Etiket arşivi: hased

Kazanmak istiyorsan yarışmayı bırakmalısın

İstemek, hem her nimetin kapısıdır, hem de her azabın kaynağı. Daha fazlasını istemek, ama her ne olursa olsun istemek, yani çılgınca istemek; bütün bunların kalpteki etkisi cehennem gibi. Cehennem nedir? Bana sorarsan (bencileyin) şöyle derim: Suyun zeytinyağıyla boğuşmasıdır. Üste çıkma/kalma telaşıdır. Üst, üst, daha üst… Dibi olmayan kuyu budur aslında. Düşmesi çıkma sanılan. Çıkıldıkça düşülen. Arkadaşım, âlemin neyi/nasıl sattığına aldanma, kalbine bak. İnenlerin çıktığını sandığı çok kuyular vardır.

Bitmek bilmeyen yarış. Stres. Hased. Yorgunluk. Ve geride kalmanın uyandırdığı tüm çirkinlikler. Kötülüklerin anası: Öne geçme arzusu. Daha fazlası olabilme arzusu. Yavrusu: Daha fazlasına sahib olma arzusu. Sonu gelmeyen yokuş: Esfele’s-safilîn. Bitiş çizgisi yok. Varacağı yer: Aşağıların en aşağısı. Bugünlerde en çok boğuştuğumuz yaradır bizim. Aç olmayan, istemeyen, koşmayan, arzulamayan, özenmeyen geride kalıyor. Her gün yeni birşey çıkıyor. Almayan geride kalıyor. Tüketmeyen geride kalıyor. Uymayan geride kalıyor. Benzemeyen geride kalıyor. Önündeki her kuyuya iştiyakla düşmeyen geride kalıyor.

Kâf sûresinde, cehenneme “Doldun mu?” diye sorulacağı, onunsa bu soruya şöyle cevap vereceği buyruluyor: Hel min mezid?/Daha yok mu? Bence bu söz, sadece cehennemin değil, cehennemliklerin de halet-i ruhiyesinin tarifidir. Demem o ki: Cehennemin şahs-ı manevîsi cehennemliklerin şahs-ı manevîsidir. Onlar gibi konuşur. Onların kalplerinden, niyetlerinden, günahlarından, isyanlarından, tükettiklerinden ve dahi bu dünyadan yanlarında götürdüklerinden yaratılır.

“Daha yok mu?” diyenlerin yurdu değil midir cehennem? Dünyadayken hırs ile mülke saldıranların; helal/haram tanımayanların; sömürenlerin, zulmedenlerin, başkasını yutmakla beslenenlerin, yani kanaat etmeyenlerin yurdu; hayırda yarışanların değil sahip olmak için koşuşanların memleketi değil midir? Mekan mekînini taklit eder. Elbet cehennemleri de onlar gibi davranacak. Onlar gibi “Daha yok mu?” diyecek.

Ebu Hureyre (r.a.), Kütüb-ü Sitte’de geçen bir rivayette Aleyhissalatuvesselamın şöyle buyurduğunu naklediyor: Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir. Ahirzaman insanı için bu söz sırtta yük gibi. Çünkü o yarışmak için gelmiş. Öyle sanıyor. Yarışmaktan ötesini bilmiyor. Daha fazlası için geldiğini düşünüyor dünyaya. Diğerlerini geçmek için. Yazdığı tüm başarı kitapları da ona bunu söylüyor.

O yüzden kanaatle işi yok. Yetinmek ayağında bağ. ‘Mutluluk daha fazlasına bağlı’ diye öğretilmiş ona. Daha fazlası istenmediği takdirde bir insan nasıl mesud olur? Bir ülke nasıl kalkınır? Bir millet nasıl müreffeh olur? Kazanmadığın bir yarış nasıl tatmin eder? Bunları anlaması mümkün değil. Çünkü ona göre yarıştan kaçınabilmek mümkün değil. ‘Yarışın kaçınılmazlığı’ dogması beyninin her hücresini fethetmiş durumda. Her ne olursa olsun ‘daha fazlası olmalı’ ona göre. Durmamalı. Koşmalı. İnsanlık büyük bir gelişim koşusuna başlamış. Ne işimiz olur artık zühdle, sabırla, iktisatla, kanaatle!

Onlar bizi geri bırakan ‘fakirliği içselleştirme’ şeyleri. Eski müslümanların nefesi açlıktan koktuğu için verilen emirler de böyle olmuş. Kur’an da o zamana göre emretmiş. Fakat biz? Biz, madem ki yapabiliyoruz, elimizden gelirse dünyayı yemeliyiz.

Ey nefsim! Deme, ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.’ Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.

