Etiket arşivi: Gonca Anıl

Yetişkin Hastalığı

Çocuk dünyasına girdim bugün.

Bir anne olarak, ne kadar da içinde zannederdim kendimi, yaşım kadar uzakmışım meğer.
Bir yarım saat dolaşıp dönelim, dediğim bir gün, bir küçük el uzanıp “gel” dedi ansızın… Yetişkinlerin “ayy gelmezsen valla darılırım,” cümleleri gibi öylesine değil, minik bir kalbin taa derinlerinden gelen bahar kokan bir davetti bu. Bir küçük ruhun bunaldığı dünyadan kurtulma çabasına beni de dâhil etmek isteyecek kadar zarif, kendi dünyasında onu sıkacak olma ihtimalime rağmen cömert…

Önce girmek istemedim. “Aman şuracığa oturur izlerim,” dedim. Çok sıkıcı göründü, renkli sayfalar, okunulası satırlar, bilgisayarım, bildirimler, müzik… bir fincan kahve, bir dost… yoktu. Orayı cazip kılacak her şeyden uzak bir toprak yığınıydı gözümde… Alt tarafı bir oyun parkı… Birkaç salıncak, etrafta koşturan birkaç küçük ayak, yakıcı bir güneş… ve her yere yapışan vıcık vıcık kumlar… Keyif verecek hiçbir şey olmadığı gibi, evde bekleyen işler çoktu da çoktu… Öyle eli boş, gönlü hoş değildim ki… Akşama kıyılacak fasulyeler, ütü bekleyen gömlekler…

Hem ne işim vardı, orada olmak için biraz fazla değil miydim, toza kire bulanamayacak kadar büyümemiş miydim… Eskide kalmamış mıydı çamurdan tabak yapmak? Konu komşu demez miydi “Amaaan, şu koca kadının haline bak!”
Ben ayaklarımı geri çektikçe, küçük el daha sıkıca yapışıyordu parmaklarıma. “Gel, ne olursan ol gel,” dercesine asılıyordu bedenimi.

Daha fazla karşı koyamadım. Ürkek adımlarımı küçülterek, usul usul girdim içeriye… Nasıl bir yerdi burası, belki beni almazlardı da, pişman olurdum hızlıca kaçmadığıma. Ne çok sırıtırdım ortada şu kocaman halimle, kimbilir…

Sessizce oturdum kumların üstüne, önemli bir dosyanın kenarına iliştirilmiş, küçücük bir not gibi. Yüzümde çok yer işgal etme kaygısıyla “sadece uğradım birazdan gidicem,” ifadesi…

Ve “Birazdan” gidemedim, ellerim toprağa bulanmışken zamanı unuttum… belki bir saat geçti belki bir sene, hiç bilmiyorum… Parmaklarımdan kayan kum tanelerinde huzuru duydum, gözüme bakan gözlerde neşeyi…

Meğer buralar isteyen herkesin sığacağı kadar genişmiş.
Ne “yabancısın bizimle oynayamazsın” diyenler varmış burada, ne de kim olduğuna bakanlar.
“Çocuk gibi ağlama” da, denmezmiş, burada özgürmüş duygular. Vara yoğa gülmek hafif olmak sayılmazmış, sebep sorulmazmış sevince.

Serbestmiş burada sızlanmak “pastamı bozarsanız ağlarım bak” demek… Kumdan yanardağlar bile sakin sakin yanarmış, kumdan adamlar gibi burada herkes kibarmış…

Üstünü başını kirletmek ayıp değilmiş. Ne giydiğin önemliymiş, ne beş parasızlığın, ne aklında dolaşan tilkiler.
Çocuk dünyası… İnsanlığın bozulmamış masumiyetinin berrak sularının sahiliymiş burası… Güven varmış burada, zamanı unutturacak kadar derin bir huzur…

