Etiket arşivi: Halit Ertuğrul

Başarıda İman Faktörü

Maddî sebepler ve şartlar, Cenab-ı Hakkın başarı ihsan edeceği kulun önüne koyduğu engellerdir. Kişi, gerek bu engelleri aşarken, gerekse bütün sebep ve engellerin bittiği yerde Allah’ın yardımını dilemek durumundadır.

Zaman gelir, insan maddî sıkıntılar içinde boğulacak gibi olur. Sebepler sona erer, dostlardan yardım ve ümit kesilir ve direnç biter. İşte o sırada insan, sonsuz bir kudrete dayanma ihtiyacı hisseder.

Bu, onun için en büyük güç kaynağıdır. Bu tevekküldür, kadere teslimiyettir ki, imanın bir gereğidir. Onu gören, işiten; derdini, âhını dinleyen bir Yüce Kudrete dayanmak, kişiye hadiseler karşısında dayanma gücü verir.

Kâinatta, canlı cansız hiçbir fert, Yüce Kudrete dayanma ihtiyacından uzak değildir ki, insan uzak olabilsin. Binaenaleyh, başarı yolunda ilerlemek isteyen bir insan, bilhassa mümin, sık sık Cenab-ı Hakkın inayetini, yardımını istemek ve Onun sonsuz kudretine dayanmak mecburiyetindedir.

Üstünlük ve başarı, bir gayret, hareket ve çalışma neticesidir. O da inanca bağlıdır.

Gerçekten inançla, fiil ve hareket arasında çok yakın bir ilgi vardır. Kişinin imanı ile, ameli tam bir paralellik arz eder. İmanın parlaklığı ve kuvveti oranında, fiiller ve hareketler mükemmelleşir, olgunlaşır ve güzelleşir. Dr. Carrel, “İnanmış insan değilim. Çünkü inanmış olsaydım, harekete geçmem gerekirdi.” derken de kendisine göre bir iman sahibi idi. O, bu sözleriyle şunu demek istiyordu: “Eğer gerçekten mükemmel bir imânâ sahip olmuş olsaydım, o inancım istikametinde harekete geçmem gerekirdi. Geçmediğime göre, imanım henüz kemâle ermemiş, olgunlaşmamış demektir.

Ayet-i kerime de bu hakikati insanlığa haykırıyor: “İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz.” hitabına mazhar olan Müslümanlar ve müminler üstün olmadıkları, mağlûp ve perişan oldukları zaman, hâşâ inançsız değillerdir. İmanları mükemmelliğe erişmemiş veya imanlarının gereği olan gayret ve faaliyeti gösterememiş ve netice itibariyle mağlûbiyete düşmüşler demektir.

Gerek şahsî ve gerekse sosyal hayatımızda, iyiliğine ve doğruluğuna inandığımız fiil ve hareketlere bir türlü yönelemiyorsak, Allah’a dayanmaya muhtacız demektir. Fâni hayatın geçici zevk ve lezzetlerini, aldatıcı heveslerini bir türlü terk edip de başarıya koşamıyorsak; dünya hayatının fâniliğine ve hakikî hayatın âhiret hayatı olduğuna inancımız zayıflamış, imanımızın güçlendirilmesine ihtiyaç ve zaruret var demektir.

İnandığımız dâvâda çalışma gayretini, bildiğimiz doğruları haykırma cesaretini kendimizde bulamıyorsak, inancımız zayıflamış demektir.

Öyle ise gerçek başarıyı istiyorsak, en başta Allah’a imanımızı güçlendirmeli ve Ona dayanmalıyız.

İnanan insanın, yaptığı işlerde başarılı olması beklenir. Eğer başarılı olamıyorsa, maddî ve manevî dünyasını çok ciddî olarak gözden geçirmelidir.

Dr. Halit Ertuğrul / Öğretmen Hattı

Türkiye, Karış Karış!..

Türkiye’yi karış karış gezerek farklı konularda konferanslar veren eğitimci yazarların hızına yetişmek ne mümkün! Aralarında, bir günde 5 konferans verip konuşma rekoru kıran da var, aynı gün Afyon’dan Eskişehir’e geçtiğini unutup, “Nasılsınız Afyonlular?” diyerek konferansa başlayanlar da!

