Etiket arşivi: gıybet

Gıybetten önce suizan vardır…

Birbirine yakın gibi gözüken, ama aralarında dağlar kadar fark bulunan haller vardır. Cömertlik ile israf, iktisat ile cimrilik, hikmet ile siyaset, ciddi­yet ile sertlik, yumuşak huyluluk ile teslimiyetçilik… Zahirde çok yakın gözüken; ama hakikat-ı halde birbirine çok uzak hallerdir. Ancak, aralarındaki fark fark edilmeyince, müs­bet olan ilk şıktan menfi olan ikinci şıkka kolayca geçilebilmektedir.

İstişare ile gıybetin de, bu tür ikilemelerden birini teşkil ettiği kanaatindeyim. Bir mü’minin bir mü’min kardeşinin du­rumunu doğru tahlil ve tesbit edip yardımcı olmak üzere bir başka mü’minle istişare etmesi son derece hakikatli bir haldir ve ne yazık ki, bu istişare nefsin araya girmesiyle ‘gıy­bet’e dönüşebilmektedir.

Yaptığımız gıybetlere şöyle bir bakalım: Vicdanımız gıybetin çirkinliğini bilir. O yüzden, nefis gıybet yolunu bize ekseriya ‘istişare’ sûretinde tutturmuştur. Yapılan istişare ile gıybetin arası açılamamış; doğru bir fiilin içine yasak ve yanlış bir iş karışmıştır.

Hülâsa, öyle ya da böyle, dûçar olageldiğimiz bir haldir ‘gıybet.’ Lâkin, çirkindir. Çirkinliği, kendi gıybetimizin yapıldığını öğrendiğimizde içimizde uyanan duygulardan bellidir. Hz. İsa’nın ‘ahlâkı ahlâksızlardan öğrenme’ formülünü tatbiki becersek, gıybetimizin yapılmasının bize çirkin gelmesinden hareketle, başkalarının gıybetini yapmanın çirkinliği rahatça görülebilecektir.

Bir çirkin ve kirli hal olarak bize sevdirilmeyen gıybeti, Kur’ân-ı Hakîm de çirkinlikle niteler. Hem de, ‘ölü kardeşinin eti­ni yeme’ gibi son derece sevimsiz bir çirkinliğe benzetir onu.

Peki, neden ‘ölü kardeşin etini yemek’ gibi birşeydir gıybet? Tenzîl-i Hakîm onu niye başka birşeye değil de ‘ölü kardeşin etini yeme’ye benzetmektedir?

Bunun kavrayabildiğimiz bir hikmeti, ‘ölü kardeş’in mahiyetine ilişkindir. ‘Yaşayan’ bir kardeş, değişmeye ve yanlışı­­nı düzeltmeye açık bir kardeştir. ‘Ölü’ bir kardeş ise, değiş­mez ve yanlışını düzeltemez. İşte, istişarede, değişmesi müm­­kün bir yanlış ve yanlışı değiştirmesi mümkün bir insan sözkonusudur; ama, iş gıybete dönüşürse, ortadaki, bir yan­lış hali dondurma, sabitleme ve ilgili kişiyi bu yanlışla özdeşleştirme durumudur.

İstişare eden, esasen iyi halde olan ve daha da iyi olması mümkün olan birinin yanlışını, o yanlıştan kurtulmasının yolunu bulma adına sözkonusu etmektedir. Gıybet eden ise, o insanı o yanlış haliyle tarif ile, âdeta, “Onun asıl hali budur; ve bu halden kurtulması imkânsızdır” demektedir. Hayat faaliyet ve değişmenin ifadesi olduğu halde ‘yaşayan’ bir mü’min kardeşini değişmez bir kötü hal üzere görmek, manen onu ‘ölmüş farzetmek’tir. Biz, mü’min kardeşimizi ‘gıybet’e konu olan kötü hal üzere görmüş olabiliriz, hem o hal gerçekten de kötü bir hal olabilir; ama, onun sonraki saatler ve günler boyu da o hal üzere olduğunun, o hali aynen sürdürdüğünün ve asla o halin istiğfarını yapmadığının elimizde bir delili var mıdır? Bizim, varlığını o kötü hal ile sabitlediğimiz mü’min, ihtimal ki, kendisinde gördüğümüz o kötü hali takip eden zaman içinde değiştirmiş veya ciddi bir istiğfar etmiştir. Gıybetin gözü, işte bu ihtimale kördür. Kötü hali görür; ve iyi insanları, hiç değişmemiş, o kötü hali el’an sürdürüyor imiş gibi, manen öldürür!

Gıybetten önce…

‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye benzetmesinde böylesi hik­metler saklı Kur’ân âyetinin, gıybet yasağını, başkaca iki yasa­ğın üçüncüsü olarak getirmesi ise, ne yazık ki çoğu kez hatırdan kaçan bir husustur, ama ziyadesiyle manidardır. Bize özelde iç dünyalarımız ve içtimaî hayatımız için paha biçil­mez ilâhî ölçüler hediye eden Hucurât sûresinde yer alan bu âyet, ‘iman edenler’e hitapla ve onları ‘zannın çoğundan sakınma’ya çağırmakla başlamaktadır: Mü’minler, zannın çoğundan sakınmalıdır; zira, zannın bir kısmı büyük günahtır.

