Etiket arşivi: hak

Meşveret Nedir? Nasıl Kazandırır?

Meşveret, sınırlı akıl, sınırlı düşünceye sınırsızlık kazandırmanın önemli bir yoludur.

Meşveret kadar zengin bir devlet ve güçlü bir ordu yoktur.

Sahabe, medih makamında, “Onların işleri, aralarında meşveret iledir.” beyanıyla, başka sıfatlarla değil de, meşveretle yâd edilmiştir…

Akıllıdan birkaç adım daha ileri akıllı, başkalarının akıl ve düşüncelerine de değer verendir.

Düşüncelerdeki pasları çözecek en müessir iksir, meşverettir.

İki akıl bir akıldan hayırlı ise, yüzlerce akıl evleviyetle bir akıldan hayırlı olur. İşte meşveret, bunca aklın bir araya gelmesinin adıdır.

Kendi akıllarına güvenip başkalarının düşüncelerine müracaat etmeyenler, dâhi de olsalar, muhakemeye önemli bir derinlik kazandıran meşvereti terk ettiklerinden dolayı akılsız sayılırlar.

Bir bilene sor! İki bilgi, bir bilgiden hayırlıdır.

Meşveret, şûrâ, istişare, müşavere kelimeleri aynı kökten gelmektedir ve lûgatlerde “danışma”, “görüşüp anlaşma”, “konuşup bir karara varma” anlamında tarif edilir. Meşveret İlâhî bir emirdir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Allah, Resûlullaha (asm) istişareyi emretmiş, ayrıca işlerini istişare ile yapan toplulukları medhü sena ile övmüştür.

“Onlar, Rablerinin dâvetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri kendi aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.” (Şûra Sûresi: 38.)

Cenâb-ı Allah’ın bu âyette istişâreyi, iman ve namazdan hemen sonra zikretmesi, daha sonra da zekâtı içine alacak şekilde infâktan bahsetmesi istişarenin İslâm’da ehemmiyetini gösterir.

Bakara Sûresinde insanın yaratılışı anlatılırken, Cenâb-ı Hakkın bu hususta meleklerle olan istişaresi nazara verilmektedir. Müşâvereden münezzeh olan Allah, böylece meşvereti emrettiği insanlara müşâvere üslûbunu öğretmektedir.

Âyetlerle, İlâhî bir emir olduğu kesin bir şekilde anlaşılan meşvereti; Allah’a lâyıkıyla bir kul olabilmemiz ve onun rızasını kazanabilmemiz için yapmamız gereken bir vazife olduğunu unutmamalıyız.

“Onların işleri aralarında şûrâ iledir” âyeti Mekke devrinde mü’minlerin toplum idaresinde söz sahibi olmadığı bir dönemde nâzil olmuştur. Böyle olduğu halde meşveret yine emredilmiş ve ondan vazgeçilmemiştir.

Peygamberimiz (asm) müşavereye dair bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Allah bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare eylerse, doğrudan mahrum olamaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulamaz.”

Bu hadisin doğrultusunda anlaşılıyor ki meşverette bir doğruluk hikmeti var. İnsanı, tek akılla düşünmektense şûrâ ekibi ile beraber daha fazla akılla düşünüp en doğrusunu yapmaya teşvik eden meşveret, bir gelişim aracıdır. Bir araya gelip karar veren ümmet için Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur: “Benim ümmetim dalâlet üzerine ittifak etmez.” Bu da gösteriyor ki gerçekten tek akılla düşünüp karar vermekle, birkaç beyin çalıştırıp bir fikir teâtisinde bulunmak arasında büyük farklar var.