Vehbi Vakkasoğlu, Halit Ertuğrul ve Cemil Tokpınar’ın bugüne kadar konferans vermedikleri il neredeyse yok. Onlar, haftanın sadece bir ya da iki gününü ailelerine ayırıyor. Hayatları hep yollarda, havaalanlarında, otobüs ve tren garlarında geçiyor. ‘Lüks otellerde kalırım, uçak olmazsa gelmem, ferah bir konferans salonu isterim‘ gibi şartları yok. Bazen bir esnafın evine konuk oluyorlar bazen de bir öğrenci yurduna. Kendilerini ‘eğitimci-yazar’ olarak tanımlayan bu isimler, farklı alanlarda uzmanlaşmış.

Vehbi Vakkasoğlu; Çanakkale, Mevlânâ, Yunus Emre ve Mehmet Akif Ersoy konulu konferanslara ağırlık veriyor.

Halit Ertuğrul daha çok hidayet öykülerini dinleyicileriyle buluşturuyor.

Cemil Tokpınar ise namaz konusunu işliyor.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in hayatı, aile içi huzur ve Risale-i Nur kitapları üçünün de ortak konusu olabiliyor. Onların bu yoğunluğuna eşleri de alışmış. İki gün üst üste evde kaldıklarında eşleri hemen, “Hayırdır ters giden bir durum mu var?” diye soruyormuş. Hatta Vehbi Vakkasoğlu’nun eşi, “Bey evde olduğun zamanlar namazlarını seferi kıl!” şeklinde espri yapıyormuş.

Eğitimci-yazarların aralarında bir rekabet olabileceğini düşünmüştük ilkin. Bir araya geldiklerinde öylesine samimi bir hava oluştu ki görülmeye değer. Birbirlerine sarıldılar, el ele tutuştular ve dostça sohbet etmeye başladılar. Hepsi de Anadolu’daki ilgiden çok memnun. Ama bazı illerdeki boşanma oranlarının artması onları çok endişelendiriyor. Bu yüzden aile için huzur konferanslarına ayrı bir önem veriyorlar. Dinleyicilerin ilgisini çekmek için yaşanmış ibret verici hikâyeler anlatıyorlar. Necip Fazıl, Fethullah Gülen, Yavuz Bahadıroğlu, Bülent Arınç ve Recep Tayyip Erdoğan onlara göre iyi birer hatip. Konferans esnasında akademik bir dil kullanmak yerine Anadolu insanının diliyle konuşmayı tercih ediyorlar. Üçü de, kalemleriyle konferansları arasında bir seçim yapmak zorunda kalsalar yazı yazmayı tercih edeceklerini söylüyor.

Denizde bile etrafıma toplanıp, “Hocam, biraz Çanakkale’den bahsetseniz.” diyorlar!

Vehbi Vakkasoğlu, 50 yaşını çoktan geçmesine rağmen konferanslara hiç ara vermiyor. Biraz sağlık problemleri var şu aralar, gittiği her yerde izzet ikramın çok olması kilo almasına sebep olmuş. “Konferanslar ailemden miras kaldı.” diyor. Babası, Kahramanmaraş’ta dinî kitaplar satan bir esnafmış, ilçelere gider kitap sergileri açarmış. Vehbi Vakkasoğlu da bu kitapları önceden okuyarak müşterilere tanıtırmış. Aynı zamanda Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisini de satmaya cesaret edebilen tek kitapçıymış. Necip Fazıl, Kahramanmaraş’a geldiğinde ilk iş olarak onları ziyaret edermiş. Necip Fazıl gelmeden bir ay öncesinden heyecan başlarmış. Vehbi Vakkasoğlu, hep Necip Fazıl gibi etkileyici konuşmanın hayallerini kurmuş yıllarca. Medeni cesareti, haklı bir dava uğruna başı dik, alnı açık olmaları gerektiğini Necip Fazıl’dan öğrendiğini söylüyor. Konferansların kendisi için bir meslek haline geldiğini belirtiyor. Konferans yoğunluğu yüzünden 5 ayrı kitap çalışması yarım kalmış. Konferanslardan standart bir ücret talep etmiyor. Eğer karşı taraf bir ücret teklif ederse bunu kabul ediyor. Son bir yılda 20 kez İzmir’e gitmiş. O kadar yoğun şehir dışına çıkıyor ki iki gün üst üste evde kalsa hanımı hemen “Hayırdır, neden evdesin? Ters bir durum mu var?” şeklinde soruyormuş. Bugüne kadar Türkiye genelinde 7 bine yakın konferans vermiş. Daha çok Mehmet Akif Ersoy, Mevlânâ ve Çanakkale üzerine konferanslar veriyor. İnsanlar o kadar çok büyük bir ilgi gösteriyorlarmış ki denizde yüzerken bile etrafına toplanıp, “Hocam, biraz Çanakkale’den bahseder misiniz?” diyorlarmış!

