Etiket arşivi: hac

Mehmed Feyzi Efendi’nin (Rahmetullahi Aleyh) Ali Ulvi Kurucu İle Hacda Yaptığı Sohbet: İslâm Garip Başladı Yine Garip Olacak

1970 yılı haccında Arafat’ta, Ali Ulvi Kurucu ve bir grup hacının ziyâreti münasebetiyle, Mehmed Feyzi Efendi’nin (Rahmetullahi Aleyh) yaptığı sohbettir. (Teyp kaydından yazıya geçirilmiştir.)

Ali Ulvi Kurucu, Mehmed Feyzi Efendi’ye (Rahmetullahi Aleyh) birtakım bilgiler aktarırken Mısır ulemasından bir zâtın, Türk milleti hakkındaki kanaatlerini nakleder. O zât şöyle söylemektedir:

-“Türk milleti, yüz elli seneden beri, hususan kırk elli seneden beri yağmur gibi belalara giriftar olmakta: buna rağmen imanını kaybetmemiş. On hacı gönderemeyen ülke, bu sene elli yedi bin hacı gönderdi. Demek ki bu millet büyük bir dua almış. Allah yolunda çok şehid vermiş. Cenab-ı Hakk’ın din-i mübini uğrunda, çok ihlasla kan dökmüş. Bu millet için ve bütün alem-i İslâm için bu makamât-ı mukaddesede dua ettim. Eğer, Türk milletinin başına gelen felaket, başka bir milletin başına gelseydi perişan olurdu.”

Ali Ulvi Bey’in bu şekildeki anlatımlarından sonra, Mehmed Feyzi Efendi Rahmetullahi Aleyh Hazretleri sohbete başlar:
-“Her Arefe günü bu fakir, İslâmiyet lehinde bir fütühat hissediyorum. Hiç olmazsa, onların bazı entrikaları akim kalıyor. İnşâallah, bu defa da perişâniyetleri vardır.
Zaten Allahu Teala buyurdu:

اَلْيَوْمَ يَئِسَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ د۪ينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِۜ اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًاۜ

“Bugün kafirler, sizin dininizden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” (Maide Sûresi, 3. Ayet-i Kerime ve Meali)
ayetinin fütuhatını nasıl ki Haccetü’l-Veda’da görüyoruz ondan itibaren daima bunun timsali her arefede var. Çünkü kafirlerin son hacca kadar ümitleri varmış: “Müslümanları kandırabiliriz” diyerek… O gün, ümitleri kesilmiş, me’yus bir vaziyette bir tarafta bakıyorlarmış. Aralarında me’yus olduklarını müşavere etmişler. Hemen, Resûl-i Ekrem deve üzerinde hutbe irad buyururken bu ayet nazil oldu:

İslâmları dinlerinden usandırmaktan me’yus oldular. Madem hakikat böyledir:
فَلَا تَخْشَوْهُمْ
“Onlardan korkmayın.”
وَاخْشَوْنِۜ
“Benden korkun.”
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ
“Bugün dininizi tamamladım.” yâni “Ahkame dinikum. Bugün, işte dininizin ahkamını ikmal ettim.”
وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي
“Nimetimi, üzerinize itmam ettim” ki. “gerek bâtınî, gerek zahiri nimetimi…” demektir.
وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًاۜ
“İslâm dinini, būtün edyan içinde intihab, ihtiyâr ettim.” buyurur. Eğer tâbir caizse o gün, bir “kemal günü”. “yevm-i kemâl”, “yevm-i tamam”, “yevm-i intihâb”dır. O bir nokta, mesned oluyor.
Şimdi, oradan bir pergel cevirelim. Şöyle: Sahabe devri, tabiin devri… Artık, Emevilerin, Abbâsilerin ve Şanlı Türklerin devri.
Gelegele şimdi, şu güne kadar geldik. Fakat, seyir, amudî değil dâirevî, kürevî. Henüz, daire kapanmıştır.

وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّ۪نَۜ
“Fakat o Allah’ın Rasûlü ve Peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab Sûresi, 40. Ayet-i Kerime ve Meali)
sırrıyla, bu dâire mâdem kapanmamıştır: pergel ikmâl edecek. Dâire, dâire olacak. Mebde ile müntehâ ittisal ettiğinde, dâire tamam olur. Ve illâ, eksik olur. Dâire noksan kalır. Öyle bir hal olacak ki, inşaallahu Teâlâ, mebde ile müntehâ arasında bir mümâselet oluşturacak.

