Etiket arşivi: güzel ahlak

İslam’da kadınlar günü neden yok?

Cenab-ı Hakkın her işinde rahmetinin izi var. Bilmem bana katılır mısınız? İslam’ın kimi ibadetler için yıl içinde hususi zaman tayini yapmasını ‘omuzlarımızdaki yükün azaltılması’ gibi de görürüm. Neden? Belki biraz şundan: Birşeyin günü olduğu zaman diğer günler onun yükünden kurtulmuş gibi hissederler kendilerini.

İslam’da kurbanın günleri var. Orucun günleri var. Haccın günleri var. Bazı farzların onlara ayrılmış vakitleri var. Bu tayin aynı zamanda diğer zaman dilimlerindeki sorumluluğumuzu düşürüyor. Bir ölçüde yükümüzü sırtımızdan attığımızı hissediyoruz. Bir dahaki sefere kadar dinleniyoruz. Bekliyoruz. Güçleniyoruz. Toparlanıyoruz. Fıtratımızda varolan bir hakikat bu. Faturamızı ne zaman ödeyeceğimizi bütün bir ay düşünmemek için bile ona belirli günler tayin ediyoruz. Yalnız o gün hatırlamakla rahatlıyoruz.

Ancak insanlar arası hukuka dair şeylerde, fehmettiğim kadarıyla, böyle bir gün anlayışına sahip değiliz. Anneler günümüz yok mesela. Neden? Çünkü güzel ahlakın günü olmaz İslam’da. Böylesi meselelerde sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman dilimine iman etmemişiz. Kadınlar günü de açımızdan öyledir. Kadınlara karşı sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman yoktur ki günü de olsun.

Batı’da böylesi günlerin tayini/tesbiti o hususlardaki ihmallerin neticesi olarak gelişmiştir. Yani ihmallerin bir ölçüde telafisi için geliştirilmiştir. İslam şeriatı insan hukukuna dair hususları ihmal etmemiştir ki böylesi günlerle o eksiğini itmam etsin. Tamamlasın.

Şimdi biraz da şu soruyla yüzleşelim: Böylesi ‘belirli günler’ ilgili oldukları şeylere dair sorumluluklardan kaçmamızı mı sağlıyor yoksa sorumluluğumuzu mu arttırıyor? Eğer, Batı toplumu gibi, bu gibi sorumluluklardan hepten bir haber bir zemine sahip olsaydık, evet, belki de bugünler dünyamıza şu manaların duhülüne sebep olacaktı. Ancak, ebeveyne ‘öf’ bile demeyi yasak bilmiş bir toplumda anneler günü icad ettiğiniz zaman, bu, insanlarda ‘bütün bir ömür sorumlu olduğu şeyden azâd edilmişlik hissi’ doğuruyor.

Ya bunu doğuruyor yahut da ötekini anlamsızlaştırıyor. Huzurevine bıraktığı bir annesi olmayan, belki de annesiyle zaten aynı evde yaşayan bir evlat, anneler günü ne yapacağını bilemiyor. Anne de aynı hissi yaşıyor. Bu bizim üzerinde yükseldiğimiz değerler manzumesiyle ilgili birşey. Kimliğimizle ilgili birşey.

Şöyle bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım ifadesini arzu ettiğimizi: Beş vakit ve her gün kıldığımız namazlar yerine bize ‘namaz günü’ diye bir gün verilseydi ve denilseydi ki: “Namazın önemini bu günde anacağız!” Bu bir müslüman için tuhaf olurdu. Çünkü dindarlar için günün tamamı namazdır. Namazın günü yoktur ki. Zannederim böylesi günlerde yaşadığımız ‘ayağımızı nereye basacağımızı şaşırma’ hissi biraz da kökenlerimizdeki tanım farklılıklarıyla ilgili. Ya onunla yahut da artık böylesi başlıklara ‘gün ayarlayacak’ kadar onlardaki dikkatimizi/özenimizi yitirmekle…

Nihayetinde mürşidimin şu ifadelerine geliyorum: “Asya’da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü, Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.

Ahmet AY – risalehaber.com

Yeni Toplumun İnşasında Adalet Ve İbadetin Birlikteliği

I. Yeni topluma doğru

Çağın seküler dünyasında “kirlenmiş devlet, kirlenmiş toplum” çevresinde şikayetlerin tahammül sınırlarını zorlayan boyutlarda olduğu görülüyor. Bunun karşılığında “temiz devlet” ve “temiz toplum” üzerine birçok görüşler ileri sürülmekte; varolan dengesizliğe çözüm yolları aranmaktadır. E. Fromm’a göre yeni bir toplumun doğuşu, ancak kendi gelişmesi ile birlikte yeni bir insan geliştirdiği zaman gerçeklik kazanabilir. Hatta bugünün insanlarının temel değerlerinde ve düşünce biçimlerinde rastlanılan karakter yapısının tümden değişmesi tek çıkar yoldur. Bu ise yeni bir ahlâkın doğmasına ve tabiata karşı yeni tavır almasına bağlıdır.1 Böyle olmadığı takdirde, insanlar eski şartlara (moderniteye) uygun değerler ve davranış biçimleri ile yeni şartlara tepki gösterdikleri sürece, sürekli artan şok dalgaları, kirlenmeler ve sürprizlerle yüz yüze gelmek zorunda kalacaklardır.2 Böylece aranan yeni oluşumların gerçekleşmesi diye bir şey olmayacaktır.

Toplum düzeninin sağlanmasında temel değer “adalet”tir. Kirlilik denilen şeyin gerçekte adaletsizlik olduğu genel kabul gören bir husustur. Global bir hastalık olan “kirlilik” veya adaletsizlik-dengesizlik kendi devlet ve toplumumuzda diğer toplumlardan geri değildir. Bu kirli ve adaletsiz arenada, Bediüzzaman’ın 1922’de milletvekillerine yönelik kaleme aldığı “Namaz Beyannamesi”ni3 hatırlatmamak mümkün mü? Cumhuriyetin arifesinde “Ankara Hükûmeti”nin davetine icabet eden Bediüzzaman’ın öncelikle ibadet çevresinde hakim değerleri nazara vermesinin manidarlığı şimdi anlaşılıyor. Bediüzzaman ilgili namaz beyannamesinde, inanç-ibadet ve bunların dayandığı dinamiklere itimat edilmesi gereğine; buna dayanmayanların “safsata-i nefs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul” edeceklerine işaret eder ve bu tip insanlarla “hakiki ve ciddi iş görülmez” hükmü üzerinde durur. Özellikle Anadolu insanının, yöneticilerinde itimat unsuru olarak aradıkları ilk şartın namaz kılıp kılmamaları olduğu örneğini veren Bediüzzaman; “Namaz kılarlarsa mutlak emniyet ederler” der. Yok eğer kılmıyorlarsa, “Öylelerine nasıl itaat edeceğiz?” sorusunu aynı insanların ağzından nakleder. O bu suretle öncelikle fert fert insanların “ben”lerine gönderme yapmaktadır.

Said Nursî, idarecilerin adalet hissine sahip olmalarının, bunun ise ibadet ve onun insan üzerindeki müsbet tesiri ile yakından ilişkili olduğunu biliyordu. Konuya sosyal psikolojik yaklaşımda bulunarak yöneticilerin yönetilenler tarafından “taklid” edildiğini de hatırlatarak, işgal edilen statünün önemine dikkat çekiyordu. Yine vurguladığı gibi, “hukukullah, hukuk-u ibadı tazammun ediyor”du. Özellikle yöneticilerin sorumlulukları bu noktada yoğunluk kazanmaktadır.

Konuyu Gazalî’nin ilgili yaklaşımıyla daha netleştirebiliriz. Gazalî’ye göre muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlâkına bağlıdır. Yani insanlar nefislerinde ne derece adaletli iseler siyaset ve muamelatta da o derece adaletli olurlar. İnsanlar ferdî olarak nefislerinde adaleti kurmadıkça cemiyette adalet kurmak mümkün değildir. Adaleti nefislerde, muamelatta ve siyasette olmak üzere üç sahada kurmak lazımdır.4 Kısaca, üstümüze düşen vazifeyi gereği gibi yapmıyorsak, kendimize karşı dürüst olmamız da imkânsız hale gelecektir ki, bu, topluma karşı da adil olunamayacağının işareti olmaktadır.