Cemil Tokpınar, Halit Ertuğrul, Vehbi Vakkasoğlu

Rekorum bir günde 5 konferans!

Cemil Tokpınar, ‘Sabah Namazına Nasıl Kalkılır?‘ kitabıyla bir satış rekoruna imza attı. İki milyondan fazla satan kitap, konferansların da temel konusunu oluşturmuş. Yaklaşık 15 yıldır Türkiye’nin farklı illerinde konferanslar düzenleyen Tokpınar, Namaz Platformu’nun da öncülüğünü yapıyor. Namazla ilgili çıkan kitaplar ve konferanslar tek bir çatı altından yürütülüyor. Bugüne kadar 100’e yakın farklı namaz kitabını bünyesine ekleyen platform, son beş yılda yaklaşık beş milyon namaz kitabı satıldığını tespit etmiş. Cemil Tokpınar, bazı konferanslarına eşi ve çocuklarıyla birlikte katılmayı tercih ediyormuş. Ortaya konulan güzel hizmetleri gören eşi ve çocukları, babalarına daha fazla destek veriyormuş. Yazarın bazı günler 5 konferans verdiği zamanlar bile oluyormuş. Tokpınar, daha çok aile içi iletişim, gençlik sorunları, namaz ve Risale-i Nur üzerine konferanslar veriyor. Hedefinin, namazı dünyanın gündemine taşımak olduğunu söylüyor. Cemil Tokpınar, “Namazı bütün iletişim araçlarıyla anlatmak istiyoruz. Bunun için tüm sanat dallarını kullanıyoruz. Namazı anlatan bir fotoğraf ve bir de hat sergisi açtık. Bugüne kadar 700 namaz paneli düzenledik.” diyor.

“Özellikle Doğu illerine gidiyorum”

Dr. Halit Ertuğrul’un ismi, yazdığı hidayet öyküleri kitaplarıyla biliniyor. Kırşehir’deki Ahi Evran Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Ertuğrul, sadece haftanın bir gününü Kırşehir’de geçirebiliyor. Bunun dışındaki günlerde hep farklı şehirlerde konferanslar veriyor. Halit Ertuğrul’un çok hüzünlü bir hayat hikâyesi var. Adıyaman’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğan Ertuğrul, daha çok küçük yaşlardayken annesiyle babasının boşanmasına şahit olmuş. Ortada kalmış, tarlalarda ırgatlık yapmış, ayakkabı boyamış. İlkokulda çok başarılı olduğu için annesi elinden gelen desteği vermiş. Bu destek sayesinde üniversiteyi bitirmiş. Halit Ertuğrul, hidayet öyküleri anlattığı konferanslarını özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinde düzenlemek istediğini söylüyor. Yazara göre, Kürt ve Türk çatışması çıkarmak isteyenler İslamiyet’in bölgede etkinliğinin azalmasını hedefliyor. Konferansların bu oyunu bozmada etkili olabileceğini düşünüyor. Son 10 yılda 4 bine yakın konferans veren Halit Ertuğrul’un bir haftalık konferans rekoru ise 10. Hiçbir konferansından para kabul etmediğini söyleyen Ertuğrul, sadece yol ve konaklama masraflarının karşılanmasını istiyor.

