Etiket arşivi: haşir risalesi

Bediüzzaman’a neden karşı koyamıyoruz?

Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır.” Emirdağ Lahikası’ndan.

Bu yazı, bir yazı sayılmaz, belki ders notu sayılmalı. Malumunuz: 10. Söz, nam-ı diğeriyle Haşir Risalesi, Rûm sûresinde geçen şu ayet-i celile ile başlıyor:Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir. İşte, Kenan Demirtaş abi, Haşir Risalesi’nin tamamının bu ayetin ders verdiği metodla yazıldığını düşünüyor. Kendisinin bunu formülize edişi (eğer doğru anladıysam) şöyle (Madde sayısını arttırmış olabilirim):

1) Yeryüzü her baharda diriliyor. Bunu apaçık görüyorsunuz.

2) Her bahar yeniden dirildiğini kabul ettiğinize göre, önce ölü bir halde olduğunu da kabul ediyorsunuz.

3) O halde her bahar yeryüzünde ölüler diriliyor. ‘Dirilme’ fiili var.

4) Eserlerde sonuçları görünen hiçbir fiil failsiz olamaz. Her eser fiili, her fiil de faili gösterir.

5) O halde bu dirilmelerin arkasında bir dirilten (Muhyi) var.

6) Bu Muhyi (dirilten) o kadar güçlü/kâdir ki, bahardaki gibi kompleks dirilişi bile hiç şaşırmadan her sene yapabiliyor. O zaman kabul etmek zorundayız ki, bu diriltiş herşeye gücü yeten birinin (Kadîr) kudret elinde.

7) Herşeye gücü yeten (Kadîr) bir diriltici (Muhyi), bir hikmete binaen, otlar/ağaçlar gibi görece az kıymetli şeyleri bile tekrar diriltiyorsa, sizin gibi harikalarını niye dirilmemek üzere hiçliğe göndersin?

8) O halde siz de diriltileceksiniz. Acele etmeyin. Kendi baharınızı bekliyorsunuz.

Bu kısmı zaten biliyordunuz. O halde asıl dersimize gelelim: Haşir Risalesi’nde bir de “Bu hakikate oniki kapıyla girilir…” diye başlayan hakikatler bölümü var. Ve o hakikatlerin her biri şöyle bir başlık içeriyor: “Bâb-ı Rububiyet ve Saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir…” Bu kısım böyle devam edip gidiyor.

Şimdi derste farkettiğim şeyi Üçüncü Hakikat üzerinden izah edeyim. Fakat önce kısmen alıntılamalıyım:

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve o hikmet ve adalete iman ve ubûdiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dip etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.

Farkettiniz mi, Bediüzzaman Hazretlerinin, baştaki ayetin şablonunu kullanarak burada ne yaptığını? Resmen cümleyi sabit tutup isimleri ve fiileri değiştirdi! Daha iyi tarif edebilmem için, gelin, bu hakikatte yapılanı ayetin mealine taşımaya çalışalım: “Şimdi bak Allah’ın adalet ve hikmet eserlerine: Yeryüzünü intizam ve mizanla nasıl yönetiyor? Bunu yapan, elbette (ceza almadan veya mükâfat görmeden göçüp giden) ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.” Bunu yukarıdaki gibi maddelere dökersek durum şöyle:

1) Dirilme hakikatinde olduğu gibi, önce intizamı ve mizanı varlıkta kabul ediyoruz.

2) Bu intizamı va mizanı gördükten sonra, elbette, intizam ve mizan verme (Rububiyet) fiilini farkediyoruz. Eser fiilsiz olmaz.

3) Fiile bir fail (Zat-ı Zülcelal) atfını kabul ediyoruz. Fiil failsiz olmaz.

4) O failin sıfatı/ismi noktasında adalet ve hikmetin varlığını benimsiyoruz. Yani o neyi yapsa, adalet ve hikmetle yapıyor. Âdil ve Hakîm.

5) O herşeyi adalet ve hikmetle yaptığına göre, yani kainatın en basit kanunlarında bile bu adalet ve hikmetin izleri görüldüğüne göre, adaletsizlik ve hikmetsizlik gibi görünen şeylere müsaade eder mi? Mesela zalimlerin ceza almadan gitmelerine?

6) Kaçınılmaz bir şekilde: “Elbette etmez. Niye etsin ki?” diyoruz.

7) “O halde ölüleri diriltecek, adaletin ve hikmetin tam sağlanması için bir mahkeme kuracaktır” diye böylece hakikati kabul ediyoruz.

Bu hakikatler silsilesi boyunca yapılan bence şu: Ayetteki şablonun aynı tutulup; isimlerin, fiilerin değişmesi ve o yeni isimler ve fiillerle hakikatin yeniden bize izah edilmesi. Bediüzzaman, bütün hakikatleri o ayetin şablonundan aldığı ilhamla izah ediyor. Ancak bize bu izah sırasında bir tefsir dersi daha veriyor: “İsimleri ve fiileri değiştirerek ayetin metodunu kullanmaya devam etme. Yeni yeni bilgiler üretme. Marifeti genişletme…”

Bence bu yazının ardından Haşir Risalesi’nin hakikatler bölümüne tekrar bir bakın. O zaman şu üst başlıklardaki: ‘Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir’lerin niye konduğunu daha iyi anlarsınız. Bu tıpkı şunun gibi: “Şimdi bu ayeti, şu şu isimleri ve yansımalarını/fiilleri yerleştirerek tekrar yorumlayacağım, o zaman da aynı sonucu verecek.”

