Etiket arşivi: hamd

Zaferin üç maddelik ücreti

RABBİNİ HAMD EDEREK TESBİH ET VE O’NDAN BAĞIŞLAMA İSTE. ÇÜNKÜ O, TÖVBELERİ ÇOK KABUL EDENDİR. 
NASR SÛRESİ, 110:3

Yıllarca süren çilelerden, katlanılan eziyetlerden, verilen mücadelelerden sonra Müslümanlar emeklerinin meyvesini görmeye başlamışlardı. Onlar bu sonucu gerçekten hak etmişler, hak ettiklerini bilfiil göstermişler, zamanı gelince Allah da onlara lâyık oldukları zaferleri ve fetihleri peş peşe ihsan etmeye başlamıştı. Fetih sûresindeki bir âyette, Yüce Allah, Sahabenin bu durumuna “Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi”[1] buyurarak işaret ediyor.

Fakat bir sonuca lâyık ve ehil olmak başka, o sonucu yaratmak ise bütünüyle başka birşeydir.

Sûrenin başında, “Allah’ın yardımından” söz edilmişti. Daha başka âyetler de yardım ve zaferin ancak Allah tarafından ihsan edildiğini açıkça bildirir:

Elbette yardım ve zafer, ancak karşı konulmaz bir kudrete sahip olan ve herşeyi yeryi yerince yapan Allah’tandır.[2]

Zafer ve yardımı veren yalnız Allah’tır. Çünkü Allah karşı konulmaz bir kudret sahibi ve herşeyi yerli yerince yapandır.[3]

Başka bir âyet de, Allah’tan gelen yardımı “güzel bir imtihan”[4] olarak niteler. Allah’ın ilim ve irfan sahibi kulları ise, böyle nimetleri “Bu Rabbimin lûtfundandır; nimetine karşı şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınıyor”[5] diyerek kabul eder ve bir şükür vesilesi yaparlar.

Mü’minlere ait olan bu özellik, nimetlerin Allah’tan geldiğine inanmayan inkârcıların, kendi gücüne güvenerek böbürlenen ve Allah’ın ona ihsan etmiş olduğu imkânları insanlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanan zorbaların tamamen tersine bir durum ortaya çıkarmaktadır.

Onun içindir ki, İslâm tarihinde zaferler ve fetihler insanüstü güçlere sahip olduğu farz olunan kahramanlar üretmemiş, halk üzerinde bir tahakküm ve zulüm vesilesi halini almamıştır.

Bilâkis, İslâm dini, Allah’tan başka hiç kimse önünde eğilmeyen izzetli bir duruş sergilerken bir taraftan da Allah’ın hiçbir kulunu hor görmeyen ve en küçük bir hukuku dahi çiğnemekten şiddetle kaçınan fatihler yetiştirmiş ve bunları insanlık âlemine yiğitlik ve fazilet nümuneleri olarak sunmuştur.

Okumakta olduğumuz bu son derece özlü sûre de, bu benzersiz başarının anahtarını, Allah’ın yardımına mazhar olanlara Kur’ân’ın verdiği üç öğütle açıklıyor:

Tesbih, hamd, istiğfar.

İşte, herhangi bir işte, herhangi bir seviyede İlâhî lütuf ve yardıma erişen insanın önüne fazilet ufuklarını açacak ve her türlü suiistimalin önünü kapayacak olan anahtarlar bunlardır.

FETİH SONRASI

Allah’ın yardımı, zafer ve fetih, Müslümanlara son derece zorlu günlerin sonunda gelmişti. Bu süre içinde Müslümanlar müşriklerin her türlü düşmanlığına, zulümlerine, işkencelerine maruz kaldılar. Böyle bir sürecin sonunda Müslümanlara değil de başka bir orduya zafer nasip olacak olsa, herhalde ilk yapacağı işlerden bir tanesi, kendilerine bunca zulmü yaşatanlardan bunun hesabını en çetin bir şekilde sormak olurdu.