Burada görülen, hayata yansıyan ahlâkî, adil, kısaca faziletli yapıp etmelerde insanın duygularının ve değerlerinin kaynağının sıhhatliliği ve insanın ilgili değerleri içselleştirmiş olmasının önemidir. İnsanın müsbet tavır ve davranış sergileyebilmesi için büyük ölçüde bu yönle ilgili tutumlara sahip olması gerekir. Yani ferdin şeylere, durumlara, insanlara karşı tepkileri üzerinde, yönetici ve dinamik etki yapan ve geçirilen tecrübelerle donatılmış ruhî ve zihnî istidat ya da eğilimlerinin varlığı şarttır. Bu yöndeki tutumların esas unsuru inançtır. Sağlam bilgi ve inanç ve aynı temelden kaynaklanan değerlerin talimi ve yaptırımı sonucu olarak insandan ancak ve ancak müsbet eğilimler ve davranışlar beklenir. Bu bakımdan, gerçekte olumlu keyfiyetler insanın içinde olup biten fenomenlerdir. Diğer bir ifadeyle, insanın iç dünyasına ait temel duygular, değerler sistemi ve bu değerler sistemiyle ilgili duyguların eğitimi ile ilgili bir durumdur. Bu olgular sağlam bir değer ölçüsünün direktifiyle ve bu değerlerin içselleştirilmesi sonucu dışa olumlu davranışla yansıması suretiyle karşımıza çıkarlar.

Sosyolojik olarak bilinmektedir ki, beşerî varoluş, insan ile bedeni ve insan ile dünyası arasında durmadan bir ‘denge kurma faaliyeti’dir. Diğer ifadeyle, insan sürekli bir ‘kendine hakim olma’ süreci içerisindedir. Ancak bu süreç içerisinde insan bir beşerî dünya üretir.5 Bu anlamda beşerî bir ürün olarak devlet, fertlerin toplamından müteşekkil toplumun siyasal örgütlenmesidir. Amacı ise, fertlerin temel ve ortak yararlarını, toplumsal alanda en temel değer olan ‘adalet’le ‘dengede’ koruması olmaktadır. O vakit devlet ‘adaletli devlet’ veya ‘adalet devleti’ sıfatını taşır. Bunun dışında ‘kirlilik’ denilen olgu gerçekte dengesizliğin, yani adaletsizliğin kendisidir. Mesele sadece devlet meselesi de olmayıp, ‘tüm toplum’ gerçeğini içeren muhtevaya sahiptir.

Fert-toplum ve devlet arasında doğru orantılı bir ilişkiden söz edilebilir. Büyük ölçüde toplum fertlerin, devlet toplumun tabiî göstergesidir. Şayet ‘adaletli devlet’ten bahsedilecekse, bu, bir ön şart olarak insanı ele almayı gerekli kılar. Devlet toplumun, toplum ferdin keyfiyetine göre renk ve şekil alır. Fert olarak ne iseniz toplum olarak o olduğunuz gibi, toplum olarak nasılsanız devlet olarak da o’sunuz demektir. Topluma davranış olarak yansıyan iş ve oluşların niteliği bizim keyfiyetimizin somutlaşmış simgeleridir. Güzellikler ve kemaller insanın tutum ve eylemleriyle anlamlı hale gelir. Tutum ve davranışların dayandığı değerler sisteminin keyfiyeti temel öneme sahiptir. Ancak fazilet değerlerine sahip bir ahlâktan adalet beklenebilinir. Hakkın rızası ve bu dairede ferdin ve toplumun yararına olan tüm faydalı eylemler, faziletler olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde, güzellik ve kemal (fazilet) değerlerini içselleştirmiş fert, ‘insan-ı kâmil’ mânâsını taşır. Kâmil insanların oluşturduğu toplum ‘fazilet toplumu’ olarak karşımıza çıkar. Böyle bir toplum ‘adalet devleti’ni netice verir. Şüphesiz burada önemli problem toplumu oluşturan fertlerin istenilen nitelikte var kılınmasının, adaletin fert ve toplum hayatında inşasının zorluğudur. Bu açıdan bakılınca, yeni beşerî dünyanın oluşmasında temel iki değer olan adalet ve ibadet ile bu iki değerin ilişki niteliğinin bilinmesi, değerlendirilmesi ister istemez gündeme gelme durumundadır.

II. Adalet ve ibadetin birlikteliği

Adalet, ahlâkî bir kavram olarak düşünüldüğünde, ‘davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak’ anlamlarına gelir.6 Ayrıca ‘orta yol, istikamet, denge’ anlamlarını da taşır. Bilinen örfî anlamının dışında adalet ‘yalanı olmayan, diyaneti tam, akide yönüyle Ehl-i Sünnete mensup, her çeşit fısk ve fücurdan uzak olan kimse’nin vasfını ifade eder.7 Böyle kimselere adil veya adalet sahibi denir.

Adaletin anlamında daha kapsamlı yaklaşımlar da vardır. Nitekim Kınalızade, Ahlâk-ı Alâî kitabında adaletin nevilerini on iki noktada toplamaktadır. Kısaca belirtirsek, bunlar, sadakat (saf dostluk), ülfet (karşılıklı uyum ve sevişme), vefa (hakka bağlılık), şefkat (başkalarının dertlerini paylaşmak), sıla-i rahim (akrabalarıyla ilgilenme), mükâfat (iyiliğe fazlasıyla karşılık verme), hüsn-i şirket (müşterek işlerde iyi davranmak), hüsn-i kada (herkese karşı dürüst davranmak), teveddüd (akraba ve dostlarının sevgisini kazanmak), teslim (her şeyi ile ilahî iradeye dayanmak), tevekkül (Allah’a güvenmek) ve son olarak ibadet (kulluk etmek)’tir.8 Görüldüğü gibi, bir denge kavramı olan adalet, ibadetle içiçe yer alan değerler bütünü olarak, bir ayrılmazlık taşıyor. İslâm değerler sisteminde ‘din,’ güzel ahlâk olma mânâsında, aynı zamanda hak ve adalettir. İnsan için, ahlâklı olmak adil olmanın diğer bir ifadesidir. En genel ifadesiyle ibadet ‘Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden sakınmak’tır.9 İslâm, ibadete kapsamlı bir bakış açısı getirmiştir. İslâm’da ibadet, namaz gibi belirli ibadetlerin yanında ve bunun ötesinde ihlasla yapılan ve Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve rızasını kazanmak amacını taşıyan her türlü faydalı (hayır) amelini, insanın karşılığını görecek bir ibadet hareketi olarak kabul etmektedir.10

Gerçekte, ibadet ve adalet, iç içe, biri diğerinin lazımı olarak gelişmektedir. Konumuz şayet adalet ise ve bu bir ‘hak’ temeline dayanan ‘ihkak-ı hak’ın tahakkukuna bakıyorsa, insan ibadet yapmakla Yaratıcıya karşı olan hakkını yerine getiriyor, adaletli davranıyor demektir. Eylemin özü itibarıyla, adalet ve ibadet, hakkın ifasıdır. İnsanın yoktan varlığa çıkarılarak binbir ihtimaller içerisinde mahlukatın en eşrefi statüsünde yeryüzünün halifesi olarak yaratılıp mikrokozmos ve makrokozmos kâinatın nimetlerinde tasarruf etmeye yetkili kılınmasının bir hak ve sorumluluğu da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Bediüzzaman’ın deyimiyle “ibadet abdin Allah’a karşı bir hizmetidir.”11 Açıktır ki, inkârı mümkün olmayan ‘hukukullah’ı ihmal eden kişi, bu en büyük adaletsizliği işleyebildiğine göre, çevreye ve diğer insanlara karşı hakkaniyetli davranmama konusunda da en küçük bir tereddüdü olmayacaktır. Bu bakımdan, denilebilir ki, adalet Allah’a ibadetle başlar.

Daha sonra insan ve çevre hakkı gelir. İnsanlık tarihine eğildiğimiz zaman, şunu görüyoruz: İnsan, ‘hukukullah’a riayet etme, O’na ibadet etme, kul olma keyfiyetine göre, insan ve çevre haklarına saygılı olur. Tersinden düşünüldüğünde, Allah’ı tanımayana her şey meşru olacaktır.