Hem mebde, hem münteha birleşecek.
Dâire-i İslâm devam ediyor. Nokta-i merkeziyye: Mekke-i Mükerreme, Medine-i Tahire’dir. Dairenin herhangi bir noktasından bir hat çekilse. Nokta-i merkeziyyeye uğrar. Ne aranırsa, orda olacak.
Şimdi, bu daire mâdem açıktır, kapanmamıştır: Öyle bir hac olacak ki, Haccetü’l-Veda’nın bir timsali, Lâakal yüz yirmi dört bin evliya mevcut olacak sahâbe adedince…

Bir zaman bu fakir demiştim ki, -buna bir mesnedim yok- “Yüz bin Türk haccetmedikçe kıyamet kopmaz!” demiştim.
O vakit on bindi. (Türklerden hacca gidebilen.)

وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
“Rabbinin nimetine (ihsanına) gelince onu minnet ve şükranla an.” (Duha Sûresi, 11. Ayet-i Kerime ve Meali)
Elhamdülillah, bu adet çoğaldı.
Inşaallah, Cenáb-1 Hak yalancı çıkarmaz.
(Bu sohbet, 1970 yılında Arafat’ta yapılıyor ve o sene Türk hacılarının adedini, Ali Ulvi Kurucu Beyefendi elli yedi bin olarak ifade ediyor. Mehmed Feyzi Efendi Rahmetullahi Aleyh Hazretleri’nin beyan ettiği rakamı Türk hacılar, 1976 haccında ilk defa aşıyorlar.)

Efendim. Millet-i Ahmed, Millet-i Muhammed için gayet beşaretli bir durum var.
Şimdi, tashih ettirmek için benim arz edeceğim bir mes’ele daha var. Ama, tashih için arz ediyorum:
Resûl-ü Ekrem Efendimizin:
بَدَأَ اْلاِسْلاَمُ غَرِيباً وَسَيَعوُدُ غَرِيباً
“İslâm garib olarak (eşsiz) başladı tekrar başladığı gibi garip hale dönecektir.” (Müslim, İman, 232, 145; Tirmizî, İman, 13 – 2631)
buyurdukları hadisin anlamı, fukahânın ıstılahında yerleşmiş. Meselâ: Istılâh-ı fukahâda. “garib”:
بعد عن الوطن
“Vatanından uzak olmuş” kişidir. Mesâil-i fikhıyye sadedinde bu suretle mânâ veriliyor.
Şimdi, Fakir, istilâh-ı ehl-i hakikate göre olan manayı almak istiyorum.
Ehl-i hakikat istılâhında:
كل شئ ما بين جنسه عديم فهو غريب
“Herhangi bir şey ki, cinsi mâbeyninde adîmu’n-nazirdir; o şey garibdir.”
Biz, şimdi bu mânâyı esas alıyoruz. Çünkü, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu hadis-i şerif beyan etmeleri, mesâil fikhiyyeden bir mesele hakkında değildir. Hadisin vürudu, belki, İslâm’ın mebde’den, müntehaya doğru seyrini beyan ediyor.

Yani, nasıl adîmu’n-nazir (benzeri olmayan) bir din olarak mebde’de zuhúr ettiyse, münteha tekrar adîmu’n-nazir bir din olarak bütün edyan içinde netice bulacağını mebde ile müntehânın ittisâlini beyan sadedindedir. Yoksa ki, mesâil-i fıkhiyyeden bir mesele hakkında değildir ki fukâha istilâhıyla buna tevcih edilsin! Çünkü hem bu şekildeki tevcih, avâma göre yeis veriyor.
“İslâmiyet garib olarak başladı, garib olarak neticelenecek” gibi bir mânâ, yeis veriyor. Bu ise kuvve-i mâneviyyeyi kırar.
Demek, hadis-i şerifi ehl-i hakikat istilâhı üzere tevcih, daha münâsib oluyor. Kuvve-i mâneviyye vermek için…

Zâten de Mesnevi’de bir mısrâ var: Mevlânâ Hazretleri, Şems’e (Güneşe) “garib” diyor:
خود غریبی در جهان چون شمس نیست
شمس جان با قیست اورا أمس نیست
“Hakikaten dünyada güneş gibi garip bir şey yoktur. Can güneşi bakidir. Onun için (dün) yâni geçmiş zamanın itibarı olmaz.” (Mesnevi-i Şerîf, beyit: 120)

Şems’in garib olması, kevâkib içinde adîmu’n-nazir olmasındandır. Yoksa, bizim bildiğimiz “bîkes” mânâsına değil.
İşte, din-i İslâm da bütün edyân içerisinde adîmu’n-nazir bir din olduğu için; adîmu’n-nazir bir din olarak zuhûr etti. Tekrar, seyrini adîmu’n-nazir bir din olarak tamam edecek. Sırr-ı hatmiyyet zuhûr edecek. Zâten, Nüzûl-u İsâ Aleyhisselam da, daire-i nübüvveti temhir içindir. Bu hikmete binaen Mehdi Âl-i Resûl Aleyhisselâm’ın zuhûru da dâire-i velâyeti temhir içindir.