Peygamberimiz (asm), hayatındaki meşveretleriyle, ashabına muallimlik yapıp meşvereti onlara da öğretmiş, bizlere en yüksek insanî terbiyeye meşveret yoluyla erişilebileceğini hayatıyla tasdik etmiştir. Gerçekten meşveret ortamı, hür bir tartışma zemini olup doğrunun da yanlışın da açıklıkla söylenmesini sağlayacak bir özelliğe sahiptir. Meşveret fikir alışverişini sağlayıp insanların düşünce ufuklarını genişletir. İnsanlar bu sayede şahsî ön yargılarından soyutlanır ve onlara daha doğruyu bulma imkânları doğar.

Meşveret, hak ve hakikati ortaya koyma ve mevcut şartlar içinde yapılması gerekenin isabetli şekilde belirleme imkanı verir. Meşveret edilenlere değer verildiğini gösterir. Onların kalblerini hoşnut eder, işin beraberce yürütülmesini sağlar. (4) (İbnu Kesir, II, 128; Yazır, II, 1214)

Hz. Peygamber (asm.), kendi görüşlerini dikte ettiren biri değildi. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Ebu Hüreyre, Resulullah’ın bu yönüyle ilgili olarak şu tesbitte bulunur: “Ben, Resulullah’tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim.” (1) (Tirmizi, Cihad, 35)

Bedir, Uhud, Hendek Savaşları öncesi, ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, ona göre hareket etmiştir. (2) (İbnu Kesir, II, 128-129)

Mesela, Bedir Savaşı öncesi, orduya yerleşme emri verdiğinde, ashabtan Hubab b. Münzir söyle der: “Ya Resulullah, buraya yerleşmemiz, Allah’tan bir vahiyle midir ? Yoksa, sizin düşünceniz midir ? Resulullah, kendi düşüncesi olduğunu söyleyince, Hubab, su olan bir yere yerleşmenin daha uygun olacağını ifade eder. Resulullah, bu görüşten memnun kalır ve o doğrultuda hareket emri verir. (3) (İbnu Hişam, II, 272)

Burada, görülmektedir ki, ashab, Resulullah’ın peygamberlik yönüyle, insaniyet yönünü birbirinden ayırmaktadır. Risalet yönünü ilgilendiren hususlarda, ashaba düşen görüş beyan etmek değil, itaat etmektir. Ama, vahiy gelmeyen hususlarda, onların da görüş beyan etme hak ve hürriyetleri vardır.

İstişareyi de müspet hareket grubunda saymak gerekir. Bunun zıddı olan, münferit hareketler ise menfîdirler. Çünkü, büyük bir hayrın oradan kalkması söz konusu olabilir.

Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir. Cemaat namazı bunun açık bir örneğidir. Cemaate iştirak etmeyen bir kişi, cemaat sevabını kendi amel defterinden adeta nefyetmiş gibi olur. Yirmi yedi kat sevabın kaybı ise menfî bir sonuçtur.

Münferit düşünen ve çalışan kişinin fikri isabetli de olsa, bu fikir tek başına kalan “uzunca bir dik çizgiyi” andırır. Yani tek başına alınmış bir karardır ve tektir yani sadece birdir. Yalnızdır. Bu kişi, fikirleri diğer bir arkadaşına danışarak alsa on yahut bir kıymetinde olan diğer iki arkadaşıyla meşveret için bir araya gelse, ortaya çıkan yüz on bir’lik sonuçta her bir rakamın kıymeti, “bir” den yüze çıkar. Çünkü üç tane “bir”i yan yana koyarsanız ittifak sırrıyla 111 eder ve rakamlardan hangisini çekseniz geriye sadece on bir kalır. Demek ki, bu ittifak sırrı ile birler basamağında bulunan bir rakamın gerçek hizmeti yüzdür. Yüzler basamağında bulanan bir rakam, arkadaşlarıyla birlikte olmayı bırakıp kenara çekildiğinde, değeri yüzden bire düşer.

Aynı konuda geçen, “omuz omuza verme” ifadesi de çok önemlidir. Cemaat namazında olduğu gibi, burada da araya boşlukların girmemesi gerekir. Aksi halde, rakam okunmaz olur.

