Etiket arşivi: Hatice Başkan

“NÜBÜVVET’İN TAHKİKİ İŞARAT-ÜL-İ’CAZ”

“NÜBÜVVET’İN TAHKİKİ İŞARAT-ÜL-İ’CAZ”

 

 

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ *

 

فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

 

Gayet kısa bir meali: Yani “Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur’anda bir şüpheniz varsa, Kur’anın mislinden bir sûre yapınız; hem de Allah’tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sâdık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’anın mislinden bir sure getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde, zaten getiremezsiniz ya, öyle bir ateşten sakınınız ki; odunu, insanlar ile taşlardır.”

 

Mukaddeme

Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in takib ettiği esas maksad dörttür. Birinci maksadı olan “Tevhid”, evvelki âyetle beyan edilmiştir. Bu âyetle de, ikinci maksad olan “Nübüvvet” beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu âyet Nübüvvet-i Muhammediye’nin (A.S.M.) isbatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka hakkında değildir. Halbuki maksad, mutlak nübüvvettir. Fakat küllî, cüz’îde dâhildir. Cüz’înin isbatıyla küllî de isbat edilmiş olur. Bu âyet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvetini, en büyük mu’cizesi olan i’caz-ı Kur’andan bahisle isbat ediyor. O Zâtin (A.S.M.) nübüvvetine dair delâil, başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada yalnız bir kısmını hülâsaten ”Altı Mes’ele” zımnında beyan edeceğiz:

 

 

 

sh: » (İ: 106)

 

Birinci Mes’ele: Enbiya-i sâlifînde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında -yalnız zaman ve mekânın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla- yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’da daha ekmel, daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh nübüvvet mertebesine nâil olanların heyet-i mecmuası, mu’cizeleriyle vesair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile, nev’-i beşerin sinni kemale geldiğinde Üstad-ül Beşer ünvanını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sıdk-ı nübüvvetine ilân-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (A.S.M.) bütün mu’cizeleriyle Sâni’in vücud ve vahdetini, nurlu bir bürhan olarak âleme ilân etmiştir.

 

İkinci Mes’ele: O Zâtin (A.S.M.) evvel ve âhir bütün ahval ve harekâtı nazar-ı dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulâde değilse de onun sıdkına delâlet eder. Ezcümle: ”Gar” mes’elesinde, Ebu Bekir-is Sıddık ile beraber halâs ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda, لاَ تَخَفْ اِنَّ اللّهَ مَعَنَا “Korkma, Allah bizimle beraberdir” diye Ebu Bekir-is Sıddık’a verdiği teselli ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddüdsüz gösterdiği vaziyet; elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Hâlıkina itimad ettiğine güneş gibi bir bürhandır. Kezalik saadet-i dâreyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar ettiği kavaidin, hakikatla muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün âlemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.

 

İhtar: O Zâtin (A.S.M.) ahval ve harekâtı birer birer, yani tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse; heyet-i mecmuası, onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder.

 

Üçüncü Mes’ele: O Zâtin (A.S.M.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sahife vardır. Şimdi o sahifeleri okuyacağız:

 

Birinci Sahife: O Hazretin zâtıdır. Fakat bu sahifeyi mütalaadan evvel, ”Dört Nükte”ye dikkat lâzımdır:

 

Birinci Nükte: لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ Yani: Fıtrî karagözlülük, sun’î (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani: yapma ve sun’î olan birşey ne kadar güzel ve ne kadar kâmil olursa olsun, fıtrî

 

 

 

sh: » (İ: 107)

 

ve tabiî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kâim olamaz. Herhalde sun’îliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden, etvarından belli olacaktır.

 

İkinci Nükte: Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.

 

Üçüncü Nükte: Mütenasîb olan eşya arasında meyl ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celbederler. Aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıd olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.

 

Dördüncü Nükte: Cemaatte olan kuvvet, fertte yoktur. Meselâ: Çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz. Bu nükteler gözönüne getirilmekle o Hazretin sahifesi okunmalıdır. Evet, o zâtın bütün âsârı, sîretleri, tarihçe-i hayatı vesair ahvali onun pek büyük, azîm ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini Muhammed-ül Emin ile lâkablandırmışlardır.

 

Malûmdur ki, bir zâtta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeğe müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melaike ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik bir zâtta içtima eden ahlâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zât, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem’eden bir Zât, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?

 

Hülâsa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır. Ve keza o Zât’ın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zât’ın yaradılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı

 

 

 

sh: » (İ: 108)

 

o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o Zât’ın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesce malûm olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zât’ın (A.S.M.) sıdk u emaneti, dâvâ-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.

