Etiket arşivi: günah

İMANDAN SONRA İNKÂR OLUR MU?

İMANDAN SONRA İNKÂR OLUR MU?

İman ettikten sonra acaba tekrar inkâr bataklığına düşülebilir mi? Gelin bu sorunun cevabını şu ayette arayalım: “ Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse – kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka – fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa işte Allah’ın gazabı bunlaradır, onlar için büyük bir azap vardır. Bu azap onların dünya hayatını sevip ahirete tercih etmelerinden ötürüdür…”(Nahl, 16/106-107)

Evet, bu ayet işaret etmektedir ki dünya hayatının geçici parasını, malını, şöhretini, geçim derdini ve güzelliklerini ön plana çıkarıp bunlar uğruna ahirete ait olan namaz, oruç, sadaka gibi ibadetleri terk etmek; tıpkı bir kuyumcunun dükkânını hırsıza açtığı gibi kalbini kâfirliğe açmak demektir.  Yani şeytanın çeşitli vesveselerle o kalbe girmesine fırsat vermek ve imanına şüpheler atıp kalp kafesinden uçurmasına zemin hazır etmektir. Öyleyse; “Şüphesiz ki inkâr edenlerin ne malları ne de evlatları Allah huzurunda kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtıdır.”(Al-i İmran, 3/10) ayetini hiç hatırdan çıkarmamak gerekir.         

Peygamberimiz de bir hadis-i şeriflerinde; “Kul bir günah işlediğinde, kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahından tövbe edip uzaklaşırsa kalbi arınır. Tövbe etmeyip günah işlemeye devam ederse, o siyah nokta artar ve nihayet kalbin her tarafını kaplar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 29) buyurmaktadırlar.

Bu hadis de bize; günahın kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra iman nurunu çıkarıncaya kadar kaplayıp katılaştıracağını ifade etmekte ve her günahta inkâra gidecek bir yol olduğunu söylemektedir.

Eğer o günah pişmanlık duyularak tövbe ile temizlenmezse hatta umursanmazsa kişi belli bir süre sonra Rabbine ihanet ve isyan ettiğini düşünerek bu durumdan sıkılacak, meleklerin yaptığı fenalıkları kaydetmesinden utanacak, cehennemin tehdidinden korkacak ve bu düşüncelerden kurtulmak için bu iman esaslarını inkâra meyledecek. Zayıf bir şüphe kalbe gelse veya ‘evrim, ruh göçü’ gibi safsataları duysa kuvvetli bir delil gibi sarılacak, imanını kalp kafesinden uçuracaktır.

Demek imandan sonra inkâra sebep olan şeyler; dünya zevklerini tercih edip ahiret hayatını unutmak ve orası için ibadet ederek çalışmamak ve yine dünya için rastgele günahlar işleyip tövbe etmemek ve aldırmamaktır. Allah hepimizi bu gibi durumlardan muhafaza eylesin ve;  “Ey iman edenler! Allah’tan ona yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Al-i İmran, 3/102) ayetine göre yaşayabilmeyi nasip eylesin, Âmin!

Mehmet BİLEN

Kaynak Linki : NurdanHaber

 

www.NurNet.Org

Adeti ibadete dönüştürmek

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir.”

Üstat hazretlerinin  “öğrendim” dediği kelimelerden biri de “niyet”. Buradaki niyeti  en başta “ihlas” olarak anlamamız gerekiyor. Zira en büyük niyet, bir işi Allah rızası için yapmaktır. Namazımıza “Niyet ettim Allah rızası için” diye başladığımız gibi, konuşurken, ticaret yaparken, sefere çıkarken kısacası bütün işlerimizde de niyetimiz İlâhî rızaya ermek olmalıdır.

Cümlede geçen “âdi” kelimesi, yeme, içme,  konuşma, yatma gibi adet olarak yaptığımız işler demektir. Bunları sünnet niyetiyle  yaptığımızda o âdi işlerimiz ibadet olurlar. Zira, o Hak Elçisine (asm.)  uymak, Allah’ın razı olduğu şekilde hareket etmek demektir.

Meselâ, uyumak bir adetimizdir. Sünnet üzere yatıp, sabah namazına kalkmayı da niyet ettiğimizde bütün uykumuz ibadet olur.

Üstat hazretlerinin takva hakkındaki  harika bir mektubu var. O mektubunda şöyle buyuruyor:

“Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor.”  (Kastamonu Lahikası)

Sonunda  şöyle bir kayıt  koyuyor:

“Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır.”