Âyetin, ‘zannın tamamı’ndan değil, ‘çoğu’ndan, ‘büyük kısmı’ndan kaçınmaya çağırması elbette manidardır. Çünkü zannın dilimize yerleşmiş haliyle ‘hüsnüzan’ ve ‘suizan’ olarak iki kanadı vardır. Hüsnüzan; hakkında kesin delil bulunmayan müphem ve muhtemel bir konuda, muhatabın iyiliği ve iyi­niyeti lehine hükmetmektir. Ne yapıldığı, niye yapıldığı, neyin niye söylendiği kesinkes bilinmeyen bir konuda, yapanın veya söyleyenin hayrı murad ettiğini ve hayrı hedeflediğini ummaktır. Suizan ise, tam zıddıdır bunun. Suizanda, yapılanın veya söylenenin ardında kötülük, kötü bir niyet, kötü bir hedef ve kötü bir murad aranmaktadır.

İşte, “Zannın çoğundan sakının” demekle, zanna dair durum­larda ekseriya ‘suizanna’ meyil gösterdiğimizi bildirir Kur’ân. Gerçekten de, hayatlarımızdaki zanların az bir kısmı hüsnüzan, çoğu ise suizandır. Zira, nefis suizan mümkün ol­dukça bizi hüsnüzandan alıkoymaktadır. Âyet ise, ‘sinelerde olanı bilen’ Zât-ı Alîm-i Hakîm’in kelâmı olarak, bizi işte bu zandan men etmekte; kesin bilgi ve delil olmayan, yani ‘zan’ alanına giren konularda suizan yasağı getirmektedir. Çünkü, suizan büyük günahtır; zira, kişiye, ihtimal ki asla kasd ve murad etmediği kötülükler yakıştırmaktadır.

Dahası suizan, hakkında kesin bilgi olmayan bir konuda bizi yanlış hüküm ve kararlara sevkederek, telafisi imkânsız zulümlere ve zararlara da sebebiyet verebilir.

Suizannın devamı…

Âyette, zanna dair ilâhî fermanın ardından, “Ve lâ teces­sesû” buyurulmaktadır. Buna göre, suizan gibi, tecessüs de yasaktır. Yani, mü’min, insanların özel hayatlarını kurcalama, onların gizli kusurlarını araştırma gibi bir halden emr-i ilâhî ile men edilmiş durumdadır.

Bu emrin ise, sırası ile suizan-tecessüs-gıybet yasağı getiren bir âyetin ortasında yer alma hasebiyle, gerek suizanna, gerek gıybete bakan bir tarafı vardır.

Zan, bir kez daha belirtirsek, birşey hakkında kesin bilgi sözkonusudur. İşte böyle belirsizlik durumunda “Herhalde böyledir,” “Bana göre öyle yapmıştır” gibi zannî hükümler veren insan, peşisıra bu hükme delil arama cihetine gitmektedir. O yüzden de, casus gibi, hakkında suizanda bulunduğu kişinin peşine düşmekte; onun hayatını zannına delil bulma kasdıyla didik didik etmekte, ilgili kişinin ayıbını ve kusurunu gözetlemektedir.

Bu, bir kere, Settâr olan bir Rabbin ahlâkıyla ahlâklanma durumunda olan insanın kendi kulluğuna yakışmamaktadır. Ki, hakikat-ı halde, O Settâr olmasa ve gizli kusurlarımızı giz­­lilik perdesiyle örtmesi, hangimiz başka insanların içine karışıp onların yüzüne bakabilir durumda olacaktır?

İnsanın Rabbinin Settâr ismini hayatında cilvelendirmesi sırrına yakışmayan tecessüs, öte yandan, insana bir eksen kay­ması yaşatmaktadır. İnsan için aslolan, ilgili Mâide âyeti­ni hatırlarsak, ‘kendine bakması’dır. Tecessüs ise, insanı baş­ka­larının gizli kusurlarını açığa çıkarma çabasıyla meşgul eder­ken, ona kendi ubudiyetini unutturmaktadır.

Tecessüs hali, ayrıca, ‘gıybet’in altyapısını hazırlamaktadır. ‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye giden yolun ilk adımı suizan, ikinci adımı ise tecessüs ile bu zanna delil aranmasıdır. Eh, insan kusur ve noksandan münezzeh olmadığına göre, araştırıldığında herkeste bir kusur bulunmaktadır. Tecessüs, işte bu yönüyle, mü’min kardeşlerimiz hakkında gıybeti yapılacak malzeme sağlar bize. Öyle ki, başrolde suizannın olduğu bir kusur ve ayıp araştırmasından sonra, menüsü ‘ölü kardeş eti’nden ibaret gıybet sofrası dolup da taşmaktadır. Hülâsa, gıybet, diğer iki noktası suizan ve tecessüs olan S-T-G şeytan üçgeninin üçüncü ve son noktasıdır.

Gönderdiği âyetler ile bizi temizlemek ve tertemiz kılmak isteyen Rabbimiz, mü’min kardeşini manen öldürüp etini yeme hükmündeki gıybeti haram kılan âyetinde, üçgenin bu iki noktasına bunun için değinmektedir.

