Etiket arşivi: Halil İbrahim DEDE

MUAZZAM BİR DERS

İstanbul’da kapısına astığı “HER SUALE CEVAP VERİLİR” levhası ile hem ulemayı ve hem de mekteplileri münazaraya davet edip kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevap veren;

90 cilt kitabı ezberleyen ve ezberlediği bu kitapları üç ayda bir defa ezberden tekrarlayan;

İngilizlerin 600 kelime ile cevap istedikleri 6 soruya mazhar-ı takdir olmuş bir cevap veren;

Henüz 33 yaşındayken Şam’daki Câmi-i Emevî’de içerisinde 100 ehli ilimin bulunduğu yaklaşık 10 bin kişiye, Şam ulemasının ısrarıyla, Arapça olarak hutbe irad eden;

Arapçanın en mükemmel lügati olan Kamus-u Okyanus’u “Sin” harfine kadar kelimesi kelimesine ezberleyen;

20 yılda bitirilen kitapları 3 ayda öğrenen;

14 yaşında icâzet alıp, icâzet almaya yakın talebeleri tedris eden;

Ağabeyi Molla Abdullah tarafından 80 kitaptan imtihan edildikten ve aldığı cevaplardan sonra ağabeyine ders vermeye başlayan;

Medrese Hocası Molla Fethullah’ın sorduğu sorulara aldığı cevaplar karşısında hayrette kalarak “Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nâdirdir” dediği;

Aynı Medrese Hocasının “Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse bilâ-tevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım” diyerek methettiği;

Ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen mânâları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları unutmayan;

Mu’cizât-ı Ahmediye (a.s.m.) risalesi olan On Dokuzuncu Mektupta Peygamber Efendimizin (a.s.m.) 300 kadar mucizelisini, yanından Kur’an-ı Kerimden başka kitap bulunmamasına rağmen ezberden günde iki-üç saat çalışmak kaydıyla mecmuunu 12 saatte telif eden;

Mısır Câmiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi’nin Üstad Bediüzzamanı ilzam etmek maksadıyla Arapça olarak sorduğu soruya Arapça olarak aldığı cevaptan sonra “Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır” dediği;

İbn-i Sina gibi bir dâhi-yi hikmet bir zat ve ulemâ-i İslâm Haşir mevzusunda “haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez” dediği halde, haşir meselesini akılla ispat eden Üstad Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye’de Katre Risalesinde “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim” diyor.

İlimde zirve böyle dâhi bir zatın “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim” demesinden, bize ders vereceği dört kelimenin ne kadar kıymetli ve gerekliği olduğunu anlıyorum.

Neydi o dört kelime?

“Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır” diyor Üstad Bediüzzaman.

Biz burada “mânâ-yı harfî ve mânâ-yı ismî” kelimelerini anlamaya çalışacağız.

Mesela bir çiçeğe “ne kadar güzel bir çiçek” demek çiçeğe mânâ-yı ismî ile bakmaktır.

Aynı çiçeğe “ne kadar güzel yaratılmış bir çiçek” diyerek, çiçeği yaratan, hayat veren, süsleyen, renklendiren, içinde şifa gizleyen, neslinin devamı için içinde tohumcukları saklayan ve daha birçok Esmasıyla o çiçekte tecelli eden bir Allah’ın olduğunu bilmek, düşünmek, tefekkür etmek ve o nazar ile bakmak çiçeğe mânâ-yı harfî ile bakmaktır. Yani eserden Müessire; sanattan, Sanatkâra; mektuptan, Kâtibe intikal etmektir.

