenlerin çok örneklerini görüyoruz. Zamanında Kur’an-ı Kerim’i öğrenemeyip 60-70 yaşından sonra Kur’an‘ı öğrenip hatmedenlere şahit oluyoruz. Merak edip yaş ilerledikten sonra Allah’ın emirlerine uymak için kendilerini zorlayıp kitap okuyanlar da az değil.

Evet anne baba olanlara en mühim vazife hem kendilerini ve Allahın c.ş. hediyesi olarak onlara verilecek evlatlarını cehenneme birer odun parçası yapmaktan kurtarıp, onlara va’d edilen cennet mutluluğunu hak etme yolunda gayret etmektir

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Özür Dileriz Delikanlı

Delikanlı özür dileriz, namaza başlarken sanki biz zamanında hiç zorlanmamışız gibi seni “full çekme”ye zorladık. Tuğlaları üst üste koymana izin verecek bir rahatlık sunmadık sana. Yakaladığın namazlara köreldik de, kaçırdıkları için yazıklar ettik. Namaza alışırken ayağının dolanabileceğini, yürürken düşebileceğini hesaba katmadık. İçindeki tereddütleri ciddiye almadık. Kendi kendine sorduğun sorulara “hiç yokmuş gibi” sağırlaştık.

Elbette ki “lüzumsuz” gelecekti sana namaz en başında. Başımızı ellerimizin arasına alıp bir kaç dakika olsun düşünmedik: Öyle kolay değil ki arzulamak hiç alışık olmadığını? Öyle hemen oluvermez ki hiç tanımadığını yanına yoldaş eylemek? Kim susamadan su içer ki? Kim acıkmadığı yemeğe iştah duyar ki? Mecbur tuttuk seni… “Başka yolu yok!” dedik.

Mecbur olmasına mecburdur namaz.. Yalan yok; farzdır. “Dinin direği.” “Gözümüzün aydınlığı!” Teşekkürlerin en güzeli.. minnettarlığımızı ifade etmenin en şık, en zarif yoludur namaz! Kulluğumuzun en somut biçimi… Elle dokunulur, gözle görülür bir teşekkür zirvesidir..

Sormadık kendimize: Zorla mı teşekkür eder insan? Zorunluluk olarak takdim edilir mi hiç minnettarlık? Gösteremeyince sana Rabbimizin bizi ne kadar çok şeyle sevindirdiğini, içine zoraki minnettarlıklar atmaya kalktık. En başta biz hissedemeyince üzerimize hiç hesabsız, hiç sebepsiz, hiç karşılıksız indirilen o iyilikleri, sana da ancak “istesen de istemesen yapacaksın” diye farzları saydırdık, soğuk ve resmî zorunluluklar listesi içinde sürdük namazı önüne. Hiç görmedin ki yüzümüzde nimetlere boğulmanın o şımarıklık neşesini, hiç hissetmedin ki yüreğimizde her sabaha yeniden uyanma sevincini? Bizden sana huzur bulaşmadı ki… Bizden sana neşe taşmadı ki…

Elbette ki sabırsızdır insan… Hele de gençler… Biz yaşımızı başımızı aldık, ırmağın öbür yakasına geçtik. Durulduk. Sakinleştik. Ama sen! Beri yakasındasın hayatın. Hırçın yanındasın şehrin. Kıpır kıpır tenin. Duygu kasırgalarında savruluyor saçların. Sana varlığın müziğini aktaramadık. Namazın yüzümüze tebessümler kattığına tanıklık edemedik. Kıldık namazları kılmasına, ama seccadeyi toplarken namazın gerçeğini de bir kenara dürdük. Namaz kıldıkça güzelleşseydik, neşelenseydik, incelseydik, sen de imrenirdin bize. Sanki bir büyü var burada diye, sen de sokulurdun yanımıza..

“Namaz dediğin sadece bir gün kılınır” demek isterdik sana… “O da bugündür.” Bak, dün gitti; yarın da gelmedi. “Sen sadece bugün kıl, gerisine karışma!” diyecek kalenderliği gösteremedik sana… Bitmeyecek sandın namazı. Yarın, yarından sonra, yarından sonradan da sonra…. Derken yığıldı üzerine binlerce vakit, binlerce rekat… Ezildin kılacağın namazlar altında. Şimdiden üşümeye başladın soğukta alacağın abdestlerin suyunda… Kulağına fısıldayıverseydik ya Rabbimizin sözünü: “Ben senden yarının ibadetini istemiyorum ki…” Bugün kıl, yeter.. Hatta bu vaktin hakkını ver, yeter!