 

Dördüncü Mes’ele: İkinci sahifeyi okuyacağız. Bu sahife, mazi yani zaman-ı saadetten evvelki zamandır. Şu sahifenin hâvi olduğu enbiya-i sâlifînin ahvâl ve kıssaları, o Zât’ın sıdk-ı nübüvvetine birer bürhandır. Yalnız ”Dört Nükte”ye dikkat lâzımdır:

 

Birinci Nükte: İnsan bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taallûk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vâkıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mâhir ve mütehassıs olduğuna delildir.

 

İkinci Nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki; âdi bir insan da olsa, hattâ çocuk da olsa, hattâ küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba pek büyük bir haysiyet sahibi, âlem şümul bir dâvâda, pek inadlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmî yâni okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten âciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle âleme neşr ve ilân etmesi O’nun sıdkına delil olduğu gibi, o mes’elenin Allah’tan olduğuna da bir bürhan olmaz mı?

 

Üçüncü Nükte: Ma’lûmdur ki, medenî insanlarca malûm ve me’luf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevilerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevilerin ahvalinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlar ile görüşmelidir. Zira onların ahvalini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malûmatı elde edemez.

 

Dördüncü Nükte: Ümmî bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyn-el ulema ittifaklı olan mes’eleleri tasdik ve ihtilâflı olanları da tashih ederse; o adamın bu hârika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbî olduğuna delâlet etmez mi?

 

Bu dört nükteyi gözönüne getir, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a bak ki: O Zât herkesçe müsellem ümmîliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi Kur’anın lîsanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek âleme neşr ve ilân etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celbeden dâvâ-yı nübüvvetini isbat

 

 

 

sh: » (İ: 109)

 

içindir. Ve naklettiği esasları, beyn-el enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilâflı olanı da tashih edip dâvasına mukaddeme yapmıştır. Sanki o Zât, vahy-i İlahî’nin ma’kesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek, o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh o Zât’ın bu hali onun bir mu’cizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevî bir delil hükmünde olup, o Zât’ın nübüvvetini isbat eder.

 

Beşinci Mes’ele: Asr-ı saadete ve bilhassa Ceziret-ül Arab mes’elesine dairdir. Bunda da ”Dört Nükte” vardır.

 

Birinci Nükte: Âlemce malûmdur ki, az bir kavmin âdetlerinden hâkir, ehemmiyetsiz bir âdeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz’î, zaîf huylarını ref’etmek; büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba hâkim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede âdetlerine mutaassıb, inadcı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan âdetleri ref’ ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlâklarını terkettiren; hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları te’sis eden bir Zât, hârikulâde olmaz mı?

 

İkinci Nükte: Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk gibi- teşekkülü, büyümesi tedricîdir. Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır. Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî mânevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikulâdeliği değil midir?

 

Üçüncü Nükte: Evet, kahr ve cebr ile zâhirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat; bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zâhiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, -en büyük harika olmakla- ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.

 

Dördüncü Nükte: Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale

 

 

 

sh: » (İ: 110)

 

etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes harikûlâde bir mu’cizedir.

 

Evet, Asr-ı Saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı Saadette İslâmiyet’in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılâb hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?

 

Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:

 

1- Tarih-i âlemin şehadetiyle sabittir ki; parmakla gösterilen en büyük bir dâhî, ancak umumî bir istidadı ihya ve umumî bir hasleti ikaz ve umumî bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi hep heba olur.

 

2- Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm, zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek hârikulâde değil midir? Evet şems-i hakikatın ziyasındandır. Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziret-ül Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziret-ül Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilâyı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zâtın yaptığı o cilâ; İlahî, sabit, lâyetegayyer bir cilâdır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.

 

Ve keza, bir işde muvaffakıyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatını muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde fıtrat, adem-i muvafakatla cevab verecektir.

 

Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh o cereyanlarda, tevfik-i İlahînin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hak ile mütemessik olduğu sâbit olur.

 

 

 

sh: » (İ: 111)

 

Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev’-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.

 

Bu Nükteler ile şu Noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’a bak. O zât, ümmîliğiyle beraber, bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itminan ile büyük bir işe teşebbüs etti. Bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı. Kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak, pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti. Vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti, ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sâhirlerin sihirlerini yutan Asâ-yı Mûsa gibi, başka zâlim devletleri yuttu ve nev’-i beşeri istilâ eden zulüm, fesad, ihtilâl, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi’ ettirdi. Acaba o Zât’ın şu macerası, O’nun mesleği hak ve hakikat olduğuna delâlet etmez mi?