Çokça gıybet eden, ama vicdanı bu gıybet halini kendisine sevdirmeyen insanlar olarak istediğimiz halde kurtulamadığımız gıybet halinin çaresi, önümüzde işte böylece beliriyor: Öncelikle ‘zannın çoğu’ndan kaçınmalı, ve peşisıra tecessüs edip mü’minlerin ayıp ve kusurunu araştırmaktan uzak durmalı ki, o sevimsiz gıybet hali silinsin üzerimizden…

Metin Karabaşoğlu

İftira, Gıybet ve Dedikodunun Kaynağı “Su-i Zan”

Bir gün önemli bir sıkıntıdan kurtulmanın sevinciyle şükür namazı kılmıştım. Tam selam vermiştim ki, bir arkadaşım yanında tanımadığım bir kişi olduğu halde odama giriverdi. Ben seccadeyi toplarken o tanıştırmaya getirdiği arkadaşına heyecanlı bir şekilde, “Gördün mü” dedi. “Herkese namazı cemaatle kılmalarını söylüyor, ama kendisi odasında kılıyor.” Espri görünümlü bu suizanna karşı çok rahat bir şekilde cevap verdim: “İstediğini söyleyebilirsin, az sonra bütün tahminlerin yerle bir olacak. Çünkü öğle namazımı mescitte cemaatle kıldım, şimdiki kıldığım ise şükür namazıydı.”
 
Hep birlikte gülüştük. Sonuçta küçük bir suizandı ve ucuz atlatmıştık. Bir de insanın hayatını zindan eden suizanlar var.
 
Bir bayan okuyucum telefon açmış, ağlayarak uğradığı bir iftirayı anlatmıştı. Bir gün kendi oturduğu katta asansöre binmiş, birkaç kat aşağıdan bir beyefendi asansöre girmiş ve zemin katta kabinden çıkarken kocasının kız kardeşi onları görmüştü. Kocasının kız kardeşi hüsnüzan etmesi gerekirken üç günahı birden işlemişti: Önce suizan, sonra iftira ve kadının kocasına gördüklerini anlatmak.
 
Oysa Kur’an’da, “Müminler ancak kardeştirler” hükmünü barındıran ve belki de bunu vurgulamak için “Ey iman edenler!” hitabının oransal olarak en çok geçtiği Hucurat Suresi’nde, “suizan, kusur araştırma ve gıybeti” yasaklayan Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah Tevvab’dır, tövbeleri çok kabul eder, Rahim’dir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Hucurat, 12)
 
Zanlar, gıybete dönüşür
Zan, ihtimal ve tahmin üzere hüküm vermektir. Bunun için zanna dayalı hüküm ve bilgiler de, zannidir, doğruluğu şüphelidir, kesin değildir. Eğer zannın sebebi, kişinin kendi nefsi ise, hata ve vebalin boyutu daha artmaktadır. Uhrevi sorumluluktan kurtulmak için çok zandan veya zannın çoğundan kaçınmak gerekir.
 
Zannın çoğunun günah olması, bazı zanların zararsız olduğunu gösterir. Söz gelişi, Allah’a ve müminlere hüsnüzanda bulunmak vaciptir. Ayette yasaklanan zan, mü’mine karşı suizan beslemektir ki, bu haramdır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadislerinde şöyle buyurur: “Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır.” (Buhari, Vasaya: 8)
 
Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet halini alır. İmam Gazali, bunu ”kalp ile gıybet” şeklinde tanımlamış; ”bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini” bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ”gözü ile kötü bir şeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak” şeklinde tarif etmiştir. (Kimya-yı Saadet, s.388)
 
Buna göre, kötü zan ve tahmin haramdır ve kalp ile yapılan bir gıybettir. Eğer bu kalp ile yapılan gıybet, bir başkasına anlatılırsa iki katlı bir günah söz konusu olmakta ve“Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun” (Ebu Davud, Edeb: 40) hadisine göre, daha büyük bir günaha neden olunmaktadır. Bu durum, hem kalp ve dil ile günah işlenmiş hem de iftira edilmiş anlamına gelebilir.
 
Zandan kaçınmak
Mü’min bir kimse hakkında suizanda bulunmaktan şiddetle kaçınmak gerekir. Eğer aklımıza takılan bir şüphe, bir soru işareti varsa, ya iyiye yormalı veya kişinin kendisine sormalıyız.
 
Tabii, davranışlarımızın suizanna uğramaması için gayret etmek ve uygunsa açıklama yapmak gerekir.
 
Konuyla ilgili yaşadığı bir olayı Peygamber Efendimizin (a.s.m.) eşi Hz. Safiyye şöyle anlatır: “Hz. Peygamber (a.s.m.) Ramazan ayında itikafta iken akşam vakti yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de O kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki Ensar’dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar. Rasulullah (a.s.m.) onlara ‘Biraz bekleyin, yanımdaki eşim Safiyye’dir’ dedi. Onlar ‘Sübhanallah,’ dediler. ‘Bu da ne demek ey Allah’ın Re­sulu? (Sana su-i zanda mı bulunacağız?)’ Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Şeytan, damarlardaki kan gibi insanda dolaşır. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.’” (Ebu Davud, Sünnet: 18)
 
Bu hadisten anlıyoruz ki, suizanna sebep olacak şeylerden kaçınmak, gerektiği yerde de açıklama yapmak gerekir.
 