Her gün yanı başımızdaki bu özel dünyaya teğet geçiyoruz her birimiz. Orada olamayacak kadar meşgul olmayı kâr sanıyoruz, oraya giremeyecek kadar saygın zannediyoruz kendimizi. Oysa uzaklaştıkça o dünyadan yalnızlaşıyoruz, o yüzden bu kadar sabırsız, bir o kadar kibirli, sinirli oluşumuz… Yetişkin hastalığına tutulmuşuz… Oysa riya yok orada, günah yok, yanlış yok, yargılama, yadırgama, eleştiri, dedikodu, iftira… yok. Samimiyet var, doğallık var, sükûnet var. Yarın yok orada, geçmiş de yok… Sadece şu “an” var, bir de tasasız ruhlara temas etmenin iyileştirici gücü…

Amansızca tutulduğumuz yetişkin hastalığının şifası işte o dünyada saklı olsa gerek.

Gonca Anıl / cocuaile.net

Bitmeyen İşler Yüzünden

Tam marketten çıkmak üzereydim. Karşımda yürüyen kadın biranda belini tuttu ve yüzünden belli olacak kadar büyük bir acıyla kıvranmaya başladı. Öylesine kötü görünüyordu ki aniden yere yığılacak diye korktum. Elimi uzatıp, kenardaki banka oturması için yardımcı oldum ve alışveriş arabasını da yanına çektim.
İyi misiniz, rahatsız mısınız, derken… “Bahar temizliği yapıyorum da” dedi kadıncağız zar zor. Kim bilir kaç gün önce başladı ve kaç gün daha süreceği belli olmayan, uçsuz bucaksız bir süreçten bahsediyor gibiydi.

Şaşırdım, üzüldüm. “Siz bahara sağlam çıkamadıktan sonra yaptığınız temizliğin bir anlamı olur mu,” diyebildim. Haklısınız, dedi. Kurduğum cümlelerin, kadının haline üzülmemin ona ne kadar fayda edeceğini bilemeden, Allah şifalar versin, diye dua edebildim. Henüz yanından ayrılmamıştım ki, asık suratlı, her an patlayacak kadar gergin görünen bir beyefendi geldi, eşiymiş. “Başlarım senin temizliğine” der, gibi bir hali vardı. Zaten başladı da, “böyle temizlik mi olur,” diye söylene söylene ilerledi… Sonra bir çocuk geldi, ağlamaklı, ardından bir çocuk daha o daha çok ağlıyor. Kadın alışverişe devam edemeyeceğim, yürüyemiyorum, diye seslendi eşine. Sonra çocuklarına “noldu ki size şimdi” diyerek ve belini tutarak, arabalarına doğru yöneldi.

Kadıncağızın sadece kendine değil, eşine ve çocuklarına da günlerdir çile çektirdiği her hallerinden belliydi.
Bu temizlik konusunda muzdarip olmayan aile var mı acaba, diye düşünmeden edemedim.

Bir hanım arkadaşımın eşi, misafir gelmeden önce evde çıkan gerginlik yüzünden misafir davet etmeye korktuğunu söylemişti.
Biz kadınlar bütün evi egemenliğimize almışız biraz. Eşler ve çocuklar ise bu egemenliğin altında savunmasızca itaate mecbur olmuşlar.

Oraya oturma, onu orada yeme, bunu buraya koyma… Her cümlemizde bir emir, sesimizde bir buyurganlık.
Beyler yorgun argın geliyor, daha eve adımını attığıyla “çoraplarını çıkar”, “hemen banyoya”, “sakın o kıyafetlerle oturma”… Çocuklar eve girer girmez, “hemen ellerini ve ayaklarını yıkıyorsun,” “yine mi kirlettin üstünü” …

Nedendir acaba, bu kurallara düşkünlüğümüz? Ya nedendir daha yeni cam sildim, sakın yağmur yağmasın, diye dua edişimiz… Evin neşesi çocuklarımızın oyunlarından oyuncaklarından rahatsızlık hissedişimiz… Evin rahmeti, bereketi misafirleri ağırlamaktan korkar hale gelişimiz… Belki biraz elalem baskısı, kendimizi meşgul etme ihtiyacı, belki de bitmeyen işlerin telaşından başımızı alamayışımız…

Diyor ya şair: Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz)/ Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi/ Kalbinizi dolduran duygular/ Kalbinizde kaldı.