 

Altıncı Mes’ele: Bu mes’ele, istikbal sahifesine bakar. Bu sahifede dahi ”Dört Nükte” vardır:

 

Birinci Nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört-beş fende mütehassıs ve meleke sahibi olabilir.

 

İkinci Nükte: Bazan olur ki, iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelâm mütefavit olur; birisinin cehline sathîliğine, ötekisinin ilmine meharetine delalet eder. Şöyle ki:

 

Bir adam düşünmeden, gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözler ile münasebetlerini tasavvur eder ve münasib bir mevkide, münbit bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur’an-ı Kerim’in fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabil kelâmlardandır.

 

Üçüncü Nükte: Bu zamanda vesait, âlât ve edevat- sanayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi âdileşmiş olan çok şeyler

 

 

 

sh: » (İ: 112)

 

vardır ki, eğer onlar bundan iki-üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, hârikalardan addedilecekti. Kezalik kelâmlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır. Meselâ bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini muhafaza eden Kur’an, elbette ve elbette hârikadır.

 

Dördüncü Nükte: İrşadın tam ve nâfi’ olmasının birinci şartı, cemaatın istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me’luf üslûb ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiareler ile tasvir edip, cumhura yani avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmıştır. Ve keza tekemmül etmeyen avam-ı nâsın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zâhirî ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi mes’elelerde icmal ve ibham etmiş ise de, yine hakikatlara işareten bazı emareler, karîneler vaz’etmiştir.

 

Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et: Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır. Evet tehzib-ür ruh, riyazet-ül kalb, terbiyet-ül vicdan, tedbir-ül cesed, tedvir-ül menzil, siyaset-ül medeniye, nizamat-ül âlem, hukuk, muamelât, âdâb-ı içtimaiye vesaire vesaire gibi ulûm ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir. Ve aynı zamanda, lüzum görülen mes’elelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan mes’elelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani esasları vaz’etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akılların meşveretine havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile; şu zaman-ı terakkide, en medenî yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh vicdanı insaf ile müzeyyen olan zât, bu şeriatın hakikatının bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-ı beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder. Evet zâhiren İslâmiyet dairesine girmeyen düşman feylesofları bile, bu hakikatı tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı feylesof Carlyle -Alman edib-i şehiri Goethe’den naklen- Kur’anın hakaikına dikkat ettikten sonra, “Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?” diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: “Evet, Muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.” Yine Carlyle demiştir ki: “Hakaik-i Kur’aniye, tulû’ ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zâten, bu

 

 

 

sh: » (İ: 113)

 

onun hakkı idi. Çünkü Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı.” İşte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ … فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ilââhir olan Âyet-i Kerimenin mealini tasdik etmiştir.(Haşiye)

 

S- Gerek Kur’an-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan Hadîs-i Şerif olsun; her fenden, her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitab veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle hârika olması lâzım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir?

 

C- Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselâm fezlekeler değildir. Ancak hüsn-ü isabetle münasib bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer’ edilen fezlekelerdir. Kur’an veya hadîsin aldıkları fezlekeler, bu kabil fezlekelerdir. Bu kabil fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki, herbir fezleke, me’hazı olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısda olamaz.

 

Aziz arkadaş! Bu mes’elelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lâzım olur.

 

1- Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.

 

2- İki şahıstan sudur eden bir söz, istidadlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altun, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.

 

3- Fünun; fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül eder.

 

4- Eski zamanda nazarî olup, bu zamanda bedihî olmuş olan çok mes’eleler vardır.

 

5- Zaman-ı mazi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.

 

6- Sahra ve çöl adamları basit ve saf insanlar olduğundan, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler. Her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.

 

7- Çok ilim ve fenler vardır ki; âdetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle

 

(Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşâallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.

 

 

 

sh: » (İ: 114)

 

ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.

 

8- Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususî keyfiyat ve ahvali göremez.

 

9- Beşer için bir ömr-ü tabiî olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabiî vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.

 

10- İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvalinde zaman ve mekânın çok te’siri vardır.

 

11- Eski zamanlarda hârika addedilen çok şeyler vardır ki, mebadî ve vesâitin tekâmülüyle âdi şeyler hükmüne geçmişlerdir.

 

12- Def’aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemale erer.

 

Aziz Kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol; bu asrın sahilinden dal, Ceziret-ül Arab yarımadasına çık; o yarımadanın mahsulâtından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak. Göreceksin ki: Bir insan… tek başına… Ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi… Meydana çıkmış… Bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır… Ve omuzlarına Küre-i Arz’dan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü’ ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev’-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz, kelâm-ı ezelî’den ayrıldık, nev’-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev’-i beşer dünyadan kat’-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev’-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.

