Etiket arşivi: Güzel

Estetik ve Güzel..

Estetiği güzelin bilimi güzeli de estetiğin konusu olarak anlamak doğru olur. Güzel sorunu her insanın sorunudur, sabahtan akşama kadar farkında olmadan her şeyin güzelini ararız aldığımız ekmekte, manavdan aldığımız meyvede hep bir güzelin peşindeyizdir.  Demek öyle güzel fildişi kulede bir kavram değil. Bediüzzaman güncelleştirir güzeli” insan gözü asgari düzeyde güzeli hissedecek bir şekilde yaratılmıştır” yollu söz söyler. Demek insan beyninde insanın baktığı şeyin güzel olup olmadığını güzellik ve simetrisini, orantısını anlayan bir merkez var, göz birçok şeyle alakadar olduğu gibi onunla da alakadardır. Her insan estetiğin konusu olan güzel konusunda uzmanlaşamaz onun için estetik eğitimi alması gerekir. Güzeli meydana getiren başta Allah’tır. O ne güzel beyan eder” ben evreni güzel yarattım ta ki siz de güzel şeyler yapasınız diye” bunu bir uluslar arası kongrede beyan ettim, kadınlar geldiler güzel giyimli dekolte bayanlar bunu Allah nerede söylüyor diye merakla yaklaştılar. Bu kuran da bir leitmotif tekrar eyyühüm ahsenü amela daha güzel şeyler yapasınız diye, Kur’an ‘ı sadece emir ve yasaklar kitabı gibi gösterdiler, öyle de gidecek. O güzelim bütün kitapların anası olan Kur’an ‘ı  “ümmülkitaptır” bu tabiri Hristiyanlar incil Yahudiler de Tevrat için der. Freud’a babası bir kitap hediye eder; Tevrat, üstüne yazar “ oğlum bu kitabı oku bu kitap ümmülkitaptır” Bu diğer dinlerin saliklerinin kitap ve peygamberlerine bağlılığı hep hayret etmişimdir. Sinekli Bakkal da Peregrini Hristiyan’dır sonradan Müslüman olur, Rabia ya annesini anlatır, der ki “ Rabia benim annem İsa Efendimiz derken hep ağlardı, çünkü o çarmıhta bir peygamberi hayal eder ve dayanamazdı, ama sizin peygamberiniz asalet içinde ölmüş, Cebrail rica etmiş Azrail ile gelmiş, “ Allah buyurdu ki Ya Muhammed Ya Nebiyallah , istersen ömrünü  hitama erdirelim istersen istediğin kadar yaşa, o da gel görevini yap der, Azrail’e. HzAişeyi gör o zaman . Ya hülasai kainat, zübde-i âlem, anlatmakta acizdir seni kalem, mütehayyir alem ve kalem, böyle gider. İşte Rabia benim annem  İsa Efendimiz diye diye o nünün hüznüne ortak olarak yaşadı ve öldü. Sen ne dersin Himmet uç bu insanlara isa Efendimiz ve Allah nasıl muamele eder, orda kal himmet ileri gitme.. İsa, Musa , Muhammed, bir de neydi adı ta ötelerde  asırlar sonra dünyaya gelmiş, bir himmeti azurde. Onlar insanlığın semasında sen ise zirde, inşallah yapmadık  yanlış.. Gü ne düşünür h aaaaal uuuu kkkkk

Bütün güzellikler naysi değil beatiful olan Allah’ın yansımaları. Güzelleştirme nasıl bir şey ressam fırçası ile yapıyor da, Allah bir şeyi nasıl güzelleştiriyor. Şu meyvelerin renkleri nasıl meydana getirilir, pazarda dolaşırken bir kavun gördüm sapsarı öyle sarıki ayva onu görse kıskanır. Manava dedim bu kavunu gece sen mi boyadın böyle, adam durdu yok abi onu Allah boyamış ben ne bileyim nasıl. Bana böyle bir soru kimse sormadı sen nerden geldin abi dedi. Eyüboğlu bir yeşilin tonlarını ayırmaya bir insan ömrü yetmez der, Hz Ali de Fatihayı anlatmaya ömür yetmez diyor, bak farka sen. Kara toprağın üstünde altında sonsuz resim atölyeleri başka izahı var mı? Gökyüzünden renkler kardan daha hızlı yağar, sabahleyin her şeyi farklı renklerle boyanmış görürüz. Allah sıbgatullah diyor, Allah’ın boyası bu kelime içinden çıkılmaz, girmeyelim… Evrenin atölye çalışmalarını görmüyoruz, ayakkabıcının atölyesi, ressamın ötelyesi, dişçinin atölyesi, ya kainatın atölyesi, o kadar atölye ile sergi bir aradaki hiç farkı yok, ustanın büyüklüğünden, tasarım, atölye, biçimlendirme, teşhir bütün safhalar iç içe ne kadar harika.