Danışma ve fikir alma, yapılacak işleri karara bağlama anlamına gelen meşveret, dinin esası ile ilgili değil, uygulamaya yönelik olarak yapılacak faaliyetleri kapsar. “Mü’minlerin kendi aralarındaki işleri meşveretledir” ayetinin uygulamasıdır. Meşveretin hayatı hak, kalbi marifet, lisanı muhabbet ve aklı kanundur. Meşverette hürriyet esastır. Hürriyet istidat ve kabiliyetlerin inkişafına sebeptir. Her bir ferdi bir padişah gibi hür ve azade kılar. Bu da her bir ferdin istidadını kâinat vüs’atinde inkişaf ettirir genişlenir.

Şayet tembellikle ve garazlarla bu kabiliyetler engellenirse elbette istenilen mahsul alınmayacağı gibi, meşveret de istenen sonucu vermeyecektir. Meşverette ruhların imtizacı ve tesanütü, fikirlerin telahuku ve yardımı, kalplerin in’ikası ile olur. Halis bir meşveret ancak kalplerin in’ikasından, ihlâs ve samimiyeti esas alan bir cemaatten ve topluluktan çıkar. İşte meşveret böyle bir heyetin manevi bir ruhu hükmüne geçer.

İslam tarihindeki büyük yıkılışın en mühim sebebini meşveretin terk edilmesinde görmüş, İslam’ın altın çağındaki faziletin kaynağını meşveret olarak gösterilmiştir. Asr-ı Saadet ve Dört Halife devri bunun en büyük örneğini teşkil eder.

Bu tespiti orijinal ifadesiyle “zaman-ı saadette ve selef-i salihin zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükuk ve şübehatın hükümleri olmazdı” şeklinde ortaya konulmuştur. (Muhakemat, s. 32)

Bu zamandaki hürriyet eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verilse, yani meclis şeri usullere göre danışma sonucu karar alsa, bu millet eski satvet ve kuvvetini yeniden ihya edecektir” (Divan-ı Harb-i örfi, s. 85)

İnsanlık aleminin en büyük musibetlerinden biri olan istibdadın yegane çaresi meşveret olduğu gibi, toplumsal barışın, ve bilimsel gelişmenin esası da yine meşverettir. (Hutbe-i Şamiye, s.65)

Meşveret, verilecek kararların isabetli olarak verilebilmesinin ilk şartıdır. Bir mesele hakkında iyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitlerine arzedilmeden verilen kararlar, çok defa hüsran ve hezimetle neticelenir. Düşüncelerinde kapalı, başkalarının fikrine hürmet etmeyen “kendi kendine” birinin, üstün bir fıtrat, hatta dâhi de olsa, her düşüncesini meşverete arzeden bir diğer insana göre daha çok yanıldığı görülür.

En akıllı insan, meşverete en çok saygılı ve başkalarının fikirlerinden en çok istifade eden insandır. Yapacağı işlerde kendi düşünceleriyle iktifa eden ve hatta onları başkalarına da kabul ettirmeye zorlayan olgunlaşmamış ruhlar, etraflarından hep nefret ve istiskal görürler.

Güzel neticelerin elde edilmesinin ilk şartı meşveret olduğu gibi, kötü âkıbet ve hezimetlerden korunmanın ehemmiyetli bir vesilesi de, dostların yüksek fikirlerinden istifadeyi ihmal etmemektir.

Bir işe başlamadan önce gerekli olan her danışma yapılıp tedbirde kusur edilmemelidir ki, sonra etrafı suçlama ve kaderi tenkit etme gibi, musibeti ikileştiren yanlış yollara gidilmesin. Evet, bir şeye azmetmeden evvel, âkıbet güzelce düşünülmez ve tecrübe sahipleriyle görüşülmezse, neticede hayal kırıklığı ve nedâmet kaçınılmaz olur.