Söz gelimi:

Çiçekteki hayat Allah’ın HAYY ismini;

Çiçeğin baharda tekrar çıkması Allah’ın MUHYÎ ismini;

Çiçekteki güzellik Allah’ın CEMÎL ismini;

Çiçekteki süslemeler Allah’ın MÜZEYYÎN ismini;

Çiçekteki o harika renkler Allah’ın MÜLLEVVİN ismini;

Çiçeği tür yapan bütünleştirici özellikleri Allah’ın VÂHİD ismini;

Çiçeğin kendi türü içerisindeki farklılığı Allah’ın EHAD ismin;

Çiçeğin hastalıkların iyileşmesinde vesile olması Allah’ın ŞÂFÎ ismini;

Çiçeğin karnında gizlenmiş tohumcuklar Allah’ın HAFÎZ ismini;

Çiçeğin toprak içindeki tohumundan çatlayarak çıkması, tomurcuk haline gelmesi ve tomurcuğunun açılarak çiçek halini alması Allah’ın FETTAH ismini;

Çiçekten hayvan ve insanların beslenmesi Allah’ın REZZÂK ismini;

Çiçeğin kirli havayı alıp, temiz havayı vermesi Allah’ın KUDDÛS ismini;

Çiçeğin yaprak, gövde ve kökü ile bir arada kaim olması Allah’ın KAYYÛM ismini;

Çiçekte şifadan tut, rızka kadar bir sürü fayda takılması yanında güzel bir renk, güzel bir şekil ve güzel bir koku vermesiyle çiçeği ve çiçeği görecek insanı yaratan Allah’ın kullarını ne kadar çok sevdiğini anlar ve çiçekte Allah’ın VEDÛD ismini görürüz.

Biz, çiçeğe bu manalarla baktığımızda çiçeğe mânâ-yı harfî ile bakmış oluruz.

Yani, çiçeği yaratan, ona bu güzelliği ve bu faydaları takan biri olduğunu anlar ve görürüz. İşte bu anlama ve görme Allah hesabına olduğu için mânâ-yı harfî ile bakmış oluruz. 

Üstad Bediüzzaman bu risalenin devamında: “Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfi ile ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismi ile ve esbab hesabına bakmak hatâdır.” diyor.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, her şeye “mânâ-yı harfi” ile bakmalı; tüm mahlûkatın meydana gelmesinde yalnızca sebeplerin etkili olduğunu ifade eden, bir yaratıcının olduğunu ifade etmeyen, yani yaratıcıyı yok sayan ifadeler olan “mânâ-yı ismi” ifadelerinin ve bu tür bir bakışın hatâ olduğunu anlıyoruz.

Üstad Bediüzzaman Kastamonu’dayken yanına gelen lise talebelerinin “Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” demesine karşın Üstad Bediüzzamanın verdiği cevaba bakacak olursak: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” İfadelerinde geçen “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip…” ifadesi ile “Hâlıkı tanıttırıyorlar.” İfadesinden ve bu bahsin geçtiği yer olan Altıncı Mesele’nin devamında ve tamamı birer “mânâ-yı harfi” dersi olan misallerle de bizlere her bir fenne yani her bir ilime mânâ-yı harfi ile bakarak Allah’ı tanıyabileceğimizi bizlere ders vermektedir.

 

Mânâ-yı harfi ile bakarsak ne olur?

Kâinata ve tüm mahlûkata mânâ-yı harfi ile bakınca bu bakışlarımızın hepsi birer tefekkür ibadeti hükmünde olur ve hadis ile sabittir ki “bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır”. Yani, çiçeğe yukarıda örneklediğimiz gibi bakıp, bunun üzerinde bir saat tefekkür ettiğimiz zaman bir sene nafile ibadetten daha hayırlı ve sevaplı bir amel yapmış oluruz.  

Mânâ-yı harfi ile baktığımızda, Allah’ın yarattıkları üzerinde tecelli eden, yani gördüğümüz her şey üzerinde görünen Esmaları okuyarak sanattan Sanatkâra ulaşarak imanımız ziyadeleştirir, güçlendiririz.   

 

Mânâ-yı ismi ile bakarsak ne olur?