Burada ibadetin temel dinamiği olan manevî inancı, bu inancın insan üzerindeki potansiyel yaptırımını öncelikle hatırlamak gerekir. Öldükten sonra bir Mahkeme-i Kübra’da her şeyin hesabını vereceğine inanan insan, hakkı olmayan iş ve oluşlardan uzak durur. Bir bakıma, inancın gereğinin yaşanması ibadet olmaktadır. İnsan, hukukun emredici ve yasaklayıcı esasını ibadet ile, bir gönül eğitimi şeklinde içselleştirip hayata yansıtmış oluyor.

İslâm düşünürleri, insanla ilgili (nefs, kalb ve akla ait) üç kuvvetin vasat mertebede tezahürünü adaletle açıklar ve ‘adalet’le ‘sırat-ı müstakîm’i birbiriyle ilişkili biçimde izah ederler. Kur’ân’ın anahatlarıyla üzerinde durduğu dört unsuru sıralarken, bunlardan ‘adalet ve ibadet’i birlikte tek şık halinde belirten12 Bediüzzaman da, aynı yaklaşımda bulunur. Ona göre, “Sırat-ı müstakîm; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir.”13 Tüm sapma ihtimallerine rağmen ilgili temel duyguların denge düzleminde yer alması, bu suretle adaletin gerçekleşmesi için ibadetin yaptırımına ihtiyaç vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi (Fâtiha), ‘sırat-ı müstakîm’in ahlâkî değerler dizisinin, insan-Yaratıcı ilişkisi ile subjektif düzeyde gerçekleştiğini, bir ‘dua’ ile belirtir. “Bizi doğru yola ilet!” Bu dua, doğru yol bizim dışımızda nesnel olarak belirtilmiş olsa bile, iç âlemimizde bu huzur ve düzeni gerçekleştirmemizin ancak Yaratıcı ile ‘dua’ (ibadet) ilişkisini korumamız, ilahî sevgiyi gönlümüzde duymamız ile mümkün olacağını gösterir.14

Yine Bediüzzaman, ibadetin insanın tüm derunî duygu, kabiliyet ve eğilimleri üzerindeki yaptırımını şu şekilde belirtir: İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren ibadettir; istidatlarını inkişaf ettiren, meyillerini temyiz ve amellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini tevsi ve intizam altına alan ibadettir; şeheviyye ve gadabiyye kuvvelerini had altına alan, zahirî ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden ibadettir; insanı mukadder olan kemalatına yetiştiren ibadettir; abd ile Mâbud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet ancak ibadettir.15 İbadet insanın varlık yapısındaki taşkınlığa eğilimli temel duygularını terbiye etmekle adaletin oluştuğu ortamı ona müsait hale getiriyor. İbadetin yaptırımıyla temel duygular sapmaya (adaletsizliğe) gitmeden, denge noktasında ‘adalet’in potansiyel gücünü oluşturur.

Konu, farklı ve daha teknik bir söylemle de açıklanabilir. Kâinattaki her bir varlık ve elbette insan, kemal değerini Allah’ın isim ve sıfatlarına âyine olma keyfiyetine göre kazanır. İradesiyle ubudiyet dairesine giren kişi, bu noktada ‘Rububiyet dairesi’ ile karşılıklı iletişim içerisinde olur. Rububiyet, Allah’ın ‘terbiye ve tedbir etmesi’ olduğundan, bunun bir gereği olarak ibadet eden kişinin içsel alanı, ‘rububiyet’ gereğince ‘terbiye’ olur. İlahî varlığın iradesine uygun olarak kişiyi gelişmeye zorlayan, ‘ben’likten daha geniş bir alana yayılan bir keyfiyettir bu. Hatta, ibadetin bir iç boyutunu ifade eden tasavvufun, fazilet değerlerinin içselleştirilmesiyle insanın disiplinize edilmesinde etkin bir disiplin dalı olması, bu bakımdan ayrıca hatırlanmalıdır. Böylece, kulluk görevini ve ‘hukukullah’ı yerine getirmek için ibadetle Rabbine yönelen kişinin Rububiyet hakikatı ile bütün aşırılıklarının terbiye olması sonucu, bu keyfiyet onu (insanı) sosyal hayatta ‘adil’ davranmaya ve adaletin gerçekleşmesine yöneltir.

Burada bellibaşlı farz ibadetlerin, fert ve toplum hayatına kazandırdığı faziletlerden bazı örnekler sunmak mümkündür. Meselâ namaz, inancın pratiğe dökülmesiyle ‘eylemin anlamlılığını’ insana talim ettirir. Namaz inanılanın yapılmasını, değerin yaşanmasını, sözün yerine getirilmesini, muhataba teşekkürü, tatbikî olarak insana öğretir. Namaz, aynı zamanda, meşru olana yönelmenin gerekliliğinin ve meşru olmayana karşı ‘red’ tavrı alınmasının ifadesidir. İnsanın kendini vakte ayarlamasıyla ‘zaman bilinci’ni, grup halinde yaşamanın gerekliliğini, ‘birlik ruhu’nu, yaşatarak öğretir. Namazın istenilen şekilde yerine getirilmesi, iyi eylemlerde bulunma ve eylemi iyi yapma gibi iş-görev şuurunu yerleştirir.

Rabbanî terbiye metodu olan oruç ibadeti ise, insandaki aşırı duyguları en etkili şekilde disipline etmenin ifadesidir. Özellikle Ramazan’daki oruçlu hayat, nefse ait aşırı duyguları dengeleyen ve ruhu tekamül ettiren tasavvuf eksenli hayattır. Görmediği Rabbini görmüş gibi inanan, inancının gereği hiç kimsenin olmadığı yerde ‘yemeyip’ oruç tutan bir insan, benzer konumda, kendisine ait olmayan bir dalı da aynı inançla ‘haram’ diye yemeyecektir. Hayatın yemek içmekten ibaret olmadığını ve şehevî arzuların istenildiğinde kontrol edilebileceğini, oruç, çarpıcı biçimde yansıtır. Oruç yasağı, haramı ve ona karşı takınılacak tavrı, yani ‘iffet’i öğretir. Helâl bile olsa her şeyin bir zamanının olduğu ‘iftar’ bekleyişlerinde talim olunur ve bu doğrultuda sabır kuvvetini kullanma eğitimi de yaşanır. Kişi, “Tok açın halinden anlamaz”lığını, ‘yaşanmadan bilinmez’i bizzat yaşayarak öğrenir. Bu, ona, toplumsal yaşantıda ‘sosyal empati’ kazandırır. Birlikte çekilen açlığın birlikte çekilecek zorlukları yenmede nasıl etkili olduğu, yine orucun kazandırdıkları arasındadır. Kişi, gerektiğinde bir mânâ ve ideal uğruna bütün eşyayı elinin tersiyle itebileceği izzetli halin psikolojisini oruç tutarak çok canlı yaşar.

Kısaca, insan, ibadetin sağladığı iç disiplin ile iffetli, hikmetli, şecaatkâr, yani ahlâklı ve adaletli davranış sergilemeye yönelir. İslâm’ın ibadet anlayışı çok yönlü gönüllü eğitim ile insanın duygularını terbiye edip müsbet yöne eğilimli kılarak, olabilecek kötü davranışlara önceden mani olur. Haksız davranışlarda bulunan, suç ve günah işleyenleri manevî bir rehabilitasyon ile tekrar topluma kazandırır.

Sonuç olarak, içinde yaşadığımız çağın önemli problemleri, aslî kaynağından koparılmış ruhun kirlenmesinin sonucundan başkası değildir. Bu, bir anlamda, “Testinin içinde ne varsa dışına o sızar” özdeyişinin ifadesidir. Dışa sızan kezzap, testinin içinden haber verir. Aynı şekilde, modern toplumda zulüm, tecavüz, vb. davranış bozukluklarının insanın iç dünyasının hasta ve bozuk yapısından haber verdiğini bilmeliyiz. Günümüzde şayet adalet, dostluk ve kardeşliğin yerine zulüm, düşmanlık gibi kirlilikler hüküm sürüyorsa, bu, öncelikle insanın kendisiyle, inanç, düşünce ve dayandığı değerler sisteminin kaynağı ve bu kaynakla olan ilişkilerin boyutu ile ilgili bir problemi haber vermektedir. İnancın ‘tevhid’ karakterine, ibadetin ‘ihlas’ ruhuna, eğitimin ‘manevî terbiye’ boyutuna ihtiyaç duyulduğunu anlamamız gerekir. Toplumdaki adaletsizlik fertteki adaletsizlikten, bu ise iç disiplinsizlikten kaynaklanır. Dış disiplinin iç disiplinin, iç disiplinin ise ibadetin eseri olduğunu söylemenin tek orijinalliği, yitirilmiş bir değerin yeniden hatırlatılmış olmasıdır.

risaleinurenstitusu.org

Dipnotlar:

1. Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmamak, çev. A. Arıtan, 6. baskı, İstanbul: Arıtan, 1995, s. 34-35.