Önü arkası iyice düşünülmeden içine girilmiş nice işler vardır ki, bir adım ileriye götürülememiş olmaktan başka, o işe teşebbüs edenlerin itibarlarını yitirmeleriyle sonuçlanmıştır. Evet, aklına esen şeyleri yapmaya kalkan birisi, bu kabil yanlış yollarla içine düşeceği inkisarlardan dolayı, yapabileceği şeylerde de er-geç ümitsizliğe dûçar olur.

Yapılacak meşveretlerde, amacımıza ve İslami hizmetimize taallûk eden meseleler hakkında en isabetli ve en makul görüşü ortaya çıkartmak için, ehil kimselerin mütalâasına müracaat etmek gerekmektedir

Cenab-ı Peygamber (s.a.v): “Müşavere edilen emindir.” buyuruyor. Çünkü müsteşar yani kendisiyle istişare edilen zat emin, mütefekkir, müstakim, tesirata tabi olmayan, gadab göstermekten beri, pek ciddi, halim, sabırlı ve hayırhah olmalıdır. Yani hayır okumalı, hayır konuşmalıdır. Zira bir Hadis-i Şerifte, “Her kim kendisiyle müşaverede bulunan kardeşine bildiği halde, hilâfına bir beyanda bulunursa şüphesiz hiyanet etmiş olur.” Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “Her kim istişare ederse rüşte mazhar olur, her kim müşavereyi terk ederse hatadan kurtulamaz.”

İslama hizmet dava eden bizler islamı tebliğ kudsi hizmetimize ait himmet ve gayretleri artıracak, istidat ve kabiliyetlerin inkişafına, âli seciyelerin intişarına ve de akademik iş hayatımızda başarı için birer vesile olacaktır. Çünkü bizler hisler ile değil, akıl ve düşünce ile meseleleri müzakere etmek kudretine sahip olmalıyız.

Ancak, her insanda hissiyat bulunur. Bu sebeple meşverette daima müsbet meseleleri nazara vermek gerekmektedir. Menfi meselelerin zikrinde kalbler rencide, fikirler rahatsız olabilir. Şevkler kırılır. Güzel sıfatlar ortaya konduğu vakit, tahtında menfi şeyler de anlaşılmış olur. Şeytana lânette bir fayda yoktur. Ama Bismillahderseniz, hem sevab işlemiş, hem de şeytanı kaçırmış olursunuz. Bu sebeble güzel ve müsbet şeyleri konuşmak ve şûrâya da güzel fikirler getirmek lâzımdır.

Meselelerimizi konuşurken, hal, yani şu andan ziyade istikbali nazara almalıyız. İstikbali dikkate alarak adım atmak güzel bir tedbirdir. Takip edeceğimiz yol, müsbet harekettir, müsbet konuşmaktır. Tatlı, makûl, yerinde ve hilmle konuşmaktır. Yani kavl-i leyin olmaktır.

Yrd. Doç. Dr. Necmettin Aktepe

www.risaleakademi.com

Peygamberimizden, Anne Hakkına dair Veciz Bir Mesaj!

Baby Holding Mother's FingerCenab-ı Allah Kur’an’ı Kerimde şöyle ferman eder: Biz insana; anne ve babasına ihsan etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet erginlik çağına ulaşınca ve kırk yaşına varınca der ki: Rabbim bana; anne- babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salih amel işlememi ilham et. Bana verdiğin gibi soyuma da salah ver. Doğrusu ben, sana döndüm. Ve gerçekten ben, Müslümanlardanım. (1)

“Biz insana; anne ve babasına ihsan etmesini tavsiye ettik” …annesi onu zahmetle taşıdı.” Hamilelik sırasında onun yüzünden meşakkat ve yorgunluklara; hamilelerin başına gelen yorgunluk ve zahmetlerden aşerme, bayılma, ağırlık, üzüntü ve başka sıkıntılara katlandı “ ve zahmetle doğurdu” Doğum sancısı ve şiddetinin zorluğuna da katlandı. “Taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır.” Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir.(Bakara/233) Ayeti ile birlikte mütalaa ederek hamilelik süresinin en az altı ay olduğuna delil getirmiştir.