Fakat gerek Mekke’nin fethinde, gerekse daha sonraki fetihlerde, Müslümanlar geçmişin hesabına takılıp kalmadılar, intikam peşine düşmediler. Tam tersine, onlar girdikleri yerlere ancak barış ve huzur getirdiler. Çünkü Rableri onlara kin ve intikam peşine düşmeyi değil; tesbih, hamd ve istiğfarda bulunmayı emretmişti. Kur’ân’ın ve Resulullah’ın eğitiminden geçen insanlar geçmişin hesabına takılıp kalmıyor, bakışlarını istikbale yöneltiyor, Allah’ın kendilerine sunduğu yeni imkânlar için O’na hamd edip yeni yeni fetihlerin peşine düşüyorlardı.

Bu ruh hali, fetihlerin çoğunlukla kalem ve kelâm vasıtasıyla cereyan ettiği zamanımızda, çok daha büyük ve etkili bir “silâh” halini almış bulunuyor. Medet umdukları her yerde şiddet ve nefretle karşılaşan, kurtuluş arayışları hüsranla sonuçlanan, merhamet ve muhabbete susamış gönüller, İslâm’ın barış ve esenlik atmosferini solumak imkânını buldukları anda hak dine açılıveriyorlar. Gönüllerin her biri, fethedilen bir Mekke oluyor, onlardan her birini İslâm’a açmaya vesile olan muhabbet kahramanları birer fatih hükmüne geçiyor.

Fakat İslâm fatihlerine böbürlenmek, kibirlenmek, yaptıklarıyla övünüp durmak hiç yakışmıyor. Bu yüzden, onlar da Nasr sûresini dillerinden ve gönüllerinden düşürmüyorlar, Rablerini hamd ile tesbih edip O’ndan bağışlanma dileyerek yeni yeni fetihlerin peşine düşüyorlar.

Zafer ve fetih karşısında Müslümanın takınması gereken tavırla ilgili olarak Nasr sûresinin verdiği ders, aslında, hayatın bütün alanlarında, her seviyede başarılar için uygulanacak ölçüleri içeriyor.

Bu ölçüler, bir öğrencinin, bir işçinin, bir memurun, bir ev hanımının, bir yöneticinin, bir öğretmenin, özetle, toplumun her bir ferdinin hayatına yön verecek ve onu her seferinde daha büyük başarılara hazırlarken, bir yandan da Rabbinin hoşnutluğunu ona kazandıracak bir kapasiteye sahiptir.

Bu kapasiteden en yüksek ölçüde yararlanmak için, Allah’ın bize lütfettiği en küçük bir başarıda dahi, kendimizi bu sûrenin muhatabı yerine koyarak tekrar tekrar onu okumalı ve tefekkür etmeliyiz.

***

ÜMİT ŞİMŞEK

Namaz Sûreleri Tefsiri’nden alınmıştır.

[1] Fetih sûresi, 48:26.

[2] Âl-i İmrân sûresi, 3:126.

[3] Enfâl sûresi, 8:10.

[4] Enfâl sûresi, 8:17.

[5] Neml sûresi, 27:40.

İltifat Kamburu

Elhamdülillah demek, nefes almak gibi, rahatlatıcı. Yahut ciğerlerine dolan havayı bir anda özgür bırakmak gibi, saadet vesilesi. Başkalarına da böyle geliyordur tahmin ederim. Çünkü çoklarının, içindeki manayı tefekkür etmeden, sırf rahatladıklarını beyan edebilmek; ciğerlerinde kalan havayı, kalplerindeki sıkıntıyı dışarıya atıp kurtulduklarını gösterebilmek için onu söylediklerine şahit oldum. Bunu ya ‘elhamdülillah’ diyerek, ya ‘oh’ çekerek, yahut da yalnız ‘Allah’ ism-i celilini telaffuz ederek yapıyorlardı.

Ciğerdeki havanın vatan-ı aslîsi olan semaya dönüş coşkusuna en yakın harf gibi geliyordu, h. Hatta bu coşkunun şiddetindendir ki, önünde engel kalmıyor, sadece geliş yolunun kenarlarına sürterek çıkardığı ses birikiyordu kulaklarda: ‘hhhhhh…’ İlginçtir, ‘hayat’ kelimesi de bu harfle söyleniyordu. Allah’ın bu yönünü tarif için kullanılan ismi de ism-i Hayy’dı. Buna ilave olarak: Bediüzzaman’ın hava ayetinin sırlarını anlattığı nüktesinin ismi de Hüve Nüktesi’ydi.

elhamdulilahFakat durun, nerelere gittim ben! Bunu konuşmayacaktım aslında sizinle. Benim hakkında konuşmak istediğim, hüve’nin veya hayat’ın h’si değil; hamd’ın h’si idi. Zaten başta elhamdülillah ile de bu yüzden giriş yaptım. Dikkat gerek: Abes ile hikmet arasında mesafe yalnız bir israfçıktır. Mübalağa ile aşılır. Tâli olana aşırı vurgu, aslolanı abesleştirir.