Zaman / BÜNYAMİN KÖSELİ

Destanlaşan Bir Ömür: Bediüzzaman Said Nursi

Bediüzzaman lakabıyla meşhur olan Said Nursi, Bitlis’in Hizan kasabasının Nurs köyünde 1876’da doğdu. Çok dindar bir ailenin olağanüstü kabiliyetlere ve bambaşka bir mizaca sahip evladı olarak dikkati çekti. Dokuz yaşından itibaren din ilimlerini tahsil için mahalli medreselere devam etti. Ancak, bir okuduğunu ikinci defa okumaya ihtiyaç duymayacak kadar kuvvetli hafızası, o zaman medrese talebelerine verilen fitre ve zekat paralarını almayışı, çocuksu münakaşalarda bile yalana, hileye tenezzül etmeyişi ile hocalarının takdirini kazandı. İşte o hocalardan biri olan Seyyid Nur Muhammed, küçük Said’in mensup olduğu aileyi öğrenmek istedi. Nur Muhammed, Said’in babası Sofi Mirza Efendinin akşamüzeri tarladan iki öküz ve ineğin ağızlarında torbalarla bağlı olduğunu hayretler içinde görerek sebebini sordu. Mirza Efendi, lakabı olan “Sofi” kelimesinin de sebebini açıklayan şu cevabı verdi:
“Efendim, tarlamız biraz uzakçadır.
Hayvanların ağızlarını gidip gelirken bağlamaz sam, yol kenarındaki tarlalardan ekin koparıp yiyebilirler. Böylece biz de haram yiyen öküz ile tarlamızı sürmüş ve haramla beslenmiş olacağız.”
Bu cevap üzerine Said’in annesini çağıran Hoca Efendi, ona da Said’i nasıl besleyip büyüttüğünü sordu.
Nuriye Hanım’ın mukabelesi de şöyle oldu:
“Efendim, ben Said’e anne olacağımı hissettiğim günden itibaren abdestsiz gezmemeye gayret ettim. Said dünyaya geldikten sonra da ona abdestsiz süt vermedim.”(Şahiner, 1997:55)
Hoca Efendi, merakını gidermişti. Böyle bir anne babadan böyle bir evladın dünyaya gelmiş olması sürpriz sayılmazdı.
Üç yıl süren medrese tahsili küçük Said’i tatmin etmez. 1885 yılının kışını Nurs’ta ana-babasıyla geçirir. Tahsilden vazgeçmeye karar verdiği günlerde bir rüya görür.
Kıyamet günüdür. Herkes başının çaresine düşmüştür. Bu büyük hengamede Resulullah’ı görüp ondan bir dilekte bulunmak ister. Hz. Peygamber’i ancak Sırat Köprüsünün başında görebileceğini düşünerek oraya gider. Bütün peygamberlerin oradan geçtiğini görerek, hepsinin de ellerine sarılır. Nihayet Resulullah’ın da geldiğini görür ve ellerine kapanarak “her şeyin doğrusunu gösteren bir ilme sahip olmak istediğini” söyler.
Resulullah da ona, “Kimseye sual sormamak şartıyla, sana istediğin Kur’an İlmi verilecektir” buyurur. (Şahiner, 1997:58)
Büyük bir heyecanla uyanan küçük Said, artık müthiş bir ilim aşkıyla dopdoludur. Doğunun o zamanki ilim merkezleri olan medreselerini bir bir gezer. Bir yıllık ders kitaplarını bir ayda bitirerek, Bitlis, Siirt, Tillo, Cizre, Nurşin ve Mardin Medreselerini dolaşır.ancak asıl tahsili o yıllarda Erzurum’a bağlı Bayezit kasabasında yapar. Orada Bayezit Medresesinde Şeyh Mehmed Celalî Efendi’den o zaman okunması adet olan bütün kitapları sırasıyla okuyup bitirir ve icazet alır. Ne var ki o, bu ağır ve ilmi kitapların dipnot ve şerhlerini bırakarak sadece asıl metinlerini okuyup anlamayı tercih eder. Böylece çok uzun yıllar alan medrese tahsilini kısa sürede tamamlamaya muvaffak olmuştur.
Yine o dönemde bilhassa geceleri, Bayezit’te ki Şeyh Ahmed Hani Hazretlerinin türbesine çekilerek mum ışığında ders çalışır ve tefekkür eder. Daha sonra geldiği Tillo’da da bir türbeye kapanarak riyazete girer. Yine o sıralarda büyük bir lügat kitabı olan Kamus-u Okyanus’un büyük bir bölümünü ezberler. (Vakkasoğlu,1987:67)
Van valisi Tahir Paşa’nın konağında yaptığı ilmi çalışmaları kendisi şöyle tarif etmektedir:
“O zaman hafızamda doksan kitap vardı, ezberlemiştim. Her gece üç saat hafızamda okuyarak, üç ayda bir o 90 kitabı devrediyordum. Cenab-ı Hakka şükür benim o mahfuzatım (ezberim), o tekraratım, Kuran’ın hakikatine bana basamak oldular. Sonra ben, Kuran’ın hakikatlerine çıktım, baktım, her bir Ayet-i Kuran kâinatı ihata etmiş gördüm. Artık Kur’an bana kâfi geldi. Başka şeye ihtiyaç kalmadı.” (Canan, 1993:12)