Kalabalık bir caddeden geçen bir insan, haram nazardan sakınma niyetiyle başını önüne eğerek yürüdüğünde yüzlerce vacip sevabı kazanabilir. Bir başkası da birisiyle kavga etmiş olsun;  iç âleminde onunla münakaşa ederek ve ona hakaretler yağdırarak yol alsın. Bu adam da sağa sola bakmadan yürümektedir, onun nazarına da hiçbir haram ilişmese, ama niyeti haramdan sakınmak olmadığı için birinci adamın kazandığı sevabı bu adam kazanamaz.

Bu kâinatı inceleyen bilim adamlarının niyeti İlâhî hikmet ve rahmeti insanlara ders vermek olsa, bütün çalışmaları ibadet olur. Ama, niyetleri meşhur olmak, ödül almak, ücretlerini artırmak olduğu takdirde bu çalışmaların onlara sevap namına hiç  bir faydası olmayacaktır.

Niyet, manevî kazanç konusunda büyük bir sermayedir. Bu sermayeyi iyi kullanmak gerekir. İnsan halis bir niyetle bir hayır yapmak istese, fakat elindeki imkânlar buna izin vermediği için o hayrı yapamasa ve bundan üzüntü duysa onun bu halis niyeti ona sevap kazandırır.

İnsan, okuduğu bir hatmi bağışlarken bütün müminleri niyet ettiğinde onların her birine bir hatim sevabı hediye edebilir.

“Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.”

Bu da sevabın günaha kalbolmasına misâl oluyor.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Günahımı Seviyorum

Bütün sanatçılar aynı kaynaktan beslenir: İnsan kalbi. Çünkü farklılıklarımızdan çok benzerliklerimizi anlatır o bize.” Maya Angelou, Kızıma Mektuplar’dan.

En tesirli yazılar itiraf ile başlayanlardır. İnsan, eğer özündeki insana dokunursa önce, itiraf ile insan olmak zemininde eşitlenirse herkesle (ki bizi en çok zaaflarımız eşitler), o zaman ürettiği de başkalarına tesir eder. Şöyle tarif edeyim: Sen yazdığında ne kadar insan olursan, okurunu da o kadar karşında insan bulursun. Yalnız empatiyle olmuyor bu. İtirafla da oluyor. Vaizlerin sözlerine tevbeyle başlamaları boşuna değil. Nefsini söylüyor önce. Sonra nefsine söylüyor başarabilirse.

Kusurundan kurtulacaksın. Kusursuz olmakla değil ama, onu başaramazsın, itiraf etmekle kurtulacaksın. Sahip çıktıkça alacak Rabbin onu omuzlarından. Sevaplarını terkettikçe verecek. Günahlarını, sahip çıktıkça sen, alacak, affedecek. Rabbin senden böyle bir aynalık bekliyor. Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar. Sen de itiraf ile sorumluluğunu alacaksın. Payına düşeni yani. Tevbeni. Zaten senin olanı. Sen payına düşeni aldığında insanlar da senin metinlerinde paylarına düşeni alacaklar.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sıklıkla söylediği (Ki yalnız Buharî’de 15 ayrı hadiste geçer) “Nefsim kudret elinde olsan Allah’a yemin ederim ki…” meşhur kasemi/yemini bir ders vermeli bize. Bana verdi. Anladım ki: İnsan bir başkasına söz etmeden önce kendini ortaya koymalı. Fıtratının tüm köklerine inerek yüzleşmeli kendisiyle. Acziyle, fakrıyla ve düşkünlükleriyle… Önce kendisinden, ama tasannu ile kirlenmemiş kendisinden, başlamalı ki; bir başkasının özündeki insana varmalı. O bir başkasını kendisine dönmeye zorlamalı. Aynı olanı göstermekle bir ayna olmalı. Kabuktan konuşan kabuğa konuşur. Kalpten konuşan kalbe. Ve ancak nefsinı ıslah eden başkasını ıslah eder.

Ve bu kasem gösteriyor ki; şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad’in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselamın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef’alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüzî olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.

Yalnız bu da değil arkadaşım. Bir de bu itirafın barıştırıcı bir yanı var. Bakara sûresi, Hz. Âdem efendimin kıssasını aktarırken, iki şeye dikkat çekiyor.

1) Dünyaya inerken ‘birbirlerine düşman olarak’ indiklerine.

2) Barışın (yalnız birbirleriyle değil bence varlıkla da barışın) tevbe ile gerçekleştiğine:

Bunun üzerine biz de, ‘Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır’ dedik. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle tevbe etti. Rabbi de onun tevbesini kabul etti.

O yüzden diyorum işte: Tevbe ettiğinde yalnız günahının affını istemiyorsun, aynı zamanda kendinle de barışıyorsun. Kusurlarının sen olduğuna, onlarla sen olduğuna ve onlarsız hikmetsiz kalacağına kanaat getiriyorsun.

Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah, sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” hadisi belki biraz da buna işaret ediyor. İnsanı kıymetli kılan yanının, hakikatini inkâr eden bir mükemmellik arayışında değil, zaaflarıyla yüzleşip “Ben buyum Allahım, yardım et!” deyişinde yattığını gösteriyor. Bir sırr-ı Yunus (a.s.) bu. “Allahım, sen kusurlardan münezzehsin, ben nefsime zulmettim” diyebilmek.

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki; aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: ‘Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.

Bu da ilginç birşey arkadaşım. Islah kelimesi köken olarak sulhle/barışla kardeştir. O zaman hemen sormalı: İnsanları ıslah etmek, onları düzeltmek midir yalnız, yoksa Allah’la ve varlıkla onları barıştırmak mıdır? Cevabını bulmadan şunu da eklemeli: Kendisiyle barışık olmayan başkasını nasıl barıştırır? Sonuçta günahlarımı seviyorum. İşlediğim için değil ama, tevbe etmeme ve yalnızca bir insan olduğumu hatırlamama vesile oldukları için. Öyle ya! Onlara sahip olmasam nasıl kaçıp Ona sığınacaktım?

Ahmet Ay

Günah sevaba, sevap günaha nasıl dönüşür?

“Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder.”

Bakma manasına gelen “nazar” kelimesi, çoğu zaman,  “bakış açısı ve akıl” manasında da kullanılır.

Meselâ, hastalıklara bir elem ve keder vasıtası olarak nazar edilebileceği gibi, günahları eriten; insanın dünya sevgisini azaltan, kalbini ahirete yönlendiren, acz ve fakrını kemaliyle hissettirip insanın kulluk şuurunu pekiştiren bir nimet-i İlâhî olarak da bakılabilir.

Günahın sevaba dönüşmesine eskiden beri verilen meşhur bir örnek var: Yalan söylemek günah olduğu halde, iki kişinin arasını bulmak ve onları barıştırmak için yalan söylendiğinde o günah bir sevaba vesile olmuş olur. Ancak, Üstat hazretleri,“Maslahat için kizb ise zaman onun neshetmiş.” diyerek bu kapıyı kapamış ve  gerekçe olarak da “bunun muayyen bir haddinin olmadığını” göstermiştir. Yani, iki kişiyi barıştırmak için yalan söylenebileceğine dair bir kapı açılırsa, başka faydalar için de yalan söyleme yoluna gidilme tehlikesi ortaya çıkar.  Hatta, bu kapı birçok haramların işlenmesine de yol açabilir.

Bunun yerine şöyle bir misâl verebiliriz: Adam öldürmek günahtır, kötü bir fiildir, ancak bu iş İslam’ın nurunu söndürmek isteyen küffara karşı yapılırsa, yani maksat “İ’la-yı kelimetullah” olursa, adam öldürme fiili sevaba inkılap eder. Aynı örneği, sevabın günaha inkılabı için de kullanabiliriz. Allah için cihat etmek büyük bir fazilet iken, bunun şan, şöhret yahut ganimet kazanmak için yapılması halinde “rıza, riyaya”, “sevap, günaha” inkılap eder.

Bir başka örnek: Din aleyhine yazılmış bir kitabı okumak mutlak manada zararlıdır; kötü bir iştir. Ama, bunda niyetimiz o kitaptaki  yıkıcı fikirlere cevap vermek olursa bu okuma fiili sevaba inkılap eder.

Niyet de nazara yakın bir kelimedir; ancak aralarında şöyle bir fark da vardır: Nazarda “bakış açısı”, niyette ise “maksat” ön plana çıkar.

Alaaddin Başar

Günahımız Kime Karşı?

İnsan iki şeyden mürekkeptir; birisi bedeni, diğeri ise ruhudur. İnsan bedeni bu kâinatın maddesiyle münasebettar olduğu gibi; ruh da o madde­de tecelli eden esmâ-i İlâhiye ve sıfat-ı kudsiye ile ve bunların müsemmâ ve mevsufu olan Sani-i kâinat ve Hâlik-ı ezel ve ebedin marifeti ve mu­habbetiyle alâkadardır. Meselâ; insan bedeni, bir elmadaki vitaminler ile alâkadar olurken ruhu da bu elmada tecelli eden lûtuf ve ihsana, kerem ve in’ama meftûn ve onların Sahib-i Zülkemâl’i olan Rahmân-ı Rahîm’e müteveccihtir.

İşte, irade sıfatından gelen Tekvinî şeriatiyle bu kâinat sarayında had ve hesaba gelmez bir nimet sofrasını insan bedeninin önüne seren Sani-i Kerîm; o insanın kalben ve ruhen terakki etmek için yapması icabeden şey­leri de Kelam sıfatından gelen şeriatiyle, yani emir ve nehiylerinin mecmu­ası olan Kur’an-ı Hakîm ile insanın önüne sermiştir.