‘Hamd’ın da tıpkı elhamdülillah derken verilen nefes gibi rahatlatıcı bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Neden mi böyle düşünüyorum? Zira biliyorum ki; övünülecek herşeyin asıl sahibine terki, aynı zamanda, insan için kalbini avuçlayan ağırlıkların da terkidir. Ve insanın canını en çok taşıyamadıkları, (yani ‘mış gibi’ yaptıkları) acıtır.

Sevmemeli insan iltifatları. Taşıyamadıklarını sevmemeli. Zaten iltifata evvelden beri bir miktar güvensizim. Kanaatimce iltifat, birtakım insanlar için sizi ‘borçlandırma’ yöntemidir. Dikkat edin, kim size azıcık iltifat etse, hakkını veremediğinizi açıklıkla beyan etseniz bile, bir süre sonra iltifatının hesabını sormaya başlar. Karşılığını ister.

“Çok iyi birisiniz!” dedi mesela. Veya “Çok cömertsiniz!” Siz de bunu bir gaflet anında kabullendiniz. Bundan sonra o kişi sizden iyilik istediğinde, yapmayacak olursanız, bu hanenize “Elinden gelmedi” olarak değil, “İyi adam değilmiş!” olarak yazılır. İnsanlar, iltifatları konusunda pek amansızdır. Ederken emin, meyvelerini almak noktasında pek acelecidirler. Neyi, kime atfederek övüyorlarsa, aslında sırtına yük atarlar. İltifat kamburu ederler başkalarını. Onlar da bu yükü kaldıramadıklarını açıkça beyan edecek kadar mütevazi değillerse (burada mütevazi yüce gönüllüye değil, gerçekçi olana karşılık geliyor) o vakit bir ömrü yapmacıklık ile yaşarlar.

Ben o yüzden, namaza başlarken, daha doğrusu Fatiha’ya başlarken, âlemlerin Rabbine hamdedilmesini çok hikmetli bulurum. Nihayetinde namaz, kulun, hayatın/kesretin içinde bir nefes almasıdır. Mülkün, melekûtun varlığını hissetmesi, soluklanmasıdır. İmanın ilk inşirahı budur. Elbette böyle bir nefes, bir rahatlama, önce üstündeki kurgu yükleri dünyada bırakmakla mümkün olabilir. Övgüye dair ne varsa hepsinin Allah’a ait oluşu, âlemlerin Rabbi sıfatını da zikretmekle, sadece yükünü değil, başkalarına yüklemekle kendine ve başkalarına yaptığın haksızlıkların da sıkletini bırakmaktır.

Kimi haddinden fazla övdün, bil ki; ona zulmettin. Kimi o övgülerine güvenip fazla sevdin, bil ki; kendine zulmettin. Onun olmayanı ona vermek ve kendinin olmayanı kendine almak, ikisi de hata. Bu hamdların hep iki yüzü var. Bir yanda üzerine yüklenen yükü bırakıyorsun, diğer yanda başkalarına haksızca yüklediğin yükleri omuzlarından alıyorsun. Tek âlem sen değilsin ki. Her insan başka bir âlem. Hatta insanlar sayısınca âlemler var da âlemlerin sayısı insanla sınırlı değil.

Akıllı olan adam görevi olduğu için değil yalnız, canı istediği için hamdetmeli. Çünkü zaten canı onu istiyor. Kâlubela bunu doğrular: Yani canın istediği de, mantıklı olan da, fıtrî olan da, mecbur olunan da Odur. Allah kime, neyi sevdirse; muhtaç olduğu için sevdiriyor. Şimdi anladın mı ‘elhamdülillah’ dediğinde neden rahatlıyorsun? Neden hava, hürriyetine uçan güvercin gibi coşkuyla ciğerden ellerini terk ediyor? Herşey ne kadar ahenkli aslında. Huzursa bu ahengin keşfi.