Hangi şeyler suizanna sebep olur?
Bir mü’mine beslenen kıskançlık, kin, düşmanlık, tarafgirlik, rekabet duygusu suizanna sebep olabilir. Bu kötü duyguların hepsi de yasaklanmıştır. Çünkü “Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla, ıslahına çalışır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)
 
Müslüman’ın, diğer Müslüman kardeşi hakkındaki düşüncesinin ve özellikle hüsnüzannını ortaya koyması açısından şu hadis dikkat çekicidir: “Ben Hz. Peygamber’in Kabe’yi tavaf ettiğini ve (tavaf esnasında) şöyle söylediğini gördüm: ‘(Ey Kabe!) Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzeldir. Senin azametine ve senin kutsallığının azametine hayranım. Muhammed’in canı (kudret) elinde olan Allah’a yemin ederim ki, mü’minin hürmeti Allah katında senin hürmetinden şüphesiz daha büyüktür. Mü’minin malı, kanı ve hakkında hüsnüzanda bulunma kutsallığı (seninkinden üstündür).” (Buhari, Edeb: 57)
 
Bu hadis-i şerifte Hz Peygamber (a.s.m.), bir Müslüman hakkında hüsnüzanda bulunmayı, onun can ve malının önemiyle birlikte anmaktadır. Çünkü bir insanın iyi veya kötü olarak bilinmesi, özellikle onun şeref ve haysiyetini ilgilendirmekte olup, yerine göre en az mal ve can kadar önem arz etmektedir. Suizan ise, tüm huzursuzluk ve düşmanlıkların kaynağı olan dedikodu, gıybet, iftira, fitne-fesada sebep teşkil ettiğinden dinen yasaklanmıştır.
 
Suizan etmenin sebeplerinden birisi de, insanın kendisini beğenmesi, başka kimseleri kendinden aşağı görmesidir. Bediüzzaman bu konuda şöyle bir çözüm gösterir: “İnsan hüsnüzanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan suizan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkalarının bazı harekatını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek suizandır. Suizan ise, maddi ve manevi içtimaiyatı zedeler.” (BediüzzamanSaid Nursi, Mesnevi-i Nuriye)
 
Demek ki, herkesi kendisinden üstün gören bir kimse mü’minlere suizan etmez, sürekli hüsnüzanda bulunur.
 
Efendimizin (a.s.m.) şu hadisi şerifi hepimize bu konuda yol gestereci mahiyettedir:“Zandan sakının, zira zan, sözlerin en yalanıdır. Ey Müslümanlar! Birbirinizin kusurunu araştırmayın, haber koklamayın, haksız yere rekabet etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin tutmayın, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak Müslüman kardeşini küçük görmesi yeterlidir. Her Müslümanın diğer Müslüman’a malı, kanı ve ırzı haramdır. Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz fakat kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Buhari, Vasaya)
Cemil Tokpınar / Moral Dünyası

Bediüzzaman’ın Ferağatı (Şiir)

Said Nursi Hazretleri acayip bir insandı

Ona meziyeti veren göğsündeki imandı

 

Lezzetlerden mahrum kaldı bütün ömrü boyunca

Doğru dürüst bir yiyecek yiyemedi doyunca

 

Maişet ve kıyafeti temiz ve sade idi

Tevekkül ve kanaati harikulade idi

bediuzzaman.in.feragati

 

 

 

 

 

 

 

İffet ve nezaketini hep muhafaza eder

Olumsuz bütün şeylerden kendini uzak eder

 

Dünyaya zerre miktarı meyil muhabbet etmez

Zekât ve hediyeleri katiyen kabul etmez

 

Gayet mütevazı olup şöhretten sakınırdı

Az söylemek âdetiydi gıybetten kaçınırdı

 

Bir nur-u vakar mevcuttu mübarek yüzlerinde

Muhabbet ve hikmet vardı o veciz sözlerinde

 

Mübarek vakitlerini katiyen boş geçirmez

Taharete önem verir asla abdestsiz gezmez

 

Nefsindeki en’aniyet gurur putunu kırmış

Tabiatperest putları dahi taru-mar etmiş

 

Maddi manevi menfaat hissiyat karışmadan

Kuran-ı tefsir etmiş ve O’na olmuş tercüman

 

Yeni yetişen nesiller böylesine muhtaçtır

İmanın hâlası için zaruri ihtiyaçtır

 

Üstad hayatı boyunca bir yuva kuramadı

Bunu düşünmeye vakit ve fırsat bulamadı

 

Fakat Allah kendisine çok şeyler ihsan etti

Bu dünyada manen O’na büyük mutluluk verdi

 

Dünyada hangi babanın bu kadar evladı var

Cismi yorgun ruhu ise mesut ve de bahtiyar

 

Ve hangi Üstad bu kadar talebe yetiştirmiş

İman kurtarma adına zirvelere erişmiş

 

Dünyamız devam ettikçe bu nurlar hep kalacak

Ebediyetlere kadar sel halinde akacak

 

Çünkü bu ilahi dava ta zirveye varacak

Bu nur Kuran’dan doğmuş ve Kuran’la yaşayacak

 

Bu yolun neticesinde hapis sürgün olsa da

Bin zulüm ve işkenceler zehirlenme olsa da

 

Rabbim! O ne büyük iman o ne boğulmaz bir ses

Ve işkencelere rağmen nasıl kısılmaz nefes

 

Semalardan daha yüksek denizlerden de derin

Bütün ulema içinde başkadır Sen’in yerin

 

O ne bitmez ve tükenmez o ne çelik irade

Kendini bu yola vermiş her şeyiyle amade

 

Harikalar harikası mübarek şahsiyettir

İnsanlığa verdiği ders sebat ve metanettir

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Eleştirmeden Önce Şunu da Hatırla!

Malumunuz olduğu gibi, Şeytan insanları doğru yoldan saptırmayı, Cehenneme layık bir seviyeye düşürmeyi vaat etmişti. Yüce Rabbimiz ise ona “..insanlara sergilediğim bunca sayısız nimetlerime rağmen, sana (şeytana) inanırlar ve gaflete düşerlerse, ben de onlara müstahak oldukları Cehennemimi hazırlarım” buyurmuştu.

Evet, farkında olsak da, gaflette olsak ta, bu minval üzere sürekli İMTİHAN halindeyiz.