Tabiat risalesinde geçen ifadeyle: “Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar.”

Üstad Bediüzzaman’ın bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi: Mânâ-yı ismi ifadeleri dinsizliği işmam eden, yani dinsizlik kokan ifadelerdendir. Bilerek, bilinçli bir şekilde kullanılması imanımız açısından çok tehlikelidir.

Hayatımızın her safhasında, kâinata ve tüm mahlûkata mânâ-yı harfi ile bakmayı ve yaşamayı ve bu hakikatleri yaşayarak son nefesimizi vermeyi nasip etsin!

Selâm, dua ve muhabbetle…

Halil İbrahim DEDE

11/12/2018 – Çorlu

halilibrahimdede@outlook.com

facebook.com/dedehalilibrahim

İlim Yuvası Camiler

Birkaç hafta evvel İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin hemen karşısındaki Sekbanbaşı Yakup Ağa Camiine gittim. Tuğladan örülü tek şerefeli bir minaresi olan bu şirin caminin avlusunda abdest alıp, caminin içerisine girdim. İçeri girer girmez caminin manevî havası ve gül kokusunu hissettim; bu manevî havadan ve güzel kokudan etkilendim, içimi tarifsiz bir huzur kapladı…

İçeri girdiğimde beni ahşaptan yapılmış altın sarısı yaldız süslemeli vaiz kürsüsü, mihrap ve minber karşıladı. Cami gayet temiz ve bakımlı duruyordu. Tavanı ahşap kaplı ve kadınlar mahfili de ahşap malzemeden bir kafesle kapatılmıştı.

Cemaate yetişemediğim için içeride cemaatle namaz kılabileceğim biri olması umuduyla camiye girdiğimde bir kişiyi namazı bitirmiş tesbihatını yaparken buldum. Tesbihatını yapmasından namazını kılmış olduğunu anladım ve camiyi seyretmeye ara verip öğle namazını tek başıma kılmaya başladım.

Caminin manevî havası ve doyumsuz gül kokusu içime çeke çeke huşu içerisinde çok feyizli bir namaz kıldım (elhamdülillah). Namazdan sonra ellerimi açıp dua ederken “okumayı, okuduğumuz anlamayı ve okuduklarımızla ihlâsla amel etmeyi; İslam’a hizmet etmeyi, insanların hidayetine vesile olmayı” isterken daha önce gördüğüm Ayasofya’nın içini resmeden bir resim geldi gözümün önüne. İlim halkalarının olduğu, ilmî sohbetlerin yapıldığını resmeden bir resim… Gözümün önüne gelen bu resimle, kokusuna ve manevî havasına doyamadığım bu camiye, diğer tüm camilerimizi de niyet ederek, bu nazar ve fikriyatla dönüp tekrar baktım. Aklıma gelen ecdadımın bu resmi ve caminin boş oluşu camilerimizin kimsesiz bırakıldığını hissettirdi. İçimden, bütün camilerimizde ecdadımızın yaptığı gibi böyle ilim halkaları olsa, hocalarımız bize tefsir okusa, hadis okusa, ilmihâl öğretse, Peygamber Efendimizin ve sahabe efendilerimizin örnek hayatlarını anlatılsa, Osmanlı’da olduğu gibi camilerimiz sadece namaz vakitlerinde namaz kılmak için uğranan mekanlar olmaktan öte birer ilim yuvası olsa, hep bir faaliyet içerisinde, hep bir ilimle uğraşılan, öğrenilen mekanlar olsa diye düşündüm ve bu minvalde dua ettim…

Bazı camilerimizde Osmanlı’da olduğu gibi ilmî ve dinî sohbetlerin yapıldığını ve bunu devam ettiren eli öpülesi fedakâr hocalarımızın olduğunu biliyorum, ama bu işin sadece birkaç cami ve birkaç hoca ile sınırlı kalmaması, ülke genelindeki tüm camilerimizde nizamî şekilde icra edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bazı görevli imam ve müezzinlerin vakit namazları dışında gelir getirici ek işler yapmak yerine bence aslî görevleri olan bu işi yapmaları gerekir.