Ahmet Ay / Çocuk & Aile

Rahmeti İnciten ‘Gerçek’ler

İnsanlık, var olduğu günden bu yana, belli sebeplerin ardından belli sonuçların geldiği görsel bir düzlemde yaşıyor. Yağmur buluttan geliyor, tohum toprakta büyüyor, ateş yakıyor… Evrendeki herşey akıyor, ve akan herşey zamanın değişimiyle değişiyor, başkalaşıyor. Bu değişimde sonuçların hemen önünde görülen sebepler, etkinlik iddiasıyla boy gösteriyorlar. Ya da, insan öyle algılamak istediği için, etkin ve yetkin görülüyorlar. Sebeplerin etken olarak görüldüğü bir zihinde ise teşekkür, hamd, övgü gibi mânâların Allah’a yöneltilmesi imkânsızlaşıyor. Böyle bir zihne sahip olan kişi Allah’ın varlığına inansa bile netice değişmiyor.

Bulutlu bir havada güneşin ışıklarının bulutların üzerinde dağılıp gitmesi gibi, bu mânâlar sebeplerin üzerinde dağılıyor, dağıtılıyor. Bu dağılmanın içerisinde, öncelikle rahmet, kerem, ihsan gibi latif sıfatlar inciniyor. Merhametin, ikramın, ihsanın olmadığı veya görülmediği bir yerde, kime ve niçin teşekkür edeceksiniz? Etseniz bile, taklitten öteye geçebilmeniz, akıldan kalbe inebilmeniz artık mümkün değildir. Oysa sebepler insanın hür bir zeminde özgürce inkişaf ederek teşekkür ve hamd edebilmesini temin için gözönüne serilmişlerdir.

Gerçekte, sebeplerin hiçbir tesiri olmadığını, yağmurun buluttan gelmediğini, bulutla gönderildiğini bilmektedir ehl-i iman. Görünüşte, evrendeki herşey gibi, bulut da hareket etmektedir. Hareketin mümkün olmadığı ise, Yunanlı düşünür Zenon tarafından binlerce yıl önce isbat edilmiştir. Zenon, hareket eden herşeyin hareket ettiği an bir mesafe katettiğini, katedilen mesafenin sonsuz parçaya bölünebileceğini, nazarımıza sınırlı bile görünse her mesafenin gerçekte sonsuz olduğunu, sonsuz mesafeleri aşmanın sınırlı kuvvetlerle mümkün olmadığını, bu nedenle hareketin mümkün olmadığını düşünmüştür. Bu önermesini “Belli bir mesafeyi katedemezsiniz, çünkü katetmek için yolun yarısına, sonra da kalan yarısına ulaşmak zorundasınız ve bu böyle sonsuza değin sürer gider. Yine, hareket imkânsızdır, çünkü sonlu zamanda sonsuz konumlardan geçmek imkânsızdır” diyerek isbat etmiştir. Zenon’un ortaya attığı bu isbatlı iddia, düşünürlerin asırlar boyu zihnini meşgul etmiş, nihayet modern bilim bu önermeyi ‘limit’ kavramıyla “Geriye kalan mesafe sıfıra yanaştığı zaman, mesafe tükenmiş demektir” diyerek dogmatik bir ön kabulle aşıp gitmiştir.

Yunanlı düşünür Zenon’un aklının gücüyle sınırında dolaştığı, ancak vahyî gerçeklere dayanmadığı için ulaşamadığı, modern felsefenin ise hiç uğraş vermeden körcesine atladığı gerçek, Kur’ânî ifadeyle ‘her an yaratılma’1 gerçeğidir. Cisimlerin kendiğinden hareket edebilmesi gerçekten imkânsızdır. Bırakın hareket edebilmeyi, varlığın kendiliğinden ayakta durması bile mümkün değildir. Herhangi birşey hareket ettiği an bir mesafe katedeceğine ve bu mesafe sonsuz parçalara bölünebileceğine göre, hareket etmek istediği an sonsuz bir mesafeyi aşması gerekecektir. Varlık bu sonsuz mesafede, ansızın yokluğa gömülüp gidecektir. Öyleyse, varlığın hareket halinde devam edebilmesi için—bir film sahnesindeki görüntü karelerinin perdeye her an yenilenerek, farklı bir görüntü olarak yeniden akması gibi—her an yokluktan kurtarılması, yani her an yeniden yaratılması gerekecektir. Bir tek şeyin bile yoktan var edilmesi için sonsuz bir kudretin devreye girmesi zorunludur. Kâinatta ise hem varlık hem de hareket, imkânsız olduğu halde gerçekleşmektedir. Öyle ise her oluşun, her varlığın ve olayın arkasında bilerek iş gören, imkânsızları mümkün kılan mutlak bir kudretin mevcudiyeti zarurîdir.