Şeytan ve avaneleri ise bizlere sürekli tuzaklar kurmakla meşguldürler. İnsanların en çok düştükleri tuzaklar ise SU-İ zan, (yani, başkaları hakkında iyi düşünmek varken, kötü düşünmek) bu nedenlerle de bir mü’mini eleştirmek ve neticede de maalesef kişiye GIYBET haramını işletmektedir. Bu konunun daha iyi anlaşılması için çok basit bir anekdot arz edeceğim:

Genç bir çift, başka bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken, karşı komşusu da çamaşırlarını asıyormuş. Kadın kocasına:

-“Bak, bu komşunun çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bile bilmiyor” demiş. Kocası ona bakmış, fakat hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.

Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış, “..bak,” demiş kocasına: “Bu kadın çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, acaba kim öğretti buna?” Kocası gayet sakin cevap vermiş:

-“Ben bu sabah biraz erken kalkıp, senin o komşuya baktığın penceremizin camını sildim, komşumuzun çamaşırlarında bir fark yok, hepsi bu!…”

***

Evet, dostlar; başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin (duygu, zihin, kalp ve niyetimizin) ne kadar temiz olduğuna bağlıdır…

Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce Kalp (pencere) durumumuza bakmak ve ‘iyi’ olanı görmeye hazır olup olmadığımızı fark etmek zorundayız.

Hatta, tuvaletten çıkıp, abdest almadan camiye giren kimse hakkında bile “münafık mıdır nedir, tuvaletten çıktı, abdest almadan camiye girdi” şeklinde su-i zan (kötü düşünce) yapamayız. Hüsn-ü zan (iyi ve güzel düşünme) yapabilmenin çarelerini düşünmeliyiz.

Mesela; “bu kişi mutlaka abdestliydi, fakat uluorta bakamayacağı avret yerinde bir çıban vardı. Herhangi bir sızıntı olup olmadığını kontrol etmek için tuvalete girdi. Baktı ve gördü ki, sızıntı yok, abdesti sağlam. Emin olduğu için de camiye girdi.” ..diye düşünmek zorundayız…

İşte İlahi hüküm:

-“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı (su-i zan) günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. (Hucurat S., 12. A.) ”

***

Şu son günlerde maalesef Mü’min, Kardeş ve Müslümanlar olarak, bir takım tarafgirlikler nedeniyle, bu hassasiyetlerimiz belli mahfillerde felce uğradı. Ve oklar, yaylardan çıktı.

Kısaca özetleyerek, ana konumuza geçmek istiyorum:

Güzel ülkemizin halkının çoğunlunun desteğini almış meşru bir hükümete karşı; tüm Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir şekilde ülke kalkınmasını ve büyümesini hazmedemeyen DIŞ ŞER Güçlere, iç şer güçler de destek vererek, korkunç tuzaklar kuruluyor. 11 Yıl içersinde her ne sebeple olursa olsun, bazı kuyruk acısı alanlar da maalesef bu tuzaklara maşa ve piyon oluyorlar. Bu oluşumun içinde de, maalesef dershaneleri bahane göstererek, ülke zararlarını hiç hesap etmeden balıklama atlayan ve sonra da düştükleri yanlışları dahi meşru görmeye başlayan can-ciğer kardeşlerimiz de bulunuyor.

En üzücü taraf ise her iki tarafın, birbirilerine acımasızca saldırarak, ne hüsn-ü zan kaldı ne de kardeşlik. Gıybet, iftira, su-i zan v.s. günahlarda yarışlar ediliyor…

Hele hele ülkemizin nadide Allah c.c. dostlarından hoca efendinin cezbeye kapılarak yapmış olduğu BEDDUALAR, bombaların fitillerini iyice ateşledi. Yukarıdaki İslami prensipleri bilmeyen veya çiğneyen birtakım taraftarlar Muhterem hoca efendiye “..Pensilvanya papazı”, “..kına yak!”, “kem söz sahibinin”, “Fetoş”, “Kur’an kursları kapatılırken, Esed zalimi yüz binlerce masum mazlumları katlederken, niçin böyle beddua etmedin?” gibi, GIYBET içerikli sözler uçuşur hale geldi. Bunlara karşılık yazanların bir kısmı ise tamamen ölçüsüz ve daha beter gıybetlere girerek, adeta su-i zan ve gıybet yarışı yapıyorlar.

Birazcık düşününüz ki; şu gıybetler hiç yapılmasa da, on kat arttırılarak da yapılsa, her şey olacağına varacak. Gıybet edenler ise MAALESEF gıybet ettikleri ile helalleşemeden, KUL Hakkı ile Allah c.c. huzuruna çıkacaklar. Peki bu günah yarışında zarar eden KİM?… !

Muhterem hoca efendinin o BEDDUALARINA da şöyle HÜSN-Ü ZAN yapılabilir.

(Çözüm yine Bediüzzaman Hz.’den:)

“Cibali Baba kıssası (.{int.’den okuyunuz}yaşanan olayın hikayesi) nevinden olarak, bir kısım ehl-i velayet (Allah c.c. dostları), zahiren (görünürde) muhakemeli (yargılama kabiliyetli) ve akıl (akıllı) görünürken, meczubdurlar; (cezbe halindedirler- her şeyi idrak edemez ve göremezler) ve bir kısmı dahi, bazan sahvede (ayık, uyanık halde) ve daire-i akılda görünür, bazen aklın ve muhakemenin (yargılama kabiliyetinin) haricinde bir hale girer… ..İşte, muvakkat (geçici) veya daimi meczup olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef (yükümlü ve sorumlu) değiller. Ve mükellef (yükümlü ve sorumlu) olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. (Kınanmazlar ve hesaba çekilmezler) . Kendi velayet-i meczubaneleri baki kalmakla beraber, ehl-i dalalete (doğru yoldan sapan sapkınlara), ve ehl-i bid’aya (İslam’a sonradan sokulan yanlışlara) taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç (geçerlilik ve değerlilik) verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane (uğursuz ve kötü) bir sebebiyet verirler.” (26. Mektub, 9. M.)