Güzeli yapan sanatçı, seyreden seyirci, yorumlayan estetikçi… Bediüzzaman’ı estetik telakkileri de bu üç şey üzerine kuruludur, sanatçı Allah, seyirci temaşager insan, ve estetikçi estet yargılayan hem insan hem de eleştirmen. Kant nesneleri güzel  diye yargılamak için beğeni gerekir diyor, Bediüzzaman ona istihsan, istihsan edene de müstahsin diyor. Veya muhsin, Kur’an daki Muhsin herşeyi  en güzel şekilde yapan demek, yani herşeyi en iyi şekilde gören demek. Yuhibbülmuhsinin Allah işini güzel şekilde yapanı sever demek, demek kendi güzel yapıyor güzel yapanı da seviyor. Leonardo  “ Tanrım ölüyorum, sana daha güzel şeyler yapıp gösteremediğim için üzgünüm, mahcub olacağım” Demek yaptığını önce Allah nasıl görür diye yapıyor. Amabak  nerede , ben boğuldum derede. Kant gerçekten güzel şeyler yapmak için deha gerekir, diyor. Bütün büyük sanatçılar deha , deha en olumsuz şartlarda güzeli bulan, Bak Bediüzzaman’a yüz yıl dikenli dağların arasında yürümüş bugüne gelmiş, eceli ile ölmüş. Onun için “ dikenli yolda tayran ederim sen gibi basmam” diyor hayret ne hayret.

Bediüzzaman eserlerini güzel göstermek isteyen Allah’ı tarif eder. Tıpkı eserini güzel göstermek için ona itina gösteren ressam veya diğerleri gibi. “ Celal sahibi sanatçı  tam bir ehemmiyetle  sanatını güzel göstermek istiyor ve müstekreh kötü şeyleri  perdeler altına alıyor ve nimetlerine  o nimetleri  süslendirmek ciheti ile dikkat nazarlarını celbediyor. Öyle de Mahlukatını  ve ibadını  sair zişuurlara güzel göstermek istiyor . Çirkin vaziyetlerde görünmeleri  Cemil ve Müzeyyin ve Latif ve Hakim gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve edebe aykırı oluyor. “

Platon bütün güzelliklerin aşkın güzelin Allah’ın yansımaları olduğunu söylerken modern çağ güzeli Allahtan koparmış, zaten modern çağ asıl ortaçağ, çünkü herşeyi Allah’tan koparmak ile insanı evrenin orta  yerinde yalnız bırakmış. Necip Fazıl insanı anlatır, modern şehir çocuğun şehrin büyük caddesi ve kaldırımlar, ne semanın dilinden anlar, ne kitabın

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;

Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.

Yolumun karanlığa saplanan noktasında,

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.

İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;

Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;

Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler…

Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;

Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;

Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.

Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;

Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;

Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!

Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;

Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;

İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.

Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;

Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;

Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!

Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;

Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;

Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,

Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi…

Bir asırdır Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;

Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.

Yolumun karanlığa saplanan noktasında,

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.

İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;

Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;

Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler…

Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;

Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;

Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.

Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;

Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;

Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!

Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;

Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;

İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.

Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;

Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;

Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!

Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;

Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;

Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,

Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi…

Bir asırdır aydınımız insanımız, sokaktadır, semadan anlamaz, her tarafı devler işgal etmiştir, ne tabiata bakabilir ne semaya , zevkleri ile perişan…Onu anlatır kaldırımlar Şairi .Rahmetli bu şiiri ile meşhur olur,ozaman gökyüzünden habersiz uçurtma uçurur. Bediüzzaman bizimuçurtmalarımızı elimizden alıp çocuklar gelin kainatı okuyalım dedi, “ Beni anlamadınız Sungur “ demiş, Sungur abi “ öldükten sonra anladık ama iş işten geçti “ demiş. Zaten büyük adamlar anlaşılmaz.Kalemim elimden çıkıp o kadar farklı yerlere gidiyorum ki  ben de hayrete düşüyorum, nereden nereye .Daha sonra Necip Fazıl kainatı okuyamamaktan muzdaripken otuz yıl ömrünün kamil demledinde

Beni kimsecikler anlamaz zaten

Sen öp seccadem

der.

Tam otuz yıl bir idealist gibi dağını taşını dolaştım güneydoğunun , gece yarıları eve döndüm, mutlu , akşama kadar edebiyat sanat, geceleri Bediüzzaman anlattım, otuz yıl sonra oraları öyle görünce ağlıyorum, ne çare .Kimse benim hissettiğimi hissetmez.  

Bayer, güzelliliği farklı anlatır. “güzel gerçekte sürekli bir arayıştır” işte bütün hakikat arayıcıları gerçeği bulmuşlardır” ballar balını buldum kovanım yağma olsun” der. Yunus Emre

Ama insanların neredeyse çok az kısmı hakikatı arar, diğerleri aramanın bile farkında değil. Arayan insanlarda bir canlılık bir heyecan var.

Aristoya göre sanat güzelliği bir arınmadır, din de öyle demiyor mu güzellikler sizi dahagüzele çağırır diyor din. “inna caalne maalel ardi zineten leha leneblüvehüm eyyühüm alsenü amela “ Ben arzı güzel ziynetli yarattım siz daha güzel  şeyler yapasının diye, ona bakarak. Kainatın yaratılış gayesi güzel değil mi bu ayete göre. Aristo doğru diyor siz güzele bakıyor niye ben çirkinim diyor arınıyorsunuz. Peygamberi göre  alim, “bu simada yalan yok yalan olamaz “deyip imana geliyor. Aişe hazretleri “ Yusuf ‘u görenler ellerini kestiler, Muhammedi görseydilerkalplerini parçalardılar” diyor. Peygamber in bütün davranışları bir estetik durumlar ve vaziyetler galerisi herkes ona bakıyor ona göre davranıyor. Dini sanatlı barışmamış bir toplum.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Kozmik Varlıklar, Güzel ve Musiki

Evrenin kozmik düzeninden dolayı bütün bir evren bir beste bir musiki olarak değerlendirilir.