Bu kâinat, böyle bir kudreti ve bu kudretin sahibini, içerisindeki herşeyle akla göstererek isbat etmektedir. Tasdik etmek ise, insanı insan yapan şuurun bir gereği değil midir? Bir sanatkârın kendisine ikram edilmiş duygularının gücüyle bir ilâhî sanat eseri olan kâinata bakarak gerçekleştirdiği eserlerin kendisinden başkasına atfedilmesi öfke ve sitem nedeni olurken, bu koca kâinatın gerçek sanatkârı olan mutlak kudret sahibi Allah’tan başkasına atfedilmesi kabul edilebilir bir hata mıdır?

Tarih boyunca insanlığın özel zamanlar ve şahıslar dışında genelleşen hatası, varlık perdesi arkasında kendisini gösteren kudreti doğrudan inkâr etmek değildir. İnsanlık boyunca bu tarz bir hata çok az genelleşmiş; böylesi bir hata toplumun geneli tarafından kabul gördüğü vakit, ilâhî kudret, peygamberler gönderilmesi suretiyle hem sözlü olarak, hem de mucizelerin ışığında gözle görülür şekilde isbat edilmiştir. Uyarılara rağmen inatla direnenler ise kahrın pençesine düşmüşlerdir.

Genelleşmeye en müsait olan ve tüm zamanlarda insanlığı en fazla etkileyen hatalı düşünce, ilk yaratılışı Allah’a vermekle birlikte, sonraki tüm olayların sebeplerin etkisiyle gerçekleştiği zannına kapılmaktır. İşte, böyle bir atmosferde rahmet, kerem ve ihsan gizlenmekte, herşeyin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Rabbimizin hakkı olan teşekkür, hamd ve sena, sebeplerin arasında dağılıp gitmektedir. Gafletli zihinlerde sebepler sonuçlara öylesine sıkı bir şekilde bağlanmaktadır ki, sanatın arkasında sanatkâr, nimetin arkasında ikram görülemeyip, minnetsiz, hamdsiz ve teşekkürsüz bir hayat tarzına düşülmektedir. Oysa, ifade ettiğimiz gibi, herşey her an O’nun kudretine muhtaçtır. Kudretinin sonsuzluğu açıkça görünen Birinin yaratıp ikram ve ihsan etmesi, O’nun rahmetinden başka ne ile açıklanabilir?

Ne var ki, yaşadığımız çağın alacakaranlık atmosferinde tanımını yitiren kavramlardan birisidir merhamet. Halbuki, bizi yaratarak binbir ikram ile bu hayata gönderen Allah’ın bize en yakın sıfatıdır o. Ehl-i imanın içerisine düştüğü açmaz ise, ne inkârın zifirî karanlığı, ne de gafletin alacakaranlığıdır.

Gafletin genelleşerek kalınlaştığı şu çağda, ilâhî kudret ve rahmetin varlığından zerrece şüphe etmeyen zihinler, sebep-sonuç bağlantılı determinist felsefeden fark edilemeyecek boyutta etkilenerek, farklı bir hataya düşmektedirler. Düşülen bu hata ise, Allah’ın herşeyi kuşatan rahmenini incitmektedir. Merhamet, vermenin olduğu, buna karşılık alma tasavvurunun olmadığı noktada geçerli bir kavramdır. Maddî bir beklenti içerisinde vermek, en iyi ihtimalle, ticaret için geçerlidir. Hayatın devamı için ticaret elbette gereklidir, ancak ticaretin prensiplerinden olan gerçekler, hayat için gerçekten gerekli de olsalar, merhametin tanımına uygun değildir. Rahmet, sebepler üzerinde kendini gösterse de, sebepsizdir.