O günlerde okuduğu bir gazete haberi, onun ruhunda fırtınalar koparır. İngiliz sömürgeler bakanı Gladiston, “Bu Kuran Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalı, Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız. Veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti.
Bediüzzaman Said Nursi de buna karşı şu sözü vermişti: “Ben de Kuran’ın sönmez ve söndürüle- mez bir manevi güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim.” (Şahiner, 1997:53)
İşte “Bediüzzaman Said Nursi’nin ve yaygın ifadesiyle Nurculuk hadisesinin bütün gayesi bu cihete matuf olmuştur. “ (Şahiner, 1983:112)
Doğunun eğitim problemini çözmek için, fen ve din ilimlerinin beraber okutulacağı bir üniversite açılması gayesiyle, 23 yaşındayken İstanbul’a gider. Projesini bizzat Padişah’a takdim eder.
İkinci Meşrutiyetin ilanında, Selanik Hürriyet Meydanındaki söylediği nutku çok önemlidir. Nutuk isimli kitabında yer alan bu konuşmada, hürriyetin önemini ve geri kalmışlığın sebeplerini anlatır. Tarihe 31 Mart olayı olarak geçen İstanbul’daki ayaklanmada yatıştırıcı rol oynar.
1911 yılında Şam’a gider ve orada meşhur hutbesini okur. Bugün Hutbe-i Şamiye adlı kitabında bulduğumuz o ölmez hakikatleri, imparatorluğun çöküş döneminde büyük bir ümitle haykırır. Herkesin karamsar tablolar çizdiği gelecekten o, “İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak ve hâkim Hakaik-ı Kur’aniye ve İmaniye olacak” (Nursi, 1991:18) diyerek ileri görüşlülüğü- nü ortaya koyar.
Aynı yıl şark vilayetlerini temsilen sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine katılır. Van’da kurmayı düşündüğü üniversite projesini Sultan Reşad ile görüşür. Onun da desteğiyle Van Gölü kıyısında temelini atar.
Vatanın kurtuluşu için vazife üstlenerek Birinci Dünya Savaşında Ruslara karşı gönüllü alay komutanı vasfıyla talebeleriyle birlikte savaşa iştirak etmiştir. Bu savaşta yaralanmış ve Ruslara esir düşmüştür. İki yıllık esaretten sonra İstanbul’a dönmüş ve Enver Paşa tararından madalya ile taltif edilmiştir.
1918 de İslam akademisi olarak kurulan Darü’l Hikmeti’l İslamiyeye üye oalrak alınması, Bediüzzaman’ın ilmi ve dini kariyerini bir kere daha ortaya koymaktadır.
1920’de Bediüzzaman Said Nursi’yi Yeşilay Cemiyeti’nin kurucuları arasında görüyoruz. Aynı yıl İngilizler İstanbul’u işgal edince, o, milli mücadele saflarında yer alacaktır. Ankara’ya davet edilir hatta hoş geldin töreni düzenlenir. Mecliste istediğini bulamaz. Gördüğü dağınıklığı düzelt- mek için on maddelik bir beyanname neşreder. “Şu büyük inkılâbın temel taşları sağlam gerek” diyerek, vermek istediği mesajını şu cümlelerde toplar: “Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şehitlere kumandanlık ettiniz. Bu İslam milletinin cemaatleri namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin (dindar) görmek ister” (Nursi, 1992:125)
Ankara’da aradığını bulamaz. Kendisine teklif edilen mebusluk, umumi vaizlik ve diyanet işleri reisliği gibi birçok imkanı reddederek Van’a gider. Şeyh Said isyanını önlemek için çok çalışır.
İsyana katılması için yapılan teklife karşı verdiği bu cevabı ise çok manidardır.
“Türk Milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır, çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Kılıç harici düşmanlara karşı çekilir. Dahile kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz, Kur’an ve İman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir. (Şahiner, 1997:238)