Bediüzzaman

 “Bütün kâinat ulvî bir mûsikîdir;

 imân nuru işitir ezkâr ve tesbihleri.

Zîrâ hikmet reddeder tesadüf vücudunu;

 nizam ise tard eder ittifak-ı evhamsâz”

 Antik dönem estetiği musikiyi kabul eder ama

 Bediüzzaman ona fonksiyonellik ve ilahi bir nizamın onları notalar haline getirmesi ile mümkün olan bir musiki gözüyle bakar, bunu hissetmenin ise ancak iman nuru ile mümkün olduğunu belirtir.

Fonograf sesleri tespit ederek istenildiğinde kullanılmasını sağlayan makine, 1887 yılında Edison tarafından icad edilmiştir. Daha sonra yerini gramofon ve diktafona bırakmıştır.

Bediüzzaman ondan hareket ederek insanın ve kâinatın musikisine dikkat çeker

”Hem meselâ, mâhir bir san’atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san’atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor; gösteriyor. O san’atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider; kendi kendine “Bârekâllah” der. “

 Bu anlattığı şahıs bu aleti icad eden Edisondur.

“İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor

Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvârî birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtâttan birer tel-i mûsıkî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihât yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin “

 Bütün canlılar bir fonograf gibi sesleri almakta ve yeri geldiğinde kullanmaktadır.Koca kainat bir musiki aletine çevrilmiştir. Bütün canlılar ve özellikle insan da fonograf özelliği göstermektedir. Bediüzzaman kainatı ve bütün  varlıkları bir büyük musiki aletinin şubeleri gibi görür.

Zat-ı Hayy-ı Kayyuma Karşı Takdim Edilen Teşekkürat

 Bediüzzaman klasik musiki ve özellikle tekke  musikisinin aleti olan neyin sesini de semavi ve yüce bir musikinin sesi olarak görür.

Hazreti Mevlana da ünlü Mesnevi’sinin ilk on sekiz beytinde neyin sesinin ayrılıkların sesi olduğunu anlatır.

Bediüzzaman da benzer ve farklı yorumlar yapar. “İşte o neyler, semâvî, ulvî bir mûsıkîden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmîdât-ı Rabbâniyeyi işitiyor”

Hazreti Mevlana’nın metninde ayrılıktan şikâyet varken Bediüzzaman kendi tespit ettiği neyin Allah’a teşekkür ve hamd olduğunu söylüyor.

Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlîl ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor

Bir önceki izahını daha açık bir dille ifade eder. Burada kâinat bir ilahi bir musiki ve yeni bir imaj olarak fabrika telakki edilir.

Buradaki izah öncekine kıyasla yeni unsurlar kazanmıştır. Orada sadece fonograftan hareket eden Bediüzzaman buraya fotoğraf, fabrika, telgraf gibi icadları da alır.

Bediüzzaman fennin icadlarını yorumlarında kullanır. Sinematograf, fonograf, fotograf, telsiz, telgraf gibi.

“Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese, san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur, kendi kendine Maşallah der.

 Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; kâinatın herbir nevini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mucizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında bir fonoğraf, bir fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi, yapmakla beraber; herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi mânâları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvî şuûnâtı, elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder. “

Bediüzzaman tüm varoluşun güzelliğinden bahseder.

Kâinat ve evren “meşher-i sun-i Rabbanidir”. Dolayısıyla her şey güzeldir. Onda evren imgesi bütün hayatını kuşatan bir hâkim noktadadır. Yüzlerce cümlesi kâinat diye başlar, kâinat konusundaki fikirleri araştırma konusu olabilir. Kâinat sayı, ağırlık ve ölçü ile yaratılmıştır. Bediüzzaman büyük bir kâinat seyircisi olmak sıfatıyla hep ölçü ile bakar, matematiksel oran ve simetri ile kâinatı yorumlar. Bütün evren yorumları estetik bir kavranıştır. Mutlak güzelliğin yansıdığı kâinat Platondan beri bir gelenektir. Bediüzzaman bu mutlak güzelliğin yansıması imgesine yenilikler getirmiştir, bunun araştırılması lazımdır. Çünkü mutlak dinin ve felsefenin ve kelamın temel meselelerinden biridir, Bediüzzaman’ın mutlakın kavranma ve ifadesi konusunda büyük bir yenilikçidir.

Platon’un evren imgesi ile karşılaştırmak zor iş ama Bediüzzaman evren imgesine farklı şeyler getirmiştir, bu imge okunursa görülür,

“Çünkü bu dünya ölümlü ve ölümsüz canlıları alıp onlarla dolarak, öyle güzel görülür bir varlık haline gelmiştir ki,  kendinde tüm görülebilir şeyleri toplar, kavranabilirliğin imgesi, duyulur Tanrı’yı gösterir. Yaratıklar içinde en kusursuz olan semadır”( Timaios .92)

Azamet ve Celal Sahibi Güzel

Sadece güzel kelimesini bin beşyüze yakın kullanan bir şahıs, hüsün, hasen, muhsin, tahsin, cemal, cemil, kemal, haşmet, celal, insicam, kelimelerini binleri aşkın kullanmıştır, o olayların hikemi tarafının arkasından estetik tarafını görür, hikmetle bağlar, güzellikle hayran eder. Güzellikle hikmeti birleştirir. Sani-i Hakîm de hikmetle güzelliği sanatla birleştirirken, Sani-i Zülcelâl ile haşmetli sanatçı imajını kullanır. En çok bunlarla düşünür. Bir de cemil-i Zülcelâl’ı kullanır. Azamet ve celal sahibi güzel!