Resûlullah Hazretleri, Hâtemül-enbiyâdır. Yani, onun risâletiyle, nübüvvetiyle, dâire-i nübüvvet temhir edilmiştir. Bir kıraata göre:
خاتم انبيين
[Hatimi’n-Nebiyyin]dir. Bu da mütevâtir kıraattır. O vakit, “mühürleyici” demektir. Kendisi irtihal buyurdular. İsâ Aleyhisselam vekili olarak; Mehdi Âl-i Resûl Aleyhisselâm da onun evlâdından tekrar vekili olarak, o daireyi bizzat Fahr-ı Âlem hesabına temhir edecekler. O daire kapandıktan sonra, artık, bir müddet yaşama var. Ama, artık bir daire çizmiyor. Nes-nas denilen bir kavim yaşayacak. Fakat ne insâniyet, ne İslâmiyet, onlardan hiçbir eser yok. Çünkü, daire çizmez bir daha.

Ama, henüz dâire kapanmazdan evvel, menfi seyir ve merhaleler geçilip, inşaallah mebde ile münteha ittisal edecek. Pek parlak ittisâl edecek! Fakat bu yine, nokta-i merkeziyye olan makamât-ı mübârekede zuhûr edecek. İnşaallahü Teâla.

Lâakal, o hacda yüz yirmi dört bin evliyâ bulunacak. İnşaallah. Ama, diğer halkın hesabını Allah bilir. Bunu, tashih için arz ettim, zât-i âlînize (Ali Ulvi Kurucu Bey’e hitap ediyor).

Not: Ali Ulvi Kurucu Bey, bazı hadis kitaplarının şerhlerinde bunu teyid eden açıklamalar gördüğünü ifade etmişlerdir.

(Rafet Küllüoğlu, Mehmed Feyzi Efendi’den Feyizli Sözler Sohbetler, s. 87-94 arasındaki sayfalardan muktebes olarak düzenlenerek alınmıştır.)

Abdulkadir Çelebioğlu

Kâbe’yi tavaf etmek, ona secde etmek putlaştırmak olmuyor mu?

İnsanın aklına zaman zaman çok değişik sorular takılabiliyor. Bunların bazıları herhangi bir uyaran olmaksızın akla geliyor, bazıları ise özellikle kafa karıştırmak maksadıyla belli mecralarda kotarılıp yayılan kasıtlı sorular oluyor.

Birinci gruptakiler genellikle bilgi eksikliğinden ortaya çıkarken ikinci gruptakiler çoğu çeşitli mantık hataları barındıran, yanlış bilgilerin derlenmesiyle oluşturuluyor.

İki grup arasındaki en bariz fark da; birinci grupta olanlar gerçekten sorularına bir cevap ararken ikinci gruptakilerin tüm iddialarını çürütüp sorusunu cevaplasanız bile, biraz sonra onları aynı sorularla başka birilerinin kafasını karıştırmaya çalışırken görebilirsiniz.

Birinci grupta olduğunu düşündüğümüz sorulardan biri de Kâbe ile ilgili olandır. Özellikle Mekke’de Mescid-i Haram’da namaz kılanları gören bir kişi yeterli bilgi sahibi değilse kutu şeklinde bir yapıya doğru secde eden binlerce kişinin görüntüsünü putperestlerin davranışlarına benzetebilir.

Bu nedenle akıllarda soru işaretleri olmaması adına konuya açıklık getirelim.

Putperestlikte secde edilen şey ya mabut olarak tanınmakta, yani doğrudan o nesneye tapınmak maksadıyla secde edilmektedir ya da tabiri caizse Allah katında torpil yaptırma gücü atfedilen putlara bu maksatla secde edilmektedir.