Bitmeyen işler, hiçbir zaman bitmeyecek. Biraz genişlemeye ihtiyacımız var sanırım.

Hiçbir mikrop, bir çocuğa evinde yaşatılan değersizlik hissinden daha çok zarar veremez. Fakat evi ve kıyafetlerini kirlettiği için sürekli kendisini suçlu hissettirilen çocuk, yanında kendini iyi hissedeceği kişilerin arayışa girer. Ya da değer görme çabasıyla anormal davranışlar sergiler.

Hiçbir eş, bir koltuk köşesinde beş dakika yorgunluk giderirken bütün evi kirletemez. Fakat karısının emirlerinden, engellerinden daralan bunalan bir erkek, her fırsatta eser, gürler. Evi hem çocuklara hem de karısına zindan eder.
Hiçbir gerçek dost, evin tozuna, perdenin isine, camın lekesine bakmaz. Evin orasını burasını inceleyip, negatifliğini yanında getiren kişilerin, zaten insana zararı daha çok değil midir?

Bozulmayan örtüler, kullanılmayan koltuklarla dolu kirlenmeyen bir evde, gergin bir eş ve mutsuz çocuklarla bel ağrıları çekeceğimize, dağılmış kirlenmiş bir evde de olsa huzur dolu muhabbetler kaydetsek belleğimize. Bugünlerin de bir gün geçeceğini düşünsek, şu an yanımızda olanların yarın bizimle olamayabileceğini hatırlatsak kendimize… Temizliğini yaptığımız baharlar daha yaşanılası olmaz mı, hem bizim için, hem de ailemiz için.

Gonca Anıl / cocukaile.net

Kavanozdaki Adam

Geçenlerde kızımı okuluna bırakırken, zaman zaman torunuyla gördüğüm fakat şahsen tanımadığım, bir teyze yolumu kesti:

Biraz kaygılı, biraz da telaşlı bir hali vardı… “ Evinizde televizyon yokmuş diye duydum, inanamadım, doğru mu?” dedi. Şaşkınca, merakına tebessüm ettim. “ Olur mu hiç öyle şey… Hiç televizyonsuz ev olur mu?” deyiversem rahatlayacaktı sanki. Büyük bir hayretle onu baş başa bırakacağımın farkında olsam da, “ Evet evimizde 5 yıldır televizyon yok” dedim.

Tam da zihnimde dönüp dolaşan kavanoz resmiyle aynı günlere tevafuk etti bu hadise. Kavanoz derken, öyle fasulye konservesi falan değil. İçine iki büklüm tıkıştırılmış bir adam olan, kapağı sıkıca kapatılmış bir kavanoz… Hani geçmişten bir şarkı çalınır dilinize, ister istemez mırıldanırken bulursunuz ya kendinizi… İşte bu “kavanozdaki adam” da son günlerde sık sık uğrar olmuştu zihnime. Hem de adını tam koyamadığım bir huzursuzluk hissini de beraberinde getiren bir kabusa yakın.

Derken, bu görüntünün çocukluğumda izlediğim bir diziye ait olduğunu hatırladım. Sahi, dedim, bu diziyi arasam bulur muyum,  neymiş, nasılmış? Bir göz attım internete ve buldum.  Kavanozdaki Adam… Ama ellerim titredi açarken. Bir iç sıkıntısı, bir kasvet, korku, kaygı… Hepsini barındıran bir girişi var dizinin, gerilim dolu bir de müziği…

Bir bölümü dahi izlemeye cesaret edemedim. Neredeyse 30 yıl önce zihnime bir şekilde yerleşmiş, ama hala izleri ve verdiği gerginlik taze.