Her mahalledeki her camide, en az bir vakit namazından sonra o mahalleyi manevî açıdan ihyâ edecek, nurlandıracak ilmî ve dinî sohbetlerin o camilerde görevli hocalarımız tarafından yapılması gerektiği kanaatindeyim. Namazdan sonra oturup dinlemek, istifade etmek isteyenler için ilmî ve dinî sohbetleri hocalarımız yapmalılar. Namazdan sonra kalan bir kişi bile olsa hocalarımız bu sohbetleri yapmalılar. Belki o bir kişi o mahallede bir çekirdek hükmünde olur ve tüm mahallenin manevî açıdan ihyâsı için bir vesile olur.

Tüm camilerimizin, bizlere tefsir okunduğu, hadis ve ilmihâl öğretildiği, Peygamber Efendimizin ve sahabe efendilerimizin örnek hayatlarının eli öpülesi hocalarımız tarafından anlatıldığı Osmanlı zamanındaki gibi birer ilim yuvası olması duası ile…

Halil İbrahim DEDE

15/10/2018 – Çorlu

halilibrahimdede@outlook.com

facebook.com/dedehalilibrahim

DUANIN İSİMLİSİ

Dua etme filinin ve edilen duanın bizatîhi kendisinin önemli ve değerli olduğunu, dua etmekle Hak katında ehemmiyetli ve değerli olduğumuzdan anlayabiliyoruz, değil mi?

Bizi Hak katında değerli ve ehemmiyetli yapan şeyin kendisi de değerlidir. 

Şöyle de bir şey var ki; en makbul bir dua da, bir müminin bir mümine gıyabında ettiği duadır.

Gıyabında dua etmek, bir başka ifadesiyle “ismen dua” etmek…

Yani, ellerinizi açıp, huşû içerisinde tam bir yönelişle, içinizden geçen en derin hissiyatlarınızı en kalbî duygularınızla, en samimi ve en içten ifadelerinizi gözyaşlarınızla sulayıp avuçlarınıza döktüğünüz o özel anda, dua edeceğiniz kişiyi aklınıza getirip ismini de söyleyerek ona dua etmektir.

Ve bu bence çok harika, çok özel ve çok değerlidir.

Zira size ismen dua eden biri size aslında bu duası ile özetle şunu diyordur bu duasının arka planında;

Ben seni menfaatsiz, yani, sırf Allah için seviyorum…

Var ise eğer, size ismen dua eden insanların değerini biliniz ve size ismen dua ederek verdikleri bu değere siz de ismen dua ederek mukabele ediniz.

Duasına giremediğiniz birinin ne hayatındasınızdır aslında ne de kalbinde; duasına giremediğiniz birinin gönlüne de girmiş sayılmazsınız.

Mutlaka ama mutlaka sırf Allah rızası için sevdiğiniz, ismen dua ettiğiniz bir mümin kardeşiniz olsun.

Yok ise eğer, bir duanız, bir yakarışınız da ismen dua edebileceğiniz liyakatte müminlerle karşılaşmak olsun.

Siz de o kadar iyi, halis bir mümin olun ki size ismen dua eden, temiz yürekli, ihlâslı, vefalı, tatlı dilli en az bir duacınız olsun.

Elhasıl: size ismen dua edilecek liyakate erişmeniz ve sizin değerli dualarınıza girme liyakatine erişen müminlerin dualarına ismen girmeniz ve bu dualar vesilesiyle günahları affolunan, Allah’ın razı olduğu ve inşallah Kevser suyundan Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın avuçlarından su içecek kulları arasına girmeniz ve ismen dua ettiğiniz ve duasına ismen girdiğiniz müminlerle cennette de bir arada olmanız duası ile…

 

Halil İbrahim DEDE

28/06/2018 – Çorlu

 

facebook.com/dedehalilibrahim

halilibrahimdede@outlook.com

 

 

 

EN BÜYÜK HEDİYE

Yurtdışında postanelerde ileri tarihli posta gönderme diye bir uygulama var, Ülkemizde de olsa ne kadar güzel olurdu, değil mi?