 

Ey arkadaş! Bu gördüğün garib, acib sahifenin baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılâblar, vaziyetler; فَاْتُوابِسُورَةٍمِنْمِثْلِهِ deki emr-i tacizîyi, nev’-i beşere tekrar tekrar ilân ediyorlar.

 

 

 

sh: » (İ: 115)

 

Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım. وَاِنْكُنْتُمْفِىرَيْبٍمِمَّانَزَّلْنَا ilââhir olan Âet-i Krimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şâri’in cumhuru irşad etmekte takib ettiği maksaddan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur’an hakkında çok şek ve şübhelere maruz kalmışlardır. O şek ve şübhelerin menşei üç emirdir.

 

1- Diyorlar ki: Kur’anda “müteşabihat ve müşkilât” denilen, hakikî mânaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i’cazına münafîdir. Zira Kur’anın i’cazı, belâgat üzerine müessestir; belâgat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.

 

2- Diyorlar ki: Yaratılışa ait mes’eleler, mübhem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza kâinata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad mesleğine münafîdir.

 

3- Diyorlar ki: Kur’anın bazı âyetleri zâhiren aklî delillere muhaliftir. Bundan, o âyetlerin hilaf-ı vâki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur’anın sıdkına muhaliftir.

 

O heriflerin zuumlarınca Kur’ana bir nakîse ve şek ve şüphelere sebeb addettikleri şu üç emir, Kur’an-ı Kerim’e bir nakîse teşkil etmez. Ancak Kur’anın i’cazını bir kat daha isbat etmeye ve irşad hususunda Kur’anın en belîğ bir ifade ile en yüksek bir üslûbu ihtiyar etmesine sadık şâhid ve kat’î delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir, hâşâ! Kur’an-ı Kerim’de değildir.

 

Evet, وَ كَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَ آفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِşâirin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri ta’yib ediyorlar veya ayı gibi elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur’anın o yüksek i’cazına yetişemediğinden, ta’yib ediyorlar.

 

Kur’an-ı Kerim’de müteşabihat vardır dedikleri birinci şüphelerine cevab: Evet Kur’an-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev’-i beşerdir. Nev’-i beşerin ekserisi avâmdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahâza avâma yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar; aksi halde avâm, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avâm-ı nâs, ülfet ettikleri üslûblardan

 

 

 

sh: » (İ: 116)

 

ve ifadelerin çeşitderinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyyatı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikın, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’anın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak, o gibi ifadelere, hakaika geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ; Cenab-ı Hakk’ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki; اِنَّ اللّهَ عَلَىالْعَرْشِ اسْتَوَى da kinaye tarîkı ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasılki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerim’in ince hakikatları اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِİİİİİİİİİİİ İile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk’ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerim’in üslûbları, hakikatlara geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki; bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatları tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlara suretlerdir.

 

Kur’anda müşkilât vardır dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevab: İşkal dedikleri şey ya üslûbun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mananın çok derin ve inceliğinden ileri gelir, Kur’anın müşkilâtı bu kabildendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neş’et eder; Kur’an-ı Kerim, bu kısım müşkilâttan müberra ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatları kolay ve kısa bir suretle avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belâgat değil midir? Belâgat, mukteza-yı hali müraattan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif!

 

Yaradılışta ve maddiyata dair mes’elelerde Kur’an mübhem geçmiştir dedikleri ikinci şüphelerine cevab, şöyle ki:

 

 

 

sh: » (İ: 117)

 

Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumî meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü’ etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır. Buna binaen bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib mes’elelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir faide vermezdi. Meselâ: Kur’an-ı Kerim, “Ey insanlar! Şems’in sükûnuna, Arz’ın hareketine (*) ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız.” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevketmiş olurdu. Çünki hiss-i zâhirîye muhaliftir. Maahaza on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te’lif değildir.

 

S: Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’lûf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi, müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lûufturlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?

 

C: Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle hiss-i zâhirî taalluk etmemiştir ki, o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyle ise, onlara itikad ve onlar ile itmi’nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve

 

Haşiye: (*): Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir:

 

Şems’in yerinde mevlevî-vâri yaptığı semavî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlid etmek içindir. Kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek Şems’in mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa, yıldızlar düşerler.

 

Said Nursî

 

Muhterem müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor:

 

Evet güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri;

 

Eğer sükûnuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları.

 

Mütercim

 

 

 

sh: » (İ: 118)

 

imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi mes’elelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur’an-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’iyla, hakikatlara işaretler yapmıştır. (Haşiye)

 

Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kerre كَلِّمِالنَّاسَعَلَىقَدَرِعُقُولِهِمْ olan meşhur düstûru nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telâhuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki; Kur’an-ı Kerim’in o gibi mes’elelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i’cazını da isbata aşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin.