Mürşidimin bu sözünü artık yarışmaktan yorulduğum yaşlara gelirken daha iyi anlıyorum. Yorulmak yarıştan daha büyük bir hakikat. Hatta diyebilirim ki: Kazanmak geçici. Yorgunluk kalıcı. Yarışlar hırs. Yorgunluk acz. Yarışlar son bulsa da şu yorgunluk son bulmayacak. Kelebek ellere bir dünya asla sığmayacak.

Öyle ya! Neyin peşinden koşarsam koşayım. Ondan çok ben yoruluyorum. Kimi kıskansam ateşinin ilk dokunduğu benim. Hased ettiğim an içimde bir yerde koşmaya başlıyorum. Yarışmaya başlıyorum. Aleyhissalatuvesselamın hasedin fıtratını tarif ederken vurguladığı; Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir! hakikati, yine mürşidimden mülhem şöyle karşılık buluyor dünyamda: “Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder.

Şimdi bana öyle geliyor ki: Arkadaşım, eğer insanı iyileştirmek istiyorsak, önce onu aciz ve fakir olduğuna ikna etmeliyiz. Bunu başaramadığımız sürece ona sunabileceğimiz hiçbir deva yok. Yarışın her şekilde ona kaybettirdiğine inanmazsa, yarışmayı kim/neden bıraksın? Bizim, kanaatin faziletini öğretmeden önce, onsuz dünyanın nasıl bir cehennem sakladığını anlatmamız lazım. Hatta her iyi hasleti anlatırken yokluğunun cehenneminden bahsetmemiz gerek. “Demek iman bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor…” cümlelerinin öğrettiği de sanki biraz bu. Yaşadığımız cehennemin tadı dilimize değmeden cenneti aramaya başlamayacağız.

Bugünün tebliğ dilinin biraz buna ihtiyacı var gibi. Hatta, Bediüzzaman’ın Hastalar Risalesi’nde yine ‘daha fazlasını istemek’ meselesine dair verdiği minare basamakları örneği, bu halet-i ruhiyenin tasvirini içeriyor. Daha fazlasını istemek hiç sonu gelmeyecek merdivenlerini çıkmak gibi. Kanaat etmeyenin kazandığı elinde durmuyor. Ayağının altında akıp gidiyor sadece. Üzerine çıkılmıyor.

Hep bir fazlası, daha fazlası olacak. Bu yarışın hiç kazananı olmayacak. Herkesin bir üstü ve onun da diğer bir üstü olacak. Yukarıya bakarsan mutlaka şikayet edecek bir ‘daha fazlası’ bulacaksın. Bu yarış da yorgunluk da hiç bitmeyecek. Ta ki “Yeter artık!” deyinceye kadar. Yukarıya bakmayı kesinceye kadar. Durduğun yerden razı oluncaya kadar. “Tamam!” deyinceye kadar. Kudsî metinler de sanki bize bunu emrediyorlar.

Ve diyorlar: “Zaten bir gün gelecek ‘Yeter artık!’ diyeceksin. Zayıf omuzlarınla bu yüke güç yetiremeyeceksin. Yaşlanacaksın. Hastalanacaksın. Çökeceksin. Bari şimdiden kanaatkâr ol. Daha karnın çatlamadan söyle doyduğunu!” Vahyin en büyük güzelliği de burada değil mi arkadaşım? “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur!” sırrınca yapanın, daha biz yaşamadan, bilen olarak bize olacakları öğretmesi. Bu yazıyı da böyle bitirelim: Bizi içimizdeki uçurumlardan çeviren Rabbimize hamdolsun.

Ahmet AY – risalehaber.com

Güller Arasında Hayat

Dünyanın karnı yüksek derecede ateşle dolu olduğu gibi başımız üstündeki güneş daha yüksek bir sıcaklığa sahip. Bizse iki ateş arasında hayat sürüyoruz; ateşler arasında açan gül, karanlıklar içindeki aydınlık gibi. Zıtlıklar cevelangahındaki hayat; şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğu kadar düşündürücü, düşündürücü olduğu kadar merak uyandırıcı.

Topraktan yaratılmış insanın düşmanı şeytan, ateşten yaratılmış. “Öfke şeytandandır. Öfkelendiğinizde abdest alın” hadisi ne kadar düşündürücü. Ateşi söndüren su; iki ateş arasında – dünyanın merkezi, güneşin ateşi – arasında hayatın var olması için yağmurların yağması gerekiyor.

Nefis de ateşten; hem öyle bir ateş ki dizginlenmesi, kontrol edilmesi zor bir ateş. Bir taraftan kontrol edilirken diğer taraftan harlıyor; mahalli iman olan kalbi kavuruyor, kurutuyor. Rahman’dan hidayet yağmurları yağmadıkça ubudiyet çiçeklerinin açması zor.