Herhangi bir etkenin zorlaması altında yapılan bir ikram sofrasına oturduğunuzu düşünün. Bu gerçeği fark etmek duygularınızı derinden incitmeyecek midir? İkramı ikram olmaktan çıkarmayacak mıdır?

Yine, tamamen güzel niyetlerle düzenlediğiniz bir davete icabet eden insanlardan bir kısmının, bir menfaat düşünerek bu daveti düzenlediğiniz zannına kapılıp teşekkür etmeden çekip gitmeleri, yahut tam aksine, bir menfaat umarak size yaranmaya çalışmaları da sizi incitecektir. Bu incinmenin neticesi olarak, onlara, beklentilerinin tersiyle cevap vermek isteyecektir insan.

İkram ve ihsan, görülmesi ve doğrudan fark edilmesi imkânsız olan rahmetin, görülebilir alemde açığa çıkışıdır. Aldığımız her nefes, içtiğimiz her yudum su, yediğimiz lokmalar, gördüğümüz harikulâde tablolar rahmet-i ilâhiyenin tezahürü olan birer ikram ve ihsan hükmündedir. Bu nedenle, mü’min için ibadet, Allah’tan gelecek ikramlar için kurgulanmış bir seremoni değil, ikram edilmiş nimetler için bir hamd ve teşekkür niteliğindedir, böyle olması gerekir.

Bundan sonra yapılması beklenen ikramlar için ibadet veya amel yapılması ise, rahmeti incitmektedir. Neticesi ise, çoğunlukla niyetin tersiyle karşılaşmaktır. Allah, takdir ettiği sebepler neticesinde, rahmetinin bir tezahürü olarak, bizim O’nun kudretini, rahmetini anlayıp kavrayabilmemiz için genellikle aynı sonuçları yaratır; bu doğrudur, gerçektir. Ancak, sebepler ve sonuçlar arasındaki bu insicam, bu örgü, O’nu belli sebepler sonrasında belli sonuçları yaratmaya mecbur bilircesine hareket ederek rahmetini incitmemiz için yaratılmakta değildir. Hele hayırlı işlerde bu determinasyonu takip etmek, “Ben şöyle şöyle yaparsam, O da bu beklentimi ikram eder” gibi bir zanna kapılmak, özünde çelişki taşıyan, ilâhî rahmeti inciterek niyetin aksiyle karşılaşılması neredeyse kaçınılmaz olan bir haldir.

Yapmamız gereken, ilâhî vazifeye karışmadan kendi işimize bakmak, anı değerlendirmek, her an en hayırlı yolu tercih etmek, neticeleri Allah’ın merhametli ve kudretli ellerine bırakmak, her bırakış sonrasında neticeyi beklemeden yeni bir işe koyulmaktır. Bu noktadaki zaaflar yüzünden, şu ahirzamanın dehşetli hallerinde bir felah bulamıyor ehl-i din. Tasavvur ötesi, projesiz bir hayata geçemediği için…

Bu acı gerçeği teşhis için, dileyen kendi hayatına bakabilir. Dileyen ise, tüm güzel planları akim kalan, tüm hayırlı projeleri hüsranla sonuçlanan, planları ve projeleri terk ettiği andan ve zamandan sonra ise manevî ikramlara boğulan, gecelerini ağlayarak, gündüzlerini yazarak geçiren ve böylece bir neslin ihyasına sebep olan bir insanın, Bediüzzaman’ın hayat seyrine bakabilir. 1 Bkz. Kur’ân, Nahl suresi, âyet: 20; Furkan suresi, âyet: 3.

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

Bayram Ziyaretimiz ve Şükür..

Sonsuz acz, sonsuz fakr, sonsuz şevk, sonsuz şükür.

Allah’a karşı acizlik ve ihtiyacını hissetme esasına dayanan bu yolda lazım olan dört şey.

Bayram ziyareti için gittiğimiz bir evde bayram tebriği ve hal hatırdan sonra evin beyi ve hanımının suratlarından düşen bin parça olduğunu fark etmem pek uzun sürmedi, belli ki evde yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Ali İhsan Tola ağabeynin formülü imdadıma yetişti..