Yani açıkçası, o muhterem zat mazur olabilir. Fakat ehl-i velayet olmayanlar, o sözlere sahip çıkarak sürdürmeleri halinde, tamamen mes’uldürler ve sorumludurlar…

Yüce Rabbim hepimizi muhafaza eylesin. Çünkü; son pişmanlıklar asla fayda vermez…

NOT: 26 Mektubun tamamını ve İHLAS RİSALELERİNİ tekrar tekrar ve anlayarak okumaya, bu zamanda çok ihtiyacımız var. Lütfen ihmal etmeyiniz…

A. Raif Öztürk

Risale Ajans

Ömür boyu sürecek Gıybet Orucu’nda birinci yılını tamamladı!

Nesil Yayınları Editörü ve Yazarı Ömer Faruk Paksu, 2012 yılının Kutlu Doğum Haftası’nda, ilahî bir emri yerine getirme ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir sünnetini yaşama adına bir uygulama başlatır: Gıybet Orucu

Paksu’nun “Artık gıybet etmeyeceğim, dedikodu yapmayacağım, mü’min kardeşlerimin arkasından konuşmayacağım. Allah’ım beni bu gayemde muvaffak kıl” niyetiyle başladığı Gıybet Orucu, normal şartlarda helal olan “konuşma” nimetini harama bulaştırmamayı, dilimizi gayrimeşru sözlerden, gıybetten, dedikodudan, iftiradan uzak tutmayı amaçlıyor.

Ömer Faruk Paksu’nun başlattığı ve bu ay idrak edeceğimiz Kutlu Doğum Haftası’nda birinci yılını dolduracak olan bu güzel uygulamanın toplumun tüm kesimlerine örnek olmasını temenni ediyoruz.

Gıybeti hayatınızdan nasıl çıkardınız ve buna neden “Gıybet Orucu” dediniz?

Gıybeti hayatımızdan çıkarmak bir niyetle, bir irade beyanıyla başlıyor. Bir ibadete niyet eder gibi, “Artık gıybet etmeyeceğim, dedikodu yapmayacağım, mü’min kardeşlerimin arkasından konuşmayacağım. Allah’ım beni bu gayemde muvaffak kıl” diyerek bir zihin kodlamasıyla başlıyor.

Bunu Ramazan orucuna benzeterek “Gıybet Orucu” dedim. Dinî literatürde böyle bir şeyin olmadığı zaten malum… Nasıl Ramazan orucunda, sahurla birlikte yememeye, içmemeye, nefsimizin arzularına gem vurmaya niyet ediyoruz ve gün boyu hep zihnimizde bir uyarı ışığı yanıyor: “Elini yemeğe uzatma, suya dokunma, nefsine hakim ol!” Hep bir uyarıcıyla yaşıyoruz. Aynı şekilde gıybetten, dedikodudan, suizandan korunmak için de böyle bir irade göstermemiz gerekiyor.

Ayrıca, mükemmel orucun tanımında, bütün duygularımıza ve organlarımıza oruç tutturma manası vardır. Dilimizi, gözümüzü, kulağımızı, hatta hayalimizi bile kötü ve haram şeylerden korumamız gerekiyor. Yalan konuşmamalı, gıybet etmemeli, harama bakmamalı, helal olmayan seslere kulağımızı kapamalı, hayalimizi kötü düşüncelerden, gayrimeşru manzaralardan uzak tutmalıyız.

Bunun gibi, normal şartlarda helal olan “konuşma” nimetini harama bulaştırmamayı, dilimizi gayrimeşru sözlerden, gıybetten, dedikodudan, iftiradan uzak tutmayı bir anlamda oruca benzetiyorum ve “Gıybet Orucu” diye ifade ediyorum.

Sizce neden gıybet yapılıyor?

Gıybete sebep olan pek çok faktör var: Haset, kıskançlık, inat, kin, düşmanlık, kendini beğenmişlik… Birilerine kin ve düşmanlık beslediğiniz zaman gıybetini yapıyorsunuz. Bir başkasının malının çokluğunu, makam mevkiini ya da bir özelliğini çekemediğiniz için gıybet yapıyorsunuz. Bazen de egonuzu tatmin için, kendinizi başkalarından üstün gördüğünüz için gıybet ediyorsunuz, açıkça söylemeseniz de, “Ben o kişiden daha iyiyim, daha üstünüm” demeye getiriyorsunuz. Bu anlamda gıybet en basit tarifiyle ikiyüzlülük. O kişinin yanında farklı, diğer zamanlarda farklı davranıyorsunuz. Yüzüne gülüyor, arkasından iş çeviriyorsunuz.

Bu oruca ne zaman niyetlendiniz?

Geçtiğimiz yıl Kutlu Doğum’la birlikte, yani 20 Nisan 2012’de niyetlendim. İstedim ki, hayatımda yeni bir doğuş gerçekleşsin, mü’mince yaşamaya bir adım olsun, bu da Efendimizin (a.s.m.) Kutlu Doğum’uyla birlikte hayata geçsin. Gıybeti, diğer anlamıyla dedikoduyu, birilerini arkadan çekiştirmeyi hayatımdan çıkarayım istedim.