Bediüzzaman’ın ‘hakikat mesleğinin’ bir ayağını işte bu isbat metodu oluşturuyor kanaatimce: “Kaçınılmaz olarak varlığı kabul edilen eserden ve o eserde işleyen fiilden yola çıkarsan, kaçınılmaz olarak o eser ve fiille ilgili Allah’ın ismini, sıfatını, şuunatını, varlığını isbat edebilirsin ve hem umuma da gösterebilirsin. Bu ispattan sonra da o isimler, sıfatlar, şuunatlar vasıtasıyla iman akidelerini izah edebilirsin.” Bu nedenle ben mürşidimin mesleğini kendi dünyamda şöyle tarif ediyorum: “Doğruluğu kaçınılmaz bir şekilde kabul edilen bilgi üretme metodu.”

Ahmet Ay -hicbisey.com

Metropolde iman etmenin zorlukları

Yeni çağların en büyük devrimi, dünyanın bu beklenmedik, bu kör edici görüngenliği.” Emile Ajar, Kral Salomon’un Bunalımı’ndan.

Askerliğine kadar hayatı İstanbul’da geçmiş bir arkadaşım vardı. Askerliğini Urfa’da yapmıştı ve her Türkiyeli gibi anılarını paylaşmayı seviyordu. Bir keresinde en çok gece nöbetlerinden korktuğunu söylemişti. İnsan gece nöbetlerinden neden korkar? A) Karanlık. B) Terör. C) Yalnızlık. D) Bölge itibariyle. B şıkkına daha fazla ihtimal verdiğimi söylemeliyim. Bu düşüncemi bir soru cümlesi olarak kendisine de açtım. Ondan olmadığını söyledi. Şaşıracaksınız, ama korktuğu kurşunlar değil, yıldızlarmış. Gece nöbetlerinde gökyüzüne bakmaya korktuğunu anlattı. Çünkü yıldızlar çok haşmetli görünüyorlarmış! Hatta şakayla karışık şöyle bir iddiası vardı: Urfa’da yıldızların dünyaya daha yakın olduğunu düşünüyordu. Kafasına düşecek gibi görünmelerinin başka açıklaması olamazdı.

Metropol çocukları güledursunlar. Ben ne demek istediğini anladığımı sanıyorum. Çünkü, bir metropolde değil, küçük bir ilçede büyüdüm. Yalancı ışıkların daha az olduğu, dolayısıyla, yıldızlarla konuşmanın daha kolay olduğu bir yerde geçti çocukluğum. Bazı yaz geceleri gözümüz semada saatlerce sohbet ettiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarımla. Hayaller kurarak veya öyküler uydurarak.

Gökyüzü o zamanlar önemli bir meseleydi. Bir yıldızı kayarken gördüğünüzde anlatacak bir hikayeniz de olurdu. Kendinize bir yıldız seçerdiniz ve sonra da “Hangisi senin? Hangisi benim?” kavgası ederdiniz. Gündüzleri de bizden kurtulamazdı dev ekran televizyonumuz. Bu sefer de şekilden şekile giren pamuk tarlalarıyla uğraşırdık. Birisini birşeye benzetirdik, ötekini başka birşeye… Bazen bir uçak geçerdi tam da güneşin önünden. Nasıl yanmazdı o? Bulutların arasından geçerken hiç mi kanatlarına pamuk takılmazdı? Sanki Allah bu büyük sinema perdesini yerde canımız sıkılmasın diye yaratmıştı.

Bir keresinde de yağmur bulutlarından korktuğumu anımsıyorum. Ağılkapısı isimli bir köye gitmiştik. (Resmiyette daha çiçekli-böcekli bir ismi var.) Yengemlerin köyüydü ve bir tepenin dibindeydi. (Şimdi o tepeyi heyelan tehlikesinden dolayı dinamitle traşlamışlar diye duydum.) Güzel bir hava vardı ve çocuklar olarak hemen ‘tepeye ilk önce kim çıkacak’ yarışına başladık. Diğerlerini geride bıraktığımı hatırlıyorum. Tırmanırken ardını görmek mümkün değildi. Ancak zirveye çıktığınızda arkasında uzunan geniş araziyi görüyordunuz. Hırsla tırmandım. Zirveye vardığımda onunla karşılaştım.

Arazinin diğer ucundan sanki bir ordu geliyordu. Korku filmlerindeki sahneler gibiydi. Arada çakan şimşekler görünüyordu. Ve bulutlar, hızını idrak edebildiğim bir çabuklukta, koşmakta idiler. Endişeyle aşağıya indiğimi hatırlıyorum. Yolda diğer çocukları da uyardım. Hep beraber bir eve sığınana kadar azıcık yağmur yemiştik bile. Ben yağmurdan değil bulutlardan korkmuştum.

Böyle şeyler artık olmuyor. Toprakla aramızda asfalt var. Allah “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyurduğunda kimsenin evinde televizyon yoktu. Yalancı ışıklar yıldızları görünmez hale getirmiyordu. Zaten metropol denilebilecek bir yer de yoktu. Şehirler büyüdü. Elektrik keşfedildi. Sonra da sokak lambaları ve reklam panoları. Şimdi son bulmayan bir aydınlığımız fakat kaybettiğimiz bir gökyüzümüz var. Apartmanları aşabilecek göz zor bulunur. Sokaklar daraldı. Binalar yükseldi. Dolayısıyla doğal ekranlar küçüldü. Göğe bakmadan büyüyen çocuklarla dolu her yer. Onlara acıyorum. Çünkü onlar asla bir buluttan korkmayacaklar ve asla yıldızlar kafalarına düşecek gibi olmayacak.

Ama haklarını yemeyelim. Artık belgesellerimiz var. Biz gidip doğayı göremesek de, tıpkı gidip dalından toplayamadığımız kirazlar gibi, paketlenmiş halde bize getirilen ‘doğa parçacıkları’ onlar. Yaşasın kapitalizmin kolaylıkları! Serengeti Aslanları’nı mahallemizin kedilerinden daha iyi tanırız. Masai Mara yaylalarını köyümüzün yaylalarından iyi biliriz. Kendi günlüklerimiz yok ama Büyük Kedilerin Günlüğü’nü bizzat biz tutmuş kadar olduk.