İbn Abbas’tan rivayetine göre; Kadın dokuz ayda doğurduğu takdirde yirmi bir ay emzirmesi yeter. Yedi ayda doğurmuşsa yirmi üç ay emzirmesi, altı ayda doğurmuşsa tam iki sene emzirmesi yeter. Çünkü Allah Teâlâ: “ Taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır.” buyurmuştur.

… Ceninin oluşması için takdir edilmiş bir süre vardır. Bu süre katlanınca cenin harekete geçer. Bu sürenin toplamı kadar bir süre daha eklenince cenin anneden ayrılır. Farz edelim ki; ceninin yaratılışı otuz günde tamamlanmaktadır. Bu süre altmış güne ulaşınca cenin harekete geçer. Bu süre iki katlanınca da- yani yüz yirmi gün sonra- böylece süre yüz seksen gün olur ki – bu altı aydır- cenin anneden ayrılır. Ceninin otuz beş günde yaratılışının tamamlandığını farz edecek olursak, yetmiş günde harekete geçer ve yüz kırkıncı günde – bu süre yüz doksan gün olur ki yedinci ayda çocuk anneden ayrılır. Çocuğunun yaratılışının tamamlanmasının kırk gün olduğunu farz edecek olursak, çocuk seksen günde harekete geçer ve iki yüz kırk gün sonra ayrılır ki bu da sekiz ay sürer. Ceninin yaratılışının kırk beş günde tamamlandığını farz edecek olursak, o doksan günde harekete geçer ve iki yüz yetmiş günde doğar ki bu süre dokuz aydır.

Efendimiz şöyle buyurmuştur: Müslüman kul, kırk yaşına ulaştığı zaman, Allah Teâlâ onun hesabını hafifletir. Altmış yaşına ulaştığı zaman ona Allah’a dönüşü bahseder. Yetmiş yaşına ulaştığı zaman gök ehli onu sever. Seksen yaşına girdiğinde Allah Teâlâ onun iyiliklerini sabit kılar, kötülüklerini siler. Doksan yaşına girdiği zaman Allah Teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar ve onu ailesi halkı hakkında şefaatçi kılar.

“İşte bunlar cennetliklerdendirler. Yaptıklarının en iyisini kabul edeceğimiz ve kötülüklerinden vazgeçeceğimiz kimselerdir.” Yukarıda zikredilen nitelikleri taşıyanlar, Allah’a tövbe edip O’na dönenler, kaçırdıkları tövbe ve istiğfarı telafi edenler; işte yaptıklarının en iyisinin kabul edileceği, kötülüklerinden vazgeçileceği, birçok hatalarının bağışlanacağı az amellerinin kabul olunacağı kimselerdir. Onlar cennetlikler cümlesindendirler. Allah Teâlâ’nın Zatına tövbe eden ve dönenlere vaat ettiği üzere onların Allah katındaki hükmü budur. Bu sebepledir ki:“Bu; onlara vaadolunan dosdoğru bir vaaddir.”buyurmuştur.(2)

Allah’ın Resulü… Annesini omzunda tavaf ettiren birisini görünce, adam peygambere soruyor. Hakkını ödedim mi acaba? Hayır, bir tek soluğun hakkını dahi ödeyemedin. buyurmuş.

Anne hakkını veciz bir sözle belirten iki cihan serverine salât ve selam olsun…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

19.8.2013

 www.NurNet.org

Alıntı

1- Ahkaf,17-ibn.Ksr,

2- İbni Kesir Tevsiri

Asil Milletin Evladı

Ey asil milletin evladı sakın mahvolma!       

Çok dikkatli ol sapanlar gibi sende solma!

 

Nefis ve şeytana uyarak,  günaha dolma,

Namusuna tekme vuranla beraber olma.