Hazırladığınız postayı istediğiniz kişiye, belirlediğiniz ileri bir tarihte teslim edilmek üzere postanede bekletilse ve günü gelince teslim edilse, çok güzel olur bence.

Düşünsenize; hiç görmediğiniz büyük dedeniz size hitaben bir mektup yazmış ve aradan yıllar geçmiş ve büyük dedenizin size ulaştırılmasını istediği bu mektup size ulaştırılıyor. Hiç göremediğiniz büyük dedenizden kendi el yazısı ile o zamanın hâlini, kendisi ve ailesini anlatan güzel ve duygulu bir mektup alıyorsunuz ve mektup ile beraber dedeniz ve ailesinin fotoğrafı ve de dedenize ait küçük bir eşyayı size hediye olarak bıraktığını görüyorsunuz, ne kadar sevinir, duygulanır ve mutlu olursunuz değil mi?

Bunu daha da ileri bir seviyesini gelin beraber hayal edelim.

Hani meşhur bir hadis var; başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde, Cenab-ı Hak’ın arşının altında gölgelenecek yedi sınıf insanın anlatıldığı hadis. O yedi sınıf insanı sayarken bir sınıf insanı da “birbirini Allah için sevenler…” diye belirtiyor Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm. Herkesin vardır can-ı gönülden sevdiği; hakkında hayır temenni ettiği; üzülsün, sıkılsın, yüzü asılsın istemediği; ayağına diken bile batsın istemediği; Allah için çok ama çok sevdiği biri mutlaka ama mutlaka vardır, değil mi?

İşte o çok sevdiğiniz insana, onun sevdiği ve onunda çok seveceğini düşündüğünüz bir hediye vermekten de mutlu olursunuz değil mi?

Bir düşünün bakalım, ne hediye etseniz mutlu olur o çok sevdiğiniz insan?

Güzel bir kalem mi?

Güzel bir elbise mi?

Güzel bir saat mi?

Ya da ebediyete kadar uzanacak bir hediye mi?

Bunların hepsi çok güzel bir hediye olur elbette ama ben olsam son saydığımı ilk saydıklarımdan önde tutarım.

Neden mi?

Çünkü ebediyete uzanıyor.

Peki tamam da bir hediye nasıl ebediyete uzanabilir ki? Ebediyete uzanan bir hediye nasıl olur?

Hemen anlatayım.

Can-ı gönülden sevdiğiniz; hakkında her daim hayır temenni ettiğiniz; üzülsün, sıkılsın, yüzü asılsın istemediğiniz; ayağına diken bile batsın istemediğiniz; Allah için çok ama çok sevdiğiniz insana en güzel hediye; onda geçici bir mutluluk, kısa bir sevinç ve zamanla eskiyip çöp olmayacak, yani ebediyete uzanabilen bir hediye olmalı.

Peki tamam eyvallah ta nasıl bir hediye bu?

Hemen anlatıyorum.

Bu hediye, kendiniz ile beraber o çok sevdiğiniz insanı da gıyabında niyet ederek hayır yapmanızdır. Mesela; bir sadaka verince sadece kendi adınıza değil de o çok sevdiğiniz insanı da niyet ederek verebilirsiniz o sadakayı. Hem size yazılır o sadakanın sevabı, hem de o kalpten niyet ettiğiniz sevdiğiniz kişiye yazılır.