Kâbe’ye doğru yapılan secdenin ise bu iki durumla da hiç alâkası yoktur. Kâbe’ye doğru secde eden bir Müslüman asla Kâbe’yi bir mabut olarak veya Allah katında bir şefaatçi olarak düşünerek secde etmez. Daha açık bir ifadeyle hiçbir Müslüman Kâbe’ye secde etmez. Kâbe’ye doğru secde eder. Putperestlikte ise doğrudan o nesneye secde edilmektedir.

Kâbe’ye doğru secde edilmesinin bir maksadı tüm Müslümanların ibadetlerini yaparken bir noktaya yönelmesini sağlamaktır. Nasıl ki hangi din mensuplarının yaşadığını bilemediğiniz bir köyden geçerken bir ezan sesi duysanız oranın bir Müslüman köyü olduğunu bilirsiniz. O köy Dünya’nın neresinde olursa olsun fark etmez okunan ezan hep aynıdır. Ezan sesi İslâm nişanlarından biridir ve duyulduğu yerde Müslüman birileri var demektir.

Hatırlarsanız milletimizi İslâm’dan kopartma gayretine girmiş olan bir takım insanlar, vaktiyle memleketimizde Türkçe ezan uygulaması yaptırarak o nişanı ortadan kaldırmak, bizi İslâm beldesi sınıfından çıkarmak için devlet eliyle yaptırım uygulamışlardı.

İşte Kâbe’ye yönelmek de İslâm nişanlarından biridir. Dünya’nın hangi noktasında olursa olsun bir Müslüman namaz kılacağı zaman yönünü Kâbe’ye çevirir. Cenazesini mezara koyduğunda yüzünü Kâbe’ye çevirir. Dolayısıyla bir mezar görüldüğünde, mezarda yatan kişinin sağ yanına yatırıldığında yüzü Kâbe’ye yöneliyorsa, o kabrin büyük ihtimalle bir Müslüman’a ait olduğu anlaşılabilir.

Tekrar etmek gerekirse, Müslümanlar Kâbe’ye secde etmez, Kâbe’ye doğru secde eder. Kâbe’nin secde edilen yönde olması ona secde edildiği anlamına gelmez. Nasıl ki evde namaz kıldığımız sırada dolap, yatak, vitrin, koltuk gibi eşyaların secde yönümüzde bulunması bizim onlara secde ettiğimiz anlamına gelmiyorsa Kâbe’nin secde ettiğimiz yönde olması da ona secde ettiğimiz anlamına gelmez. Bu yönüyle tıpkı pusulanın kuzeyi gibi bir yön sabitleme aracıdır Kâbe.

Bütün bunlar bir yana bize namazlarımızda yönümüzü Kâbe’ye çevirmemiz Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz tarafından emredilmiş, namazın nasıl kılınacağı Cebrail as. tarafından Sevgili Peygamberimize gösterilmiştir.

Putperestlerin secde ettiği şeyler ise kendilerinin icatlarıdır. Onları tazim etmek için yapmış oldukları her türlü seremoni de kendi uydurmalarıdır.


İslâm’ın şartları arasında olan ve Rabbimizin maddi gücü yeterli olan her Müslüman’a farz kıldığı ibadetlerden biri de Hac’dır. Bu ibadetin yapılış tarzı da yine Sevgili Peygamberimiz tarafından bize tarif edilmiştir. Dünyadaki Müslüman milletler arasında tanışma, kaynaşma, fikir alışverişi, birlikte hareket etme gibi pek çok hikmetleri olan bu ibadet için de sabit bir buluşma noktası gereklidir ve bunun için kıblemiz Kâbe’den daha uygun bir yer olamaz.

Tavaf sırasında Kâbe etrafında dönmenin de Kâbe’ye ibadet etmekle hiç alâkası yoktur. Kâbe orada da tavaf ibadetinin mekânı olarak belirlenmiştir.

Son söz olarak;

Kâbe hiçbir Müslüman’ın putu değildir ve olamaz.

Bunun yanında para, şöhret, makam, güç ve şehvet gibi pek çok put adayı çevremizde dolanıp bizi yoldan çıkarmaya gayret etmektedirler. Asıl bu konularda gözümüzü dört açmamız gereklidir.

Muhiddin Yenigün

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2018 Temmuz (499.) sayısında yayınlanmıştır.

İbadet İçin Dünyayı Bütünüyle Terk Etmek Gerekli mi?