Üstelik belgesellere tuhaf bir güvenimiz de var. Paketlenip bize getirilen kirazlardan çeşitli nedenlerle (hormon, ilaç, GDO vs.) şüphe edebiliyoruz, ama bunların ‘sahiciliğinden’ şüphemiz yok. Halbuki geçtiğimiz yıllarda birkaç yapımcı, o belgesellerde, aslında yaşanmamış olayların küçük kurgu ve senaryo oyunlarıyla yaşanmış gibi gösterildiğini itiraf etti. Bazı sahneler doğada bile çekilmiyormuş. Tabii, iyi niyetlerle, ‘halkın ilgisini o ürünlerde tutabilmek için’ böyle yapılıyormuş. Yani belgesellerden seyrettiğimiz doğa doğal değil. Araya giren insanlar ve onların bulaşık elleri nedeniyle kirlenmiş/yönlendirilmiş durumda.

Mürşidimin ‘beşerin bulaşık eli’ ifadesini kullanmasını şimdi daha farklı bir boyutta anlıyorum. İnsan neye dokunsa, neyi taşısa, doğal kalamıyor. Kurgulayıcılığının zararlarıyla onun aslını bozuyor. (Dağların taşımaya çekindiği emanet bu muydu yoksa?) Bunu yalanla yapmazsa, vurguyla yapıyor. Edebiyatı dahi biraz böyle.

Vurgu ilginç birşeydir. Azı çoğa galip eder. Geçtiğimiz yıllarda (2015 yılı) Cüneyt Özdemir Kanal D’nin Anahaber’ini sunarken kendisine atılan bir twiti okudu: “İyi haber yok mu hiç? Neden hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz?” Özdemir buna şöyle cevap verdi: “Biz de isteriz size iyi haberler vermeyi ama maalesef Türkiye’de durum böyle.” Lafızlar tastamam tutmayabilir ama manaca konuşulan aşağı-yukarı buydu.

Özdemir’in cevabı doğrusu benim altını çizmeye çalıştığım şeye çok uyuyor. O gün işyerime giderken oynaşan yavru kediler de görmüştüm ve şöyle bir twit attım sonra: “Kediler insanların morallerini düzeltmek için birbirleriyle şakalaşıyorlardı ama anahaberlerin bunları görmeye niyeti yoktu.” Her sabah doğan güneş, o büyük döngü ve devinim kimsenin moralini düzeltmiyorsa ve anahaberler (hem de baharın ilk günlerinde) her gün yaşanan onca güzel şey içinde yayınlayacak iyi haber bulamıyorlarsa, Allah bizim için daha ne yapmalı? Göz böylesine kötüye hassaslaşmış ve iyiye körleşmişken Allah’tan daha fazlasını beklemek doğru mu? A’raf sûresi 179 denildiği gibi: “Onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler…”

Haberlerden izlediğimiz dünya kurgu bir dünyadır. Kötüsü seçilmiş, iyisi her nasılsa bulunamamış, Bediüzzaman’ın İkinci Söz’de dediği gibi ‘nazarında pek fena bir memlekete düşen’lerin dünyasıdır. Hodbinliğinden/ben merkezciliğinden ötürü, faydasız gördüğü her iyi şeyi boşlamış, ‘ene’si için olmayan herşeyin doğal olarak kötüye dönüştüğü/dönüştürüldüğü karamsar bir dünyadır. Zaten bencilin dünyasında herşey karamsarlık kaynağıdır. Zira hiçbirşey istediği kadar ‘ben’inin etrafında dönmez. Bencile etrafında dönmeyen herşey düşmanı görünür. Çünkü onun merkeziyetini kabul etmemekle ona ihanet etmişlerdir.

Sinema ve dizi sektörü de bundan uzak değil. Beyazperdeden öğrendiğimiz dünya da aslında elekten geçmiş bir dünya. Üstelik tastamam seküler bir elekten. Beşerin bulaşık eli yine devrede. Şöyle üç-beş tane Küçük Emrah filmi izleyin mesela. Artık nasıl olur da Allah hakkında nasıl hüsnüzan edersiniz?

Ne kötülük varsa iyilerin başına geldiği ve kötülerin kazandığı bir âlem. Namuslunun, dürüstün, şereflinin her açıdan kaybettiği, hor görüldüğü, ama namussuzun zeytinyağı gibi üstte kaldığı bir tasavvur ve tahayyül! Kur’an kıssaları bize bunu mu söylüyor? Bu algı bizi nereye götürür? Bence bunlar bizi, hiç haketmediği halde, Allah’a isyana götürür. Kendi kurgumuzun içinden ‘sanki Allah hep öyle yaratıyormuş gibi yaparak’ Allah’a isyan etmek için nedenler devşirir ve sonra da onunla isyan ederiz. Çevremde Allah’la sorunu olan çoğu insanın böylesi acıtasyon filmlere, tavırlara, sloganlara, kitaplara düşkün olduğunu görmem beni şaşırtmıyor. Çünkü gerçekler onlara gerekli isyan malzemesini vermiyor. Kurgu nedenlere ihtiyaçları var. Mükellef sofralarda rakı içip sonra da fakirlik edebiyatı yapmalılar.

İyisinin durumu bile bundan iyi değil. Hep yakışıklı, hep güzel, hep komik, hep karizmatik, hep neşeli günahkârlarla dolu bir dünya. Bakıyorsunuz, pek de imana gerek yokmuş gibi duruyor. Böyle de mutlu olunuyor demek ki. Kalpler görünmüyor ki beyazperdede. Rolünü yapıp, hem de güzel yapıp, çıkıyor rolden oyuncular. Çıktıktan sonrasını bilmiyorsunuz.