 

Kur’anda delâil-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır dedikleri üçüncü şübhelerine cevab: Kur’an-ı Kerim’de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sâni’, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî değildir. Yani Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzât keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve kudretin hilkat mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni’ ve Nazzam-ı Hakikî’ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san’at, kasd, nizam kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinâen alâ zâlik mademki Kur’anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malûm olması şarttır ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî malûmatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes’elesi, o hissiyata kasden delalet etmek için değildir.

 

(Haşiye): Mu’cizat-ı Kur’aniye Risale-i Nuriyesi tamamıyla bu hakikatı isbat etmiş.

 

Mütercim

 

 

 

 

 

sh: » (İ: 119)

 

Ancak kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahâza hakikata ehl-i tahkiki îsal için, karine ve emareler vaz’edilmiştir. Meselâ: eğer Kur’an-ı Kerim, makam-ı istidlâlde şöylece demiş olsa idi ki: “Ey insanlar! Güneş’in zâhirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve Arz’ın zâhirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acîbelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk’ın herşeye kadir olduğunu anlayasınız.” deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafî, daha müşkil olurdu. Halbuki delilin müddeadan daha hafî olması, makam-ı istidlâle uymaz. Maahâza onların hissiyatına imale edilen âyetler kinaye kabilinden olup, ifade ettikleri zâhirî manaları sıdk veya kizbe medar olamaz. Evet görmüyor musun قَالَ deki(ا) hiffeti ifade ediyor. Aslı (و) olsun, (ى) olsun, ne olursa olsun bize taallûk etmez.

 

Hülâsa: Madem ki Kur’an, bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuştur, şu şübhe addettikleri umûr-u selâse, Kur’ana nakîse değil, Kur’anın yüksek i’cazına delillerdir. Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı tâlim eden Cenab-ı Hakk’a kasem ederim ki; o Beşîr ve Nezîr’in (A.S.M.) basar ve basireti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir veya insanları kandırarak ağlatalara düşürtmekten, meslek-i âlîleri ganidir, âlîdir, temizdir, tâhirdir. Yedinci Mes’ele: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın izhar ettiği mahsus ve zâhirî ve insanlarca meşhur ve malûm olan hârika ve mu’cizelerinin ekserisi, Tarih ve Siyer kitablarında mezkûrdur ve aynı zamanda, muhakkikîn-i ulema tarafından izah ve beyan edilmişlerdir. Binaenaleyh tafsilâtını o kitablara havale ile yalnız o hârikaların nevi’lerini icmalen izah edeceğiz. Evet Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın zâhirî hârikalarının herbirisi âhâdî olup mütevatir değilse de, o âhâdîlerin heyet-i mecmuası ve çok nevi’leri, mütevatir-i bil’manadır. Yani lâfz ve ibareleri mütevatir değilse de, manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O hârikaların nevi’leri üçtür:

 

Birincisi: “İrhâsat” ile anılmaktadır ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikalardır. Mecusi Milleti’nin taptığı ateşin sönmesi, Sava Denizi’nin sularının çekilmesi, Kisrâ Sarayı’nın yıkılması ve gaibden yapılan tebşirler gibi şeylerdir. Sanki o hazretin (A.S.M.) zamân-ı veladeti, 0hassas ve keramet

 

 

 

sh: » (İ: 120)

 

sahibi imiş gibi o Zât’ın kudum ve gelmesini şu gibi hâdiseler ile tebşiratta bulunmuştur.

 

İkinci Nev’: İhbârât-ı gaybiyedir ki, bilâhare vukua gelecek pek çok garib şeylerden bahsetmiştir. Ezcümle; Kisra ve Kayser’in definelerinin İslâm eline geçmesi, Rumların mağlûb edilmesi, Mekke’nin fethi, Kostantiniye’nin alınması gibi hâdisattan haber vermiştir. Sanki o Zâtın cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekânın kayıdlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir.

 

Üçüncü Nev’: Hissî hârikalardır ki, muaraza zamanlarında kendisinden taleb edilen mu’cizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, Ay’ın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi… Tefsir-i Keşşâf’ın müellifi Zemahşerî’nin dediğine göre, o Hazretin bu nevi’ hârikaları bine baliğ olmuştur. Ve bir kısmı da mütevatir-i bil’manadır. Hattâ Kur’anı inkâr edenlerden bir kısmı, inşikak-ı Kamer manasında tasarruf etmemişlerdir.(*)

 

S- İnşikak-ı Kamer bütün insanlarca kesb-i şöhret etmesi lâzım bir mu’cize iken âlemce o kadar şöhret bulmamıştır. Esbabı nedir?