 

Unutma ki!  Şerefini temsil eden dindir,

O hak din kadar seni mes`ud edecek kimdir?

 

Gafletten uzak dur günaha aldanma sakın!

Didin! Seni de aldatmasın bu mel`un akın!

 

Ana düşman hiç durmadan koşuyor hedefe,

Müslüman’a saldırırken dolduruyor kefe.

 

Ey şehit oğlu! Aldanma, şerefini takın,

Durmadan çalış ki kurtuluşun olsun yakın.

 

Düşmanın seni fuhuşla çekmesin pusuya,

Sonra çırpınırsın, o seyreder doya doya.

 

Bugün düşmanın baş silahı iffetsiz kadın,

Onlardan korun ki tebrikle anılsın adın.

 

Unutma deden namusu uğruna can verdi,

Hayatı boyunca onun ırzı idi derdi.

 

Sen de ecdadın izini sağlam tutarak git,

O namertlere aldanma sakın, onları it.

 

Zengin veyahut çilekeş oldun hiç farketmez,

Bunu bil! Burada ki para orada geçmez.

 

Sakın devri felek seni alıp götürmesin,

Hareketinden düşman kahkahayla gülmesin.

 

Suleha çok korkmuş, yaşadığımız zamandan,

Faydası olmaz, son pişmanlıktan ve amandan.

 

İyi hazırlan ki, az günahla kurtulasın,

Ahret hayatın senin göz yaşla ağlamasın.

 

Evet pak önderin yüce Peygamberimizdir,

Seni kurtaracak onun bıraktığı, izdir.

 

Abdülkadir Haktanır

İnsanın kazancı kirden nasıl temizlenir?

Mal sahibi bilerek veya bilmeyerek kazancına kul hakkı karıştırmış olabilir. Bilerek yenen kul hakkı zekâtla telâfi edilmez. Bunun telâfisi için, bire bir malı mal sahibine geri ödemek gerekiyor.

Adapazarı’ndan Hüseyin Bey: “Kur’ân’da ‘Kim zerre miktar şer işlese karşılığını görür’ buyruluyor. Bu ayet zerre miktarlara da bakılacağını bildiriyor. Oysa kişiler arasında taneciklerle ifade edilen haklar söz konusu olabiliyor. Meselâ esnaf ve müşteri arasında ne kadar hassas terazi ile de tartılsa, tanecikler halinde haklar ya esnafta kalabiliyor, ya da müşteriye geçmiş oluyor. Bu haklar nasıl telâfi edilecek?

Hiç şüphesiz mal sahibi bilerek veya bilmeyerek kazancına kul hakkı karıştırmış olabilir. Ve hiç şüphesiz bilerek yenen kul hakkı zekâtla telâfi edilmez. Bunun telâfisi için, bire bir malı mal sahibine geri ödemek gerekiyor.

Fakat mal sahibinin malına, bahsettiğiniz gibi, bütün dikkatlerine rağmen, bilmeyerek, tanecikler halinde de olsa, kul hakkı karışmışsa, cömertçe verilen zekât, maldaki böyle bilinmeyen kul hakkının meydana getirdiği kirliliği giderir.

Meselâ ortaklar arasında, komşular arasında, arkadaşlar arasında, kardeşler arasında, müşteri ile satıcı arasında, taraflardan birine bilmeyerek tanecikler halinde de olsa hak geçmesi söz konusu olabilir.

Kazanç paylaşımında ortaklar küçük ayrıntılara girmemişlerdir ve iki taraftan birisine pek belirgin olmasa da hak geçmiştir.

Adamın tavuğu, komşusunun ürününe zarar vermiştir. Satıcının terazisinde bilinmeyen bir arıza vardır ve eksik tartmıştır. Satıcı belki haklı sebeplerle malı pahalı tutmuştur. Alıcı almak zorunda kalmıştır; fakat satıcının fazla para aldığını düşünmektedir.