İstanbul’dan sonra, civarın birçok nüfuslu şahsiyetleri gibi Bediüzzaman Said Nursi’de haklı gerekçe olmadığı halde sürgüne gönderilir. 1925 yılından itibaren sürgün, hapis, takip ve mecburi ikamet devresi başlar. Bu dayanılmaz baskılar altında olduğu halde Risale-i Nur adındaki Kur’an tefsirini yazar. Bu tefsirin gayesinin ne olduğunu da şöyle ifade etmektedir:
“İman ilminden ibaret olan Risale-i Nur eczaları emniyet ve asayişi temin ve tesis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşei ve menbaı olan iman, elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlık ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlal eder.” (Vakkasoğlu, 1983,97)
Bir asra yakın hayatı, zulüm karşısında eğilmeyen ve iman hizmetinden vazgeçmeyen bir mücadele ile 23 Mart 1960 yılında Urfa’da noktalanır. Ölümüyle özdeşleşen şu vasiyeti, hayat çizgisindeki önemli parıltılardan birisidir:
“Belki hayatta kalmayacağım. Bütün mevcudi- yetim vatan, millet, gençlik ve alem-i İslam ve beşerin ebedi refah ve saadeti uğruna feda olsun. Ölürsem dostlarım intikamımı almasınlar.” (Nursi, 1997:450)
Rahat bırakılmayan ve ısrarla rejime muhalif fikirler yaymak suçuyla mahkemelerde süründürü- len bu zatın kendisini mahkûm etmek isteyenler için beslediği hisleri hayret vericidir:
“Ben cemiyetin iman selameti yolunda dünyamı da feda ettim, ahretimi de. Gözümde ne cennet sevdası var ne de cehennem korkusu; cemiyetin, 25 milyon Türk Cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem; cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur.”
Bediüzzaman Said Nursi; kendi köşesine çekilmiş mücerred bir fikir ve pasif bir aksiyon adamı değildir. İmanını ve fikirlerini yaşama safhasına aktarabilen; pratik bir hayat adamıdır. Gönüller üzerinde tesis ettiği davasını “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” istinatları ile ebedileştirmiştir. Onun Bediüzzaman oluşunun farkı da budur. O, büyüklüğü şöhrette ve makamda değil; mahviyet ve tevazuda bulmuştur. Bu tevazusu geride bıraktığı maddi eşyalarından da bellidir. Bütün dünya malı; saat, cübbe, sarık ve yirmi liradan ibarettir. (Şahiner, 1997:406)
Bugün hiçbir ilim ve fikir adamının erişemediği bir alakayla takdir uyandıran ve eserleri dünyanın her yerinde artan bir iştiyak ve merakla okunan bu zatın görüşleri; her platformda “kurtuluş reçetesi” olarak kabul görmektedir.
“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolâstik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, Asr-ı Hazır (şimdiki asır), fen ve felsefesi ile meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim.” (Nursi, 1992:553)
“Ben imanı kurtarmak ve Kuran’a hizmet için, Mekke’de de olsam buraya gelmem lazımdı.” Diyen Bediüzzaman’ın hayat çizgisini; “Bediüzzaman’ın fihriste-i maksadı ve efkarının programı” adıyla 1909 tarihinde Dini Ceride’de yayınladığı dokuz maddelik maksat ve fikir programını özetleyerek bitirelim: (Canan, 1993:31)
Birinci Madde: İslam Alemini terakkiye sevk edecek uyanışı sağlamak.
İkinci Madde: İslam eğitimini sağlayan üç merkez arasındaki ihtilafı gidermek. Bu üç merkez; mektep, medrese ve tekkedir.
Üçüncü Madde: İlmi çevrelerde, ilmi hürriyeti tesis etmek.
Dördüncü Madde: Medreselerde, ihtisas bölümleri açmak.
Beşinci Madde: Umumi irşad vazifesi gören vaiz ve hatiplerin yetişmesini ele almak.
Altıncı Madde: Osmanlılarda terakki meylini uyandırmak. Geri kalış sebeplerinden olan cehalet, zaruret ve ihtilafı; sanat, marifet ve ittifak ile bertaraf etmek.
Yedinci Madde: Osmanlı Devletinin beylikler dönemine dönüşmemesi için, Müslüman halklar arasında İttihad-ı Muhammedi fikrinin geliştirilme sini temin etmek.
Sekizinci Madde: Hilafet Makamının ıslahı meselesi.
Dokuzuncu Madde: Milli birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilafı sebebiyle zayıf olan kuvve-i cesimelerinden istifade etmek.