Dünya Herşeyden Daha İyi ve Daha Güzel

Ortaçağ sanatı dünyanın güzelliğinden bahseder ama güzellik kendi başınadır.

Çiçero “ Tüm şeyler arasında  hiçbir şey dünyadan daha iyi ve daha güzel  değildir”

 Bir başkası yine dünyadaki güzelliği anlatır. “ evren güzelliğin bitmez tükenmez yayılışı, güzelliğin her yanı kaplayışının yüce bir tezahürü, harikalıkların göz kamaştırıcı çağlayanı olarak belirir, en temel güzele güzellik onun tarafından tüm varlıklara  her birinin ölçüsünce  bolca bağışlandığı için  güzellik denmiştir, o her şeydeki uyumun  ve görkemin  nedeni olarak herkese ışık bıçiminde  kaynak ışının  güzelliğini veren yayıntılar döker ve her şeyi kendinde toplar.”(Eco 37)

Bediüzzaman bu özneden koparılmış güzellikleri Allah’a bağlar.

 Kur’an “Fenzur ila asari rahmetillahi ..” bak Allah’ın merhametinden doğmuş, bize olan merhametinin tezahürü olan güzelliklere “ diyor.

 Bu bir genel bakıştır. Bu kadar harika güzellikleri yaratandan bağımsız yorumlamak yaratanı incitmez mi ?

Bir tablonun sanatkarını görmezlikten gelmek sanatçıya nasıl bir hakarettir.

Bazıları da Allah’a bağlantılı düşünür.

 John Stotus Eriugena ,” Tanrı’nın ve onun dile getirilmez güzelliğinin  ideal  ve bedensel güzellikler aracılığıyla  vahyi olarak bir kosmos kavrayışı geliştirecektir,

Eriugena ‘nın bu kavrayışında Tanrı’nın vahyi olağanüstü bir birlik içinde  bir araya getirilmiş  tüm yaratının benzer ve benzer olmayan şeylerin, tür ve biçimlerin uyumunun  tözsel ve ilineksel  nedenlerin  farklı düzenlemelerin  güzelliğine nüfuz eder. Evren çok sesli bir temadır. Evrenin zarafetini ve ihtişamını düşündüğünde  onun çok güzel  bir neşideye benzediğini  ve çeşitlilikleri sayesinde , harika bir ahenk içinde  olan diğer mahlukatın  olağanüstü bir sevinç konseri  olduğunu göreceksin”(Eco 37)

Cehennemin Maddeleri ve Cennetin Münasip Maddeleri

     Kâinat ölçeğinde düşünen ve yorumlayan adam, yüzlerce yerde Kâinat diye başlar, küçük dünyamızın küçük mekânları ve küçük dertleriyle küçüldüğümüzde o kâinat ölçeğinde düşünür, kâinatın bir yerinde kendine bir mekân bulmuş oradan bütün dünyaya bakar. Kâinat ölçeğinde bir kıyamet tasviri

“Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya “Mihverinden çık” hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder”(Sözler)

Meşahir-i deha-yı üdebanın tasvir-i harikuladesi değil mi ?

Bir başka kâinat anlatımı

 “Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.”(Sözler)

Tiyatro gibi bir cümle, kainatın sanii demiyor ş   u    kainatın sanii, şu işaret demek kapalı mekanda söylenmemiş bir söz, açık mekanda söylenmiş bir söz, şu kainatın her şeyi sanatlı yaratan sanatçı ilahı , yine  şu kainatı diyor ,  acaipliklerin acaip derecede güzelliklerin bütün çeşitleriyle ziynetlerle süslendirmiş şu kainatı , sonra şuurlu mahlukatını  s e y i r , t e n e z z ü h  ve    i b r e t  ve t e f ek k ü r için ona idhal etmesi , bakın bu kadar güzelliklerle özenerek bu evi size yaptım

Seyredin

Tenezzüh edin

İbret alın

Tefekkür edin

Hakikaten biz bunları yapıyor muyuz, hayatımızın yüzde kaçı seyir tenezzüh ibret ve tefekkür  için  geçiyor. Bu hay huy i çinde nasıl bu manalara bu yaşam tarzına adapte olmak, ne garip bir durum.

Hüdayi

Ehli dünya dünyada                      Beyhude hevayı ko

Ehli ukba ukbada                         Hakkı bula gör yahu

Her biri bir sevdada                     Hüdayiyem sözüm bu

Bana Allah’ım gerek                   Bana Allah’ım gerek

Sonra bir peygamber geliyor, güzel yaratılmış bu kâinatın anlamlarını Seyircilere izah ediyor. Seyirciler kimler,  e h l i  t e m a ş  a ,  ve  t e f e k  k ü r Şimdi  biz ehli temaşa ve  tefekkürüz , öyle mi hadi öyle olsun . Bediüzzaman’ın çizdiği portreyi doldurmak ne kadar zor. Milletiyle övünen , serveti ile öğünen, debdebesi ile övünen ehl i……. A     h     i   …… r e t Kelime de bizim kalbimiz ve ilgilerimiz gibi bölünmüş.

Yine kainat ölçeğinde düşünen , gören  bir yorum

 “Feyâ sübhânallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudât, taayyünâtlarıyla, intizamâtıyla, hikmetleriyle, mîzanlarıyla Sâniin ihtiyârını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor “(Sözler)

Felsefenin körlüğüne kör olası felsefenin gözü görmüyor diyor.