Sırlar Dünyası, Kalp Gözü, bilmem nesi… Onların da bundan farkı yoktu. Anahaber bülteninde ‘sahte dilenciler’ haberi yapan STV, Sırlar Dünyası’nda Hz. Hızır çıkan dilenci hikayesi anlatıyordu. Cebimizdeki bozuk parayı versek mi, vermesek mi? Yine iyiler hep aptal ve kötüler hep akıllı. Kurtulmak için de mutlaka rüyana birilerinin gelmesi veya bir evliyanın seni 5. Boyut’tan ziyaret etmesi gerekiyordu. Kurgu bir dünya, dünyanın kendisinden değil, insanların elinden okunmuş bir dünya. Bu dünya fıtratın ayarlarını bozuyor.

Şimdi Bediüzzaman’ın Yeni Said döneminde gazete okumayı bırakmasını daha zengin anlıyorum. Sırf bir siyaseti terk değil bence onun ardındaki sır. Kendisine dayatılan kurgu dünyanın terkidir. Beşerin bulaşık eliyle kendisine sunulan, kötüsü seçilmiş, iyisi konulmamış medyayı reddediyor Bediüzzaman Said Nursi. Cüneyt Özdemirlere direniyor ve artık kainatı bizzat kendisi okumaya mesai harcıyor. Tıpkı emredildiği gibi. Çünkü Allah vahyinde “Belgeselden doğaya bakın!” dememiş, “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” demiş. “Gazetelerden malumat edinin!” dememiş, “Hiç düşünmez misiniz?” demiş.

“Gazete gibi okumayın!” derken de kastettiği böyle birşey olabilir mi Bediüzzaman’ın? Kimbilir… Ama nihayetinde doğru bir evren ve varlık algısı doğru bir imanın başlangıcıdır. Eşyayı olduğu gibi görmeyen, Allah hakkında olmadık yalanlar söyleyebilir, inanabilir. Bu yüzden belki de Haşir Risalesi‘nin sûretlerinde (ve hatta Bediüzzaman’ın bütün hikayelerinde) iki yolcudan iyi olan, kötü olanın önce ‘varlık algısını’ düzeltmeye çalışır.

Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.

Ahmet AY – risalehaber.com

Haşir Risalesi’nde Suretler ve Sorgulama

On iki suret tamamen sorgulayıcı bir mantık üzerine kurulmuştur. Bediüzzaman haşir hakikatı, öldükten sonra dirilme hakikati üzerine uzun süre düşünmüştür. Otuz yıl önce meseleye bir kalem atmış ama aradan yıllar geçtikten sonra Haşir risalesini kaleme almıştır. Haşir hakikatı ilk dönem eserlerinde , daha sonra Nur’un ilk Kapısı isimli eserinde , Barla yıllarında sürekli geliştirilmiştir, bu geliştirilmiş ve dilin daha estetik hale gelmesi eserlerinden izlenebilir.

Lasiyyemalar’da kullanılan Haşir dili ile Onuncu Söz’de kullanılan dil farklıdır. Bediüzzaman daha büyük kitlelere hitap eden bir dil kullanmış onuncu sözde Mesnevi’de kullandığı dil ile daha özel ve özel bir sınıfa has dildir. Muhakemat da kullanılan dil ile Meyve risalesindeki yedinci meselede kullanılan dil tamamen farklıdır. A Hamit Tarhan’a sizin üslubunuz demişler o da “Benim üslubum yok üsluplarım var” demiş, Üstad’ın da her dönemde kullandığı üslubu farklı. Onun da üslubu çok farklı kişilere ve kültür tabakalarına has. Meyve risalesindeki yedinci mesele daha sade bir dille yapılmıştır, çünkü muhataplar mahpuslar olduğundan böyledir. İ. İcaz ‘daki dil ise ülemaya ve muhakkikine has bir dildir.Bunları Medreset üz Zehra‘nın bölümlerinde konuşacağız. Bu konuyu konuşacak adamlar var da yokta. Medreset üz Zehra konuşuldu ve işte konuşuldu, ortada ne varsa görünsün.

Suretler, “ hiç mümkün müdür ki , “ bu kelime gurubu ve sonundaki ki vurgusu , ciddi sorgulayıcı bir cümledir. Mümkün kelimesi ve başındaki hiç mümkün müdür, bedahetle mukayese ve mantık ve sorgulamadır. Hiç mümkün müdür ki bütün diğer cümlelere geçer. Manayı yüklenen baştaki hiç mümkün müdür ki ile sondaki demek kelimesidir. Hiç mümkün müdür ki cümlesi hayır mümkün değildir cevabını kendinde gizlemiştir. Bediüzzaman saltanat ile raiyet arasındaki tezadı yakalar ve oradan öldükten sonra dirilmenin bir ödüllendirme ve ceza yeri olduğunu vurgular.

Bediüzzaman önce mümkün kelimesini kullanmış, mümkün olabilirlik demek, onu soru şekline çevirince hiç mümkün müdür olmuş. Hem soru eki hem de olabilirlik kelimesi bir de onun arkasından yapılan ki vurgusu kat kat sorgulayıcı bir ifade yapmış cümleyi. Cümlede dört adet sorgulayıcı kelime var, hiç, mümkün, müdür, ki

Saltanat yönetilen şeyler üzerindeki hükümranlıktır. Beş kişilik bir ailede babanın bir saltanatı vardır, bu beş kişilik bir saltanattır. Baba kendisine itaat edene mükâfat isyan edene de ceza verir. Aksi takdirde saltanatı yok sayılır. Bediüzzanman bir saltanat derken belirsizlik kullanmış, yani her hangi bir saltanat, bir adam gibi. En sıradan saltanat bile, kendine itaat edeni isyan edeni, ayırır ve gerekeni yapar. Kimliği belirlenmemiş bir saltanat itaat ve isyana eşit davranmaz. Bediüzzaman kimliksiz bir kelimesinin yerine böyle kelimesini kullanmış. Onun başına böyleden kastedilen Allah’ın dünyadaki saltanatıdır, sayısız yönetilen canlı üzerindeki bir saltanat, bunu “böyle muhteşem bir saltanat “ diye ifade eder. Böyle muhteşem bir saltanat Allah’ın saltanatıdır, o nasıl mükafat ve ceza vermekten geri dursun, orada yine anlamlı bir cümle var “ Burada yok hükmündedir” Burada yok demiyor, olan da yoka yakın dır, o halde bu saltanat ceza ve mükafatı ertelemiştir. Burada demek kelimesi sonuca vurgu yapar. “Demek başka yerde bir mahkeme-i kübra vardır” Başka yer ve büyük mahkeme zorunlu Gözlemden tezadı yakalamış ve ceza ve ödül için ahireti zorunlu kılmış.

