Etiket arşivi: Hatice Başkan

Eşlerin Birbiri Üzerindeki Hakları (Görevleri)

Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah çok yücedir, çok büyüktür. ﴾34﴿

Allah erkekleri yöneticilik vasıfları ile yaratmış, onlara gerekli özellikleri vermiştir. Peki, erkek bu görevini yerine getirirken nelere dikkat etmelidir?

Ev halkının haklarına dikkat etmelidir. Çünkü o haklardan hesaba çekilecektir. Karısının ve çocuklarının hakları konusunda titiz olmalıdır.

Nîsa 19. âyet-i kerîmede Rabbimiz erkeklere eşleriyle iyi geçinmelerini emretmiştir.

“Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, Allah’ın onda çok hayır takdir ettiği bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.”

Dünyaya imtihan için geldik. Erkek kadının, kadın da erkeğin en büyük imtihanıdır. Kadın ve erkek arasında bir çekicilik yaratılmış; bu nefisleri tatmin ediyor. Kadın erkek arasında bir zıtlık var; bu da nefisleri terbiye ediyor. Bu durumda kadına teslimiyet, erkeğe sabır gereklidir. Erkek sabır, kadın teslimiyet elbisesine bürünmelidir.

Allah’ın resûlü kadınlardan mükemmellik beklememek hususunda erkekleri uyarmış: “Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Hep seni hoşnut edecek şekilde davranamaz. Eğer ondan faydalanmak istersen bu haliyle faydalanabilirsin. Şayet doğrultayım dersen kırarsın. Kadının kırılması da boşanmasıdır.” (Müslim, Radâ 59)

“Bir kimse karısına kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61)

Nisâ 34. âyet-i kerîmede “İtaatsizliklerinden korktuğunuz zaman nasihat ediniz.” buyruluyor. Rabbimiz “İtaatsizlik edince nasihat ediniz.” buyurmamış. “İtaatsizlikten korktuğunuz zaman, izleri belirdiği zaman nasihat ediniz.” buyurmuş.

“Siz onları Allah’ın bir emaneti olarak alıp, namuslarını yine Allah’ın emriyle helal edindiniz. O halde Allah’ın emaneti (haksızlık ve kötülük) hususunda Allah’tan korkunuz.

“İman açısından müminlerin en kâmili ahlakı en güzel olandır. Sizin en hayırlınız kadınlara karşı hayırlı olanınızdır.”

Peygamberimiz Hz Enes’e:

“Ey oğulcuğum! Ailenin yanına girdiğinde selam ver, sana ve evdekilere selam ver.”

Peygamberimiz  her sabah ve ikindi vakti bütün eşlerine tek tek uğrar, hal-hatır sorar, onlarla ilgilendiğini belli ederdi.

Hz Âişe anlatıyor:”Bir gece hanımlarına mı gitti diye vesveseye düşüp, Resûlullahı yoklamıştım. Elim saçlarına girdi. Durumu anlayan resulullah “Sana yine şeytan gelmiş olmalı.” dedi.

Peygamberimiz, eşini azarlamadan ona hatasını göstermiştir.

Hz Safiye anlatıyor: Resulullah bir gece yolculuğunda beni devesine almıştı. Yolda uyuklamaya başladım. (Uyumamı önlemek için) bir taraftan beni okşuyor bir taraftan da “Hey! Ey Huyey’in kızı ey Safiye!” diyordu.

Peygamberimiz bir gün Hz Âişe’ye, hırçın ve sanki sert bir kömür parçası gibi siyah bir deve verdi. Ona dokunup bereket getirmesi için dua etti. Sonra şöyle dedi:

“Bu deveye bin ve ona yumuşak davran. Şüphesiz bir şeyde yumuşaklık varsa, bunu süsleyip güzelleştirir. Bir şeyde yumuşaklık çekilip alınırsa onu lekeler.”

evgisini söylemekten ve davranışları ile göstermekten hiç çekinmezdi:

Bir gün Âişe peygamberimize sordu:

“Ya Resûlullah, bana olan sevgin nasıldır?”

Peygamberimiz:

“Kördüğüm gibidir.” diye cevap verdi.

Hz Âişe arada bir sorardı:

“Kördüğüm nasıldır?

Peygamberimiz:

“İlk günkü gibidir.” diye cevaplardı.

Kadınlar için sevgi sözcükleri önemlidir. Kadınlar sevildiklerini duymak isterler.

Peygamberimiz eşlerinden sevgi sözcüklerini eksik etmemişlerdir.