Bediüzzaman kainatın güzelliklerinden bahsederken  sayı, ağırlık, ölçü, boyut, biçim , oran ve düzene vurgu yapar. Hikmet, adalet, hakem ve daha birçok  isimlerinin gereğidir bu tespitler. Varlığı birden bütüne ,bütünden bire bir yorumla değerlendirir, farklı şartlarda eş anlamlar ve  eş fonksiyonlara vurgu yapar. Yani evrenin farklı nesnelerden meydana gelen bir armoni olduğunu öne sürer.

Kur’an Armonisi Büyük Bir Eser Olacak  Keyfiyettedir

 Kur’an’ın da birçok ayeti bu farklı unsurlardan kurulan mantıklı yapıyı nazara verir. Bu  farklı unsurlardan ortaya şuurlu varlıklar  çıkaran evrenin armonisi aynı zamanda farklı notalardan farklı sesler çıkarıp ortaya bir musiki eseri çıkarmak gibi bir misyona da sahiptir.

Allah birbiri ile fizik ve fonksiyon olarak farklı olan bu varlıkları birlikte bir gaye uğrunda çalıştırır, bir klavyedeki farklı notalardan bir beste çıkaran bir bestekâr gibi kâinat musikisini işletir. Kur’an da bu farklılıklardan oluşan Kur’an armonisi büyük bir eser olacak keyfiyettedir. Bazı örnekler aldım.

“O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.” (Bakara 22) Yer , gök, su ve ürünler farklı olaylar ve nesneler ama aralarında farklılık yok .

“ O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı. Sonra iradesi yukarıya yönelip orayı da yedi gök halinde sağlamca nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilir. (Bakara 29)

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda, Ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda, Elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.”(Bakara 164)

Düşünüp İbret Almak

“O’dur ki, rahmeti olan (yağmurun) önünden müjdeci olarak rüzgârlar gönderir. Nihayet bu rüzgârlar o ağır bulutları hafif bir şeymiş gibi kaldırıp yüklendiklerinde, bakarsın Biz onları, ekinleri ölmüş bir ülkeye sevk eder, derken oraya su indiririz de orada her türlüsünden meyveler, ürünler çıkarırız.İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Gerekir ki düşünür ve ibret alırsınız.”(Araf 57)

“ O’dur ki Güneş’i bir ışık yaptı. Ay’ı da bir nûr kılıp, ona birtakım konaklar tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz.Allah, bunları boş yere değil, ancak hikmet uyarınca, sabit bir gerçek olarak yaratmıştır.Bilip anlayacak kimselere Allah âyetleri böylece açıklar. Gece ve gündüzün sürelerinin değişerek peşpeşe gelmesinde,Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı bunca varlıklarda, elbette Allah’ı sayıp kötülüklerden sakınacak kimseler için nice deliller vardır. “(Yunus 5-6)

Düşünen Topluma Açıklayıcı Ayetler

“Bu fani dünya hayatı bilir misiniz neye benzer?Tıpkı şuna benzer: Gökten yağmur indiririz, derken o yağmur sebebiyle, insanların ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkiler bol bol yetişir, ağ gibi etrafı sarar.Yeryüzü renk renk, çeşit çeşit meyve ve mahsullerle süslenir, bahçe sahipleri de o ürünleri devşirmeye giriştikleri sırada, geceleyin veya gündüzün birden emir çıkarırız, bir afet gelir, söküp biçer.Sanki daha dün, o şen manzara, orada hiç olmamış gibi olur…İşte Biz düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri, delilleri böyle ayrıntılı olarak açıklarız.” ( Yunus 24)

“ Allah O’dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşının üstünde kuruldu.Güneşi ve Ay’ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belirli bir vakte kadar dolaşmaktadır.Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz. Hem O’dur ki yeri yaydı. Orada sağlam dağlar yükseltti, ırmaklar akıttı. Her meyvenin içinde iki eş yarattı.Sürekli olarak geceyi gündüze bürüyüp duruyor. Elbette bunlarda, iyice düşünen kimseler için, alacak nice dersler ve ibretler vardır. “(Rad 2-3)

    Güzel varlıklar içinde en güzel olanlardan biri ve en önemlisi güneştir. Çünkü güneş göğün en  nazlı varlığı ve nazenin nesnesidir. Ama onun renkler ve ışınları vasıtasıyla güzelleştirdiği canlıları neden güzelleştirmek istediği konusundaki zorunluluğu ve merhameti düşünme özelliği yoktur , o halde güneş bir güzelleştiren ve merhametli birinin perdesidir.Bulut da o semada şifalı , tatlı , güzel bir şerbetçidir.İnsanların ihtiyacına koşar.

  Allah yarattığı şeyleri en güzel mertebede yaratır, hiç kimse

 Allah’ın yarattıklarını daha güzel olarak  düşünemez. Varlığın biçim ve fonksiyonları hiçbir zaman onun ihtiyaçlarına cevap  veremeyecek derecede olmamıştır. O bir insanın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek zaman, mekân ve boyutta kapsamlı yaratmıştır her şeyi özellikle insanı.