İkinci suret de Bediüzzaman emin adamı konuştururken diğer arkadaşını gidişat ve icraata bakmaya çağırır. Hatta birlikte bakarlar, emin adam ona bak derken kendisi bakmaktadır, olayların akışından manalar çıkarır. Gidişat ve icraat olayların dilidir. Fenomenoloji olay bilim demektir, Bediüzzaman çok yönlü bir olay bilimcidir, hatta kendisi bizim tarihimizin en büyük olay adamlarından olduğu gibi her türlü olayı tarihin akışı içinde hep farklı yorumlamıştır, onun tesiri tabiat,ilim, sanat, siyaset, tarih, din ve daha birçok alanda olaylara farklı bakmaktır, o alışılmış skolastik ve yılların ülfet ile üzerini kapattığı olayları yorumlamıştır. Dikkat çekmesi de bu yüzdendir. Avrupa’nın yaldızlı üniversitelerinde binlerce olay okumacıları, filozofların ve bilim adamlarının mutad olay yorumları yanında o farkı görmüştür, bir Anadolu köyünden çıkmıştır, resmi tahsili de neredeyse yoktur. Bediüzzaman’da olaylar ve yorumlar birkaç kitap olacak kadar büyük bir konudur.

Buradaki gidişat ve icraattaki olaylar çok çeşitlidir. Birincisi e r z a k , ikincisi hastalık ve hastalar,

“Hem, gayet kıymettar ve şâhâne taamlar, kaplar, murassâ nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyâfetler vardır.”

Gayet kıymettar

Şahane taamlar

Kaplar

Murassa nişanlar,

Müzeyyen elbiseler

Muhteşem ziyafetler

Bakmak nedir buna denir, şu hergün önümüze gelen ve bizim gidip aldığımız bakkal dükkanlarından veya ağaçlardan alıp bakmadan yediğimiz şeylere ne diyor, g a y e t k ı y m e t t a r, ş a h a n e t a a m l a r , hiçbir şeye bakmadan edememiş, aman Allah’ım ne harika iki göz ve ne harika bir zeka düzeni . Yemekten değil bakmakdan lezzet almış, “ şu dağları yıldız sarayına değiştirmem diyen “ Bediüzzaman, ben de evimdeki harika olmayan aksesuardan felsefi anlamlar çıkarıyorum, vay benim halime .Bediüzzaman da aksesuar merakı yok, dolaplar, koltuklar, elbise çeşitleri bu kadar mı insan düşündüğü gibi yaşar. Evindeki eşyalar çok zaruri eşyalar, hepsi bir küçük bavula sığar, bu yüzden “ herşeyimi bir elimle tutum götürebilmeliyim “ diyor. Bediüzzaman kainat evinde oturmuş biz de diktörgen ve kare binalarda.Ölünce mezar taşına yazarlar dört araba değiştirdi, beş yorgan sonra toprağın yorganına sarıldı. Üstadım seninle bu insanların arasında kaldım, Bu kadar güzel bir adam bu kadar garebet adamlar.

Bedri Rahmi bir şair bak kapitalist toplumun insanını nasıl eleştirmiş.

Arkadaş Dökümü

Evvela dişlerimiz döküldü

Sonra saçlarımız

Arkasından birer birer arkadaşlarımız

Şu canım dünyanın orta yerinde

Yalnız başına yapayalnız

Kırılmış kolumuz kanadımız

Tatlı canımızdan usanmışız

Bir şüphedir sarmış yüreğimizi

Ye kendini aldatıyor ya bizi

Bir şüphedir demir atmış ciğerimize

Pakum ipliği ele bağlamışlar bizi

Düğüm üstüne düğüm şöyle dursun

Bir çalım bir kurum hepimize

Nereden inceyse oradan kopsun

Bu canım dünyanın orta yerinde

Hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize

Yalın mı gözünü sevdiğim karıncalar

İşte hamsiler sürü sürü

Arılar bölük bölük geçer

Leylekler tabur tabur

Ya bizler eşrefi mahlukat ?

Boğazımıza kadar kendi murdar karanlığımıza

Gömülmüşüz

Bizler bölük bölük bizler tabur tabur

Bizler sürü sepet

Yalnız birbirimizi öldürmüşüz

Risale talebeleri herkesi kucaklayan bir perspektif edinmeli, yoksa asya Avrupa gibi bir yerde kalır daha da büyüyemez, insanlar dar bir yere sıkıştığınızı gördüğü anda sizi kendi halinize bırakırlar, işte cemaatlerin trajedisi, her gün aynı insanlar aynı düşünceler, körler sağırlar birbirini ağırlar.

Ya kaplar kelimesinde neyi kastediyor, herhalde tencere tava değil, ne diyeyim neye tekabül eder bu kaplar kelimesi . Mesela karpuzun kabı kabuk , cevizin kabı kabuğu, fındık yine öyle, ya koyunun cesedi onun kabı mı acaba, muzun kabı ne kadar güzel, atmaya kıyamazsın, ya şu cesedimizin kabı , düşün düşün işte bunları düşün. Bediüzzaman bakmayı öğreten insan, bakma öğretmeni biz ise gerçekten bakıyor muyuz, bakmayı unuttuk mu . Birbirimizin kusuruna bakıyoruz yetmez mi ?