2. Ervin Laszlo, Evrensel Düşünmek, çev. İbrahim Serhat, İstanbul: İşaret, 1992, s. 97.

3. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, İstanbul: Sözler, 1976, s. 126-127.

4. İmam Gazalî, Hakikat Bilgisine Yükseliş, çev. Serkan Özburun, İstanbul: İnsan, 1995, s. 91.

5. Peter L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Coşkun, İstanbul: İnsan, 1993, s. 32.

6. Mustafa Çağrıcı, “Adalet,” İslam Ansiklopedisi, C. 1, Türkiye Diyanet Vakfı, s. 341.

7. İbrahim Canan, İslam Işığında Anarşi, 2. baskı, İstanbul: Cihan, 1984, s. 419.

8. Kınalızade A. Efendi, Ahlâk-ı Alâî, İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser, s. 111.

9. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, çev. Abdülmecid Nursî, İstanbul: Sözler, s. 24.

10. M. Ahmed ez-Zerka, “İslâm’da İbadet Anlayışı,” Makaleler, der. Hurşid Ahmed, Konya: Selam, ty, s. 156.

11. İşârâtü’l-İ’caz, s. 22.

12. a.g.e., s. 11.

13. a.g.e., s.24.

14. Hüseyin Hatemi, Batılılaşma, İstanbul: Bir, 1987, s. 206.

15. İşârâtü’l-İ’caz, s. 24, 94.

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (II)

3-KUR’AN IŞIĞININ ÜÇÜNCÜ MU’CİZELİK KAYNAĞI: KUR’AN’IN CÂMİ’İYYETİ VE KÂİNATIN KATALOĞU OLUŞU

Bir kitap, ancak bir iki fende ana kaynak olabilir. Daha fazlasına giremez. Aksi takdirde müellifinin uzmanlık alanı dışındaki ilimlerde sathîlik ortaya çıkar. Hâlbuki Kur’an’ın beş noktadan öyle bir câmiiyyeti yani toplayıcılığı ve kapsamı vardır ki, bütün kâinâtı yaratan Allah’dan başkasının kelâmı olması mümkün değildir. Şöyle ki;

Kur’an’ın lafzında câmi’iyyet vardır; yani Kur’an’ın lafızları öyle dizilmiş ki, her bir kelâmın, hatta her bir kelimenin ve hatta her bir harfin çok manaları bulunmaktadır ve her muhataba ayrı ayrı bir kapıdan dersini ve hissesini verir.

Kur’an’ın manasında câmiiyyet vardır; yani Kur’an bütün müçtehitlerin kaynaklarını, bütün âriflerin manevî zevklerini, bütün Allah’a kavuşan evliyanın meşreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini ve bütün araştırmacıların fikir ekollerini, mana hazinesinden desteklemekle beraber, hepsinin de rehberi ve üstadı olmuştur. İbn-i Sina, kendisinin hayatına dil uzatanlara, haftada bir defa Kur’an’ı hatmettiğini söyleyerek kaynağının Kur’an olduğunu açıkladığı ve Fahreddin-i Râzi 30 ciltlik tefsirini ve çok değişik ilimlere dair 400’ün üzerinde eserini yazarken Kur’an’dan yararlandığını itiraf eylediği gibi, bu zata benzer tarzda Muhyiddin-i Arabî gibi farklı kulvarda koşan âlimler de, tek kaynaklarının Kur’an olduğunu beyân eylemektedirler. Meslekleri ve meşrebleri birbirinden farklı olan bu kadar âlim ve manevîyât erenine üstadlık etmek ancak Allah kelâmına ait bir vasıftır.

Kur’an’ın kaynaklık ettiği ilimlerde de câmiiyyeti vardır. Gerçekten Kur’an İslam hukukunun temel kaynaklarından birincisini teşkil ettiği gibi; kâinatla ilgili fizik, kimya ve matematik tarzı ilimlerin de kaynağı ve mürşidi olmuştur. İlâhî ilimler dediğimiz ve felsefenin cevap vermeye çalıştığı inanca ve ahlaka ait ilimlerin üstadı Kur’an olduğu gibi, tasavvuf ilminin de kaynağı Kur’an olmuştur. Kısaca Kur’an, âlem-i vücub dediğimiz Allah’ın Zat, sıfat ve isimleriyle alakalı ilimlerde; âlem-i imkân dediğimiz evrenle ilgili ilimlerde ve nihayet âhiret âlemi hususundaki ilimlerde, bütün insanlığa rehber olmuştur. Hukuk tarihî Devletler umumî hukukunun temellerinin, sadece ve sadece XVII. yüzyılda Avrupalı hukukçu H. Grotious tarafından atıldığını kayd ederken, Kur’an’ı kendisine kaynak kabul eden İmam Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî, VIII. asırda İslam Devlet Hukuku kitabını kaleme almıştır. Otomotik makinalar XX. yüzyılın yüzünün akı olarak gündeme gelmişken, Kur’anı kendisine üstad kabul eden Ebül-İzz, XIII. asırda 60’dan fazla otomotik makinanın planlarını çizmiştir. Galile, dünya dönüyor dediği için idama mahkûm edilirken, İslam âlemi Kur’an’ın talebeleri olan İmam Şafi’î’nin El-Ümm adlı eserinden ve Fahreddin-i Râzi’nin Et-Tefsir’ül-Kebir’inden dünyanın yuvarlak haritalarını çizmeye başlamışlardır.

Günümüz ilimlerinden bir misal verecek olursak, Kaptan Cousteau’nun Müslüman olmasına vesile olduğu belirtilen şu misali vermemiz gerekecektir. Kur’an’ın ‘İki denizi salıvermiş, birbirlerine kavuşuyorlar. Fakat birbirine karışmaya engel olan ilahi bir perde var’ mealindeki Rahman suresinin 19-20. ayetleriyle ve de ‘O Allah’dır ki, iki denizi salıverdi. Şu birisi tatlı ve susuzluğu giderir; bu ise tuzlu ve acıdır. Aralarında da kudretinden bir engel ve birbirlerine karışmayı önleyici bir perde koymuştur.’ mealindeki Furkan Sûresinin 53. ayetiyle ifade edilen bilimsel gerçek yeni yeni ortaya çıkarılabilmiştir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu var ve kendine has canlıları barındırıyor. Atlas Okyanusu ise tamamen farklı özelliklere sahip. Ancak bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli var. Hatta denize hızla dökülen büyük nehirlerin suları, birleşme noktasında deniz suyuna karışmamaktadırlar. Bu karışmaya mani olan kanun, ancak çağımızda tesbit edilebilmiştir.

Kur’an’ın dünya ve âhiret hayatını düzenlemek üzere vaz’ ettiği hükümlerde câmi’iyyet vardır; yani Kur’an’ın hükümleri ile İslam Hukuku denilen öyle bir hukuk ve ahlak nizâmı ortaya çıkmıştır ki, insana ait her hali kurala bağlamış ve her hükmünde de insanlık için hep yarar olduğu görülmüştür. Hukuk dalından olan misale gelince, önemle arz edelim ki, günümüzde bilinenin ve bize okullarda öğretilenin tersine, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının tarihî gelişimi açısından, Batı ile Doğu ve daha doğrusu İslâm Hukuku ile diğer beşerin irâdesinin mahsûlü olan hukuk sistemlerinin durumu, %100’e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca bahsettiğimiz 1215 tarihli İngiliz Magna Carta’sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arz ettiği önem, sadece İslâmiyet dışındaki ve daha doğrusu İslam ülkeleri dışındaki devletler açısından doğrudur. Zira İslâm Hukukunda Batı’da çok zor şartlar altında elde edilen insana ait hak ve hürriyetler, uygulamadaki suiistimaller ve yanlış uygulamalar dışında, başından beri İslâm Hukukunda mevcuttur. Zira İslam âleminde, Hz. Peygamber devrinde yani miladî VII. asırda hazırlanan Medine Anayasası diyebileceğimiz Sahife adlı metin, ilk hak ve hürriyetler beyânnâmesi olarak vasıflandırabileceğimiz Veda‘ Hutbesi ve Kur‘an ile hadislerdeki insana ait hak ve hürriyetlerle alakalı beyânlar, günümüzdeki anlamıyla birçok hak ve hürriyetleri tesbit ve tayin etmiştir.