Örnekleri arttırmak mümkündür. Böyle bilinmeyen durumlarda taraflardan birisine kul hakkı geçme risklerine karşı, dil ile helâlleşmek bir çözüm olmakla beraber, bilâhare fakire verilen zekât da bu helâlliği pekiştirmekte ve malı bilinmeyen kişilerin haklarından doğan kirlerden arındırmaktadır.

Böylece mal ayrıntılarla gelen kirlerden temizlenir, helâl hüviyet kazanır ve sahibine bir mahşer yükü olmaktan çıkar.

Süleyman KÖSMENE

İnsanın Cenab-ı Hakka Karşı İtiraz Hakkı Var Mıdır?

Bediüzzaman’dan Avrupalı Feylesofa Cevap

İnsanın sahip olduğu hal, tarz, vaziyet, durum; o varlığın, mevcûdun en güzel derecesi, makamı, konumu ve sahip bulunduğu en üstün mertebesidir. Yokluktan kurtulmuş, varlık makamına yükselmiş halidir. Âlemde olması gereken yerde bir duruş/varlık sergilemektedir. 

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın feyziyle bu hususu ne kadar veciz bir biçimde ifade etmişlerdir:

“Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebâtî olmadık?” Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.

Nebâtat, “Niçin hayvan olmadım?” deyip…

Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ… Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?” (1)  

Mesnevî-i Nûriyede geçen ve aşağıdaki cümlelerde işâreten cevabını bulan bir hakîkattan bahsetmek istiyorum.

Önce o veciz cevapları okuyalım, ondan sonra meselenin cereyan tarzını, genelde umûma, özelde bir feylesofa verilen cevabın detaylarını  anlatmaya çalışalım inşâallah: 

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Hiçbir insanın Cenab-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünkü, şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden, nizam-ı alemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet feda edilemez.

Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.(2)

Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’i hevesini külliyat-ı kainata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nikmet olmasın? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?” (3)  

Bedîüzzaman Hazretleri İstanbul’a geldiğinde kalmakta olduğu ikâmetgâhının kapısına: ”Burada her müşkil halledilir, her suâle cevap verilir, fakat suâl sorulmaz” şeklinde bir levha asmıştı. 

Avrupa’dan gelen bir feylesof; “Gidip Ona iki suâl soracağım. Bu suâllerimle O’nu mağlup edeceğim” diyerek Bedîüzzaman’ın ikametgâhına gider.

Ve der ki: ”Sana iki suâlim var”

Birisi; ben niçin peygamber  olmadım? Yani peygamber olamayışımın sebebi nedir?

Bedîüzzaman, o feylesofa “Sus!” der. Adam, “niçin susayım?” diye sorar.

Bedîüzzaman cevâben der ki, “Sus, çünki; dünyanın bütün eşekleri ayaklanıp dilekçe verecekler. Biz niçin feylesof olmadık diye itiraz edecekler.” 

Sonra Bedîüzzaman, bu suâle cevap olmak üzere şu açıklamada bulunur (mealen):

“Bak dinle! Eğer senin dediğin gibi olsa; bu durumda bütün unsurlar, Allah’a ‘biz niçin maden olmadık’ diye şikâyette bulunacaklar. Madenler, ‘biz niçin nebat (bitki) olmadık?’; bitkiler, ‘biz niçin hayvan olmadık?’; hayvanlar, ‘ biz niçin insan olmadık?’; insanlar ise ayaklanarak, ‘biz niçin paşa olmadık?’ diye itiraz edecekler. Bu sefer paşalar ayaklanarak, ‘biz neden peygamber olmadık?’ diyecekler.

Bütün peygamberler de –bin kere hâşâ!– ayaklanacak, ‘biz neden Resûl-i Ekrem olmadık?’ diyecekler.

Bu durumda dünyanın nizam ve intizamı bozulacak, âlem fesâda gidecekti. Hem bu durumda bir tek fert yaratılmış olacaktı. Bu ise abestir.