Murassa nişan

Müzeyyen elbise

Muhteşem ziyafet

Nişanlara , elbiselere ve ziyafetlere dikkat çekmiş, elbise bütün canlıların giydikleri ,nişanlar Allah’a ait olduğunu gösteren belirtiler, tıpkı Mecidi nişanı Hamidi nişanı gibi, mesela göz uzuv ama aynı zamanda Allah’dan başkasına nisbet edilemez bir nişan, hepsi öyle. Ziyafetler ise muhteşem olarak ifade edilmiş, gösterişli , hangisi gösterişsiz ki .

Sonra vazifeye dikkati çeker.Bütün varlık vazifeli canlılardan oluşuyor. İnsandan başka kimse vazifesini aksatmıyor, hiçbir canlı hiçbir nesne vazifesine bir an olsun ara vermiyor, atomlar bir an dursa sigara molası için hayat durur, mevsimler aralık vermeden gelir giderler onların tatil hakkı yok mu, ya güneş kainat kurulduğundan beri yılmadan yorulmadan çalışır. Tenbellik kainatın mayasında ve efalinde yok. Tenbel insanlar müstesna . Neden islam dünyası bu çalışan kainattan ders almaz, o da ayrı bir mesele .

Din çalış dedi çalışmadın yattın

Sonunda bir tevekkül sokuşturup araya

Zavallı dini çevirdin maskaraya

Akif der,

Bugünkü rızkını koysan kursağına

Allah kerim der yatar sağına

Sonra kerem, merhamet , izzet ve haysiyete dikkat gelir. Kerem ve merhamet örneklerini verdi yukarda, izzet ve haysiyet de vazife ile bağlı. Ama Allah’ın kerem ve merhameti ile yaşayan insanlar onun izzet ve haysiyetini düşünüp hareket etmezler. Görevlerini yapmazlar bırak aksatmayı . Görevlerini yapmadıklarından bu dünyada cezalandırılmazlar, zalim zulmeden izzet içinde yaşar, mazlum ise zillet içinde ölür. O zaman bir büyük mahkeme vardır.

Konu nerede başladı, nerede bitti.

Kerem ve rahmet ahireti gerektirir

İzzet ve haysiyet ahireti gerektirir

Bu kadar ihtimamla büyütülen insan isyanının kendisine verilen ihtimama aykırı tutumundan dolayı olduğunu bilmelidir. Herkes bize koşuyor bir nereye koşuyoruz. Bediüzzaman “Kainatın envaını hikmet dairesinde insanın etrafında koşturan” yani herkes bir düzen içinde bizim için koşuşur, ya biz…. Allah ile insan arasındaki ilişkileri gözden geçirip oradan rahmet ve merhamete izzet ve haysiyete giden Bediüzzaman bu vasıfların kendilerinden bekleneni ancak ahirette vereceğini mantıki bir surette anlatır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Hikmet Delili (Ahirete İman)

“Hiç mümkün müdür ki şu âlemde, zerrelerden güneşlere kadar bütün eşyada nihayetsiz bir hikmetle iş gören Zat-ı Zülcelâl, ahireti getirmemekle ve kendisine iman ile ibadet eden müminlere iltifat etmemekle nihayetsiz hikmetini inkâr ettirsin ve o hadsiz hikmetleri hiçe indirsin? Hâşâ ve kella!”

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN HİKMETİN SAHİBİ KİMDİR?

Hikmet: Her işte menfaatlere riayet edilmesi, abes bir işin yapılmaması, her eşyaya birçok vazifeler yaptırılması gibi manalara gelir. Hikmetin zıttı, israf ve abesiyettir.

Şu kâinatın hiçbir yerinde israf ve abesiyet olmayıp, her yerde nihayet derecede bir hikmet hüküm sürmektedir. Şimdi kâinattaki hikmeti bir parça tefekkür ederek bu hikmetin faili olan zata bir pencere açalım:

Şu âleme dikkatle bakılsa görülür ki şu âlemi idare eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona delil mi istersin?

Her şeyde menfaat ve faydalara riayet edilmesidir. Görmüyor musun ki, insandaki bütün aza, kemikler ve damarlarda, hatta bedenin hücrelerinde, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetler gözetilmiştir. Hatta bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takılmıştır. İşte bu hâl ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.

Hem her şeyin sanatında nihayet derecede bir intizamın bulunması yine ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin ince programını küçücük tohumuna nakşetmek; büyük bir ağacın amel sayfalarını, hayat tarihçesini ve cihazlarının fihristini küçücük bir çekirdekte manevi kader kalemiyle yazmak, elbette nihayetsiz bir hikmet ile iş görüldüğünü ispat eder.

Hem her şeyin yaratılışında mükemmel derecede güzel bir sanatın bulunması, nihai derecede hikmetli bir sanatkârın nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristini, bütün rahmet hazinelerinin anahtarlarını, bütün güzel isimlerinin aynalarını yerleştirmek, elbette nihai derecede bir güzel sanat içinde bir hikmeti gösterir.

Şu âlemdeki hikmeti ispat etmeye çalışmak, herhâlde gereksiz bir iştir. Zira her ilim dalı kendi lisanıyla bu hikmetten bahseder ve her ilmin içerdiği asıl konu da bu hikmetin kendisidir. Bu sebeple bizler kâinattaki hikmeti anlatmak için sözü uzatmaya gerek duymuyor ve şu sorunun cevabına geçiyoruz:

Bu hikmetin sahibi olan Hakîm zat kimdir? Kim eşyaya böyle menfaatler takmış? Kim şu âlemin hiçbir yerinde hiçbir abesiyete müsaade etmiyor? İnsanın azalarından tutun, semanın yıldızlarına kadar her şeyde maslahat ve faydaları kim gözetmiş? Kim şu âlemde israf etmeyen Hakîm? Ve kim eşyayı böyle nakış nakış hikmetle donatan?