Şu hakikatı da belirtmeden geçemeyeceğiz: İslâmiyet’te insana Allah’ın mahlûku muhterem ve aziz bir varlık olarak bakılır. Yunus’un “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü” şeklindeki esprisi, özellikle yükselme devirlerinde çok açık bir şekilde İslâm Hukukuna hâkim olan espridir. İsterseniz insana ve onun haklarına saygıyı muvakkaten bir tarafa bırakarak, hayvanlara bile ne derece saygı gösterildiğini, bir belge ile sizlere takdim edelim; daha sonra insana ve hukuka saygı üzerinde duralım:

Evvelâ hatırlatalım: Batı dünyasında hayvan hakları kavramı 19. asrın son çeyreğinde gündeme gelmişken ve Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisini 1948’de kabul etmişken, aynı esaslar ve hatta daha ilerideki bazı kâideler, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Misal olsun diye II. Bâyezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnamesindeki şu hükmü beraber mütala‘a edelim:

“Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele.”

“Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te‘âla yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer‘î hükmi vardır.” .

Hayvanların ve hatta karıncanın hukukuna bile tecâvüzü yasaklayan bir inanca sahip olan bir hukuk sisteminin, suiistimallerin dışında insanların hak ve hürriyetlerine saygı göstermemesi mümkün değildir.

Kur’an’ın ihtiva ettiği konular ve maksatlarındaki câmiiyyettir. Yani Kur’an, sadece bir fizik, kimya veya coğrafya kitabı değildir. Belki insan ve onun görevleri, Kâinâtı yaratan Allah’ın tasarrufları, yer ve gökler, dünya ve ahiret, geçmiş ve gelecek, ezel ve ebed, ilk yaratılıştan kabre girmeye; yeme içme adabından kaza ve kader konularına kadar her şey Kur’an’ın konuları arasında yer almaktadır. En önemlisi de, Kur’an bu mevzuları anlatırken aralarındaki müvazeneyi bozmamıştır.

4- KUR’AN IŞIĞININ DÖRDÜNCÜ MU’CİZELİK KAYNAĞI: TE’SİS ETTİĞİ İSLAMİYET MEDENİYETİDİR

A) Kur’an’ın ihtiva ettiği ve beşeriyete hediye eylediği İslamiyet dinidir ki, benzerine ne geçmiş ve ne de gelecek muktedir değildir. Kur’an’ın getirdiği ahlâk ve medeniyet nizamının dünyada misli görülmemiştir. Zira bu medeniyet, Arap Yarımadasında yaşayan vahşi, âdetlerine mutaassıp ve de inatçı bir kavmi, hem içinde bulundukları kötü ve vahşiyane ahlâklarından kısa zaman içerisinde kurtarmış ve hem de bütün güzel ahlâk ile teçhiz edip dünyaya muallim ve medenî milletlere üstad eylemiştir. Kısa zaman içinde kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin mürebbisi ve gönüllerin sultanı olmuştur. Bu hükmümüzün en canlı şahidi, İslâm’dan evveI Ömer ve İslâm’dan sonra Ömer’dir.
Bir başka yaşanmış misali ise, beraber dinleyelim: Hz. Ömer devrinde Sa’d bin Ebi Vakkas Irak cephesi kumandanıdır.

Müslümanların önlerindeki bütün maniler bertaraf olmuş ve sıra Sasani İmparatorluğuna son vermeye gelmiştir. Hz. Sa’d, son darbeden önce, Sasani İmparatoru Yezdgürd’e Nu’man isimli bir sahabenin başkanlığında mürahhas bir hey’et göndermiştir. Sasani devletinin başşehri olan Medâyin’e İslâm heyeti gelince, atları eğersiz ve belleri silahsız olan bu insanların fakir oldukları yüzlerinden okunuyordu. Kisra, sarayını en güzel tarzda tefriş etmiş ve huzuruna kabul ettiği Müslüman elçilere ne için geldiklerini sormuştur. Heyet başkanı Nu’man, önce İslâm’ı anlatmış ve sonra da şu veciz ifadeyle maksatlarını açıklamıştır:

“İki teklif ile gelmiş bulunuyoruz; ya cizyeyi vermek yahut harbetmek.”

Bu cevaba çok sinirlenen Kisra, karşısındakileri hakir görerek hakaret etmeye başlamıştır. Bütün milletlerin en sefili ve en fakiri olduğunuzu unutuyor musunuz? Siz değil miydiniz, yemek yediğinde ağzını, bevlettiğinizde bilmem neresini aynı eteği ile silen Araplar? Siz değil miydiniz birbirinize düşüp de size komşu olan valilerimi gönderip yola gelmeniz için emir verdiğim eşkıyalar?

Bu hakaretleri gayet sükûnet ve vakarla dinleyen Müslümanlar adına Hz. Muğîre şu cevabı vermişti:

“Bu zatların hepsi Arap kabile reisleridir. Onların tahammülkâr asâletleri dolayısıyla söz söylemeye ihtiyaç görmüyorum. Fakat söylenmesi icab ettiği halde henüz söylenmeyen bazı sözler var ki, ben bunları ifade etmeye çalışacağım. Bizim eskiden fakir ve rezil bir hayat yaşadığımız ve yanlış yol takip ettiğimiz doğrudur. Biz hep birbirimizi yerdik, bu da doğrudur. Kızlarımızı diri diri gömerdik, bu da doğrudur. Ancak Allah bize, en asil ailemizden bir peygamber gönderdi ve o da bize Kur’an’ı öğretti. Önce onu da reddettik, isyan ettik. Ne zamanki onun hidayetine sarıldık, işte bu hale geldik. Peygamberimiz ne derse Allah’ın irâdesiyle söyler ve ne yaparsa O’nun emriyle yapar. Kısaca peygamberimiz bize bu dini bütün dünyaya tanıtmamızı emretti. Bu dini kabul edenlere kardeş muâmelesi yapmamızı buyurdu. Dinimizi kabul etmeyip cizye verenlere ehl-i zimmet nazarıyla bakmamızı emretti. Bu iki teklifden birini kabul etmeyenlerle aramızda ise hüküm, kılıçdır” .

Şimdi düşünelim; sigara gibi küçük bir âdeti küçük bir cemiyette büyük bir hâkim hem de büyük bir himmetle ancak devamlı kaldırabilir. Hâlbuki Kur’an, getirdiği ahlâk ve medeniyet nizamı ile inatçı ve mutaassıp büyük milletlerden, görünüşte küçük bir kuvvet ve az bir himmetle, az bir zamanda, bütün kötü ahlâkı kaldırmış ve yerine en güzel ahlâkı dem ve damarlarına kadar yerleştirmiştir. Şu asr-ı saadeti görmeyenlerin Arap yarımadasını gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzlerce filozof ve pedagoglarını alıp oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın, o zamana nisbetle bir senede yaptığının yüzde birisini acaba yapabilirler mi?

B) Kur’an’ın hükümleri ve medeniyeti, insana ait medeniyetlerle mukayese edilemez. Meselâ, şahıslar ve cemaatler karşı çıkmaktan âciz kaldıkları Kur’ân’a karşı, bütün insanoğlunun ve belki cinnîlerin de fikirlerinin neticesi olan mevcut medeniyet, Kur’ân’a karşı mu‘âraza vaziyetini almıştır; Kur’ân’ın mu’cizeliğine karşı, sihirleriyle karşı çıkıyorlar. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya karşı, Kur’ân’ın mu‘cize olduğunu, “Ey Muhammed söyle! Eğer bütün insanlar ve cinler, Kur’anın bir benzerini getirmek üzere ittifak etseler…” mealindeki âyetin dâvâsını ispat etmek için bazı medeniyet düsturlarıyla Kur’an’ın hükümlerini mukayese edeceğiz:

Kur’ân’ın düsturları ve kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm olacak cinsden hükümler değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.
Meselâ, medeniyetin bütün hayır cemiyetleriyle, hukukî düzenlemeleri ve aldıkları emniyet tedbirleriyle, bütün ahlâkî terbiye yuvalarıyla, Kur’ân-ı Hakîmin iki meselesine karşı karşı gelemeyip mağlûp düşmüşlerdir.