“Ben nefsimi temize de çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder, ancak Rabbim rahmet ederse o başka” diyen Yusuf (a.s.) ateşin büyüklüğü ve dehşetini dikkatini çekiyor olduğu kadar korunma yolunu da ortaya koyuyor.

Dünyanın içi ateşle dolu, bizim içimiz de nefis ateşiyle. Dünyanın dışında güneş ateşi, bizim dışımızda gayb âleminde gizli cehennem ateşi var. İkisi arasında iman hayatı yaşıyorsak, ateşler arasında açan gül gibi Rahman’ın hidayet ikramından, bağışlama Kereminden, affedici Rahimiyetinden.

Hased önce hasidi yaktığı gibi öfke de önce öfkeleneni yakar. İçteki ateş dıştaki cehennem ateşini hatırlatır; ikisinin buluşması birbirini haber verdiği gibi yakınlığını da ifade eder. Cennet ve cehennem ayakkabılarının bağları kadar insana yakındır der Allah Resulü (a.s.m.)

İnsanda âlemler dürüldüğüne, âlemler insanda toplandığına göre dünyanın karnındaki ateş volkan veya depremle öfkesini belirttiğinde ne kadar yakıcı oluyorsa nefis ateşi şeytanın teşvikiyle parlayı versin ne kadar ubudiyet çiçeğini birden söndürüveriyor. Ulülazm bir Peygamber O’na sığındığına göre bizim ne kadar istiaze ve istiğfar etmemiz gerektiğini hep birlikte düşünelim.

Öfkemi yendim, daima nefsimi kontrol ediyorum diyen güçlü bir yiğit, kuvvetli bir pehlivan var mı?

İçimizin ateşiyle cehennemin ateşi ayak bağımız kadar bize yakın dururken nasıl kendimizden emin olur da rahat içinde oluruz? Rahman’ın rahmetine sığınmaktan başka bizi kurtaracak olan nedir? Âdem’in (a.s.) kurtuluş için izlediği yoldan başka bir yol, değişik bir yöntem, farklı bir metot var mı?

Nefis-şeytan ateşi ile insi ve cinni şeytanların şerrinden korunmak, ateşler arasında gül devşirmek, karanlıklar arasından aydınlık yolu bulmak; hidayet güneşinin yansıması, Rahmet yağmurlarının yağmasıyla olacağı, gündüz kadar aşikâr bir gerçek.

Öfke tabiatımızda var, cehennem içimizdeki gerçek; dıştaki ise içimizdekinin yansıması, içimizdeki dıştakinin habercisi.

Öfke, gadap ikisini buluşturuyor; ateşler arasında açan gülleri solduruyor, kalbi karartıyor. Tevvab ve Vahhap olan Rahman’a iltica etmekten başka hidayet ışıklarıyla aydınlanmamız, gül gönüllere dönüşmemiz mümkün değil.

Öfkeden uzak, gadaptan ırak, ateşten ayrı bir ömür geçirmeniz duasıyla…

Hüseyin Eren – hicbisey.com

Yalnız kalan limon ağacı

Zengin bir iş adamının bahçesinde, yanyana dikilen iki limon ağacı vardı. Mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri, bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanlara hapsedilmiş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi. Ancak limon ağaçlarından biri, diğerinden cılız ve şekilsizdi. Bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı. Ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümit kesmiş görünüyordu. Ona göre ağaç, bu gidişle kuruyup ölecekti. Bu yüzden de onu fazla sulamaz ve bakımını yapmayı pek istemezdi.

Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir grup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi.

Büyük ağaç, iyice kasılarak:
—Böyle bir şey asla mümkün olamaz, diye atıldı. Bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz. Eğer dibimde çoğalırsanız, suyu emip beni kurutursunuz.

Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey daha vardı. Çiçekler rengarenk açtıklarında, limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözündeki değeri azalabilecekti. Oysa ki ağacın, kendinden güzel olanlara hiç mi hiç tahammülü yoktu.

Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti. Çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk.

Tohumların teklifini kabul ederken:
—Sizlerle birlikte olmak, bana mutluluk verir, dedi. Böylelikle yalnızlık da çekmeyiz.

Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı. Fakat küçük olanı:
Güzel yaratılanlardan kimseye zarar gelmez, diye tekrarlıyordu. Güzellerden güzellikler doğar sadece.

Küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar, bir kaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi. Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu.

Çiçekler, kısa bir süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı. Bahçe sahibi, o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında, davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü. Adam, ancak rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık daha erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu. Küçük limon ağacı, köklerinin en ince ayrıntılarına kadar ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu.

Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu. Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.

Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu.

Cüneyt Suavi