Düşünsenize; o sevdiğiniz insanın eline amel defteri veriliyor. Amel defterini açıp bakınca, yapmadığı halde yazılmış güzel ameller görüyor. Ne kadar mutlu olur? Ne kadar şaşırır ve ne kadar sevinir değil mi? Hele bir de kendi adınıza verirken kalpten sevdiğiniz insanı niyet ederek verdiğiniz sadaka, sadaka-i cariye ise, amel defteri kıyamete kadar açık kalmış ve kıyamete kadar sevap yazılmasına vesile olmuş bir sadaka ise, hissedilen sevinci, süruru ve mutluluğu inanın idrak etmekte aciz kalıyorum, idrak edemiyorum…

Kim bilir, belki bu iyi niyetinizden bile affa mazhar olabilirsiniz…

Hayatınızda, sırf Allah için sizi can-ı gönülden seven; hakkınızda her daim hayır temenni eden; üzülmenize, sıkılmanıza, yüzünüzün asılmasına razı gelmeyen; ayağınıza bir diken bile batsın istemeyen; kendisi için yaptığı hayırda sizi de kalbinden niyet ederek, size ahirette açılmak üzere ebedi bir hediye hazırlayan, iyi niyetli, İslam ahlakı ile ahlaklanmış dindar insanlar olması duası ve temennisiyle.

                                                                                    

Halil İbrahim DEDE

16/11/2017 – Çorlu

 

halilibrahimdede@outlook.com

facebook.com/dedehalilibrahim

GAYRET ETMELİ

Ben küçükken, bizim 37 ekran, küçük bir televizyonumuz vardı. O küçük ekranlı televizyonda çıkan filmleri oturur kardeşimle beraber pürdikkat izlerdik. İzlediğimiz ne olursa olsun üzerimizde mutlaka etkisini hissederdik.

“Battal Gazi” seyrettiğimizde heyecana gelirdik. Filmin sonunda intikamını alan Battal Gazi’nin “Bu Anam için! Bu Babam için! Bu da tüm Müslümanlar için!” diyerek vurduğu kılıç darbeleriyle yerimizde duramaz ve Bizans kralını burçlarda aşağı atmasıyla heyecanımız doruğa ulaşırdı.  Akşam babamız eve geldiğinde, Battal Gazi’yi seyrettiğimizi ve filmden geçen heyecanlı aksiyon sahnelerini anlatır, çok heyecanlandığımızı söylerdik. Babam da bize; “Bu da bir şey mi?! Bu filmleri biz zamanında sinemada seyrettik. Dediğiniz sahneler gelince, sinemada filmi seyredenler heyecana gelirdi. “Bu Anam için! Bu Babam için! Bu da tüm Müslümanlar için!” diyerek vurduğu kılıç darbeleriyle filmi izleyenler galeyana gelir, bazısı hızını alamaz oturduğu ahşap sandalyeyi yere vurup kırardı. Bizans kralını burçlardan aşağı atması ile de alkış kıyamet kopardı.” Diyerek bize ne kadar heyecanlandıklarını anlatırdı. Filmin sonunda bende de kardeşimde de oluşan his “keşke Battal Gazi zamanında yaşasaydık.” hissi olurdu.

“Çağrı” filmini seyrettik, Peygamber Efendimiz zamanında yaşamış olmayı cân-ı gönülden arzu ettik. Keşke dedik.

“Diriliş Ertuğrul” dizisini seyrediyoruz. Bu diziyi de seyrederken yine Ertuğrul Gazi zamanında yaşamış olmayı, Osmanlı’nın temellerinde hissedar olmayı istedik. Yine keşke dedik.

“Payitaht Abdulhamid” dizisini, Sultan II. Abdulhamid’e tekrar ve tekrar hayran kalarak ve içimizdeki Osmanlı sevgisini artırarak seyrediyoruz. Her bölümün sonunda: “Ah keşke Sultan Abdulhamid Hân zamanında yaşasaydık, onun en küçük neferi olup, yalnız bırakmasaydık; Osmanlı’yı ayakta tutma çabasında sadakatle yanında olsaydık” diyerek yine keşke diyoruz. Değil mi?