Prof. Dr. Himmet Uç

Göz, Güzel, Güzellik

Bediüzzaman “Göz bir hassedir ki ruh bu alemi o pencere ile seyreder”diyor. Alemi seyretmek görevi olan gözün , ilk gözüne çarpacak güzelliklerdir. Bir başka cümlesinde ise “Güzelliğin bütün envaını fark eden insan gözü” der. Gayesi görmek olan göz güzelliklerin nevilerini bilmesi gerekir, demek gözün arkasında güzelliklerden anlayan bir fıtri, ilahi, doğuşsal bir güzelliklerden anlama merkezi var. O merkez güzelliğin temel unsurları olan , orantı, ölçü, denge, uyum, armoni gibi değerlendirme tarzlarını içinde taşır. İnsanlar doğduklarında bu değer ölçüleri ve kategorileri asgari düzeyde taşırlar. Ama estetik ve güzellik konusunda ders alanlar, sanat felsefesi okuyanlar bu güzellik nevileri daha iyi görürler ve değerlendirirler. Bediüzzaman güzellik nevilerini estetik tarihinde olmadık bir biçimde genişletir. Onun Dördüncü Şua isimli eserinin Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye isimli bölümü, bütün dünyanın büyük estetikçilerinin çok ötesinde bir güzel muhiti belirler. Bu bahsin tahşiyesi ve yorumu bir kitap olacak kadar büyüktür, ama estetik okumak şartı ile bu bahisler çözülebilir.

Buradaki kısmı alalım. “Kainatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri gayb alemi arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdırlar.

Malumdur ki her şeyin hüsnü kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Mesela göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-i akli, (akli güzellik) ağız ile zevkedilen bir hüsn-i taam (taamın güzelliği) bir olmadığı gibi, kalp ve ruh ve sair zahiri ve batıni duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler , onların ihtilafı gibi muhteliftir.” (Şualar, 67) Batı estetiği sadece nesnelerin , resmin, şiirin, mimarinin, plastik sanatların matematik ve geometrik nisbetlere dayanan güzelliklerini anlatır. Bediüzzaman onları bildiği için güzelin muhitini genişletir. Güz, kulak, akıl, ağız, kalp ve ruh’un ötesinde ve sair diyerek diğer güzellik çeşitlerini de ihata eden bir genişlik gösterir. Buraya batıni ve zahiri güzellikleri de ilave eder, sınırları belirlemek cidden güçtür.

Daha çok beş duyu gibi çok belirli güzellik kıstasları olanların ötesinde diğer güzellik nevilerini sayar ki buralarda filozoflar ve estetikçiler bir şey söylemişlerdir diyemeyiz.”İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan Esma-ı Hünsasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan , mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.”(Şualar 67)

İman

Hakikat

Nur

Çiçek

Ruh

Suret

Şefkat

Adalet

Merhamet

Hikmet

Tam on güzellik kategorisi daha. Dayanılmaz bir muhit çizmiş Bediüzzaman. Bunların her birine insanlık tarihi ve İslam tarihi, sanat tarihinden örnekler versek bir estetik kitabı olur. Bediüzzaman kayda alınmaz bir büyük gözlemcidir. İşte delili bu metindir.

İmanın güzelliğini anlayana kadar asırlar kan gölüne dönmüş, Peygamberinin imanının güzelliği bütün diğer güzelleri yetiştirmiş mektebinde, Ebubekir, Ömer; Hakikat’ın güzelliği imanın güzelliğinden doğan bir güzellik türü. Haşir hakikatının güzelliği insanlığı neler getirmiştir, onu da kendisi anlatır. Melekler hakikatı anlaşılınca insanlığa neler getirmiştir, ya Mirac’ın hakikatı sonu gelmez güzellikler zinciri. Birde Bediüzzaman’ın hakikatlara getirdiği yeni bakış açıları ve tozlanmış hakikatı cilalaması o da daha derin bir bahis. Nur cami bir kelime yer yüzünü aydınlatır, yüzümüzü aydınlatır, cihanın bütün güzelliklerini gösterir.Çiçek, Bediüzzaman çiçeğe “tebessüm eden ilahi güzellik” der. Bütün çiçekler perde arkasında kendini ihsas ettirmek isteyen bir İlahın güzelliğidir. Kulağa benzeyen yapısı bize neler telkin eder. İnsan ruhu rencide edilmedi mi bütün güzelliklerin kaynağıdır, işte Bediüzzaman’ın ruhu, ve ruh inceliği ve eserlerinin inceliği. Suret’in geometrik uyumlu güzelliği, bütün şarkılar ve şiirler, onlardan doğmuş. Şefkat, Ana’nın şefkati, anaların yavrulara şefkati. Adalet’in güzelliği işte Ömer. Merhamet’in güzelliği işte Ebubekir Efendimiz, Hikmet’in güzelliği işte Bediüzzaman’ın hikmet okyanusu ve bizdeki tecellileri.

İnsan’in temel argümanı mana içinde yoğrulmaktır, siyasi mesail öyle cazibeder bir elbise ile dolaşır ki insanı kendine yabancılaştırır. İnsan anlar ama vakit geçer, Bediüzzaman “Bu zamanda siyaset ruhları anavar etmiştir”der ki elhak doğrudur.

Prof. Dr. Himmet Uç

Sen Özelsin, Sen Güzelsin..