Hem sonra, ne biliyorsun, o kadar uzun süre yaşayacağını.. Belki bitecek ömrün; namazların da bitecek… Sana bugün kıldığın namazın ışığı kalacak… Rabbin diyecek ki, “Madem ki bugün kıldın, yaşasaydın bir ömür boyu kılacaktın..” Bir güne verdiğin namaz rengi, bir ömrüne taşacak; bin ömürlük bir sonsuzluğa taşıyacak seni.. Sana Rabbini tanıtırken, kılı kırk yarar, ince eleyip sık dokur, mükemmeliyetçi bir imaj çizdik, seni vesveselere saldık, yorduk, kırdık, usandırdık. Rabbinin yaptıklarını beğenmeyeceğine inandırdık önce seni. Seni sevdiği, sana merhamet ettiği ap açık ortadayken, önce korkmanı istedik O’ndan… Oysa, insan sevmediğinden korkmaz ki, korkamaz ki…

Allah’tan korkanlar O’nu hakkıyla sevenlerdir, O’nun kendilerini fazlasıyla sevdiğini bilenlerdir… Korkarlar; çünkü o sevgiyi kaybetmek üşütür insanı, o kadar sevilmişken yüz çevirmek acı verir insana… Kaybedeceği şeyi olanlar korkar! Şöyle diyebilmeliydik sana: “Namaz kılarken Rabbinin sana ‘aferin!’ dediği haldesin.” Şöyle de diyebilmeliydik: “Namaz kılarken, Rabbinin en çok sevdiği En Sevgili’nin (asm) bulunduğu haldesin.” Sevinmelisin. Sevildiğini bilmelisin. Sevildiğini bilip de öyle varmalısın secdelere. Bırakıp her şeyi namazın kucağında atabilmelisin hüzünlerini. Durdurup oyunları, başından atıp telaşları, en sahici olduğun yerde, en çok onaylandığın halde, namazda, neşelere boğulabilmeli, sevinçlere sarılabilmelisin. Özür dileriz delikanlı, Bağışla bizi genç hanım.