Evlilikte en önemli şey muhabbettir. Daha önce bir kaç kez yazdığım Rum sûresi 21. âyeti kerîme bizlere evliliğin amacını çok güzel anlatmaktadır.

Karı kocanın birbirinde sükûna ermesi için en çok ihtiyaçları olan şey sevgi ve merhamet. Rabbimizin bize nikah hediyesi olarak ikram ettiği sevgi merhameti tüketmemek lazım. Birbirimize sevgi ve merhametle davranmamız lazım.

Erkek sevgisini esirgememeli, eşini sevgisini kısarak cezalandırmamalı. Hatalarımıza rağmen birbirimizi sevmeliyiz.

Muhabbet çok kazançlı bir şey. Dünya ve ahiretimiz için. Günahlardan mı kurtulmak istiyorsunuz, muhabbet edin. Allah’ın resûlü şöyle buyurmuş:

“Bir erkek karısına baktığı, karısı da kendine baktığı vakit Allah her ikisine rahmet nazarı ile bakar ve erkek karısının elini tuttuğu zaman her ikisinin günahları parmakları arasından dökülüp gider.”

Sevgi dolu bir bakış ve tatlı bir dokunuş. Bir kadın için ne kadar önemlidir. İki tarafın da günahları dökülüyor ve Allah’ın rahmetine mazhar oluyorlar.

RABBİM  razı olacagı şekilde muhabbetullah ile muhabbetlere eren  dünya hayatında  baki hayatta tomurcuklar acmasına vesile olan salih saliha eşler olabilmeyi bizlere nasip etsin İNŞAALLAH  …

Hatice Başkan

www.NurNet.org

Hayırlı Eş, Huzurun Başlangıcıdır – Hz.Ali (r.a)

Mü’minin aile ve evliliğe bakışı, her şeyden önce ibadet nazarıyladır. O, rabbinin haklarında; “Onlar ki, ey Rabbimiz derler. Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözbebeğimiz olacak (salih insanlar) ihsan et. Bizi takva sahiplerine rehber kıl” (Furkan, 25/74) buyurduğu övülmüş kullardan olmak için evlenir. O, Peygamberin, ‘Evlenin, çoğalın.” tavsiyesinin bir gereği olarak ve “Allah, kendisine Saliha bir eş lutfettiği bir erkeğe dininin yarısında yardım etmiştir. Diğer yarısı için de Allah’tan korksun ve takva dairesinde yaşasın” (Keşfu’l-Hafâ, 2/313)

Hz. Peygamber, hanımlarıyla aralarındaki sevgi bağlarını pekiştirecek, yakınlığı artıracak tarzda senli-benli olurdu. Bunun en güzel örneklerinden biri, Hz. Âişe ile evliklerinin ilk yıllarında yaptıkları koşudur. Validemizin anlattığına göre, Resûl-i Ekrem (s.a.s), bir sefere giderken, yanına Hz. Âişe’yi almıştı. Yolda yürüyorlardı. Hz. Peygamber yanındaki sahabilere, siz yürüye durun, buyurdu. Sahabiler, bir hayli gittikten sonra Hz. Aişe’ye ‘Yarışalım mı?’ diye sordu. Hz. Âişe de bu teklifi severek kabul etti. Yarıştılar; genç ve enerjik Hz. Âişe yarışı kazandı.

Aradan yıllar, geçtikten sonra, yine bir seferde beraberdiler. Hz. Peygamber yine; ‘Yarışalım mı?’ diye sordu. Hz. Âişe, bir zamanlar yaptıkları yarışı hatırlayarak teklifi memnuniyetle kabul etti. Yarıştılar, bu defa da Hz. Âişe kaybetti. Çünkü kendi ifadesiyle söyleyecek olursak, kilo almış ve biraz şişmanlamıştı. Hz. Peygamber gülerek, ‘Bu, vaktiyle kazandığın müsabakanın rövanşıdır.’ buyurdu” (Müsned 6/39, 264; Ebû Dâvud, cihad 61)

Mü’min erkek ve hanımlar, huzur ve mutluluğun yerinin kalp olduğunu; birtakım manevî rahatsızlıklarla malûl insanların hiçbir şeyle, hiçbir kimseyle tatmin olamayacağını da bilmektedirler. Kalb, Rasulullah (s.a.s.) Efendimiz’in bildirdiğine göre Allah’ın elindedir. Allah, kalbi dilediği yöne çevirendir. Bundan dolayı Efendimiz (s.a.s.) Allah’a yakınlaşmak için çaba göstermemizi ve şöyle dua etmemizi tavsiye ediyor: “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!” (Tirmizi, kader 7).