Bir ayet-i kerimede ‘Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” buyruluyor. Ayette geçen “ibadet” kelimesine birçok tefsir alimi “marifet” manasını veriyorlar. Bir hadis-i kutsîde “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve mahlukatı yarattım.” buyrulması da bu tefsire kuvvet veriyor. Buna göre, varlık alemi Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayna olmak, sıfatlarının kemalini göstermek için yaratılmıştır ve inanan bir insanın bu tecellilere karşı muhabbetle, hayretle, tefekkürle, şükürle mukabele etmesi gerekir.
İşte bu ulvî görev, ayet-i kerimede “ibadet” olarak ifade edilmiş bulunuyor. Bunun en ileri ve en mükemmel şekli de namazdır. Bu hakikat Allah Resulünün (asm.) “Namaz dinin direğidir.” hadis-i şerifleriyle en veciz ve en güzel şekilde dile getirilmiştir.
Bilindiği gibi, ibadet ikiye ayrılıyor; malî ve bedenî ibadetler. Bedenle yapılan ibadetleri namaz temsil ediyor. Mal ile yapılan ibadetleri ise zekât. Bu ayetin sadece mealine bakıp tefsirlerini okumayanların aklına şöyle bir soru takılabiliyor: “Biz dünyaya hiç çalışmayıp sadece ibadet mi edeceğiz?”
Bu soruya Sözler mecmuasından Dördüncü Sözde şu cevap veriliyor:
“Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.” Buna göre, yeme, içme, uyuma, ticaret yapma gibi işler de ibadet hükmüne geçebiliyor; namazın kılınması şartıyla. O zaman şöyle düşünmek gerekir: Bu işler yapılırken de insan Allah’ı hatırlayabilir. O zaman, yaptığı işi güzel bir niyetle yapar. Yemek yiyorsa, aldığı gıdaların bu alemden süzülmüş birer hülasa, birer İlahî ihsan olduğunu hatırlayan insanın yemesi de ibadettir. Ticaret yaparken, müşteriyi aldatmaktan korkan, yalan söylediğinde kul hakkına tecavüz etmiş olacağını düşünen, ticaretini helal yollardan yapıp aile fertlerine helal lokma yedirmek isteyen bir insan da bu düşünceleriyle bir nevi ibadet üzeredir. Ve yaptığı işler de ibadet hükmünü alırlar. Böylece, ayetin manası çok daha iyi anlaşılmış olur.
Namaz kılan kişinin dünya zevklerinin tümünü terk edip tamamen ahirete yöneleceği gençlerimize kasıtlı ve sistemli olarak telkin ediliyor ve böylece onlar namazdan alıkonulmak isteniyor. Namaz kılan bir gencin dünya hayatına ‘Bir lokma, bir hırka.’ anlayışıyla bakacağı sinsice vurgulanıyor.
Ben bunları yazarken bazı çevrelerin hac için yaptıkları itirazlar hatırıma geldi. Bizim gençliğimizde çevremizde genç yaşta hacca gitmek isteyenlere karşı çıkılır; biraz yaşlanması gerektiği, bu yaşlarda iken hac ibadetini taşıyamayacağı telkin edilirdi. “Taşımak” denilince “her haliyle olgun ve hürmete layık bir kişilikle topluma görünmesi, bir hacıya yakışır davranışlar sergilemesi” kastedilirdi. Bir genç için bunun zor olduğu sanılırdı. Bu sözü ilk duyduğumda şu soru hatırıma gelmişti: “Hac oruçtan daha mı ağır? Bir insan çocukluğundan beri oruç tutuyor, onu taşıyabiliyor da gençliğinde hac ibadetini niçin taşıyamasın?” “Hacı denilince dünya işlerinden bütünüyle çekilmiş bir tip takdim ediliyor. Sevinçle ifade edeyim ki, şu anda böyle bir telkin artık söz konusu değil. Genç yaşta hacca gidip, döndükten sonra da dünya işlerine başarılı bir şekilde devam eden iş adamlarımız, bürokratlarımız, bilim adamlarımız çoğalınca bu gibi itirazlar da artık duyulmaz oldu. Halbuki İslam’da böyle bir anlayışa yer yok. Bir kişi haccın farzlarını yerine getirdi mi hacı olur; isterse yol boyunca ticaret yapsın ve dönüşünde de yine ticaret yaparak evine dönsün.
Namazda da benzer bir durum söz konusu. Cuma namazı için “nida edildiği,” yani ezan okunduğu zaman alışverişi bırakmak gerekiyor. Bu husus ayetle sabittir. Tefsir alimleri, bu ezanın, ilk ezan değil, imam hutbeye çıkarken içeride okunan ezan olduğunu ifade ederler. Cumada hutbe okunması farzdır ve bu farzın başlamasıyla birlikte dünya işleri de bırakılır; tıpkı namaza durulduğunda yeme ve içmenin terk edilmesi gibi. Bu ikinci ezana kadar insan alışverişini yapabilir. Zaten ayetin devamında, namazdan sonra yeryüzüne dağılmamız ve Allah’ın lütfundan istememiz beyan edilmektedir.
Zevklerin terk edilmesi meselesine gelince, İslam’da yasaklanan zevkler gayr-i meşru olanlardır. Bunlar namaz kılsın veya kılmasın her Müslümana haramdır. Şu vecize bu tip sorular için güzel bir cevap oluyor: ‘Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir, harama girmeye hiç lüzum yoktur.’ Yeme, içme, evlenme, para kazanma, makam sahibi olma, müzik dinleme, seyahat etme gibi insana zevk ve neşe veren ne kadar şey varsa, bunların hepsinin mutlaka meşru şekli de vardır. Ve bunlar, insanın nefsine zevk verdikleri gibi ruhunu da yaralamaz, incitmezler. Meşru olmayan zevkler ise nefsin hoşuna gitse bile, kalbi yaralar, ruha zarar verirler ve vicdanı rencide ederler. Halbuki, gerçek zevk, ruh ve kalbin aldıkları manevî lezzetlerdedir. Gençliğimize bu nokta hiç telkin edilmez. Sadece şehvet ve eğlencelerle nefislerine hitap edilir ve bunun ötesinde bir zevk ve saadet olabileceği hiç hatırlarına getirilmez. Halbuki, beden ruhun hanesidir.
Gerçek lezzetler, ulvî hazlar, ruh ile ve kalp ile tadılırlar. Yemenin, içmenin bir zevki olduğu gibi, anlamanın, ilim tahsil etmenin, kul olduğunu bilmenin, Allah’ın rızası için çalışmanın, alçak gönüllü olmanın, başkalarına yardımda bulunmanın da kendilerine has lezzetleri vardır. Bunlar bedenin organlarıyla değil, ruhun latifeleriyle tadılırlar. Gerçek zevk ve lezzet de bunlardadır.
Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