A. Cem Toprak / Zafer Dergisi

Evlenmeden Önce Mutlaka Okuyun

Genç nesillerin düşmana ihtiyacı yok; onlar kendi kuyularını elleriyle kazıyorlar. Birçoğunun belki hiçbir geleceği olmayacak; bugünkü çizgilerini aynen devam ettirdikleri takdirde, nesilleri, kendileriyle beraber sona erecek.
Gençlerimiz evlenemiyorlar — eş yokluğundan değil, alternatif çokluğundan. Tüketim çağının getirdiği “maksimize etme” alışkanlığıyla, tıpkı bir kazağın en iyisini en ucuza alabilmek için birkaç düzine mağaza dolaşır gibi, hayallerindeki eşi bulabilmek için de yaptıkları görüşme ve elemelerden elleri boş dönüyorlar. Adaylardan kiminin yaşı, kiminin kaşı, kiminin boyu, kiminin soyu aranan özellikleri tutmadığı için, ellerindeki sayılı yılları sayısız aramalarda harcamaya devam ediyorlar. Sonuç:
Her iki tarafta da birbirini arayan, fakat bir türlü buluşamayan eş adayları.
Veya bir tarafta hayat arkadaşını bekleyenler, diğer tarafta da mümkün olan en karlı alışverişi yapmak için pazar araştırması yapan tüketiciler.
Ve mutlu bir yuvanın kuruluşunda harcanmaya layık iken beyhude arayışlarla heba olan hayatın en güzel yılları.
**
Son yıllar, eş seçiminde aranan özelliklere bir de “elektrik” şartını ekledi. Eş adayları evliliği beyaz eşya türünden bir alet olarak gördüklerinden midir, bilinmez, ama artık trafolarda aranacak şeyi birbirlerinde arıyorlar; çoğu zaman da görüşmeler, öyle uzun boylu kaş-göz, boy-pos değerlendirmelerine girişmeden, kısa ve net bir ifadeyle sona eriyor: “Elektrik alamadım.”
Belki de bu, karşı tarafa “Senin şu tarafını beğenmedim” demekten biraz daha haysiyet kurtarıcı bir formül sayılabilir; ama yine de bir arızanın işaretini vermiyor mu? Pek muhtemeldir ki, elektrik alamayan gencin devrelerindeki bir arıza, akımın iletilmesini engellemiş; yahut alınan elektrik, uyaran çokluğu ve aşırı yüklenme yüzünden duyarsızlaşan bünyelerde bir tesir uyandırmamış olsun.
Ne olursa olsun, söz konusu geçici bir beraberlik değil, sonsuza kadar sürmesi beklenen bir aile olduğuna göre, bu işi anlık voltaj ölçümleriyle belirlemeye kalkmak kadar yanlış bir yöntem düşünülemez. Ömürler gençlik hülyaları içinde geçecek değildir; zaman içinde hayatın inişleri ve düşüşleri de yaşanacak, hastalık ve ölümler, sıkıntı ve darlıklar başa gelecek, bu arada ilk günün voltajı çoktan düşmüş olacaktır. Anne veya babanız bakıma muhtaç hale geldiğinde, vaktiyle servi boyuna veya ela gözüne bakarak alıp eskittiğiniz dilberden nasıl bir davranış göreceksiniz?
***
Eğer bugünün gençleri — özellikle dindar gençler — yarının adı sanı unutulmuş, nesilleri kesilmiş yoklukları haline gelmek istemiyorlarsa, bir an önce Batı medeniyetinin kendilerine biçtiği “tüketici” rolünden sıyrılıp “mü’min” kimliğine kavuşmak zorundadırlar. Kadere inanmak da imanımızın bir rüknüdür; bunu unutmayın ve yaşanacak bir hayatın bütün ayrıntılarına hakim olmak gibi bir hevese kendinizi kaptırmayın. Böyle yaparsanız, hayatın en ağır yükünü omzunuzdan atmış olacaksınız, buna inanın.
Hiç mi araştırmayalım diyeceksiniz.
Araştırın. Fakat öyle uzun boylu araştırmayın. Gözünüz geçici değil, kalıcı özelliklerde olsun. En önemlisi, “Benim seçtiğim eş” olarak değil, “Allah’ın benim için yazdığı arkadaş” olarak bakın. O zaman, bilinmeyenler, tıpkı sürpriz bir armağan paketi gibi, bu seçimi sizin için daha da hoş hale getirecektir. Bu tavsiyelerimiz, ebediyete talip olanlar ve huzurlu ve mutlu bir yuva kurmak isteyenler içindir.
Başına bela alıp da hayatını zehir etmek isteyenler ise daha iyisini arayadursunlar. Eğer bir yanlışlık yapıp da evlenecek olsalar bile, ömürleri boyunca “daha iyilerini”görmeye ve yapmış oldukları seçim için hayıflanmaya devam edeceklerdir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de evliliği şu şekilde tarif eder ;

“Evet insan, bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn, aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.” 