Meselâ, Kur’an’ın şu iki düsturunu ele alalım: “Namazı dos doğru kılın ve zekâtı verin.” ve “Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kıldı.”

Şunu unutmayalım ki, bütün insanlık tarihindeki ihtilâllerin ve karışıklıkların madeni bir kelime olduğu gibi, bütün kötü ahlâkın menbaı dahi bir kelimedir.

Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”

İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”

Toplum hayatının hayatı, karşılıklı yardımlaşmadan doğar. İnsanların her sahada ilerlemelerine engel olan isyanlardan, ihtilâllerden ve anlaşmazlıklardan meydana gelen felâketlerin ilacı karşılıklı yardımlaşmadır. Zira insanlar gerek fikrî kapasite açısından ve gerek bedenî ve malî güç açısından birbirinden farklı yaratılmışlardır. Kuvvetlileri de vardır, zayıfları da vardır. Toplum hayatının hayatını koruyan intizam ve asâyişin en büyük şartı ise, insanların bu iki tabakası arasında boşluk kalmaması ve sosyal dengenin korunmasıdır. Bu tabakaların birbirinden uzaklaşmaması ve kopmaması gerekir. Tabakalar arasında yakınlaşmayı temin eden en önemli faktör, karşılıklı yardımlaşmadır. Zayıflarda daima bir sığınma hissi mevcuttur. Kuvvetlilerde de sahip çıkma ve himaye etme duygusu görülür. Bu hisler insanları toplum halinde yaşamaya sevk eder. Bu yüzden zayıflardan kuvvetlilere hürmet, itaat ve sevgi yelleri eser. Kuvvetlilerden zayıflara ise iyilik ve merhamet esintileri gider. Aksi takdirde zayıflardan ihtilâl sadâları, kıskançlık bağırtıları, kin ve nefret vâveylaları yükselir. Diğerlerinden ise zulüm ateşleri, tahakkümler ve şimşek gibi hakaretler yağar. Kısaca, karşılıklı yardımlaşma medenî olmanın birinci şartıdır. Karşılıklı yardımlaşmanın iki şeklinden birisi de, karşılık beklemeden yapılanıdır. Bunun da en güzeli sadakadır, vakıfdır ve zekâttır. Bu sebeple Hz. Peygamber “Zekât İslâmın köprüsüdür” buyurmuş ve açıklamaya çalıştığımız gerçeği ifade etmek istemiştir .
Evet, inkâr edemezsiniz ki, insanoğlunun toplum hayatında, havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, aralarında kurulacak denge ile rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir. İkinci kelime avâmı kine, hasede, zenginlere karşı gelmeye sevk edip insanlığın rahatını birkaç asırdır ortadan kaldırdığı gibi, şu asırda emeğin, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan dünyadaki işçi-işveren anlaşmazlıkları ve komünizm meydana geldi.

İşte, medeniyet, bütün hayır cemiyetleri ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şiddetli inzibat ve hukukî düzenlemeleriyle insan-oğlunun o iki tabakasını musalâha edemediği gibi insanlığın hayatını tehlikeye sokan iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’ân, birinci kelimeyi, esasından “vücub-u zekât=zekâtın farz kılınması” ile kökünden söker, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i ribâ=faizin haram kılınması” ile kal’ edip tedavi eder. Evet, Kur’ân âlem kapısında durup ribâya “Yasaktır” der. “Kavga kapısını kapamak için ribâ kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder, emrini dinleyenlere “Girmeyiniz” diye emreder.
Bütün yardımlaşma ve yardım çeşitlerini hâvi olan zekât hakkında, sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan nakledilen önemli bir hadis-i şerif vardır. Manası şöyledir: “Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır.” İnsanların toplum hayatında intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır .

Netice olarak, meseleyi bir bütün olarak ele almadan peşin hükümler vermek ilmî olamaz. Eğer siz sadece gözü esas alarak bir ceylan yavrusunu, sırf gözünün güzelliğinden dolayı kendi yavrunuza tercih ederseniz, büyük hata işlemiş olursunuz. Zira bütünüyle mukâyese olunduğunda, en çirkin bir insan yavrusu, en güzel ceylandan daha güzeldir. İşte hukuk sistemleri de böyledir. Meselenin bütün yönlerini bilmeden ve sadece Bektaşi misillû bir meselenin sadece kulağa hoş gelmeyen bir yönünü nazara vererek, insanın Allah tarafından hazırlanan kataloğu demek olan Kur’an’daki esasları tenkit etmek, hakka ve hakikata muhâlifdir.

DEVAMI GELECEK

PROF. DR. AHMED AKGÜNDÜZ

Ahlak-ı Hasenenin Ehemmiyeti

Ahlak-ı hasenenin en önemli şubesi olan istikamet çok önemlidir ve güzel ahlakın temelidir. Hulk yani ahlak, insanın ruhunda bulunan bir meleke ve hassadır. Ahlak-ı hasene çok şümullü bir kelimedir.

Ahlakî melekeler güzel ve çirkin olarak iki kısma ayrılır. Büyük âlim merhum Ömer Nasûhi Bilmen, “Büyük İslam İlmihali” adlı eserinde, güzel ahlakın doksan altı şubesinin olduğunu ifade etmiştir. Malumdur ki, her insanın yaratılışında iyiye ve kötüye, hayır ve şerre, hidayet ve dalalete kabiliyet mevcuttur. Şayet o ruh, dini terbiye ve Allah korkusu, istikamet, iffet, takva, tevazu, hilim, edep, haya ve şecaat gibi güzel ahlâkla ıslah edilmezse sefahet, işret, fısk ve fücur gibi bayağı hislerin ve şehvanî arzuların tesiriyle hayvandan aşağı bir derekeye düşer. Dünyada rezil, rüsvay olduğu gibi ahirette azab-ı İlahiye maruz kalır.

Güzel ahlak; ahlak-ı hasene, ahlak-ı hamide, mehasin-i ahlak ve mekârim-i ahlak olarak ifade edilir. İhlas, ilim, irfan, istikamet, adalet, edep, hayâ, kerem, hilim, hüsn-ü zan, sabır, şükür, ahde vefa, şefkat ve merhamet gibi güzel vasıflar ve ali hasletler ahlak-ı hasenenin şubelerinden olduğu gibi, gurur, kibir, cimrilik, yalan, gıybet, su-i zan ve kumar gibi kötü davranışlar da ahlak- seyyiedendir.

İslam dini ve onun en güzel temsilcisi olan Peygamber Efendimiz güzel ahlaka pek büyük bir ehemmiyet vermiştir. Zaten İslam; fazilet, ahlak ve hikmet dinidir. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (sav.)

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”

buyurarak, onun ehemmiyetini ifade etmiştir.

Cenab-ı Hak, insanın terbiyesi için gerekli ahlâkî düstur ve kanunları Kur’an-ı Kerîm’de tamamen beyan etmiş, ahlâk-ı haseneyi emretmiş, ahlâk-ı seyyieden de şiddetle nehyetmiştir. Peygamber Efendimiz (sav.) de  hadis-i şeriflerinde güzel ahlakın bütün şubelerini geniş bir şekilde izah etmiştir.

Cenab-ı Hakk’ın hikmet ve rahmetiyle yoğurduğu mukaddes bir kanunu olan ahlak-ı hasene, insanların yegâne kurtarıcısı, içtimai nizamın temeli, dünyevi ve uhrevi saadetin vesilesi ve muaşeret-i medeniyetin de esasıdır. Güzel ahlaktan mahrum olan fert ve cemiyetler büyük bir hasarete düçar olurlar. Güzel ahlak ilim ve medeniyetten evvel gelir. İslâmiyet’in getirdiği güzel ahlak ile ahlaklanmadan gerçek medeniyet tahakkuk etmez. Zulmü ve istibdadı ortadan kaldıran ve her türlü meşru ve makul hürriyeti temin eden güzel ahlaktır.