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)

“Ahlakını ve dinini (islama bağlılığını) beğendiğiniz biri size talib olarak geldiği zaman, onu (onları) evlendiriniz. Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve bozgunculuk çıkar.” buyurmaktadır. Buradan anladığım kadarıyla bir çığır açılmış olunur ve bu çığırı işleyenler de açan gibidir.

Bir hadisi şerifte Efendimiz (s.a.v.), evliliğine engel olunan, evliliği güçleştirilen ve bu nedenle evlenemeyen gençler, şehvetleri imanlarını kuşatır da eğerki herhangi bir mekanda herhangi bir şekilde zinaya karışırlarsa, bu girdikleri haramdan, bu işi güçleştirenler de aynen bu günahı işlemiş olacağını anlatmaktadır.

(Ebu Davud- Buhari- Sünen-i Tirmizi)

Peygamber efendimiz (s.a.v.), Saliha bir kadının özellik ve vasıflarından bir kaçını şöyle sıralamaktadır;

“ Mü’min bir erkek, Allah (c.c.) korkusundan sonra, Saliha bir kadından gördüğü hayır kadar başka hiçbir şeyden görmemiştir. Onun yüzüne baktığı zaman huzur bulur. Onun adına hakkında yemin etse, yeminini boşa çıkarmaz. Uzak bir yere gidecek olsa, hem kendini hem efendisini hem de efendisinin malını korur.,” buyurmaktadır.

(İbni Mace- Nikah 5)

Eşler, amel-i ve kalb-i nazarda birbirlerini Allah (c.c.) yolunun gülü gibi görmelidirler ki, yuvanın ve hayırlı bir neslin daimiyeti vuku bulsun.

Ve son olarak bir tavsiyede bulunmak isterim, evlilik yoluna yeni adım atmış nişanlı kardeşlerim, birbirinizi, oruçlu bir kişinin iftar sofrasında ezanı beklediği gibi bekleyin ki, birbirinizin geri çevrilmeyen duası olun. inşaallah.

Şüphe yok ki, Allah (c.c.) en doğru olanı bilir.

Selam Ve Dua İle..

Hatice BAŞKAN

www.NurNet.org

En Efdal İnsan Kimdir?

Resülullah Aleyhissalatu Vesselam’a:
– “En efdal insan kimdir?” diye sorulmuştu…
– “Kalbi mahmüm (pak), dili doğru sözlü olan herkes” buyurdular.
Ashab:
– “Doğru sözlülüğün ne demek olduğunu biliyoruz. Mahmümu’l-kalb ne demektir?” diye sordu.
– “(Mahmüm kalb), Allah’tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur, zulüm yoktur, kin yoktur, hased yoktur” buyurdular.”

(Kütüb-i Sitte, 7256) —

Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyet´in hayat-ı içtimâiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifâk ve münâfıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise: Sâni-i Zülcelâl´in kudretine iftirâ etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.

Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak, Asr-ı saadette sıdk vâsıtasiyle Muhammed aleyhissalâtu vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i imânîye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimâiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revâçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş.

Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzab´ın emsâli, esfel-i sâfiline sükût etmiş ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revâçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler; elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzab´a kendilerini benzetmezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revâçlı mal ve en kıymettâr meta ve hakikatların anahtarı Muhammed aleyhissalâtu vesselâm´ın âlâ-yı illiyyine çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdk´tan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i Hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan “Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtu vesselâm) rivayet ettikleri hadisler, bütün sahihdir” diye ehl-i şeriat ve ehl-i Hadisin ittifakına kat´î hüccet ve mezkûr hakikattir.

İşte Asr-ı Saadet´teki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyâset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenâlık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki Sahabelere kimse yetişemez…

Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. “Urvetü´l-vüska” sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim “muvakkat” fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilmez. Çünkü, o kadar su-i istimal edilmiş ki yüz zararı içinde bir menfaatı olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez. Meselâ: Seferde namazı kasretmenin sebebi, meşekkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Su-i istimale düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. çünkü muayyen bir haddi yok, su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise: اِمَّاالصِّدْقُوَاِمَّاالسُكُوتُ. yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asâyişlerinin zir-ü zeber olması kizble ve maslahatın su-i istimâli ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşeri mecbur ediyor ve kat´î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâblar ve sükutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyâmeti koparacak.

Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sukut etmek, yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur.