İnternette tıklanma rekoru kıran bu resmin gördüğü ilgi, hepimizin içinde yatan bir özlemi yansıtıyor. Batı medeniyeti kendi değerlerini bizim zerrelerimize kadar işlemek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, varlığımızın ta derinlerindeki birşeyler, bize, asıl özenilecek değerlerin orada değil, bizim olduğumuz yerde bulunduğunu fısıldamaya devam ediyor. Ve o fısıltı, fırsat bulduğu anda, dünyanın bütün gürültülerini bastırarak kendisini bize dinletiyor.
***
Resim, iki güzelliği bir arada önümüze seriyor. Bunlardan birisi, yaşlılığın güzelliğidir. O da, Yer ve Gökler Rabbinin bahar mevsiminde dağları ve ovaları boyamakta kullandığı gelincik ve sarı çiçeklerden meydana gelen bir fon üzerinde sunulmuştur.
Yaşlılık, Batı’nın batıl ölçüleri içinde, güzellik kavramıyla en son barışabilecek bir hadisedir. Çünkü onların gözünde değer ifade eden güzellikler ancak maddi güzelliklerdir; o da zaman içinde pek çabuk tükeniverir. Gençlik geçer, sağlık elden gider, güzellik yerini günahların çirkin izlerine terk eder. Fakat Batı medeniyeti yaşlıları bütünüyle gözden çıkarmak da istemez; çünkü onlar da cepleri boşaltılacak bir kesim olarak ortada durmakta, hatta ömür ortalamasının artmasıyla birlikte sayıları da artmaktadır. Onun için, tüketim toplumunun mühendisleri, yaşlılara birşey pazarlayacakları zaman, önce onları “genç olduklarına” ikna ederler, sonra da onların genç gibi yaşamak için muhtaç oldukları şeyleri kendilerine satarlar.
Bizim dünyamız ise hep güzelliklerle doludur. Burada sadece güzellikler yer değiştirir, o kadar: gece ile gündüzün ve mevsimlerin güzellikleri gibi. Gençlik de giderken yerini yaşlılığın güzelliklerine bırakır. Bu yüzdendir ki, onların yaşlıları çirkinleşirken, bizde yaşlananlar daha başka güzelliklere bürünürler. Simasını yılların secdeleriyle nurlandırmış ak sakallı bir dedenin yahut beyaz yemenili bir ninenin mübarek yüzünden daha fazla seyredilmeye layık hangi şey vardır bu dünyada?
***
Resmin ikinci güzelliği, bir muhabbet tablosu halinde karşımızda beliriyor. Fakat bu arzi, beşeri, maddi bir sevgi değil, başka alemlerden kokular taşıyan İlahi bir muhabbettir. Onun da adresini ayet-i kerimeden alıyoruz:
“Hemcinslerinizden kendilerine ısınacağınız eşler yaratması ve aranıza muhabbet ve merhamet vermesi Onun ayetlerindendir.” (Rum, 30:21.)
O muhabbet semadan anne ile babanın arasına iner, fakat orada kalmaz. Çocukların her biri ile anne ve baba arasında ayrı ayrı bağlar halinde çoğalır. Derken kardeşler arasında, derken her bir evlat ile teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, dedeler, nineler arasında ayrı ayrı sevgi bağları olur. Bu rahmet ve muhabbet deryasında her bir fert, kendisini sayısız sevgi haleleriyle kuşatılmış bulur.
Liste böylece uzayıp giderken, hiçbir muhabbet, bir diğerinin kefesinden birşeyi noksanlaştırmaz. O muhabbetlerin hepsi de semavi ve nurani bir kaynaktan beslendikleri için, bölünmekle eksilmez, bilakis paylaşıldıkça artarlar. Yaşlanan ve yıpranan bedenlerin de böyle bir muhabbete zararı dokunamaz; yarım asır sonra o muhabbeti, daha da renklenmiş ve zenginleşmiş olarak, bir gelincik demeti halinde elden ele, gözden göze alınıp verilirken seyredebilirsiniz.
***
Bir gelincikte bütün gelincikleri, bir baharda bütün baharları birden gören gözler, bir dede ile ninenin muhabbet alışverişinde de kainatın bütün muhabbetlerini birden seyredebilirler. Zerreler aleminde parçacıkları, göklerde yıldızları birbirine bağlayan şey, o semavi hakikatin cemadat diline tercümesinden başka nedir ki? Bunlardan birine elektrik, diğerine çekim gücü adını veren bilim, bir tabloyu bize anlatmış olmaz, sadece tablonun bezinden, boyasından, tahtasından bahsetmiş olur, o kadar.
Ebedi hayat arkadaşları arasındaki muhabbet alışverişini bir “elektrik” hadisesi olarak görenlerin de cemadat lisanından zişuur lisanına yükselmedikçe bu hakikati anlamaları pek güçtür.

Ümit Şimşek

Risale Ajans

Yetişkinler ergenleri niçin anlayamıyor?

Ergenlik çağının en önemli çabası kimlik arayışıdır. Ergenin, kişilik özelliklerinin farkına varması, bu özelliklerin gerçekleşmesini engelleyen her türlü olumsuz şartlarla mücadeleye girişmesi kimlik arayışı olarak isimlendirilmektedir. Başarılı olduğu sürece özgüveni artar, kendisini değerli hisseder. Başarısızlığa uğradığı veya engellendiği zaman hırçınlaşır, saldırgan davranışlarda bulunur. Ergenin yeteneklerini keşfetmesi, başkalarından farklı olduğunu görmesi için ailenin dışına çıkması gerekmektedir. Anne-babanın verdikleri ona yetmez. Bu dışarıya yönelişe bağımsızlık isteği diyoruz. Anne-baba çoğu zaman gencin bağımsızlık isteğini aileden kopma ve başkaldırma olarak değerlendirir.