 

C- Matla’ların ihtilafı ve havanın bulutlu olmasının ihtimali ve o zamanda rasadhanelerin bulunmaması ve vaktin uyku gibi gaflet zamanı

 

_____________________

 

(*) Diyarbakır’da Van Valisi Cevdet Bey’in evinde 19/Şubat/1330 tarihinde Cuma gecesi bu tefsirin ilk arabî nüshasını tebyiz ederken, şu şekl-i garib, tevafukan vaki olmuştur. Ve o gece vukua gelen Bitlis’in sukutuyla müellif Bediüzzaman’ın esaretine rastgelir. Sanki şu şekl-i garibin, şu mu’cizeler ve hârikalar bahsinde o gece husule gelmesi, müellifin Ruslara esir düştüğüne ve beraberinde bulunan bazı talebelerinin şehid olarak kanlarının dökülmesine hârika bir işarettir.

 

Said’in Küçük Kardeşi, Yirmi Senelik Talebesi Abdülmecid

 

Ve keza bu nakış, başı kesilmiş bir yılanın kuyruğunu müellif Bediüzzaman’a sarmış olduğuna ve müellifin yaralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor.

 

Eski Said’in Ehemmiyetli Talebesi Hamza

 

 

 

sh: » (İ: 121)

 

olması ve inşikakın âni olması gibi esbabdan dolayı, herkesce o vak’anın görünmesi ve ma’lûm olması lâzım gelmez. Maahâza Hicaz matla’ıyla matla’ları bir olan yerlerde, o gece yollarda bulunan kervan ve kafilelerden naklen, inşikakın vukua geldiği hakkında çok rivayetler vardır.

 

Üçüncü nevi mu’cizelerin reisi ve en büyüğü, Kur’an-ı Azîmüşşan’dır ki, yedi vecihle mu’cize olduğuna mezkûr âyetle işaret edilmiştir.

 

Arkadaş! Şu mes’eleleri az çok fehmettin. Şimdi bu âyetin mâkabliyle olan cihet-i irtibatına bakalım:

 

Evet İbn-i Abbas’ın (R.A.) يَا اَيُّهَا النّاسُ اعْبُدُوا âyetindeki “ibadet”i tevhidle tefsir ettiğine nazaran, evvelki âyet isbat-ı tevhid hakkındadır, bu âyet de isbat-ı nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet-i Muhammediye (A.S.M.) ise, tevhidin en büyük bir delilidir. Demek ki bu iki âyet arasında cihet-i irtibat, aralarındaki dâlliyet ve medlûliyet alâkasıdır. Yani biri delil, diğeri medlûldür. Nübüvvetin isbatı, ancak mu’cizeler ile olur. En büyük mu’cizesi ise, Kur’an-ı Kerim’dir. Evet Kur’anın mu’cize olduğu, âlem-i İslâmca kabul ve tasdik edilmiş bir hakikattır. Amma muhakkikîn-i ulema tarafından, Kur’anın vücuh-u i’cazı hakkında ihtilaf vaki olmuştur. Yani i’cazını intac eden cihetler çoktur. Herbir muhakkik, bir ciheti tercih ve ihtiyar etmiştir; aralarında muhalefet, müsademe yoktur. İ’cazın vecihleri:

 

1- Gaibden, istikbalden haber vermesi.

 

2- Âyetlerinde tenakuz, tehalüf, hata bulunmaması.

 

3- Nazm ile nesir arasında, ediblerce gayr-ı malûm bir üslûbu ihtiyar etmesi.

 

4- Okur-yazar olmayan bir Zât’tan sudur etmesi.

 

5- Takat-ı beşeriye fevkinde ulûm ve hakaiki ihata etmesi gibi pek çok şeylerdir. Lâkin i’cazının en yüksek vechi, nazmındaki belâgattan doğmuştur. Evet Kur’anın bu nevi i’cazı, beşerin takatinden hariç bir derecededir. Bu hakikatı tafsilen anlayıp kanaat hasıl etmek isteyen, bu tefsiri ve emsali eserleri ve “Yirmibeşinci Söz”ü zeyilleriyle beraber mütalaa etsin. Fakat icmalî bir malûmatı elde etmek isteyenler de, belâgatın imamları bulunan Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkakî, Câhız’ın bu kısım i’caz hakkında -üç tarîk ile- beyan ettikleri malûmattan, mikdar-ı kâfi malûmat elde edebilir.