Tekvinî Şeriat âhiretten ziyade dünyaya nâzır olduğundan, bu kâinat sof­rasından maddeten istifade etmek de ruhtan ziyade, bedenle alâkadardır.

Dünyadan ziyade âhirete nâzır olan Kur’ân-ı Hakîm ise, insanın hangi mânevî gıdalarla rıza-ı İlâhiye’ye ve saadet-i ebediyeye mazhar olacağını ve nelerden içtinabla gazab-ı İlâhî’den ve şekavet-i dâimeden mahfuz ka­lacağını bizlere bildirmiştir.

Ruhun bedenle, ebedî saadetin ise bu fani hayatla kıyas kabul etmeye­ceğini idrak eden insan, Kur’ân-ı Kerîm’in fermanlarına harfiyen riayete azami derecede hassasiyet göstermelidir.

Bedenini beslemek için kâinattaki ışıktan, havadan, sudan tut, ta sebze­lerin ve meyvelerin envaına kadar her şeye ihtimam gösteren ve bu noktada aza kanaat etmeyen insanın, bu ihtimamı çok daha fazlasıyla; ruh ve kalbi­ni besleyen mânevî gıdalara yani Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve nehiylerine karşı da göstermesi yaratılışının muktezasıdır. Bir insan, bedenini beslemek için bir cihetle kâinatı yiyor, yine de onu muhafaza edemiyor ve ölüyor. Ruhuna karşı ise hakikatın zıddıyla muamele ederek, sadece bir iman ettim demekle yetiniyor ve ruhun gıdası olan amellerde ihmalkârlık yapıyor.

Yalnız mücerred bir imanın ruh binamızı ayakta tutacağı ve onu ebedî saadete kavuşturacağı çok şüphelidir. Bedenimizin çeşitli gıdalarla beslen­mesi gibi, ruhumuzun da sıhhatını muhafazası ve terakki etmesi için birçok gıdalar alması lazımdır. Kur’ân-ı kerîm bütün ayetleriyle ve umum ehâdis-i nebeviye bu gıdaların neler olduğunu bize öğretmiş bulunmaktadır.

İnsan sadece ekmek yemekle iktifa etmediği gibi, sadece namaz kılmak­la da iktifa etmemelidir.

Bir kimse, bedenine ihtimam gösterirken, her âzasıyla alâkadar oluyor ve zararlardan muhafazaya çalışıyor. Meselâ, ayağındaki bir parmağına ehemmiyet vermemezlik etmiyor. Bu parmağa bir arıza geldiğinde bütün kuvvetiyle onun yardımına koşuyor. İnsan bu hassasiyeti ruhu için de gös­termeli ve işlediği hiçbir günahı küçük görmemelidir. Her günahın ruhta açtığı yara, muhtelif ve mütefavit olmakla beraber, en küçük günah dahi, misâldeki parmak yaralanması gibi, ruhu incitmektedir.

Meselenin diğer bir yönünü de yine bir misâlle izaha çalışalım: Bir padi­şahın muhtelif emirleri ve bu emirlere uymamanın da muhtelif cezaları var­dır. Cürümler ve cezalar muhtelif olmakla beraber, bütün cürümlerin müş­terek olduğu nokta, padişahın emrine riayet edilmemesi meselesidir. Bir kimse bu noktada küçük suçları da kendi nefsi itibariyle büyük addetmeli ve sultanın emirlerine itaatsizlikten şiddetle çekinmelidir. Aynen bunun gibi, küçük günahların büyük günahlarla ittifak ettikleri husus, her iki hâl­de de bu kâinatın Mâlik-i Ebedî’si ve Sultan-ı Sermedî’sinin emri hilâfına hareket edilmesidir.Yani, günahın küçüklüğüne değil, günahın kime karşı işlendiğine nazar edilmelidir.

Yukarıda izah ettiğimiz mesele, kendi nefsimizi günahlardan muhafaza için dikkate almamız gereken önemli bir nokta olmakla beraber, başkaları­nın günahlarını bu düşünce tarzıyla değerlendiremeyiz. Müsbet ve menfî bütün fiillerin fazilet ve mahzur; mükâfat ve ceza dereceleri en ince teferru­atına kadar dinimizce tayin ve tesbit edilmiştir.

İşlenen müsbet veya menfî bir fiile terettüb eden bu ceza veya mükâfatı noksanlaştırmak veya çoğaltmak hiç kimsenin haddi değildir. Binaenaleyh, kendi işlediğimiz küçük günahlarımızı büyük görerek sakınmaya çalışabi­leceğimiz hâlde, başkalarının günahlarını ancak dinimizin tesbit ettiği ölçü­ler içinde değerlendirebiliriz.

Mehmed Kırkıncı