Risale-i Nur’dan derleme

Hatice Başkan

www.NurNet.org

Namaz Zor Mu Geliyor

Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedi midir? Hiç kati senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, kendini ebedi ve ölümsüz zannetmendir. Keyif için, ebedi dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem faydasız gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, ebedi hayatının saadetine sebep olacak, güzel ve hoş bir hizmete, yani namaza sarf ederdin. Ve bu sarf etmek de, usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir arzuyu ve hoş bir zevki tahrike sebep olurdu.

Demek, insanın namazdan usanmasının sebebi, kendisini ebedi ve ölümsüz zannetmesidir. İnsan bu dünyada bir milyon yıl, hatta daha fazla kalacağını ve milyonlarca yıl boyunca her gün namaz kılacağını zannediyor ve namazdan usanıyor. Gerçi Cenab-ı Mevla’yı bilenler için hakiki zevk namazda olduğundan, bir milyon yıl değil, yüzer milyon yıllar bile namaz kılmak olsaydı, onlara yine zahmet gelmezdi. Sözümüz, Allah-u Teâlâ’yı hakkıyla bilmeyenler içindir. İşte bu zümre, hem Rablerini tanımazlar hem de kendilerini ebedi ve ölümsüz zannederler. Bu zan sebebiyle de daha namaz kılmadan, namazdan bıkarlar ve usanırlar.

Bu yanlış zannın tedavisi ise şurada gizlidir: Kişi evvela, öleceğini ve bir gün toprak olacağını düşünmelidir. Evet, insanın elinde ne senedi var ki, yarına kadar yaşayabilsin. Belki de sizler daha bu yazıyı tamamlamadan öleceksiniz. Ve dostlarınız sizi şu anda oturduğunuz yerde ölü olarak bulacak.

İşte insan ilk önce fani ve ölümlü olduğunu anlamalıdır. Sır burada gizlidir. İnsana namaz kılma hususunda usanç veren şey, kendisini ölümsüz zannetmesidir. Eğer bilseydi ki, yarın ki güne çıkmaya bir senet yok, o zaman ömrünün yirmi dörtte birini, yani 24 saatinden 1 saatini elbette namaza verirdi.

O halde ey namazdan hoşlanmayan nefsim ve namazsız arkadaşım, şunu düşün: Her gün dünyada 350.000 kişi ölüyor. Demek saatte yaklaşık 15.000 kişi ve dakikada yaklaşık 250 kişi… Yani şu anda içinde bulunduğumuz dakika çıkmadan 250 kişi bu dünyayı terk edecek. Ve muhtemelen bu 250 kişiden hiçbiri dünyayı terk edeceğini bilmiyor. Kimi işinde, kimi uykusunda, kiminin ne hesapları var, ne planlar yapıyor; ama dünya hayatında sadece saniyeleri kaldı. Ey nefsim ve ey arkadaşım! Ya biz bu 250 kişinin içindeysek, acaba halimiz ne olur? Bunu düşün ve gel, geç olmadan tövbe ederek namaza başla!..

Elhasıl: Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona malik olasın. Öyle ise hakiki ömrünü, bulunduğun gün bil; en azından günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, uhrevi bir sandıkça hükmündeki bir mescide veya bir seccadeye at.

Ya Rab! Rahmetinin hürmetine, bizlere başta namaz olarak bütün ibadetleri sevdir ve onların edasında bizlere kuvvet ve şevk ver. Sana ibadet etmenin lezzetini kalplerimize ilka eyle! Seninle ünsiyet bulmayı ve zikrinden lezzet almayı bizlere ihsan et. Ve bu eseri, hem emeği, hem de seyreden kardeşlerimizin günahlarına bir keffaret olarak kabul eyle. Âmin, âmin, âmin…

Hatice Başkan

www.NurNet.org

O (s.a.v) Seni Seviyor!

لَقَدْجَاءَكُمْرَسُولٌمِنْاَنْفُسِكُمْعَزِيزٌعَلَيْهِمَاعَنِتُّمْحَرِيصٌعَلَيْكُمْبِالْمُؤْمِنِينَرَؤُفٌرَحِيم

And olsun! Size, içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden, size pek düşkünmüminlere de şefkatli ve esirgeyici olan bir peygamber gelmiştir. (Tevbe 9/ 128)

Allah Teâlâ  sonsuz  merhametiyle insanlara; korku duymamaları ve mahzun olmamaları,[1] hidayet yolunu bulmaları için, kendilerini kötülüklerden ve inkârdan temizleyen, kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.[1]