Bu oruca niyetlendikten sonra neler yaşadınız?

Gıybet Orucu’na niyetlendikten sonra, zihninizde hep bir uyarıcıyla yaşamaya başlıyorsunuz. Aklınıza her geleni söylemiyor, ölçüp tartıyor ve gıybet tanımına girmeyecek şekilde konuşmaya çalışıyorsunuz. Pratik bir yöntem olarak şöyle hayal ediyorsunuz: “Hakkında konuştuğum kişi şu an yanımda ve benim söylediklerimi duyuyor.” Kelimeleri ona göre seçiyor, üslubunuzu ona göre ayarlıyorsunuz. Yüzüne söyler gibi söylüyor, onun kırılmayacağı tarzda konuşmaya gayret ediyorsunuz.

Gıybetten uzak durmayı sağlayan en önemli şey empati duygusu. Yani kendinizi başkasının yerine koyarak hareket etmek… Size yapılmasını istemediğiniz bir şeyi, sizin de başkasına yapmamanız… Hakkımızda yapılan bir gıybet, bir dedikodu kulağımıza geldiğinde ne kadar rahatsız oluruz değil mi? Darılır, kızar, yerinize sığmazsınız. Aynı şekilde ben nasıl gıybetimin yapılmasından hoşlanmıyorsam, ben de başkalarının dedikodusunu yapmamalıyım, arkasından konuşmamalıyım, çekiştirmemeliyim.

Bu hayata bakışınızı da değiştiriyor değil mi?

Evet, aynen öyle. Bu konuda hassasiyetiniz geliştikçe, düşünceleriniz, hayata ve insanlara bakışınız da değişiyor. Güzel görmeye, güzel düşünmeye ve güzel zanlar beslemeye başlıyorsunuz. Suizandan, önyargılardan, niyet okumalarından uzaklaşıyorsunuz. Güzel olanı görüyor, çirkin olanı görmezden geliyorsunuz. Bakış açınız mü’mince olmaya başlıyor. Gıybeti “ölmüş kardeşinin etini çiğnemeye” benzeten Hucurat Suresi’ndeki ayette, önce, mü’minlere suizan ve başkalarının özel hallerini araştırmak yasaklanıyor. Çünkü gıybetin başlama noktası suizan, niyet okuyuculuğu ve önyargılar… Sonra acabalarla devam eden araştırmalar, soruşturmalar, laf taşımalar, dedikodular vs.

Bir günahın önüne geçmenin ilk şartı, onu hazırlayan unsurlardan uzak durmak olduğuna göre, gıybetin önüne geçmek de suizandan uzak durmakla oluyor, yani güzel düşünmekle ve hüsnüzanla…

Bunu başkalarına duyurmaya neden ihtiyaç duydunuz?

Çünkü gıybet toplu işlenen bir günah… Sizin tek başınıza gıybetten uzak durmanız yetmiyor, etrafınızdaki insanların da bu konuda duyarlı olması gerekiyor. Birilerinin aleyhinde konuşmak kadar, konuşulanlara kulak misafiri olmak da sorumluluk getiriyor. Gıybeti yapan kadar, isteyerek dinleyen de aynı günahı işlemiş oluyor.

Bunun için aile, eş, dost ve arkadaş çevrenizi de bu konuda uyarmanız, gıybet konusunda daha bilinçli olmalarını sağlamanız gerekiyor. Yaşayarak, örnek olarak başlayan bu süreç, diğer insanları uyarmakla devam ediyor. Bu şekilde aynı zamanda “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma) vazifesi yapıyorsunuz.

Ben buna sosyal medyayı da dahil ettim. Twitter’da @ofpaksu adresinden her gün gıybetle ilgili birkaç mesaj paylaşıyorum. “Gıybet Orucu” başlığıyla, okuduğum, duyduğum, yaşadığım, tecrübe ettiğim şeyleri yazıyorum. Böylelikle kendi duyarlılığımı da canlı tutmaya çalışıyorum.

Gıybet Orucu tutmaya neden karar verdiniz?

Gıybet etmemek, dinimizin apaçık bir emri; namaz gibi, oruç gibi, zina etmemek gibi, faiz yememek gibi… Ancak her ne hikmetse, biz Müslümanlar dinin diğer emirlerine özen gösteririz de, gıybeti çok sıradan bir şeymiş gibi değerlendiririz. Daha birkaç dakika önce aynı safta namaza durduğumuz bir kardeşimizi ardından çekiştirmeye başlarız. Aynı sohbet ortamında muhabbet ettiğimiz bir arkadaşımızın, gider gitmez dedikodusunu yaparız. İşyerinde aynı mesaiyi paylaştığımız bir arkadaşımızın yokluğunda hata ve kusurlarını sayıp dökeriz.

Oysa gıybet tam anlamıyla “kul hakkı”dır. Allah, kul hakkı dışındaki bütün günahları dilerse affedebilir. Ama insanların hakkına girmişseniz, onlarla helalleşmeden affınız mümkün değildir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde “Müsrif kimdir?” diye soruyor ve cevabını şöyle veriyor: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnat ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.”