Şu kadarını söyleyeyim ki; bundan 100 yıl sonra, bugünümüzü anlatan güzel bir film yapılsa, o filmi o gün izleyenlerde de bugünümüz de yaşamış olmayı isteme hissi ve isteği oluşacağından hiç şüphem yok.

Ben çok sonraları fark ettim ki: bu keşkeleri diyerek kendimizi avutuyor; yapmamız gerekenleri, bu hissin verdiği hafiflikle yapmıyoruz. O zamanda yaşasaydık yapardık, diyoruz. Sanki bu zamanda yapılacak hizmetler yokmuş gibi, Hak ile bâtıl arasındaki savaş sadece o zamanlarda olmuş ve bitmiş gibi zannediyoruz. Hak ile bâtılın savaşı bitmedi, halen devam ediyor. Hem de en şiddetli şekli ile devam ediyor. Ama bizler üzerimize düşen bir vazife yokmuş gibi olduğumuz yerde sayıyoruz. Olduğumuz yerde saymakla da aslında mağlup oluyoruz. Zira bâtıl durmuyor, çalışıyor. İşte bu savaşın, bu mücadelenin halen sürdüğünü bu keşkeleri diyerek kapıldığımız hafiflik ve bu hafifliğin verdiği rahatlıkla görmüyor ve Hak yolunda çalışmamız gerektiği hissine kapılmıyor, dâvamızın derdine düşmüyoruz.

Bekir DEVELİ abinin sunduğu, Siyer Vakfı 3. Alemlere Rahmet Uluslararası Kısa Film Yarışması Gala ve Ödül Töreninde anlattığı güzel bir kıssa var. Anlatmak istediğime muvafık düştüğü için aktarmak istiyorum. Şöyle anlatıyor Bekir DEVELİ abi: “Ne güzel, güzel dert sahibi olmak. Dert denince hep insanın aklına negatif şeyler gelir. Oysa ecdat; yolda, sokakta karşılaştıklarında musâfaha eder, selamlaşır, hâl hatır ettikten sonra birbirlerine “Rabbim derdini arttırsın” diye dua ederler. Onlarda “âmin” diye mukabele ederler, sarılır, öyle ayrılırlarmış. Hepsi bir dertle.

İşte bu dert sahibi büyüklerin gayretli çalışmaları ile ecdat ayakta kaldı, şanlı tarihimizi yazdı. Bu kıssayı dinlediğimde, kendi kendime “dâvamı ne kadar dert ediniyorum” diye sordum.

“İbadetlerimizi yerine getirdikten sonra vazifelerimizin bittiğini sanırsak, iman iddiasından utanmamız icap eder”[1] diyor Necip Fazıl KISAKÜREK. Yani, elhamdülillah ben Müslümanım diyen herkes bir dâva sahibidir, dâva adamıdır. Dâva ehli bilinçli bir Müslüman olarak, şöyle bir durup, dâvamızı ne kadar dert edindiğimizi, ya da dâvamızın hayatımızdaki önceliklerimiz arasında kaçıncı sırada olduğunu şöyle bir düşünelim.

İslam’a hizmet etme gayesinde olan, çok sevdiğim, ihlâslı bir hizmet ehlinin şöyle dediğini hatırlıyorum: “ben uyumadan önce, yarın nasıl bir hizmet ederim diye düşünüyor, bunun hayalini kuruyorum.” Dâvasını sahiplenmiş ve dâvasını hayatının gayesi olarak gören bir dâva ehlinin söyleyebileceği bir söz, değil mi? Uyumadan önce kaçımız öyle düşünüyor, bu minvalde hayal kuruyor, bu yolda planlamalar yapıyor? Bizler aş, eş, iş hayali kurarken; araba, ev, arsa hayalleri ile meşgulken, dâva sahibi kişiler öyle hayaller kurup, böyle düşünüyorlar…