BEDİÜZZAMAN’IN
EMSALLERİ İÇİNDEKİ YERİ

Onu Bediüzzaman yapan meziyetleri ve “çağımızın en büyük müfessiri ve müceddidi” ünvanıyla dünya çapında bir şöhret kazandıran vasıflarını ve kendisine gösterilen alaka ve teveccühün sebeplerini ana hatlarıyla ele almak lazımdır. Emsalleri arasındaki müstesna yerine kadar iyi ifade edilirse, sunmaya çalıştığımız eğitimde Bediüzzaman modelinin de farkı daha iyi fark edilecektir.
“Klasik manada yıllar sürmesi gereken medrese eğitimini, üç ay gibi kısa bir sürede” tamamlayarak ilimdeki üstünlüğü, devrin meşhur âlimleriyle yaptığı ilmi ve dini münazaralarla ortaya koymuştur. Yaptığı bütün münazaraları kazanmasından dolayı, ulema çevresi kendisine “Bediüzzaman” unvanını vermiştir. Bu münazara- ların en çarpıcı misali 1908 yılında İstanbul’da yaşanmıştır. Mısır el-Ezher Üniversitesi öğretim üyelerinden meşhur ulema Şeyh Bahit Efendi İstanbul’da bulunduğu bir sırada, Bediüzzaman’ı ilmen mağlup edemeyenler bunu Şeyh Bahit’ten istemişlerdir. Bu gaye için iki âlim buluşturulur:
“Osmanlı Devletindeki hürriyete ve Avrupa- daki medeniyete ne diyorsunuz? Bunlar hakkında- ki fikrin nedir?” şeklindeki Şeyh Bahit Efendinin ilk sorusuna Bediüzzaman şöyle cevap verir:
“Osmanlı Devleti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükümeti doğuracak. Avrupa da İslamiyet’e hamiledir. O da bir İslam devleti doğuracak.”
Hayretler içinde kalan Şeyh Bahit Efendi de şunu ifade eder:
“Ben de tasdik ediyorum. Ben de aynı kanaatte- yim. Bu gençle münazara edilmez. Ben bununla münazara edip galebe edemem. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek Bediüzza- man’a hastır.” (Nursi,1990,108)
Bediüzzaman’ın İstanbul’da bulunduğu o yıllarda, Şekerci Hanındaki kaldığı odasının kapısına, “Burada her suale cevap verilir, her müşkül halledilir. Fakat sual sorulmaz” diye astığı yazıyı belki de tarihte ilk defa görülen böylesi bir meydan okuyuşu da zikretmek lazımdır.
Günümüzün değerli müfessirlerinden Hasan Basri Çantay’ın şu tespiti Bediüzzaman’ın misyonunu ortaya koymaktadır.
“bizler Üstadın sayesinde müfessir olduk. Halbuki bizler ne eser yazabiliyorduk ne de anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nur eserlerini telif etmeye başladı. Türkiye’de okuma çığırını açtı. O hapishanelerde zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası, şefkati, merhameti, tevazuu, şecaati her şeye galip geldi.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de onun ilmini ummana benzeterek şöyle der: “Onun ilmine hayranım. Bizim tahsil ettiğimiz ilimle onunki asla mukayese edilmez. Ona, Cenab-ı Hak ilim nasip etmiş, aktıkça kabarıyor.”
Fıkıh alimi Ömer Nasuhi Bilmen, “Onun ilmi vehbidir (Allah vergisidir). Bizimki gibi kesbi (çalışılarak elde edilen) değildir. Eğer bizim kulağımıza fısıldayan olsaydı biz de Risale-i Nur yazardık” (Yeni Asya Gazetesi, 24.6.1988) diyerek Bediüzzaman’ın makamını ifade eder.