Düşünün, sınırlı bir hayatta nefisle ve şeytanla mücadele ederek bir şeyler yapmaya çalışıyor ve sevap hanenizi doldurmaya çalışıyorsunuz. Sonra hakkına girdiğiniz insanlar bunları birer birer elinizden alıyorlar, almakla kalmıyor kendi günahlarını da size yüklüyorlar. Bu çok korkutucu bir şey…

Kul hakkı, sadece mal ve para üzerinden oluşmaz; bir insanın kişiliğini, onurunu, şerefini rencide etmek de kul hakkına girer. Belki bu o kişiyi daha fazla üzer. “Malım çalınsa yerine yenisi gelir, ama onurumla oynanırsa bunu telafi edemem” diyen çok insan vardır. Gıybet, bir insanın onurunu zedelemektir, kişiliğine zarar vermektir, insanlar arasındaki itibarını yok etmektir.

Bazen bir kitlenin, bir grubun, bir cemaatin dedikodusu yapılıyor. Bunun sorumluluğu da aynı şekilde mi?

Onun sorumluluğu daha fazla… Düşünün ki yüz binlerce, milyonlarca mensubu olan bir cemaatin, bir grubun, bir memleketin, bir milletin, bir futbol takımının aleyhinde konuşuyorsunuz. Ve onlar duysa bu konuşmalardan rahatsız olacaklar. Hatta biraz abartarak hakarete varan şeyler söylüyorsunuz. Bu durumda, o camianın ne kadar mensubu varsa hepsinin hakkına girmiş oluyorsunuz, onların günahını yüklenmiş oluyorsunuz. Hepsinin tek tek helalliğini almanız gerekiyor ki, bu da dünya şartlarında mümkün değil.

Peki söylediğiniz doğruysa…

Zaten doğruysa gıybet. Doğru değilse, hem yalan, hem gıybet, hem de iftira… Asr-ı Saadet’te yaşanan aynı böyle bir olay var, Peygamber Efendimize soruyorlar, o da bu cevabı veriyor.

“Gıybet olmasın ama…” diye başlanan konuşmalar var. Bunlar için ne dersiniz?

Cümleye böyle başlayan kişi de biliyor ki, konuşacağı şey gıybet… Güya bu şekilde kendisini temize çıkarmak istiyor. Ama bu kurtarıcı bir şey değil. Hatta daha tehlikeli… Günah olduğunu, kötü olduğunu, yanlış olduğunu bile bile bu işi yapıyor. Gıybet olmasın demekle, söz gıybet olmaktan çıkmıyor.

Bir de bazıları, “Allah affetsin ama…” diye konuşmaya başlıyor ve birilerini kötülüyor, aşağılıyor, kişiliğine saldırıyor. Bu ifade de kişiyi kurtarmaz.

Gıybetin bir türü de “Ben bunu yüzüne de söylüyorum” şeklinde… Yüzüne söylediğiniz nedir ve o kişi size nasıl tepki gösterir bilinmez ama arkasından söylediğiniz apaçık gıybet…

Bulunduğunuz ortamda gıybet ediliyorsa buna nasıl mani oluyorsunuz?

Bunun birkaç yolu var: Öncelikle, sözümüz ve nazımız geçiyorsa o insanı susturmalı, konuştuğumuz şeyin gıybet olduğunu söylemeliyiz. Buna gücümüz yetmiyorsa farklı konulara girerek konuşmanın seyrini değiştirmeliyiz. Bu da mümkün değilse ortamı terk etmeliyiz. O da olmazsa kalben buğzederek rahatsızlığımızı belli etmeliyiz. Hadisteki ifadesiyle, “Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle düzeltin. Buna güç yetiremiyorsanız dilinizle düzeltin. Buna da güç yetiremiyorsanız içinizden buğzedin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır.”

Peki insan hiç konuşmadan da gıybet yapabilir mi?

Bir el-kol hareketi, bir kaş-göz işareti, bir bakış ya da bir duruşla gıybet edebilirsiniz. Ya da doğrudan söylemez, ima edersiniz. Bu işaret ve imalar sözle anlatacağınız pek çok şeyden daha tehlikeli olabilir, çünkü ucu açık bir şey yapmış oldunuz. Acaba anlattığınız kişi bunlardan ne manalar çıkaracak, ne suizanlara neden olacak!

Bazen de “O insanın daha neleri var da ben söylemek istemiyorum” dersiniz. Bu o kadar büyük ve kapsamı geniş bir gıybettir ki, zihinlere attığınız bir virüs masum bir bünyeyi yok edebilir.

Peki hiç konuşmayacak mıyız; neler gıybet, neler gıybet değil?

Tabii ki konuşacağız, ama güzel konuşacağız. Aynı meseleyi iki şekilde anlatabilirsiniz; bir anlattığınız gıybet olur, bir anlattığınız gıybet olmaz. Anlatma biçimi, ifade tarzı, seçilen kelimeler bu konuda çok önemli… Bir meseleyi, bir hadiseyi nakletmeniz gerektiğinde, haber dili dediğimiz bir üslupla, hakkında konuştuğunuz insanları incitmeyecek şekilde anlatabilirsiniz; yorum katmadan, kötülemeden, aşağılamadan…

Peki Gıybet Orucu’nun iftarı ne zaman?

Bu soru şaka yollu da olsa çok soruluyor. Şöyle cevap veriyorum:  “İftarımız inşallah son nefeste Allah diyerek olur ve ziyafetimiz de Peygamber Efendimizin (a.s.m.) cennet sohbetlerine dahil olmak olur.”

Çünkü bu dünyada gıybetin iftarı, tekrar harama dönmek demektir. Ayrıca amellerin devamlı olanı makbuldür. Dinin emirlerini yerine getirmenin ve günahlardan kaçınmanın biteceği nokta dünya imtihanının bittiği noktadır.