“Televizyon çocuk dünyası ile yetişkin dünyası arasındaki farkı ortadan kaldırır.” demiş İletişim profesörü Joshua Meyrowitz. Bugünlerde olsa bu sözün yanına telefon ve bilgisayarlardaki görüntüleri de eklerdi sanırım.

Bu sözün doğruluğuna şahidim… Çocuksu neşemin o kavanozun içinde kapalı kaldığını hissediyorum, yıllar sonra bile.

Televizyonun, çocuğu pasifleştirdiği, empati gücünü azalttığı, iletişimini zayıflattığı, aşırı hareketlendirirken yorduğu, zihinsel gücünü yavaşlattığı, duygularına zarar verdiği… ve daha pek çok zararını biliyordum da… Yetişkin dünyası ile çocuk dünyasının arasındaki çizginin televizyon ile silikleşmesi, gerçeği, beni bir hayli sarstı.

Yetişkinlerin dünyasını düşündüm… Vuranlar, kıranlar, ölenler, öldürenler… Zulümler, zulmedenler…  kandıran, dolandıran, haksızlıklar, adaletsizlikler… Hastalar, hastalıklar… yalanlar, hakaretler…

Ya çocuk dünyası? Bütün bu karmaşayı taşıyamayacak kadar sade… Büyüklerin yalan dolanını anlayamayacak kadar masum… Ve bu masumiyetleri de sebepsiz değil ki, her birimize bir zamanlar sunulan büyük bir lütuf.

Duygularını pozitif hislerle olabildiğince genişletmeye ihtiyaçları var çocukların. Belki de bu yüzden dünyadan bihaber yaratılışları. Gelecek günler için içlerinde güç büyütmeliler, yetişkinler kırıp, dökmeden önce. Huzur ve enerji ile doldurmalılar depolarını, o kaygısız çocukluk döneminde. İleriki yıllarda zorluklarla karşılaştıklarında, ilk sığınacakları yer olacak çocukluk anılarının dokunulmazlığı.

Çocukları oyundan, aileden, arkadaştan,  sokaktan alıkoyup, ekranlar karşısına sabitlemek… Ve doğal ortamlardan uzakta, kurgulanmış yaşamlara ve negatif görüntülere maruz bırakmak. Bütün koruma kalkanlarını ellerinden almak demek, güçsüz ve savunmasız kalmalarına göz yummak demek.

Çocukların erkenden büyüklerin dünyasında kaybolmalarına razı olmak, çok büyük bir haksızlık değil mi?

Gonca Anıl
cocukaile.net

Nazik Yürekler

Hiç dikkatinizi çekti mi?

Nerede bir çocuk varsa, orada en çok duyulan şey, çocuk cıvıltısı değil emir cümleleri oluyor:

“Hemen yatağa!”

“Çabuk elini yıka!”

“Git odana!”

“O tabak bitecek!”

“Sus artık, kesme sözümü!”

“Çabuk topla şunları!”

“Çek elini dokunma!”

Bu ne büyük tezattır ki, en emrolunmaya ters kişilerdir çocuklar…

Yaradan’ın en kıymetlisi, hiçbir şekilde yaptıklarından sorumlu tutulmayan varlıklardır onlar. Kainat Sultanı Efendimiz’in mübarek sırtında taşıyacak kadar değer verdiği, nezaketi en çok hak edenlerdir.

Zira çocukların büyüklerin talimatlarını yerine getirmekten çok daha önemli işleri var.

Onlar öğrenme peşindeler, yenice geldikleri dünyanın bilinmezlerini çözebilmek için.

Aç zihinlerini doyurmak,  gördüğünü anlamlandırmak zorundalar. Cümle âlemi keşfetme telaşındalar.