Her Gününde ayrı bir güzellik gizlenen bahar sabahlarını severim, çok severim. Neşemdir, sevincimdir onlar. Hayatımın en önemli olaylarını hep bu mevsimde yaşadım, belki de onun için. Hiç bitmesin, hiç geçmesin isterim baharlarım. Her yandan hayat fışkırır, her yer hayat kokar bu mevsimde Acaba renkler ve sesler bu mevsimden çok hangisine yakışır? Hiç düşündünüz mü? Yaradan; onu oraya, bunu buraya öylesine serpmiş ki, tesadüf yok çizdiği desenlerde. Akıllar O’nun sanatı karşısında ancak hayrettedirler. Erken uyanır oldum bu sıralarda. Sanki, bütün günahlarımı affetmiş gibi Rabbim, içimde bir hafiflik, bir rahatlık var. ‘Dışarıda delikanlı bir bahar.Sayısız güzelliğin içinde, herkesin keyfi yerinde. Ortalık bayram yeri gibi şıkır şıkır, her şey kıpır kıpır. Güneşi selâmladığım bir sabah, baharı görmek istedim yerinden ve daha da yakından. Bu güzelliğin kaynağına yönelmeliydim.Elde değil bu güzelliğe aşık olmamak, elde değil vurulmamak. ‘Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği Yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır’ diyor.Bediüzzaman.

Ruhumuz çekiliyor güzelliğin içine doğru. Çağrılıyoruz . Hiç olmazsa bu bahar, bu daveti geri çevirmeyeceğim. Gündelik işlerin perdesini aralayıp, yola koyuluyorum. Bir başıma ama kalbimle beraber. İçimde hâlâ bir şüphe var. ‘Allah’ım şu sayısız varlık arasında benim özel bir yerim var mı? Yoksa ben bu dünyada sıradan bir yolcu muyum?’ Belki bu soruların ve daha nicelerinin cevabını orada bulurum. Kırk yıl süren uzun bir geceden sonra, ilk defa ışıkla, Güneş’le tanışan bir gözle, hayatın tam içine doğru yürüyorum. Şehir, köy ve evler, İnsanlar ve gürültüler şimdi hepsi çok ama çok gerilerde kaldı. Güzelliğin sınırı sessizlikle başlıyormuş meğer. Her yer yemyeşil ve tarlalar rızk dolu. Buğdaylar kendini hemen de gösteriyor. Olgun başaklar, boynunu bükmüş hasadını bekliyorlar. Yürüdüğüm yolun iki yanı da kıpkırmızı gelinciklerle kaplı. Işıktan bir ırmak olmuş da önümde akıyor sanki. Kalbim yoruldu bu güzellikleri izlemekten, durdum. Yolun kenarında oturdum, birazcık bekleyeyim dedim. Kalbi, kalbimi aramaya çıkmış bir yol arkadaşı belki gelir diye. Bu güzellikler bir başına seyredilmiyor. Bu yollar yalnız yürünmüyor. Kalbin kalbe desteği gerek onu bildim bugün. İşte tam burada iki bulut gibi buluşsaydı eğer iki kalp, yağmur yağardı, rahmet inerdi semadan, bu ilahî sevginin hatırına. Hep öyle olmamış mıdır? İnce ince düşünürken, sorularıma cevaplar gelmeye başladı bir bir, Hava sakin, rüzgâr uyumuştu ama ne olduysa o sırada oldu! Nereden geldi de beni buldu bilmem? Ağır ağır, döne döne bir yaprak düştü ellerime Ak saçlarıma yılların düştüğü gibi.

Bir yaprak değildi bu, bir mektuptu O’ndan. Yaradan’dan geliyordu. Göklerden de ötelerden bir mesajdı bu. Çiçekler, kuşlar konuşurdu biliyorum, yaprak da konuşur muydu acaba? Atmaya kıyamadım, o kadar güzeldi bu yaprak. Kurumuş ve azıcık ıslaktı. Göz yaşlarımla biraz daha ıslandı. Bir buse kondurdum ve yaprak konuştu benimle: ‘Sen özelsin, sen güzelsin. Benim, senin ellerine düşmem için evrendeki bütün yasalar birlikte hareket ediyor.’ dedi. ‘Belki de yüzlerce yasa senin için çalışıyor. Niye kucağına düştüm, niye ellerindeyim biliyor musun? Bu kanunlar yüzünden değil elbette. Yetmez bunları açıklamaya hiçbir sebep. Çünkü sen özelsin ve sen burada olduğun için senin ellerine düştüm. Beni sana getiren yasalar ne kadar ince ve önemli olsalar da sen hepsinden de önemlisin. Çünkü sen özelsin, sen güzelsin.

Sen güzellerin güzeli olan Rabbim’in biricik eserisin.Yaprak konuştuğuna göre her şey konuşmalıydı benimle. Derken bir yağmur damlası alnıma düştü. ‘Dağlar taşlar aştım’ dedi su damlası ‘bir yağmur tanesi olup alnına düştüm çünkü sen özelsin, sen güzelsin‘ dedi. Sonra rüzgar konuştu; ‘Deryalar, kıtalar aştım bir yanık yüreğin yüzünü okşamak için meltem oldum senin için, çünkü sen özelsin, sen güzelsin’ dedi. Yeryüzü bahçelerinin meyveleri tek tek konuştu benimle. ‘Güneşte piştik senin için, kızardık, al al olduk, sofrana konduk.’ dedi bir kiraz. ‘Bunca rahmet, bunca zahmet senin için, bunca renk, tat ve çeşit senin için, hepsi senin için çünkü sen özelsin, sen güzelsin’ dedi. Güneş milyonlarca kilometre öteden ışıklarını koşturdu gözbebeğime, ben göreyim diye. Görevini yapmanın rahatlığıyla ışık yüzüme değdi, ruhumu aydınlattı, ‘Çünkü sen özelsin’ dedi. Asırlar ötesinden hiç değişmeyen ama ruhumun aşina olduğu bir koku geldi burnuma, bırakıp da gitti bütün güzelliğini. ‘Ben o hiç solmayan bahçenin güllerinden bir esintiyim. Bunca varlık arasında bizim o güzel kokumuzu hissedecek senden başka bir güzel yok, çünkü sen özelsin, sen güzelsin’ dedi. Mevsimler konuştu sonra,Al al, yeşil yeşil, ak ak, türlü türlü renklerle bezendi dünya. ‘Senin için, çünkü sen özelsin’ dediler.