Bu sorulara verilebilecek tek cevap “Allah!..” değil midir?

Bırakın kâinattaki hikmeti tesadüflerle izah etmeyi, acaba bir sineğin vücudundaki hikmet bile tesadüf ile hiç izah edilebilir mi?

Evet, şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiçbir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. O hâlde bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

İKİNCİ BASAMAK: HAKİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Farz edelim ki, büyük bir şeker fabrikanız var. Siz tarladan topladığınız şeker pancarlarını fabrikaya getirerek bir sürü işlemden geçiriyor ve nihayet şeker imal ediyorsunuz. Daha sonra da bu şekerleri yine binbir zahmetle kamyonlara yüklüyorsunuz. Acaba bu kadar zahmetten ve hikmetli faaliyetten sonra bu şekerleri denize döker miydiniz?

Elbette ki hayır! Zira eğer denize dökecek olsaydınız, ilk önce fabrikayı kurmaz, daha sonra sırasıyla şeker pancarlarını tarladan toplamaz, bir sürü işleme tabi tutmaz ve kamyona yüklemezdiniz. Demek sizin bu fiilleriniz, şekeri denize dökmeyeceğinizin ispatıdır.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da şu dünya fabrikasını bu kadar masraflar ile kurdu. Her bir taşında binlerce hikmeti yarattı. Eğer ahiret gelmez ve bu fabrikanın semereleri ahiret pazarına çıkmazsa nihayetsiz bir israf yapılmış olur.

Bir sinek kanadını bile onlarca hikmet ile donatan Allah Teâlâ, hiç mümkün müdür ki ahireti getirmemekle böyle bir israfa ve hikmetsizliğe müsaade etsin? Hâşâ! Zira eğer edecek olsaydı, bu âlemi bu kadar hikmetle yaratmaz ve bu derece önem vermezdi. Demek ahiretin gelmeyeceğini iddia etmek, göz önündeki hikmeti inkâr etmek gibidir. Zira ahireti getirmemek tam bir hikmetsizliktir ve şu âlemin hikmetsizliğe ve israfa dönüşmesine müsaade etmektir. Göz önündeki şu hikmetin şahitliği ile nihayetsiz bir hikmetin sahibi olan Zat-ı Zülcelâl ise, böyle bir hikmetsizlikten münezzehtir ve uzaktır.

Acaba hiç mümkün müdür ki Allah Teâlâ, bir ağaca taktığı neticeler ve meyveler miktarınca, her bir hayat sahibine o derece hikmetleri ve maslahatları takmakla kendisinin hikmet sahibi olduğunu ispat edip göstersin ve sonra, bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimi ve bütün neticelerin en lüzumlusu ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin ve maslahatların menbaı ve gayesi olan bekayı ve ebedî saadeti vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet derecesine düşürsün? Ve kendini o zata benzetsin ki, öyle bir saray yapar ki her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir odasında binler kıymettar alet ve levazımat bulundursun da sonra o saraya dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!

İşte ahiret gelmezse, bu dünyanın damı yok demektir ve içinde yapılan bunca hikmetli tasarrufun ve faaliyetin hiç bir kıymeti yoktur.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki Allah Teâlâ, insanın başına ve içindeki duygularına, saçları adedince vazifeler ve hikmetler yükletsin de ona sadece, bir saç hükmünde olan bir dünyevi ücret versin ve hikmetine bütün bütün zıt olarak manasız bir iş yapsın?

Evet, cömertten ihsan ve güzelden ancak güzellik geldiği gibi, hikmet sahibinden de sadece hikmetli iş gelir. Hikmet sahibi olan bir zat abes bir iş yapmaz. Allah Teâlâ ise nihayetsiz bir hikmetin sahibidir. Eğer ahireti getirmeyecek olursa, bütün işlerini abesiyete inkılâp ettirmiş olur. Bu ise Allah hakkında düşünülemez.

Ahiretin gelmemesi; âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler ve gayeler takmak, bir büyük dağa ise bir küçük taş gibi geçici ve cüz’i bir gaye vermeye benzer ki, bunu hiçbir akıl ve hikmet kabul etmez.

İsterseniz hikmet deliline bir de duygularımız cihetiyle bakalım:

İnsandaki zahirî ve batınî duyguların her biri bu dünyadan daha kıymetlidir. İnsan ne işitmesini, ne görmesini, ne aklını, ne hafızasını, ne sevgisini, ne de herhangi bir hissini dünya saltanatı ile hatta cennet ile bile değişmez.

Mesela, bize şöyle denseydi: “Aklını bize ver, sana cenneti vereceğiz.” ya da “Bana hafıza kuvvetini ver, cennete gir.”

Acaba aklımızı ve hafızamızı cennete mukabil satar mıydık? Elbette hayır! Zira akıl ve hafıza olmazsa cennetten istifade mümkün olmaz. O hâlde diyebiliriz ki, bizdeki cihazlar cennetten daha kıymetli ve pahalıdır.

İşte bu durum da ispat eder ki: İnsanın cihazatı yalnız bu dünyanın cüz’i meselelerine sarf edilmek için yaratılmamıştır. Böyle nihayetsiz hikmetler ile donatılmış bu cihazlar, sadece bu kısacık hayat için verilmiş olamaz. Böyle bir masraf, kısacık bir ömür için değildir. Bu pahalı cihazların kısacık bir hayat için olduğunu iddia etmek, şu âlemdeki hikmeti ve bu hikmetin sahibi olan zatı inkâr etmek ile mümkündür.