Kendisini ergenin anne ve babası olmaya hazırlamayan ailelerde iletişim sorunları ve çatışmalar ortaya çıkmaya başlar. Ülkemizde çocukları ders notlarıyla, çözdükleri test sayısıyla ve deneme sınavlarından aldıkları puanlarla değerlendirme gibi hatalı ve haksız bir yaklaşım vardır. Ders notları ve okul başarısı ergeni değerlendirmede tek ölçü olmamalıdır.

Okul başarısı konusunda elinden geleni yapan ve kendisine de zaman ayıran ergenlerin, bütün günü okul, dershane ve ev üçgeni arasında geçen, ders çalışmanın dışında sosyal bir aktivitesi olmayan ergenlere kıyasla ileri yaşlarda iş ve aile hayatında daha başarılı oldukları görülmektedir. Kendisiyle barışık, arkadaşlarıyla ve ailesiyle geçimli, öğretmenlerine ve büyüklere karşı saygılı, müzik, spor, resim ve edebiyat gibi faydalı ve geliştirici hobileri olan ergenler daha uyumlu ve daha mutludur.

Ergenin korkusu

Ergen, anne-baba ile birlikteyken “yine nasihat etmeye ve akıl vermeye başlayacaklar” diye endişe ve korku duymaya başlar. Ancak korkmuş ve tedirgin bir görüntü vermez, çünkü o hislerini sadece anne ve babasından gizlemez, kendisinden bile gizler. Korkusunu belli etmemek için soğukkanlı ve kayıtsız görünmeye çalışır. Soğukkanlılık ve ilgisizlik korku ve şüpheleri gizleyen birer maskedir.

Anne-baba, ergenin içindeki korkuyu ve şüpheyi kendi içinde hissettiği ve bunların kendi korku ve şüphesi olduğunu zannettiği vakit kendini korumaya alır ve kendini savunma gereği duyar. Ergen de anne ve babanın korkusunu ve endişesini hisseder ve kendini korumaya alır. Böylece anne-baba ile ergen arasında kısır bir güç savaşı döngüsü başlar.

Mutlu aileler hep birbirlerine benzer. Mutsuz ailelerin ise mutsuzlukları farklı ve kendilerine özgüdür. Aile yaşayan, kimliği ve kuralları olan, üyelerinin huzurunu ve mutluluğunu sağlayan bir kurumdur. Aile küçüldükçe yerine getirmesi gereken görevlerde aksamalar meydana gelir. Sanayileşmeyle birlikte insan işgücünün yerini makine gücünün alması sonucu geniş ailenin yerini anne, baba ve çocuktan oluşan çekirdek aileler almaya başladı. Dahası son yıllarda boşanmaların artması sonucu anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile de parçalanmakta, çocuklar tek ebeveynle yaşamak zorunda kalmaktadır. Ergenin sorunlarını anlayabilmek için onu ailesiyle birlikte değerlendirmemiz gerekir. Ergeni ailesinden soyutlayarak incelemek bizi yanlış değerlendirmelere götürebilir.

Ergenle iletişim hataları

Ergenin kendisini dinlemediğinden yakınan anne-babalar dinleme konusunda ona iyi örnek olmamışlar demektir. Çocuklar dinlemesini de ailede öğrenirler. Anne-babalara “Eğer siz çocuklarınızı dinlerseniz onlar da sizi dinleyeceklerdir” dediğimde; “Ama hocam, biz tabii ki onu dinlemek istiyoruz; ama o anlatmıyor” diye kendilerini savunurlar. O zaman birlikte şu sorunun cevabını ararız: “Çocuklar neden anlatmazlar?”

Anne-baba ergenle iletişim halinde iken birdenbire ergenin sustuğunu, diyalogun sona erdiğini, ergenin daha fazla konuşmak istemediğini fark eder. Eğer anne-baba ısrar etmesine rağmen ergen konuşmak istemiyorsa, anne-baba iletişimin sürmesine engel olan hatalı bir dil kullanmış demektir. Bu hatalı dile psikolojide “iletişim engeli” diyoruz.