İnsana yine insanın eliyle en son bir hediye gönderdi Allah, bir çocuk verdi özel mi özel, güzel mi güzel. O gün anladım bu dünyada neymiş yerim? Neymiş varlıklar arasında önemim? Yaşlı gözlerle duaya durdu dudaklarım, seyretti o yavrucuğu uzaktan. Ve bu çocuk Meryem’in kucağındaki İsa gibi konuştu. ‘Sen, ben ne varsa hepimiz Rabbimiz’in güzeliyiz.’ dedi. Rabbim, bütün bu güzelliklerin arkasındaki Güzel, benim tek Güzel’im, kabul et ki geç kaldım kapına gelmekte. Tut ki, gafletime say. Geldim, ruhumun, hayalimin hızında ve ışığında. Ne varsa elimde, hepsiyle beraber geldim. Geç kalışım için affet, oyalayan her şey için beni affet. Sen ki, affı umman olansın. Bir katre günah içinde çırpınan bu ümitsiz yolcunu da affet. Madem ki, yarattığın her şeyle tek tek konuştum, bana ‘sen özelsin’ dediler. Allah’ım ben Sen’den başka kimin özeli, kimin güzeli olabilirim ki?

Buldum, yıllardır aradığım soruların cevabını buldum. Kalbim sükunet içinde. İçimdeki çocuğun o sessiz çığlıkları dindi. Kapındayım, medet ey sonsuz Şefkat Sahibi, ey Yüce Rahmet Sahibi affet. Şanının yüceliğini bir kez daha göster. Açılsın gül yaprakları gibi perde perde rahmetin, her affedişinde öyle bir güzellik tecelli etsin ki melekler bile şaşsın buna. Affet Allah’ım affet. Yolundan, adından, kitabından, kılavuzundan uzak kaldığımız günler ve çöllerdeki kumların adedince, o kumlara gömülü gecelerin ve yıldızların sayısınca affet. Şanın için, merhametine, affına sığındım. Azametin ve rahmetin için ve sevgili Habîb’in için affet. Sen’den istemek de güzel Allah’ım. Çünkü isteten de sensin. Kapındaki bu dilencinin elini değil, ruhunu dolduran gözyaşlarına bari kerem et, affet. Şimdi yine Sen’i söylemek isteyen bir dil olmak için dilleneceğim, bin bir dil olacağım. Yer yüzündeki çiçekler kadar serilip, serpilip, her güzelliği içimde bilip, Sana sunacağım. Beyhude geçen hayatımı, başı boş giden günlerimi, dakikalarımı affet. Sen ki, kâinat sana muhtaç. Sen ki Ehad’sin ben de kapında sana muhtaç. Ey Samed olan Allah’ım beni affet. Duayı öğretmesen, dua edecek dili ve kalbi vermesen bu duaları da edemezdim ya. Ben Sen’den başka kimsenin değilim Allah’ım. Sen’in nezaketin hürmetine o nazik şefkatin adına beni affet.

Sen çok naziksin, nazifsin, paksın, her türlü kusurdan sonsuz derecede uzaksın. Allah’ım, affet. Tertemiz o güzelim isimlerin için, fiillerin, sıfatların için beni affet. Sen’i lâyıkıyla bilememenin cehaleti içinde bu dünyadan göçüp gitmekten korkuyorum. Sen’i nasıl bilmek gerekiyorsa öyle bildiren ve öyle anlatanlar hürmetine, gönderdiğin resuller adına affet. Semadan meleklerinin indirdiği her bir kar tanesinin ve her bir yağmur damlasının hürmetine tövbelerimi kabul et Allah’ım. Bilemedik, bilemedik işte affet. Ama bir gün olur, bilir, anlar, hissedersek ne olur kapını o güne kadar açık tut, yüzümüze kapama Allah’ım. Yok Sen’den başka Rab, yok senden başka İlah, yok senden başka Sevgili. Kalpler ancak senin adını anmakla huzur buluyorsa eğer söyleyecek tek sözüm var kabul et. Bu kalbim, bu dünyam zaten Sen’in ama söylemek iradesini de bahşettiğin için, sevinerek ve içten gelerek söylüyorum ki; bu hayatım ve bu dünyam ne varsa Sen’in sevdiklerinin yoluna feda olsun. Sermayem bu kadar, koskoca bir hiçim. Ama sen bu hiçin karşısındaki her şeysin Allah’ım. Madem ki ben özelim, madem ki ben güzelim, ey güzellerin güzeli olan Allah’ım, kim bilir Sen nasıl bir güzelsin. Bütün sevdiklerimle beraber ebediyet yurdu olan Cennet’ten Cemâl’ini ve merak ettiğimiz bütün güzelliklerini görmeyi lütfet, nasip et.

Selim Gündüzalp