Bir evde huzursuzluk varsa şükür azalmıştır deyip hemen şükür risalesini okurlarmış.

Bende kısa bir güncel konuşmadan sonra Halikımızın bizden istediği en önemli şeyin şükür olduğunu Allah(cc) Kur-an’da bizi defa atla şükre davet ettiğini şükürsüzlüğün neredeyse inkara kadar götürebileceğini anlattım.

Kâinatta her şeyin insana hizmet ettiğini, diğer canlılara bakmamız hatta diğer insanlara bakmamız gerektiğini,şimdi bizim yeme içme ihtiyacımız olduğu gibi aynı zamanda diyalize, kemoterapiye muhtaç nice insanlar olduğunu bu sıcacık yuvayı bulamayan sokaklarda yatan bir dama muhtaç insanların olduğunu elini öpecek anne ve babaları olmayan çocuklar olduğunu anlattım.

Yediklerimiz içtiklerimizin kokusuna tadına bakıp farkında olmamız gerektiğini tam midemize ağzımıza layık tadlarının olması burnumuza layık kokularının olması bize bir şeyler düşündürmesi gerektiğinden bahsettim, bunları gönderenin adeta üzerine adımızı yazdığını gönderen Allah(cc) alıcı Ayşe, Ali yazısını okumanın okuyabilmenin lezzetleri nasıl arttıracağından konuştum, bunları yemeden önce Bismillah yedikten sonrada Elhamdülillah demekle cennette layık bir şekilde cennette tekrar yaratılacağını söyledim,

Kanaat etmez, şükretmez, iktisat etmezsek, hırs gösterip hürmetsizlik edersek Allah korusun haram helal gözetmesek kâinatın Halikına hürmetsizlik etmiş olacağımızı anlattım.

Karıncanın yılda birkaç buğday tanesiyle doyabilecek iken yıl boyu hiç doymayacakmış gibi hırs gösterdiği için ayaklar altında yaşadığını, oysa arının ikram etmek için çalıştığından dolayı başımızın üzerinde gezdiğini söyledim.

Şükrümüzün en güzel edasını da namaz kılarak yapabileceğimizi hatırlattım.

Allah(cc) insana esmasının hepsini tanıyabilecek cihazat vermiştir, adeta kendine bir ayna yapmıştır, kainatta yaratılmışları, nimetleri en iyi şekilde tanıyacak tanıyabilecek yalnız insandır bunun için insanı çok şeye muhtaç etmiştir. İnsan güneşe muhtaçtır, yağmura muhtaçtır, toprağa muhtaçtır, göze, kulağa mideye, muhtaçtır. Onlarsız hayatını idame ettiremeyeceğini çok iyi bilen insan dolayısıyla bunları yaratana muhtaç verenede şükür borçludur, şükrederse iyi bir kul olup alayı illiğine şükür etmezse kötü bir kul olup esfeli safiline düşeceğini söyledim.

Sonsuz aciz sonsuz fakir olan biz kulların da sonsuz şevke sonsuz şükre ihtiyacı vardır elbet.

Bunları anlatınca ev sahibimiz, meğer ne kadar da küçük şeyler için kendimizi sıkıntılara sokup bir birimizi üzmüşüz diyerek teşekkür ettiler ve bizi güler yüzlü bir şekilde uğurladılar.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

İnsan niçin üstün yaratıldı?

Hilafet, “birisini temsil etmek, onun yetkilerini kullanmak” demektir.

Allah kelâmında, “yeryüzünde her ne varsa hepsinin insan için yaratıldığı” beyan edilmektedir (Bakara Suresi, 29). İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğuna göre, bu nimetlerde O’nun rızasına uygun olarak tasarruf etmek durumundadır. Hz. Âdem bir peygamber ve ilk halife olarak bu manayı yaşamış ve yeryüzünün hakkıyla halifesi olmuştur. Ancak, hilafet ona mahsus değildir, bütün insan nevine şamildir. Şu var ki, Allah’ın mülkünde O’nun rızası hilafına icraat yapanlar ‘halife’ değil, emanete hıyanet eden ‘asi’ birer kuldurlar.