Ergenin dünyasında ailesiyle olan iletişimi büyük önem taşır. Büyüklerin konuştuğu, küçüklerin dinlemek zorunda kaldığı, küçüklerin söze karışmasının (fikrini beyan etmesinin) saygısızlık ve ayıp sayıldığı ailelerde sağlıklı bir diyalog yoktur. Eleştirilen ergenin cevap vermesi halinde “Utanmadan bir de cevap veriyor!” diye azarlanan ailelerde diyalog yoktur, monolog vardır. Ergen eleştiri almamak için duygularını saklamayı tercih eder.

Ergenin davranışlarında çoğu zaman mantığa meydan okuyan bir yaklaşım vardır. Onun için ergenin davranışlarında mantık aranmaz. Efendimizin (a.s.m.) “Gençlik delilikten bir şubedir” hadisi bu gerçeği çok güzel anlatmaktadır. Yetişkin mantığı ile düşünerek ergeni anlayamayız. Mantık dışı davranışlar mantık kullanılarak anlaşılmaz. Anne-baba, ergenin saçma gibi gelen bir davranışını anlayabilmesi için, mantığını bir yana bırakıp kendisini ergenin yerine koyması (empati yapması) gerekir. Ancak o zaman kızmadan, bağırmadan ve eleştirmeden ergeni dinlemek mümkün olabilir.

Ergenin temel davranış biçimleri

Eğer anne-baba, ergenlik psikolojisi hakkında bilgi sahibi olursa, aşağıda sıralayacağımız değişimlerin normal olduğunu kabul edecek, anlayış ve sabır gösterecek, ergenle çatışmaya girmeden sorunların üstesinden gelmeye çalışacaktır. Hazırlıksız yakalanan anne-babaların şikâyet konusu ettiği ergenin temel davranış biçimlerini kısaca şöyle sıralayabiliriz:

· Tedirgin ve güvensizdir. Kendisinden bekleneni yapamayacağına inanır.

· Çabuk sevinir, çabuk üzülür, olmayacak şeylere sinirlenir, bağırır çağırır. Ne zaman nasıl tepki göstereceği kestirilemez.

· Kuruntuludur, incir çekirdeğini doldurmayacak konuları problem yapar.

· Yalnız kalmayı tercih eder. Ev etkinliklerine katılmak istemez.

· Süse ve giyime meraklıdır. Saatlerce aynanın karşısından ayrılmaz.

· Erkeklerin ayakkabıları ilk alındığı zamanki boyasıyla durduğu halde saçlar en son modaya göre kesilir.

· Bir sivilce ile saatlerce uğraşır, sinirlenir, ağlar.

· Boyu, kilosu, görünüşü aşırı önem kazanır.

· Ailelere tuhaf gelen müzikler en yüksek sesle dinlenir.

· Odasının duvarları tuhaf posterlerle kaplıdır.

· Gizli servis bürosuymuş gibi odasına kimsenin girmesini istemez.

· Uzun düşler kurar, şiirler yazar, günlük tutar, ama aileden kimsenin okumasına izin vermez.

· Her fırsatta ailesini eleştirir. Yaşam biçimlerini, giyimlerini, konuşmalarını ve davranışlarını beğenmez. Onları geri kafalı bulur.

· Uyarılara kulak asmaz. İnadına anne-babaya ters gelen şeyler yapmaktan zevk alır gibidir.

· Ergenlik dergilerinden veya kitaplarından ödünç aldığı görüş ve fikirleri kendi görüşüymüş gibi savunur, anne-baba ile tartışmaya girer.

· Kendine model olarak aldığı ses ve sinema sanatçıları gibi giyinir, onlar gibi konuşur ve davranır. Ancak beğendiği sanatçılar kısa sürede değişir.

Anne-babaların ergen hakkında şikâyetleri

Ergenin temel davranış biçimlerinin normal olduğunu bilmeyen, bir başka ifade ile kendilerini ergen çocuğun anne ve babası olarak hazırlamayan anne-babalar ergenle çatışma yaşamaktan kurtulamazlar. Çatışmanın kendi tutumlarından kaynaklandığını kabul etmeyen anne-babalar zamanı, kötü arkadaşı, medyayı, okulu ve nihayet ergeni suçlayarak kendilerini savunurlar. Ergen çocuklarıyla sorun yaşayan ve bize danışmaya gelen anne-babaları dinlediğimizde şu şikâyetlerde bulundukları görülmektedir:

· Eskiden söz dinleyen bir çocuktu. Şimdi en küçük bir söze alınıp sinirleniyor.