İnsan güzel ahlâk ile terakki eder, kemal bulur ve her türlü maksuduna nail olur. Ahlak-ı hasene bitmez ve tükenmez manevî bir hazine ve feyizdir. O feyizden istifade edip, hayatına tatbik edenleri hem Cenab-ı Hak, hem de insanlar sever. Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyururlar;

“Allah’a Tealâ’ya kullarının en sevgilisi, ahlakça en güzel olanıdır.”

Kötü ahlâk sahibi olanlar ise, cemiyet içinde huzur ve saadetle yaşayamaz; bazen de haysiyet ve şereflerini kaybederler ve herkesin nefretini kazanırlar. Toplumda, böyle kimselere hiç kimse güvenmez.

Bir insanın ailesine ve topluma faydalı, güvenilir ve güzel ahlak sahibi olması için, onun, çocukluğundan itibaren iyi bir aile terbiyesi alması gerekir. Anne babanın evlatlarına karşı en mühim ve en birinci vazifesi, Cenab-ı Hakk’a karşı yapması gereken vazifeleri, Allah’ın hukukunu, Allah korkusunu ve Allah sevgisini, kullara karşı gözetilmesi gereken hukuku, helal ve haramı, imana ve ibadete ait hakikatleri onun ruh ve kalbinin en derinliklerine nakşetmektir. Ana babanın bu vazifelerini hakkıyla yerine getirmeleri için onların da güzel ahlâkı bütün şubeleriyle yaşamaları ve bu noktada çocuklarına örnek olmaları icap eder.

Peygamber Efendimiz (sav.):

“Hiçbir ana baba, çocuğuna güzel ahlaktan daha güzel bir miras bırakamaz.”

“Mümin bir kimse güzel ahlakı sebebiyle gece kaim, gündüz saim olan bir kimsenin derecesine kavuşur.”

“Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.”

gibi hadis-i şerifleriyle, güzel ahlakın ehemmiyetini ifade etmiştir.

Evet, bir insan çok iyi bir âlim ve büyük bir makam sahibi olabilir, ama güzel ahlak sahibi olamayabilir. Çünkü güzel ahlak sahibi olmak çok zordur. Peygamber Efendimiz (sav.)

“Allah’ım senden sıhhat, âfiyet ve güzel ahlak dilerim.”

diye dua etmiştir. Bu bakımdan, bizler de güzel ahlak sahibi olmamız için Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunmalıyız ve bunun için de gayret göstermeliyiz. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav.)

“Ahlakınızı güzelleştiriniz.”

buyurmuştur. Bundan da anlaşıldığı gibi, eğer kişi isterse ahlakını güzelleştirir ve kötü huylarını ahlak- haseneye çevirebilir. Eğer bu mümkün olmasaydı, böyle bir emir olmazdı. Bunun en güzel örneği sahabe-i kiram efendilerimizdir.

Peygamber Efendimiz’e (sav.) nübüvvet vazifesi tevdi edildiği zaman, şirkin, küfrün, putperestliğin ve zul­mün her türlüsünün yaşandığı, bütün batıl itikatların hakim olduğu, insanların kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşileştiği, kalplerin şefkat ve merhametten mahrum ve kaskatı kesildiği ve kabilelerin durmadan birbirlerinin kanlarını döktüğü dehşetli bir asır yaşanıyordu. Zulüm, yağma, gaddarlık, içki, fuhuş, kumar ve her türlü çirkeflik o zamanki insanların müşterek eğlencesi ve yegâne vasıfları haline gelmişti. Adaletin yerini zulmün aldığı, insanların köle olarak alınıp satıldığı, hiç kimsenin birbirine güvenmediği ve her tarafa felaket bulutlarının çöktüğü bir devir yaşanıyordu.

İşte Peygamber Efendimiz (sav.) Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve inayeti, kendisinin azameti gayreti, yere ve göğe sığmayan himmeti, duası, eşsiz şefkat ve merhametiyle çok kısa bir zamanda ahlaken sukut etmiş olan o insanları öyle bir seviyeye getirdi ki, kızını diri diri toprağa gömecek kadar gaddarlaşan insanlar bir karıncayı dahi incitmeyecek bir hale geldiler. Kimsesizlerin ve mazlumların mallarını gasbedenler, cömertliğin zirvesine çıktılar.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

İşte bak: Şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak! Değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbûb-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-ı ervah oldu.1

Peygamber Efendimiz (sav.) ahvali, akvali ve efaliyle bütün ahlâk-ı hesenenin eşsiz bir timsali idi. Cenab-ı Hak:

“Hiç şüphesiz sen pek yüksek bir ahlâk üzeresin!”2

ayeti ile onun eşsiz ahlak sahibi olduğunu ifade buyurmuştur. Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

Kur’anın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Ve o mehasini en ziyade imtisal eden ve fıtraten o mehasin üstünde yaratılan odur.3

Hz. Peygamber’in (sav.) gayesi bütün insanlığın refah ve saadeti idi. Daha kendisine Peygamberlik vazifesi verilmeden önce Cebel-i Hira’da, ıssız mağaralarda inzivaya çekilir, insanlığın kurtuluşu için neler yapabileceğini düşünürdü. Zira, Mekke’de asayiş ve düzen altüst olmuş, yabancılar ve kimsesizler için can, mal ve namus güvenliği kalmamıştı. Kimsesiz insanlar kavilerin zulümleri altında inlemekte idiler.

Yabancıların malları satın alınır, fakat bedeli ödenmezdi. Mekke’ye ziyarete gelenlerin kadınlarına ve kızlarına zorla el konulurdu. Bu zulümleri ortadan kaldırmak için, ilk defa Peygamber Efendimizin amcası Zübeyr harekete geçti. Bunun üzerine Haşim, Muttalib, Zühre, Esed, Haris ve Teym oğullarının ileri gelenleri, Mekke’nin zengin, itibarlı ve yaşlı adamlarından Abdullah bin Cüd’an’ın evinde bir araya gelerek şöyle yemin ettiler:

“Allah’a yemin olsun ki, bundan sonra Mekke’de yerli olsun yabancı olsun zulme uğramış, hakkı yenmiş hiç kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz. Denizlerin suyu kuruyuncaya, Hira ve Sebir dağları yerinden sökülüp dağılıncaya kadar bu anlaşmamızda sebat edeceğiz.”

Rivayete göre, geçmişte Cürhüm ve Katura kabilesinden Fazl adında üç kişi bir araya gelerek, Mekke’de zalim bırakmamağa ve mazlumların haklarını zalimlerden almağa yemin etmişlerdi. Bu yeni teşebbüs de mahiyeti itibariyle ona benzemesinden dolayı ona da, Fazıl adlı kişilerin yemini manasında Hılfü’l-Füdul adı verildi.

Mekke’ye gelen yabancıları zalimlerin zulmünden korumak için kurulan Hılfü’l-Füdul cemiyetinin sözleşme törenine, henüz yirmi yaşlarında olan Peygamber Efendimiz de amcaları ile birlikte katılmış, Peygamberliği zamanında daHılfü’l-Füdul hakkında şu övgü dolu sözleri söylemiştir:

“Abdullah bin Cüd’an’ın evinde zülme karşı yapılan sözleşmede, ben de bulundum. Bence o yemin bana kırmızı tüylü develerin sahibi olmaktan daha sevimlidir. Ben böyle bir sözleşmeye, şimdi de çağrılsam, tereddüt etmeden katılırım.”

Çünkü; zulüm yapmak ve zulme rıza göstermek insaniyetle asla bağdaşmaz. O dönemde Hılfü’l-Füdul’un büyük faydası ve etkisi olmuş, yıllarca zalimlerin kalbine korku salmıştır.

İstikamet, şecaat, sehavet, şefkat, merhamet, metanet, sabır, hilim ve vefa gibi bütün ahlak-ı hasenenin timsali olan Hz. Peygamber’i (sav.) kendisine rehber edinen ve Kur’an’ın ahlakı ile ahlaklananlar, akıl ve hikmete muvafık hareket ederler, adalet, istikamet, edep, haya ve takva gibi ahlak-ı hasenenin gönüllere yerleşmesi için de gayret ederler.

Yapılan ibadetleri, iyilikleri, hayır ve hasenatı muhafaza ettiren büyük bir hisar ve kala ahlak-ı hasenedir. Zira ibadet ve iyilik yapmak ayrı, onu muhafaza edip ahirete götürmek ayrıdır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.”4

Ayette, “kim iyilik getirirse” denmesi çok manidardır.