Oynamalılar her an,  oynadıkça gelişecek çünkü zihinleri, ruhları…

İstediğinde ağlamak zorundalar ki ağladıkça genişlesin duygu dünyaları.

Var yoğa gülmeliler onlar, neden sebep sorulmaksızın kaygısızca tebessüm edebilmeliler ki kendileri olabilsinler.

Koşmaya, hoplamaya, zıplamaya ihtiyaçları var, en az yemek içmek kadar… Hareket, gelişimlerinin en temel gıdası…

Dokunmak zorundalar renkli, farklı, yeni… herşeye… Tutarak, bakarak, bazen de kırarak…

İçlerinde uyanan merakın peşinden gitmek zorundalar. Merak yoksa öğrenme de bir o kadar uzak.

Her yerde sormak zorundalar, devamlı konuşmaya, anlatmaya muhtaçlar. Yeni cümlelerle kendilerine açacakları ufuklara tutunacaklar çünkü bir ömür boyu…

Ya biz büyükler?  Ne çok şeyle doldurmuşuz hayat kabımızı. Anlamlı anlamsız kaygılar, telaşlarla dağılmışız kaç bin parçaya.

Merakımızı yitirmişiz, hem de kaç defa bulup, yeniden kaybetmişiz…

Geçmişimizin keşke’leri altında toz duman olmuş heyecanımız.

İçten gülüşlerimiz uzaklaşmış, kim bilir nerelerde mahsunca bekliyor gizli saklı…

Doyasıya ağlamaya çekinecek kadar kendimize yabancılaşmışız.

O yabancı, soğuk, donuk dünyamıza çocukları sürüklemek neden?

Kendimizi hapsettiğimiz sıkıcı dünyanın parmaklıkları arasında ne işi var çocukların? Onca kıymetli işleri varken…

Bizim gibi değil onlar… Farketmeliyiz… Kişilik inşasındalar. Henüz kaygısızca, içlerinde Yaratıcı’nın koyduğu büyük güçle, kendilerini var etme çabasındalar. Koşmaları, susmaları, kızmaları, inatları… Herşeylerinin bir anlamı var.

Yaptıklarının da yapmadıklarının da var bir sebebi… Biraz durup, susup, dinlemeli, izlemeli…

Suskunluklarına bakıp ‘uslu’ diye övünmeden, hızlılığına bakıp ‘yaramaz’ diye etiketlemeden.

Hayatlarını onlara teslim etmeli yeniden, talimatlarla eğip bükmeden.

Kendimizi görmek ve belki de kendimizi yeniden bulmak için onların dünyasına sokulup, kıvrılmalı biraz. Sıcacık, dingin, masum hallerinde can bulmalı… Yaratıcı’nın içine rızasını gizlediği nazik yüreklerini öpüp, koklamalı… Büyük ve karmaşık dünyamıza çekip, incitmeden…

Gonca Anıl/cocukaile.net

Birbirimizin Yarasını Saracak İlaç

İkinci kattaki evinin balkonunda görürdüm onu. Yemyeşil asma yapraklarının arkasında olurdu hep. Kamile teyze…

Gün boyunca balkonda mı otururdu bilmem ama biz ne zaman evinin önünden geçsek oradan seslenirdi. Çoğu kez oturduğu yerden eğilerek, hal hatır sorar, “ buyrun gelin yavrum ” demeyi ihmal etmezdi. Hatta herkese sürekli söylediği bu “ buyrun gelinler ” aramızda gülme konusu bile olmuştu.

Bir fırsat olsa da ziyaretine gitsek diye geçerdi hep aklımızdan. Çay sefasına özendirecek kadar güzeldi balkonu… Ama nedense hiç uygun bir zaman denk getiremezdik.