Kur’an’ı asrın idrakine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatının müellifi olmak, kendisine erişilmez bir ayrıcalık getirmiştir. Bunun için “İmam-ı Gazali kendi devrinin, Bediüzzaman ise bu zamanın Hüccetü’l İslam’ı denilmiştir. (Akyol, 1992:44) Mısır-Ezher Üniversitesi Profesörü Dr. Abdülvedud Çelebi de bir başka tespit yapar: “İslam tarihinde Müslüman- ların imanını muhafaza eden ve birbirine benzeyen üç hareket vardır. Hindistan’da İmam-ı Rabbani, Cezayir’de İbn-i Badis ve Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursi’dir.”
Pakistan’da faaliyet gösteren Cemaat-ı İslam’ın lideri Mevdudi’nin “Hepimiz İslam’a hizmet ediyoruz. Ama Bediüzzaman küfre karşı imanlarımıza bekçilik yapıyor” şeklindeki ifadesi çok anlamlıdır.
“20. yüzyıla damgasını vuran Seyyid Kutup, Muhammed Kutup ve Hasan el-Benna gibi İslam âlimleri bir derece siyasete girdikleri ve tedbirden kusur ettikleri için muvaffakiyetleri sınırlı kalmıştır. Bediüzzaman nefsinden başladığından, dünyayı ihata eden bir ıslah metoduyla çağa damgasını vurmuştur.” Cemaleddin Efgani ve Musa Carullah ile Bediüzzaman’ı kıyaslayan tarihçi Cemal Kutay “Nasıl hayatta kaldığı cidden ibret verici olan Said Nursi, Bediüzzaman oalrak geldi ve Bediüzzaman olarak kaldı” diyerek cihanşümul vasfına dikkat çeker.
Mevlana ile Bediüzzaman’ı karşılaştıran İtalyan Profesör Anna Masalada, “Birisi, bütün insanlığın derdini haykırır, diğeri bütün Müslümanların kardeşliğini haykırır” der. Bediüzzaman’ın bu husustaki görüşü ise “Hz. Mevlana benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur yazardı. Ben de o zamanda gelseydim Mesnevi’yi yazardım” şeklindedir. (Şahiner, 1985:312)
İngiliz asıllı Müslüman bir yazar olan Meryem Cemile’nin, Bediüzzaman’dan, Türkiye’yi İslam’a kazandıran bir âlim” (Mürsel, 1992:9) oalrak bahsettiğini bunun Papalığın yayınladığı istatistikte de teyit edildiğini görmekteyiz. “Avrupa’da on ay içinde Müslüman olan 58 bin kişiden yüzde 38’inin Risale-i nur okuyarak İslam’ı seçtiği de belirtilmektedir.
“Bediüzzaman’ın emsalleri içindeki yerini, günümüzün en değerli âlimlerinden Mehmet Kırkıncı Hocanın notlarıyla kapatalım:
“O zat, İbrahim Ethem Hazretleri gibi sadece müttaki bir abidd ve dünyayı terk etmiş bir zahid değil, aynı zamanda mücahid bir mürşittir. İlim ve irfan bakımından adete bir Gâzali, bir Râzi ve bir Kâzi’dir. Hikmet ve felsefe cihetinde bir Sokrat, bir ibn-i Rüşd ve bir ibn-i Sina’dır. Tebliğ ve ikaz vadisinde ise bir Mevlana’dır.
Tecdid ve mücadelede sanki bir Ahmed-i Faruki’dir. Tabiri caiz ise o, selefteki mürşitlerin ve müceddidlerin hakiki bir varisidir. Evet, bir Arap şiirinde denildiği gibi “Bütün alemi bir şahısta toplamak Cenab-ı Hakk’a zor gelmez.” O zat, dünya sarayının, Anadolu kürsüsünde yüksek bir nutuk okudu.
O nutkun aslı ve kökü ne şarkta ne de garptaydı. Doğrudan doğruya Kuran ve Sünnetten alınmaydı. Bu nutkun yankısı insanlık semasında çınladı. Avrupa, Amerika ve Asya’da sesler getirdi. Nutkun maksadı ise; Allah’ın varlığını ve birliğini insanlara dinlettirmektir.”

(Kırkıncı, 1998: 15-16)

Bediüzzaman Said Nursi, yalnız Türkiye’nin değil; bütün İslam âleminindir. Onun gayesi Kur’an’ın hakikatlerini insanlığa sunmaktır. Hayatı boyunca birlik ve dirlik için çabalamıştır. Ama o yanlış anlaşılarak çekmediği kalmamıştır. Bugün bütün dünya onun kitaplarının peşindedir. Prof. Dr. Ursula SPULER