Elhasıl, Allah’a giden yolların en kısası ve en selametlisi ahlak-ı hasenedir. Güzel ahlak sahibi olanlar, Allah’a yaklaşır ve O’na dost olurlar. İnsanın bütün ömrünü bereketli yapıp onu her türlü kamalata eriştiren ahlak-ı hasenedir. Ehl-i marifet için güzel ahlak saltanat tacı gibidir. İnsanları, özellikle de akrabaları birbirleriyle kaynaştıran ve kenetleyen en büyük rabıta güzel ahlaktır. Kalpler iman ile nurlandığı gibi, güzel ahlak ile kemal bulur. Güzel ahlak sahibi olanlar ise bütün ömürlerini istikamet dairesinde geçirirler.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Nursî, B.S, Sözler.
2 Kalem Suresi, 68/4.
3 Nursî, B.S Lem’alar.
4 En’am Suresi, 6/160.

Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklananlar Dost Olup Bir Olabilirler…

Dost yürekler bulur birbirini… Daha doğrusu buldurulur birbirine layık yürekler. Rabbim iyileri iyilerle karşılaştırır. Dostları dostlarla… Dünyada tesadüf yoktur. Dostluk da tesadüf olmaz… Dostlar da tesadüfen bulmaz birbirlerini… Buldururlar… Dost arayan, dost olmalıdır

İnsan müthiş ve muazzam bir varlıktır. Yaratıkların en mükemmeli ve en üstünüdür. Bu üstünlüğün en önemli özelliği ise, bilmesi ve sevmesidir.

İşte bu sebeple bilmeyen ve sevmeyen insan, yaratılış çizgisinden uzaklaşmakta ve üstünlüğünü yitirmektedir.

Bilginin ve sevginin en tatlı meyvesi ve neticesi ise, DOST olmaktır.

Dost olmak, dost bulmak demektir. Gerçekten var olan sevgi, yürekten taşar ve etrafını kendinden haberdar eder.

Çevresinde bilinir sevgi de, güzel gönüllü insanları mıknatıs gibi çeker, toplar, birleştirir. Dost yürekler bulur birbirini… Daha doğrusu buldurulur birbirine layık yürekler. Rabbim iyileri iyilerle karşılaştırır. Dostları dostlarla… Dünyada tesadüf yoktur. Dostluk da tesadüf olmaz… Dostlar da tesadüfen bulmaz birbirlerini…

Buldururlar…

Dost arayan, dost olmalıdır.

***

Dostluğu, sevgi ve şefkat dolu sohbetlerle yaşatanların sarsılmaz birliği ve beraberliği, toplum yapısını da güçlendirir, sağlamlaştırırdı. Gerçek dostları, ancak ölüm ayırırdı.

Dost öyle derin ve tarifsiz bir güzelliğin temsilcisiydi ki, “Dostun dostu da dost”  sayılırdı… Zira dostluğun altyapısını oluşturan muhabbet, şefkat, merhamet, vefa manevi ve ruhani özelliklerdir. Bunlar başkalarına da sirayet eder, yakın duranları da rengine boyardı.

Yaratılışımızın gereği olan dostluk, Rabbimiz’in de emridir. Yüce Yaratıcı bizi, kendisinden korkarak, yaratılış çizgimizi bozmamaya ve dolayısıyla da, SADIK’larla beraber olmaya çağırır. (Tevbe,119)

Efendiler Efendisi de şöyle buyurur: “Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de kamil mümin olamazsınız.”

“Size bir şey söyleyeyim mi? Onu yaptığınız takdirde birbirinizi seversiniz: Aranızda selamı yayınız ve hediyeleşiniz…”

Bir Kutsi Hadiste de, birbirlerini Allah için severek dost olanlar şöyle müjdeleniyor:

“Ey Habibim, benim için birbirlerini sevenleri müjdele… Benim için birbirlerine ikramda bulunanları müjdele…

Senin için birbirine itimat edip de dost olanları müjdele… Onlara benim de muhabbetim tahakkuk etmiştir. Ben de o kullarımdan razıyım…”

Dünyaya dostluğu ve sevgiyi en sağlam ölçülerle hediye eden Güzeller Güzeli Efendimiz, kazanılan her arkadaşın Cennet’te bir derece kazandıracağını haber veriyor.

Allah için birbirlerini seven dostların ahiret alemleri öyle nur, huzur ve mutluluk dolu olacak ki, bunu ancak Efendimiz  (SAV) anlatabilir.

“Kıyamet gününde, Arş-ı Ala’nın etrafına kürsüler konacak. O kürsülere oturanların yüzleri, ayın ondördü gibi parlayacak…

Diğer insanlar korku ve endişe içinde çalkalanırken, onlarda korku ve endişe olmayacak… Nebiler ve şehitlerden olmadıkları halde, bütün iman ehli onlara imrenecek…

Kürsüleri nur, elbiseleri nur, vücutları nur… Yüzlerinin ışığından ay ve güneş olmadığı halde, mahşer yeri pırıl pırıl olmuş.

“Ya Rabbi, bunlar kimlerdir?…” diye soracak mahşer halkı…

Onlar öyle kimselerdir ki, ayrı ayrı memleketlerden, uzak şehirlerden Allah için bir araya gelip toplanırlar, sevişirler ve Allah’ı zikrederler…

Onlar ne birbirlerine haset ederler, ne buğzederler, ne kin beslerler. Gönül birliği içinde Hakk’a müstağraktırlar. Allah sevgisinde yok olmuşlardır.

İşte onlar, o kürsülerde oturanlar, Allah için birbirlerini sevenlerdir.”

Kenetlenmiş tuğlalar gibi, ayrılmaz bir bütün olmuşlar, kaynaşmışlar, kopmazlaşmışlar… Kardeş olmuşlar, dost olmuşlar… Onların biri binden fazladır.

Rabbimizin sevgisinden sevgisiyle yarattığı insan, böylece erer insanlığın sırrına… Böyle layık olur insanlığa… Bu sebeple,  “Sevmeyende ve sevilmeyende hayır yoktur…”

Bu sevgiyle bir kubbeyi meydana getiren taşlar gibi olurlar… Birinin hayatı, ötekilerle irtibatlanır ve asla yalnız ve tek olmazlar. O dost gönüllüler birbirlerinde fani olmuşlar, erimişler, kaybolmuşlardır.

Dost adama, yedi kat yabancı da dosttur. Allah’ın ayali olan halkın her bir ferdini, bir dost adayı olarak görür, dostluk gösterir. Dostluğun gerektirdiği gibi davranır…

***

Dostluğun bedeli nefsaniyetten arınmaktır. Nefsani duyguları bir kenara atmak, kötülükleri emreden nefsin burnunu her daim toprağa sürtmektir. Çünkü dostluk vefa ister, fedakarlık ister, aşk ister, kadir-kıymet bilmek ister, katlanmak, katlanmak, katlanmak ve asla kırılmamak ister…

Üstelik, kendi varlığını daima daha aşağı görmek ister, ancak tevazu tabanına oturur. Kibirle, gururla, kendini beğenmişlikle, bencillikle yürümez…

Bu sebeple dostluk önce HAKK’A DOSTLUK olarak temellenmelidir.

Ancak Allah’ın ahlakı ile ahlaklananlar dost olabilirler, tek’leşip, bir olabilirler

NÜKTE

Yavuz Sultan Selim, Mısır yolunda, “Ordu-yu Hümayun” saatlerce Kocaeli’nin bağ ve bahçelerinden geçer. Yavuzun içinde bir endişe: “Acaba asker izinsiz bir tek elma koparmış mıdır?…”

Bir müddet sonra ordusunu durdurur. Yeniçeri ağasını yanına çağırarak, bütün askerin heybelerinin aranmasını emir verir. Arattığı şey; tek bir elmadır. Fakat yok. Yarım elma bile çıkmaz heybelerden. Yavuz sevinçlidir:

– Eğer bir askerin üstünde halkın bahçesinden koparılmış tek elma çıksaydı, Mısır seferinden vazgeçecektim. Şükür Allah’ıma, der.

Tarih gösteriyor ki; gerçek “ZAFER”ler yalnız kılıçların ucunda değil, üstün ahlak anlayışının ve faziletlerin burcundadır.

VEHBİ VAKKASOĞLU