HATİCE BAŞKAN

“Mevlid, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğumu”

 

Mevlid, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğumuna, doğum yeri ve zamanına, Peygamber Efendimiz’in doğumu münasebetiyle yapılan mera­simlere verilen isimdir. Aynı şekilde yine Peygamber Efendimiz’in doğumunu anlatan manzum veya nesir eserlere de mevlid denir. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz’in doğumuna ve bununla ilgili yapılan faaliyetlere “mevlid”, doğ­duğu aya “mevlid ayı” doğduğu geceye de “mevlid gecesi” denmiştir. Aslı “mevlid” olan bu kelime dilimizde “mevlüd” şeklinde de kullanılmıştır.

 

“Mevlid gecesi”ne, yani Peygamber Efendimiz’in dünyaya geldiği geceye, “Kadir gecesi, Mirâc gecesi, arefe gecesi, cuma gecesi” gibi mübarek gün ve geceler içerisinde ayrı bir önem atfedilmiştir. Hattâ Kadir gecesinden dahi üstün bir gece olarak kabul edenler vardır.

 

Peygamber Efendimiz’in doğum günü konusu, her şeyden önce Peygamber Efendimiz’in kendisinin bazı ifadelerinde, yani hadîs­lerde de yer almaktadır. Meselâ, kendisine pazartesi günü oruç tu­tulması konusu sorulunca “Ben o günde doğdum ve Kur’ân bana o günde indirildi.” şeklinde cevap vermiştir. Benzer soruyu Hazreti Ömer sorunca, ona da aynı cevabı vermiştir. Aynı şekilde İbn Abbas’tan, “Peygamber Efendimiz’in pazartesi günü doğduğu, peygamberliğin pazartesi günü geldiği, Mekke’den pazartesi günü hicret ettiği, Medine’ye pazartesi günü girdiği, vefâtına işaret sayılan âyetin pazartesi günü indiği ve pa­zartesi günü vefât ettiği” şeklinde bir hadîs de rivâyet edilmektedir.[1]

 

Peygamber Efendimiz’in doğum tarihi, tarihçilerin ve hadîsçilerin ortak görüşü olarak, “Fil Vakası” diye bilinen Ebrehe’nin Kâbe’yi yık­maya teşebbüs ettiği yılda, Ebrehe’nin Mekke’ye gelişinden elli gün önce; Kisrâ’nın saltanatının kırkıncı yılında; İran Kıralı Enûşirvân’ın saltanatının 42. yılında; Rebiülevvel ayının 12’si, Pazartesi günüdür. Bunun için daha ilk dönemlerden itibaren, “12 Rebiülevvel Pazartesi günü” her yıl düzenli olarak Peygamber Efendimiz’in doğum yıl dönümü olarak kutlana gelmiştir.

 

İlk önce şunu belirtmek gerekir ki, Peygamber Efendimiz döneminde, aynı şekilde Hulefâ-i Râşidîn ve Emevîler döneminde Peygamber Efendimiz’in doğumuyla ilgili olarak me­râsim niteliğinde herhangi bir faaliyet söz konusu değildir. Fakat Peygamber Efendimiz’in “doğum gününün” daha sahabî döneminde dillerde dolaştığı, buna dayalı olarak birtakım işlerin yapılmak istendiği düşüncesine rastlanmaktadır. Meselâ, takvim belirleme için yapılan müzakerelerde belirlenecek takvi­min Peygamber Efendimiz’in “doğum günü” ile başlatılmak istenmesi, “doğum günü” kavramının toplumun hafızasında nasıl yer ettiğini gösteren ve bunun bir önemi olduğunu ispatlayan ehemmiyetli bir husustur. Bunun için Mevlidin izleri Hazreti Ömer dönemine kadar dayandırılmaktadır.

 