 

Nurlu Yolculuk (Şiir)

Yüce Mevlâ’m nasip etti

Çıktım Hicaz’ın yoluna

Rabbim böyle ziyareti

Nasip etsin her kuluna

 

Sürüklendim yaprak gibi

Kapıldım gönül seline

Girdim kutsal topraklara

En başta Mekke şehrine

 

Tuttum Kâbe’nin yolunu

Büründüm beyaz ihrama

Dua ve tekbirler ile

Girdim Mescidi Haram’a

 

Daldım sevgi girdabına

Boğuldum sonsuz sevince

Sanki uçar gibi oldum

Kâbe’yi tavaf edince

 

Gark oldum kalabalığa

Yeniden doğdum arındım

Kâbe’yi Tavaf ederken

Kendimi mahşerde sandım

 

Mübarek zemzem suyunu

İçtim hem de kana kana

Haccettim ve Umre yaptım

Mevlâ’m nasip etti bana

           

Selamladım ben Kâbe’yi                                

O’nu seyretmeye daldım

Tövbe ve istiğfar ile

Bütün geçmişime yandım

 

Çıktım Arafat dağına

Seyrettim Dünya âlemi

Yüce Mevlâ’m buluşturmuş

Orda Havva ve Âdem’i

 

Hac farizası bitince

Sonra vardım Medine’ye

Resulullah’ın mekânı

Nurlu ve kutlu Belde’ye

 

Medine’ye ulaşınca

Göründü Mescidi Nebi

Karşımda duruyor sanki

Yüce Allah’ın Habib’i

 

Yeşil Kubbe görününce

Selamladım Peygamberi

Salât selam sana olsun

Ey müminlerin rehberi

 

Selatüllah selamüllah

Aleyke ya Resulüllah

Ey iki cihanın gülü

Sensin yüce Habibüllah

 

Çıktım uzak diyarlardan                               

Can seni görmeye geldim

Kapınızın eşiğine

Yüzümü sürmeye geldim

           

Naçizane selamımı                                         

Bizzat iletmeye geldim

Perişan arzuhâlimi

Size arz etmeye geldim

 

Günahım çok amelim yok

Yardımcı olmana geldim

Tanyeri’nin hesabı çok

Şefaat almaya geldim 

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Mukaddes Yolculuğun Bahtiyar Yolcuları!

Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke’deki Kâbe’dir. Orada apaçık nişaneler (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yol bakımından gücü yetip gidebilenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki Allah âlemlerden müstağnîdir.” (Âli İmrân:3/96-97.)

Rabbimizin lütuf ve keremiyle  çok mübarek ve  önemli zaman dilimleri yaşanmaktadır. Şu günlerde atmosferine girdiğimiz Hac  ibadeti ve şeâiri gibi.…

Cismen olamasak da, ruhen ve fikren o mübarek beldelerde gönüllere ferahlık ve sevinç bahşeden oranın havasını uzaktan uzağa teneffüs etmenin hazzı ve sevinci bile insanı heyecanlandırıyor.

Hacla ilgili hissiyatımızı engelleyemedik ve hakkımızda mânevî bir dua olması ve dualara dahil olmamız dileğiyle tuşlara besmele ile dokunmaya başladık.

Yukarıda zikrettiğimiz ve diğer âyetlere göre hacc, tek bir ibâdet olmayıp bir ibâdetler  yumağıdır âdeta… Her biri birtakım fiil, davranış, hareket, terk ve yasaklardan oluşan ibâdetlerin bütünü hacc ibâdetini teşkil etmektedir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “…Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir” “ (Sözler,16.söz, 4.şuâ)

Bunların başlıcaları ihram, namaz, telbiye, çeşitli zikirler (Allah’ı çeşitli isim ve sıfatları ile anmak, Kur’ân, cevşen, dua, vird, zikir okumak gibi), Arafât ve Müzdelife vakfeleri, istiğfar, tavâf, güzel ahlâk, sabır, ihramlı iken yasaklara riâyet, yasakları çiğneme sebebiyle veya bazı mazeretlerden dolayı oruç, kurban, sadaka şeklinde yerine getirilen keffâret ve fidyeler, en hayırlısı takvâ ve amel-i Salih  olan mânevî azıklar edinmek, imanı tahkîk  mertebesine çıkarma adına cehd ve gayret göstermek suretiyle Rubûbiyet-i İlâhiyenin  kemâlatını ilân, tevhidî sadâlara iştirak ile maddî ve mânevî kirlerden arınmaktır.

Bütün bu davranışlar doğrudan doğruya ibâdet olup Allah’a lâyık bir kul olma amacına yönelik olarak ve O’na yakınlık elde etmek için Allah tarafından va’zedilmiştir.

Milyonlarca hacıların dilinden ve kalbinden yükselen Tekbir ve Telbiyeler, Arafat dili ve Kâbe kalbiyle Arş’a yükselmektedir.

Haccın “ferdî, ictimâî, iktisâdî, siyâsî…” sayısız faydaları  oldukça fazladır.

Said Nursî, şu veciz ifadesiyle bu hususa vurgu yapmıştır: “O kudsî farîzayı ve din-i İslâmın kudsî ve semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.” (Emirdağ Lahikası)

Ancak bu faydalar ibâdetlerin acil (dünyadaki) mükâfatıdır; asıl olan sırf Allah için, O’na kulluk borcunu îfa için yapılmış olmasıdır.

Hacc, yüzünü Cenâb-ı Hakk’a  dönüşün bir göstergesidir. O, mutlak, ezel  ve ebedin sahibidir. O, sonsuzdur. O’nun sınırı, ucu bucağı yoktur. “O‘na” dönüş, mutlak kemâl, mutlak iyilik, mutlak güzellik, mutlak güç, ilim, değer ve hakikate doğru hareket etmek; yani Mutlak doğru hareket, mutlak kemâle doğru mutlak hareket ve sonsuzluğa doğru mutlak kanat açışın bir sembolü, ebedî hareket  ruhunun mukaddes mekânlara yansımadır. Yani biz, bir “ebedî oluş”un yolcuları, bir “sonsuzluk hareketi”nin kafileleriyiz. Hacc, bu mahşerî kafilelerin tevhid semasında ve merkezinde zirve yaptığı bir buluşmanın, tanışmanın, bilişmenin ve milyonlarca cismin tek bir ruh haline dönüşmesinin  adıdır.

Bu seyrü sefer çizgisinin en son noktası rızâ-i İlâhîdir. Seferimiz, ebedî hicretimiz, öyle bir cadde, öyle bir yol üzerindedir ki, onun son noktası yoktur. Haşir meydanlarında bile son bulmayacak olan bir ebediyettir, mutlak  bir vuslattır.