Üstad Bediüzzaman “Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir.”[2] Diyerek bizlere istikbalde İslâmiyet’in hâkim olacağını ve buna ilişkin emareler bulunduğunu bildiriyor. Üstad Hazretleri bu ifadesinin devamında da İslâmiyet’in hâkim olmasının önünde duran manileri sıralıyor. Sıraladığı manilerden birini de bizlere “atâleti intaç eden yeis” olarak bildiriyor. Yani, bir yönü ile belirttiğim, keşke diyerek kendimizi avutup, tembellik ettiğimiz meseleler…

Üstad Bediüzzaman başka bir ifadesinde: “En bedbaht, en muztarip, en sıkıntılı, işsiz adamdır. Zira, atâlet ademin biraderzadesidir. Sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”[3] Tıpkı suda olduğu gibi: Durgun suda hastalık olur, içilmez; akan, hareketli suda sıhhat vardır. Durduğumuz zaman, aynen durgun suda hastalık ve bakteri ürediği gibi bizde de vicdanen, kalben ve ruhen kirlenme başlar ve vicdanen, kalben ve ruhen hastalanmaya başlarız. Durgunluğumuz sürdüğü sürece de bu hastalık gittikçe yayılır ve artar.

Bu dâvanın derdinde olmaz, tembellik eder çalışmazsak sıkıntımız ve mesuliyetimiz de büyük olur. Buna ilişkin bir hadis var. Peygamber Efendimiz buyuruyor: “Bana hayat bahşeden Allah’a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.”[4]

“Sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir; sa’yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir.”[5] Üstad Bediüzzamanın bu ifadelerinden aldığımız dersten anladığım kadarıyla; sabırla, kararlıkla ve gayretle çalışırsak galip geleceğimizi, yani İslâmiyet’in hâkim olacağını anlıyoruz.

Netice-i kelâm:

Kendimizi avutmaktan, tembellik etmekten vazgeçip, üzerimizdeki ataleti atıp, gayret etmeli, dert edinmeli, elimizden gelenin en iyisini yaprak çalışmalı, koşmalı, koşturmalı, terlemeli dâvamız uğrunda ara vermeden, durmadan çalışmalı, emek vermeliyiz. Okumalı, tefekkür etmeli, okuduğunu doğru idrak etmeli ve idrak ettiğimizi hayata tatbik etmeliyiz.

“Ben kimim ki, benim elimde ne gelir? Ben günahkâr bir kulum, dine hizmet edecek liyakatte değilim,” diyerek şeytanın vesvesesine sakın ha kapılmayalım. Zira, Allah’ın günahsız kulları sadece Peygamberleridir. Ve yeteneklerimize göre mutlaka yapacak, elimizden gelecek küçük te olsa bir hizmet mutlaka vardır. Cenâb-ı Hak, bizleri hizmet edebileceğimiz bir zamanda, hizmet edebileceğimiz yetenekleri vererek yaratmış.

Rabbim bizlere İ’LÂY-I KELİMETULLAH dâvası uğrunda ve yolunda azimle, şevkle, aşkla, ihlâsla, sebatkar bir dâva ehli olarak çalışmayı ve son nefesimizi bu yolda vererek şehid olmayı nasip etsin.

Selâm, dua ve muhabbetle…

 

Halil İbrahim DEDE

14/09/2017 – Çorlu

E-Posta: halilibrahimdede@outlook.com

facebook.com/dedehalilibrahim

 

[1] İmân ve Aksiyon Syf.15

[2] Risale-i Nur Külliyatı | Muhakemat

[3] Risale-i Nur Külliyatı | Mektubat | Hakikat Çekirdekleri

[4] Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388

[5] Risale-i Nur Külliyatı | Mektubat | Hakikat Çekirdekleri