Uzun zamanlarımızın içinden kırpabildiğimiz dar bir vakitte ziyarete gittik Kamile teyzeyi. Gördüğündeki memnuniyetine diyecek yoktu. Halimizi hatrımızı sorar sormaz içini dökmeye başladı, diken üstünde oturuşumuza aldırmadan. Hastalıklarından bahsetti, merdiven inip çıkması yasak olduğu için dışarıya çıkamadığından… Uzaktaki çocuklarından, rahmetli eşinden ve eski günlerden…

Bir ara mutfağa geçmişti ki,  kapısı açık olan balkona çıktım, manzarayı merak ederek.

İşte, yaşlı teyzenin her gün dışarıyı seyrettiği asmalı balkondaydım…

Sandalyesi çarptı gözüme. Özenle yerleştirdiği yerden hiç oynatmadan oturdum. Usulca yaslandım.  Etrafıma baktım, baktım…  Sağımda arabaların yoğunca işlediği ana yol, biraz ötesinde yukarı mahalleye çıkan uzun sokak,  solumda bizim ev ve karşımda asmalar…

Kapattım gözlerimi. Kamile teyzenin yaşlı ve hasta haline büründüm bir an…

Hiç çay keyfi yapasım gelmedi. Aşağıdan göründüğü kadar rahat değildi bulunduğum yer. Asmalar sinirimi bozdu. Yeşilliği sevdiğimden mi buradaydılar, görüş alanımı kapatıyorlardı oysa.

Gülüşler gördüm, kahkahalar duydum yoldan geçen…  Kalabalıklar vardı. Gelen giden de ama inemedim yanlarına. Nişanlar, düğünler oldu, davetler yapıldı hemen önümdeki sokakta. Ben buradayım diye bağırmak istedim, ama kimse duymazdı ki. Bir “hayırlı olsun” demek için kafalarını kaldırıp bakmalarını bekledim. Herkes çok meşguldü.  Uzaktaydım, sevinçlerini görebilecek kadar yakın, ama bir o kadar uzak.

Sesler duydum, çocuk sesleri… Muhabbetler… Karşı komşunun çocukları gelmiş, neşeli sesleri vardı, tam yemek vakti… Benimkilerin yanımda olmayışına üzüldüm. Ne anlamı vardı, şu koca evde yalnız başıma bekleyişimin. Biri geçse de buyur etsem, diye geçirdim içimden. Canım çay istedi, bir demliği deviresim geldi. Çok içince uyku tutmuyordu oysa, biraz da çarpıntı yapıyordu ya asıl istediğim çaya katık olacak yarendi, bir tatlı muhabbet… Gelene geçene “buyur gel” dedim. Hepsi de gülümseyerek, “inşallah inşallah…” dedi. Ama gelmedi kimse. Herkes kendi telaşında, dedim, teselli bulmak istedim. Canım yandı…

Açtım gözlerimi, kaç saniye kapalı kaldılar, bilmiyorum. Çok uzaklara gidip gelmiştim, hiç bilmediğim diyarlara.

Utandım kendimden, gençliğimden, sağlığımdan… Aman lafa tutmasın, diye balkonunun altından geçerken hızlanışımdan… Öylesine bir yarım saate sıkıştırdığım ziyaretimden… Belki de vicdanımı rahatlatmak için orada bulunuşumdan… Bir elini öpüp duasını alırım, bencilliğimden… Utandım.

Hayatımın başrolünü oynuyor olmanın havasıyla, kimlerin çekim alanına girdiğimi göremediğimden kızdım kendime.

Herkes kendi filminde başrol oynuyordu evet, ama birbirimizle kesişiyordu yollarımız pek çok kez. Kimi zaman samimi bir güler yüz, bir selam… Bir halden anlayan bakış, bir içten ziyaretti birbirimizin yarasını saracak ilaç.

Kendi dünyamızda rahat bir koltukta, o sandalyedekileri anlamak zor, çok zor.

Yerimizden kalkmakla başlayacak asıl hayat. Ancak o gün yerini bulacak delice istediğimiz ama birbirimizden esirgediğimiz anlayış.

Gonca Anıl / cocukaile.net