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” mealindeki ayet-i kerimenin de bildirdiği gibi, iman, ibadet ve marifet görevini yapan kişiler, yaratılış gayelerine uygun bir ömür sürmüş olurlar. Aksini yapanlar, yaratılış gayelerine ters düşerler; hilafet de bu cümledendir. Böyle kimseler hilafete de aykırı hareket etmiş olmakla bu şereften mahrum kalırlar.

İnsandan önce yeryüzünde bir milyonu çok aşkın bitki ve hayvan türleri yaratılmıştı. Bütün bu varlıkların kendilerine mahsus tespihlerini temsil eden melekler zaten var idi. Ancak, bu bitki ve hayvanlara kumandanlık yapacak, onları sevk ve idare edecek, onlar üzerinde Allah namına tasarrufta bulunacak bir varlık henüz ortada yoktu.

Melekler; “hamd, tespih ve tekbir” görevlerini hakkıyla yerine getiriyorlardı, ancak bu onların arza halife olmaları ve yeryüzündeki canlılarda tasarrufta bulunmaları için yeterli değildi. Mahlukatın tespihlerini temsil etmek başka, bu varlıklar üzerinde icraatta bulunmak daha başka idi. Bunu melekler yapamazlardı. İnsandan önce yaratılan canlılar içinde de bu görevi yapacak bir varlık yoktu.

İşte, Cenâb-ı Hak bu varlığı yaratmayı irade buyurmuş ve bunu meleklerine de bildirmişti.

Bu hadise  Kur’an-ı Kerîm’de şöyle haber verilir:

“Hani Rabbin, meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.
Melekler, ‘Ya Rabbi sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz’ dediler. Allah meleklere ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi.”
(Bakara, 2/30)

Hilafetin meleklere değil de insana verilmesinin birçok hikmeti vardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

– Her melek vazifeli olduğu sahada iş görür. Müekkel olduğu varlığın yahut varlıkların tesbihatını temsil eder. İnsan ise, ibadet ve tesbihin bütün çeşitlerini yapabildiği gibi, bütün varlık âlemini de tefekkür edebiliyor.

İnsan “bütün esmâya” mazhardır. Bu yönüyle de melekleri geride bırakıyor. Cebrail (as) ile Azrail’in (as.) mazhar oldukları isimler farklıdır, görevleri de farklıdır. Ama insan, iman hakikatlerini ve İslam’ın güzelliklerini başkalarına ulaştırmakta Hz. Cebrail’in sahasına bir derece girdiği gibi, nice canlara kıymakla da Azrail’in görevini taklit edebiliyor.

– Kâinatın meyvesi olan insan bütün bir âleme muhtaç olmakla, onlarda tecelli eden isimlere de muhtaç olmuş oluyor. Rızka muhtaç olduğundan, kendisinde ‘Rezzak’ ismi tecelli ettiği gibi, şifaya muhtaç olmasıyla da ‘Şâfi’ ismine ayna oluyor. Melekler ne yerler ve içerler, ne de hastalanırlar. Dolayısıyla, onlarda ne Rezzak ismi tecelli eder, ne de Şâfi ismi.

Örnekleri artırabiliriz.

– Ayrıca insana cüzi irade verildiği için de meleklerden üstün olmuştur. Meleklerin iradeleri sadece hayra çalışır; şerri irade edemezler. “Şerri irade etmek” kötü bir sıfat ise de, iradenin hem hayrı hem şerri dileme yetkisine sahip olması, bu sıfat yönünden, insanı meleklerden daha üstün kılar.

– Öte yandan, şerri irade etme imkânına sahip olduğu halde hayır işlemek, meleklerin hayırlı işler görmelerinden daha önemlidir. Zira, melekler bir engel olmaksızın ve severek ibadet ettikleri halde, insanoğlu, nefis ve şeytana ve şeytan görevi yapan nice fikirlere ve onlara kapılan nice kötü insanlara rağmen ibadet etmekle meleklerden üstün olur.

İşin bu mantıkî ve bir bakıma teorik yönü bir tarafa, mazideki uygulamalar ve vakıalar da insanın mahiyet olarak meleklerden çok daha ileri olduğunu açıkça göstermektedir. Meleklerin gıpta ettikleri bütün peygamberler, bütün sahabeler, Allah’ın bütün veli kulları bu davanın canlı şahitleridirler.

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Zafer Dergisi