Hz. Muhammed (s.a.s) risaletinin başlangıcından vefat ettiği ana kadar hep ümmetini düşünmüştür. O’nun, ümmetine olan düşkünlüğünü Kur’ân-ı Kerim şu şekilde ifade buyurmaktadır: “And olsun! Size, içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere de şefkatli ve esirgeyici olan bir peygamber gelmiştir.” (Tevbe 9/128)

O Peygamber, şeref, üstünlük ve izzet sahibidir. Ümmetinin sıkıntı çekmesi O’nu üzer ve O, ümmetine çok düşkündür. Efendimizin ümmeti genel olarak O’nun tebliğine muhatap olan herkestir. Resûlullah (s.a.s) bütün insanlığın kurtulması için çaba sarf ediyor ve onlar için o kadar endişeleniyordu ki Allah Teâlâ O’nu şu şekilde uyardı: “Bu yeni kitaba inanmazlarsa (ve bu yüzden helak olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.”[2]

Peygamber  (s.a.s) ümmetine karşı durumunu şöyle açıklamaktadır: “Benim ve sizin benzeriniz, ateş yakan ve ateşine pervane ve çekirgeler düşmeye başlayınca onları ateşten kurtarmaya çalışan kimse gibidir. Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum. Oysa siz benim elimden kurtulmaya çalışıyorsunuz.”[3]

Âyet-i kerimede geçtiği gibi O, ümmetinin hidayeti için kendini feda edecek kadar haris (hırslı) bir peygamberdir. Arapçada ‘hırs’ kelimesi şiddetli tutkuyu ve bir şeyi elde etmek için duyulan aşırı isteği ifade etmektedir. İslâm’a karşı hareket edenler için bile bu kadar üzülen bir elçinin, kendi ümmetine muhabbeti yüce Rabbimiz (cc) tarafından övülmüştür.

Peygamberimiz (s.a.s),  Allah Teâlâ tarafından Esmaü’l-Hüsna’dan olan “raûf” ve “rahîm” isimleriyle nitelen­dirilmiştir. Raûf “çok şefkatli”, Rahîm “çok merhametli” demektir. Yüce Allah’ın kendi sıfatlarından ikisiyle Resûlü’nü anması, Efendimizin Allah katında ne kadar değerli olduğunun işaretidir. İman edenlerin bu dünyada sıkıntıya düşmeleri O’na ağır gelmiş, işkenceler altında eziyet çekmelerine karşı çaresiz kalması O’nu üzmüştür. Ancak Efendimiz ümmetini rahatlatacak çareleri Allah’ın izniyle her zaman bulabilmiştir.

Habeşistan’a ve Medine’ye hicret, O’nun, müminlerin kurtuluşu için düşündüğü çareler olmuştur.

O elçiye itaatsizliğin büyük bir cürüm, O’na duyduğumuz sevgiye karşı büyük bir ihanet olduğunu anlamlı ve ona göre hareket etmek gerekir. Çünkü Allah onu kendi sıfatıyla övmüş ve Tevbe sûresi 129. âyette şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O, yüce arşın sahibidir.”

“Ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar.”(Müddessir, 1-2); “ Âlemler Seninle rahmette.”(Enbiya/ 107)

Hatice tesellide, Varaka müjdede, Zeyd teslimiyette, Ali temyizde, Ebû Bekir sadâkatte,  Erkâm evinde, Ömer  “Tâhâ” Sûresinde.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), ümmetine öyle düşkündür ki, ümmetinin dünyada ve ahirette sıkıntıya düşmesi onu çok müteessir ve mahzun eder, onu en çok düşündürüp mahzun eden de ümmetinden cehennem azabına düşecek olanların hâlidir. Ümmetini cehennem azabına götüren bir yola düşmemesi için bir baba şefkatinin ötesinde ikaz eden Rasulüllah (s.a.s.), bizlerin hayırlara, güzelliklere kavuşması hususunda ısrarcı olmuştur. Nitekim Şefkat Peygamberi (s.a.s.) ümmetine olan bu düşkünlüğünü şöyle ifade etmişti: “Hiç şüphesiz ben size bir babanın evladına olan durumu gibiyim”. (Ebu Davud, Taharet, 4; Beyhaki, Sünen-i Kübra, I, 91)

Binler salat ve selam EFENDİLER FENDİSİ (S.A.V)’İN üzerine olsun inşaALLAH….

Selam ve Dua ile…

Hatice BAŞKAN

www.NurNet.org

[1] Âl-i İmran sûresi, 164.

[2] Kehf sûresi, 6. Ayrıca bkz. Şuara sûresi, 3.

[3] Müslim, Fezail 19.