· Şen-şakrak bir çocuktu, bu sıralar çok durgunlaştı. Derdini bize açmıyor.

· Her istediğinin alınmasını istiyor, yoktan anlamıyor. Markaya ve modaya önem veriyor.

· Eskiden hiç yalan söylemezdi. Şimdi sıkıştıkça yalan söylüyor.

· Sorumluluk duygusu azaldı, okul başarısı düştü.

· Çok hırçınlaştı, isteklerini yapmak zorundaymışız gibi sert bir dille söylüyor.

· Kardeşleriyle arası iyi değil, onları dövüyor, araya girmemize kızıyor.

· Çok asileşti, her sözümüze ters cevap veriyor. Başına buyruk olmak istiyor.

· Bizi beğenmiyor, bizimle bir yere çıkmak istemiyor.

· Durgunlaştı, dalgınlaştı, unutkan ve sakar bir çocuk oldu.

· Pasaklı bir çocuk oldu. Odası ve eşyaları çok dağınık.

· Yüksek sesle müzik dinliyor.

· Çok harçlık istiyor, cebinde para tutmuyor, verdiğimizi bir günde harcıyor.

· Bizi dinlemiyor. Arkadaşlarının çok etkisinde kalıyor, onlara laf söylettirmiyor.

· Üzerine gittiğimiz zaman evden kaçacağını söyleyip bizi tehdit ediyor.

Ergenlerin anne-babaları hakkında şikâyetleri

Ergenliğe geçişte yaşayacağı fizyolojik ve psikolojik değişiklikler konusunda bilgisi olmayan, duygularını yönetmeyi bilmeyen, okul başarısı konusunda sık eleştiri alan çocuklar ergenliğe geçişte anne-babasıyla iletişim kurmada sıkıntı yaşamaktadır. Danışma sırasında kendilerini dinlediğimiz ergenlerin yaşadıkları sıkıntıları şöyle dile getirdikleri görülmektedir:

· Bana neler oluyor bilmiyorum. Bedenimde, duygularımda ve ruhumda çok şeyler değişiyor.

· Kendi kendime çalışacağıma söz veriyorum, ama çalışamıyorum.

· Kendimi çok kötü hissediyorum. Havada yürüyor gibiyim. Korkuyorum. Ne istediğimi bilmiyorum.

· Annem babam beni hiç sevmiyor. Her sözüm ve davranışım onlara batıyor.

· Annem babam hiçbir şeyimi beğenmezler. Yaptığım her işte mutlaka bir yanlış bulurlar.

· Evde çocuk muamelesi görmekten bıktım. Ne zaman bir yanlış yapsam, “Kocaman adam oldun” diyorlar. Ama ne zaman bir istekte bulunsam, “Sen daha çocuksun” diyorlar.

· Her şeyime karışıyorlar. Telefonlarımı dinliyorlar, odama izinsiz giriyorlar, ceplerimi karıştırıyorlar, günlüğümü bile okuyorlar.

· Anneme babama kişisel sorunlarımı açamıyorum. Beni suçlayacaklarından korkuyorum. Bu yüzden zayıf not aldığım zaman söylemiyorum.

· Beni en çok kızdıran şey annemin veya babamın, “Biz senin yaşında iken…” diye başlayan uzun nutukları.

· Bizim evde büyükler eleştirilemez. Onlar her zaman haklıdır. Büyüdüğümü bir türlü kabul etmiyorlar. Ben bu evde yaşadıkça hep çocuk kalacağım.

· Şimdiye kadar annemden babamdan habersiz bir şey yapmadım, ama bir erkek/kız (karşı cins) arkadaşım olduğunu söylemeye cesaret edemiyorum. Bu da beni çok üzüyor, suçluluk duyuyorum.

· Öğretmenlerime, anneme ve babama duygularımı açamıyorum, çünkü onlara güvenmiyorum.

· Annem babam benim için yaptıkları fedakârlıkları sayıp döküyorlar. Bu da beni çok üzüyor. Onlara layık bir çocuk olamıyorum. Yaşamak bana çok sıkıcı geliyor.

Ali Çankırılı

Moral Dünyası Dergisi