Bu durumda da hikmet ile yaratılmış her bir mahlûk, parmağını o kişinin gözüne sokar ve ona der ki: “Bu âlemin nihayet derecede hikmet sahibi sanatkârı, sadece kısacık bir hayat için bu kadar masraf yaparak israf etmez. Bak, sen küfrünle ne büyük bir cinayet işliyorsun ve inkârının lisan-ı hâliyle diyorsun ki ‘Şu âlemde her şey boştur ve abestir.’ Bak, o zatın hikmetine nasıl ilişiyorsun ve nasıl o zatı israf ile itham ediyorsun. O zat senin ithamından münezzehtir ve mukaddestir. Bizlerdeki hikmetin şehadetiyle Hakîm’dir ve bu hikmetinin hürmetine ahireti yaratacaktır.”

Yine hikmet deliline duyguların şu penceresinden bakabiliriz:

Farzımuhal, Karadeniz’den daha büyük bir balık görseniz… Hemen anlarsınız ki bu balık bu denizin balığı değil, o denizden çok daha büyük başka bir denize aittir.

Aynen bunun gibi, şu insanın kabiliyetleri de bu dünyaya sığmamakta ve bu dünya denizi insanı tatmin edememektedir. O hâlde bu insan balığı başka bir denize adaydır ki, o da ahirettir.

Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle, bunların tarttıkları şeyleri mukayese edersek; terazilerin, tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek bu teraziler yalnız bu fâni dünyayı kazanmak için verilmemiştir. Bunun tersini iddia etmek, ancak göz önündeki şu hikmeti inkâr etmekle mümkündür. Bunu da hiçbir akıl sahibi yapamaz.

Hikmetin ahireti gerektirmesinin bir başka yönü de şudur:

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlerin taltifini ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmek ister. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir.

Hâlbuki bu dünyada o taltif ve iltifatın değil binde biri, milyonda biri bile gözükmemektedir. Demek, başka bir âlem vardır ve bu ikram ve iltifat o âleme bırakılmıştır. Bunu inkâr etmek, göz önündeki şu hâkim hikmeti inkâr etmek gibi mümkün değildir.

Dilerseniz hikmet delilini maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:

Şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiç bir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Yani kâinatta nihayet derecede bir hikmet vardır ve her bir ilim dalı bu hikmetin şahididir.

Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. İşte bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

Hikmetin hikmet olabilmesi ve israfa ve abesiyete dönmemesi, ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür. Eğer ahiret gelmeyecek olursa, bütün bu hikmet israfa ve abesiyete döner. Bu bahsin misallerini daha önce verdik, daha iyi anlaşılması için bir misal ile pekiştireceğiz:

Her bir yaprağı elli bin lira olan bir ağaç yapsanız, bu ağacı koyunların yemesine müsaade eder miydiniz? Elbette ki etmezdiniz! Zira edecek olsaydınız, bu ağaca bu kadar ehemmiyet verip uğraşmazdınız. Sizin bu ağacı yapmanız, hikmetinizi ve sanata olan düşkünlüğünüzü ispat etmektedir. Koyunlara yedirmek ise hikmetsizlik ve sanatsızlıktır. Elbette ki sizdeki hikmet ve sanata düşkünlük sıfatı, hikmetsiz bir işe müsaade etmeyecektir. Aynen bunun gibi, şu insan da her bir yaprağı elli bin lira kıymetinde bir ağaç hükmündedir. Hatta yukarıda ispat ettiğimiz gibi, bu insanın yaprağı olan aza ve cihazları değil elli bin, cennetten daha kıymetlidir. Elbette hikmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak, bu insan ağacının kurtlara yem olmasına ve bir daha kalkmamak üzere kabre yatmasına ve çürümesine müsaade etmeyecektir.

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o Rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlere iltifat etmek ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmeği gerektirir. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir. Hâlbuki bu dünyada bu iltifat ve ikram yoktur, demek başka bir âleme bırakılmıştır.

Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Hakîm ismini inkâr etmek de şu kâinatta gözüken ve her yeri kuşatan hikmeti inkâr etmek ile mümkün olabilir. Bu da akıl sahipleri için mümkün değildir. Daha önce dediğimiz gibi, aklını çıkarıp atanlar da zaten bizim muhatabımız değildir.

Sözün özü: Ahiretin geleceği, göz önündeki şu hikmet kadar aşikardır ve açıktır. Zira hikmeti hikmet yapacak ve israfa dönmesini önleyecek tek şey, ahiretin gelmesidir.

Ahireteiman.com

NET Nesil Platformu Mannheim Buluşmasında Konu Haşir Risalesiydi (Almanya)

Avrupa’da Risale-i Nur’u anlamak ve ona hizmet etmek için kurulan NET Nesil Platformu’nun bu seferki toplantısı Mannheim’da gerçekleştirildi.

Yılda üç defa sunumların yapıldığı ve bir günün istişareye ayrıldığı programın haricinde, yılda bir defa da yatılı program düzenlenmekte.

12-14 2012 Ekim arasında toplanan Platformun bu seferki sunumları Haşir Risalesi üzerineydi. Pazar günü ise Avrupa’daki talebe hizmetleri ile ilgili planlar ve projeler üretildi. Önümüzdeki dönemdeki yapılacak olan yatılı gençlik programlarının organizesi de bu Platform’un görevleri arasında. Bir dahaki toplantı Şubat’ta gerçekleşecek. Nisan ayında ise bir yer kiralanacak ve bu grupla yatılı Hizmetiçi Eğitim Programı düzenlenecek.

İstanbul’dan ve Manisa’dan katılan misafirlerin haricinde Bielefeld, Duisburg, Köln, Mannheim, Mainz ve Londra’dan katılımcılar mevcuttu.

Bir dahaki program için Risale-i Nur’un hizmet metodu, tarzı ve anlaşılması üzerine konular sunulup mütaala edilecek..