Cenâb-ı Hak, iradesiyle her şeye bir vücûd mertebesi vermiştir. Mevcûdâtın vazîfesi, verilene şükür ile rıza göstermek, hakkına razı olmak, kanâat etmektir. Yoksa hâşa i’tirâz etmek, hak da’va etmek değildir. Cenâb-ı Hak, bu kâinatta insanın hevesine göre değil, hikmetine göre tasarruf eder. Allah Mâlikü’l-Mülk’tür. Rahîmdir, Hakîmdir, Vedûd’dur. Herkese lâyık olduğu şeyi vermiştir. Kimsenin itiraz hakkı yoktur” der ve o feylesofu susturur. 

Öyle ya! Bu itirazlar haklı olsaydı, madensiz, unsursuz, bitkisiz, hayvansız bir dünya oluşacaktı. Ben niçin…olmadım, biz niçin…olmadık sorularının ardı arkası kesilmeyecek, hayat ve dünya alt-üst olacaktı. 

Demek ki, Allah (c.c) her bir varlığa, ezelî ilim, hikmet ve irâdesiyle kabiliyetine göre bir makam, bir mertebe, bir görev bahşetmiştir. Dünyanın ve âlemlerin düzen ve intizamı, sosyal hayatın düzgün akışı ancak böyle sağlanabilirdi.

Hiçbir insanın, diğerine karşı fahr ve gurura hakkı yoktur. Bir başbakanın, bir çöpçüye karşı üstünlük iddiası yersizdir ve haksız bir davranıştır.

Neden o zengin, ben fakir; neden o âmir, ben memur; neden o patron, ben işçi; neden o kadın, ben erkek…v.s itirazlara hakîkat nazarında yer yoktur.

Aynı itiraz kapısının açık olmamasıyla; ağacın kökü:”Niçin yaprak olmadım?”, yaprak da:”Niçin çiçek olmadım?”, çiçek de:”Niçin meyve olmadım?” diye hak da’va edemez. Aksi takdirde o ağaç vücûda gelemezdi. Diğerleri buna kıyas edilebilir. 

O halde, âlemde tekvînen ve teklîfen hiçbir abesiyyet/Faydasız ve boş olma/lüzumsuz ve gayesiz oluş aslâ söz konusu değildir.

Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların aralarında dünya hayatındaki maîşetlerini taksim ettik ve bazılarını bazıları üzerine dereceleri itibariyle yükselttik. Tâ ki bazıları bazısını istihdam edebilsin ve Rabbinin rahmeti ise onların topladıklarından hayırlıdır.” (4)  

O feylesof, Üstad Bedîüzzaman’a ikinci bir suâl daha sorar. Peki der: “Şarap üzümden yapılıyor. Şarap niçin haramdır, üzüm niçin helâldir? Halbuki, o sarhoş edici madde üzümde de var. Niçin hamı helâl, işlenmişi haramdır? Bunun sebebini bana açıkla.”

Bu suâle de susturucu ve ikna edici bir cevap verir. Der ki: “Senin annen ekmek yer, su içer, çeşit çeşit yemekleri yer. Yediği bu gıdaların bir kısmı süt olur, senin ağzına akar, diğer kısmı da hâşâ bevl (idrar) olup dışarı akar. Birisi helâl, diğeri haramdır. Sen bu meseleyi hallet, ben de diğerini halledeceğim.”

O feylesof susar, çıkıp gider. 

O feylesofa verilen her iki cevap da; bu tarz şüphe, tereddüt ve inkâr kokan yaklaşım/iddia ve fikir sahiplerine dünya çapında şâhâne cevaplardır.

Yeterince ders ve ibret alanlar için!

İsmail AKSOY

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1- Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbât, 24. Mektup, 1. Makam, 1. Remiz

2- Mü’minûn, 70/71

3- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, Şemme

4- Zuhruf Sûresi, 113/32