Hac, bu mutlak vuslatın ince sırlarını içinde barındıran ebedîleşmenin bir provasıdır.

Hac süresince icra edilen bütün merasimler “ipuçları”dır, “işaret” ve “semboller”dir. Bir kişi secdenin anlamını kavramamışsa, sadece  alnını yere koymuş olur!

Hacc’ın özünü, ruhunu, hikmet ve önemini anlamayan kimse hediye dolu bir bavul ve boş bir zihinle ülkesine geri döner.

Hacc süresince;Tavafla tevhid inancını bütün kâinata ilân edeceksin. Sa’y ile Hacer annemizin heyecanını yaşayacaksın. 

Hacer-i Esved’i kulların ezelde Allah’a verdikleri kulluk sözünün bir mührü ve imzası olarak selamlayacak, yeminini tazeleyecek ve O’na kul olma şerefini bir kez daha te’yîd edeceksin.

Tavâftan sonra Hacer-i Esved ile Kâbe’nin kapısı arasındaki duvara (Mültezeme) karın ve göğsü, elleri ve sağ yanağını bir müddet yapıştırarak bu şekilde bir vuslat neş’esini yaşayacak ve sonra Kâbe örtüsünden tutunarak duâ ve niyazda bulunacaksın. Kâbe’ye yapışan vücudun cehennemde yanmaması için niyazlarını Kâbe’nin Rabbine arz edeceksin.

Böylece bir büyüğe karşı suç işlemiş olan kişinin, onun eteğine sarılarak affını istemesini temsil  etmiş olacaksın. Kulun bu şekilde manen ve mecazen eteğine sarılarak af dilediği, yakınlık ve lütuf talep ettiği Yüce Zat’tan başka sığınacağı, dayanacağı, yalvaracağı, kulluğunu arz edeceği kimsenin olmadığını samimâne  ve ısrarlı bir yakarışla ilân etmiş olacaksın. Çünkü duâda ısrar etmek Mevlâ’nın murâdıdır. İşte bu sarılış ve yakarış o ısrarın bir gereği olacaktır.

Kâbe’den Arafat’a gitmekle Adem babamızın inişini göstereceksin. Arafat’tan Mina’ya gitmekle insanın yaratılış gayesini, şeytânî tuzaklara meydan okumanın çabasını ortaya koyacak, en sevdiklerini Rabbına kayıtsız ve şartsız kurban edebilmenin  şuuruna ereceksin.

Birinci ve ikinci Akabe bey’atlarında Hz. Peygamber (s.a.s) ile Medineliler arasındaki görüşmenin gerçekleştiği yer olarak hatırlayacaksın.

Hz. İbrahim’in sahasına gireceksin Mina’da… O’nun gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail’i kurban etmek üzere getirmişti. Şimdi düşünmelisin, senin İsmail’in kim veya hangisi ? Servetin mi, makam ve mansıbın mı, evin mi, çiftliğin mi, araban mı, şan ve şerefin mi, sosyal  statün mü, güzelliğin mi, gençliğin mi?…Hangisi ? İşte o kimse ve neyse, buraya kurban etmek için getirmelisin.

Seni ibadetten, mânevî cihattan alıkoyan, sorumluluğu kabule yanaşmayan, nefse firavuniyet veren, fedakârlıktan alıkoyan, ebrârın dâvet çağrılarına kulak tıkatan, rahatın için bahaneler uyduran, seni kör ve sağır eden her neyse, İşte onu çekinmeden kurban etmelisin.

Bu fırsat bir daha eline geçmeyebilir!

O gül kokulu Medine’nin gül Peygamberine salât ve selamlarımızı iletirken, yıllar önce makbuliyeti tasdik olmuş bir hizmetin hâdimi olduğunu unutma!

Medîne-i Münevverede dahi o derece makbul olmuş ki; Ravza-i Mutahharanın Makber-i Saadeti üstünde konulmuş. Hacı Seyyid, kendi gözüyle Asâ-yı Mûsâ mecmuasını, kabr-i Peygamberî (asm) üzerinde görmüş. Demek makbul-ü Nebevî olmuş ve rızâ-i Muhammedî (asm) dairesine girmiş.” (Şuâlar)

Böylesine ulvî ve lâhûtî duyguları yaşayan hacı kardeşlerimize ne mutlu.

Selam olsun bu kutsal yolun mübarek yolcularına!..

Annelerinden doğmuş gibi pâk ve arınmış olarak dönmeleri ve bizleri de duâlarına dahil etmeleri niyazıyla…

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org