Yine Hazreti Ömer dönemine ait olarak nakledilen şu bilgi oldukça önemlidir: Hızla artan Müslüman nüfu­sun ve özellikle çocukların eğitimi için okullar yapılmış, resmî öğret­menler atanmış ve Suriye’nin fethiyle birlikte haftanın her günü eğitim yapılmaya başlanmıştı. Şam’dan Medine’ye dönen Hazreti Ömer, aralarında eğitim gören çocukların da bulunduğu bir topluluk tarafından karşılanmıştı. Bu gün çarşambaydı. Hazreti Ömer, kendisini karşılayanlar arasında çocukları da görünce, karşılama günü olan o günü, yani çarşamba günü ile birlikte perşembe ve cuma gününü de tatil ilân etmişti. Ayrıca çocuklar için her yıl, Kurban Bayramında dört gün ve “mevlid gecesi” dolayısıyla da bir hafta tatil günü belirlemiş ve bunu devam ettirenlere hayır duada, kaldıranlara da bedduada bulunmuştur. Bu gelenek son asırlara kadar devam etmiştir.[2] Bu hususu destekleyecek, başka bilgiler de bulunmaktadır. Meselâ: Ebû Abdillâh Muhammed el-Lahmî es-Sebtî (öl.633/1236) adında Endülüslü bir tarihçi mevlidle ilgili bilgi verirken bahsi geçen tatil konusuna da değinmektedir. Mevlid faaliyetlerine karşı çıkan hocasına şöyle cevap vermektedir: “…Bu büyük günde, mevlid gününde, çocukların cami ve mekteplerdeki eğitimlerinin tatil edilmesini inkâr etmekte ve başka yerlerde insanların bu tatili yapmadıklarını sanmaktadır…”[3] Ebu Abdillah Muhammed es-Sebtî bu sözleriyle, Endülüs’te yapılan bu faaliyetlerin, Hicaz bölgesini kastederek Endülüs dışındaki ülkelerde de yapıldığını ve bu münasebetle mekteplerin tatil edildiğini hocasına hatırlatmak istemiştir. Ayrıca Hacca gidenlerin ve güvenilir seyyâhların Mekke’deki kutlamaları nakletmelerini de kendi görüşleri için delil göstermektedir. Zira Hazreti Ömer’e dayandırılan ve bu dönemlerde Endülüs’te uygulanan mekteplerin tatil edilmesi konusunun Mekke ve Medine’de uy­gulandığını belirten başka kaynaklar da bulunmaktadır.

 

Mevlid gününün sevinç günü olduğu gerekçesiyle II./VIII. asırda özellikle Bağdat yöresinde bazı tasavvuf erbabının Ramazan ve Kurban Bayramında olduğu gibi mevlid gü­nünde de oruç tutmadıkları nakledilir. Yani mevlid günü bir bayram olarak kabul edilmiştir.

 

Bunların dışında, günümüzdeki anlamda mevlid merâsimlerini ilk başlatanın kim olduğu, ne zaman, nerede ve nasıl başla­dığı konusunda fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak, III./IX. yüz yıldan itibaren İslâm dünyasına yayıldığı, resmî kutlamalar hâlinde her yıl düzenli olarak yapılan bu merasimlerin, Irak, Hicaz bölgesi, Yemen, Horasan (İran), Hindistan, Mısır, Mağrib (Fas, Tunus, Cezayir) ve Endülüs gibi Müslümanların yaşadığı hemen hemen her bölgeyi kapsayacak kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığı anlaşılmaktadır.

 

Bu kutlamalar içerisinde Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere’nin ayrı bir yeri olmuştur. Zira Peygamber Efendimiz’in doğduğu ev (mevlidü’n-nebî) yapılan merâsimlerin başlangıç noktası ve merkezi hâlinde idi. Mekke’de “Mevlid Sokağı” olarak bilinen sokakta bulunan ve Haccâc ibn-i Yûsuf tarafından el-Beyzâ diye isimlendirilmiş olan bu ev, daha sonra Hârun-i Reşîd’in annesi el-Hayzurân tarafından mescide dönüştürülmüştür. Bu mescit mevlid günü ziyarete açılır, mevlid geceleri burada vaaz ve nasihat verilirdi. Ünlü ilim adamlarından Alî el-Kârî Mekke’deki bu törenlere bizzat katıldı­ğını ve mevlid mahallini ziyaret ettiğini belirtir.[4] Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimiz’in Ravzasının önünde, mevlidlerin okunduğu da aktarılan rivâyetler arasında yer almaktadır.

 

Mevlid kutlamalarının en meşhuru Erbil kutlamalarıdır. Bu kutlamalar mevlid kutlamalarını düzenleyen ilk sultan, “Arap ve acemin mevlid ziyafetini yapan ilk sultan” olarak meşhur olan Erbil atabeyi Muzafferüddîn Gökbörü (öl.630/1232) tarafından ilk defa resmî hâle getirilmiştir. Önce başşehir Erbil, daha sonraları Musul’da da yapılmış olan bu kutlamalar ol­dukça görkemli bir şekilde düzenlenirdi. Bu kutlamalara uzak yakın her bölgeden fakihler, sûfiler, vâizler, kırâat âlimleri, edip ve şâirler katılırdı. Halk ve devlet adamlarının da katıldığı bu topluluğa ziyafet verilir ve özellikle yoksul halka büyük yar­dımlarda bulunulurdu. Bu arada vaizler veya hatipler konuşma yapar, askerler de gösteriler düzenlerlerdi. 12 gün süren bu faaliyetlerle halkın gönlünü kazanan Muzafferüddîn Gökbörü, aynı zamanda pek çok ilim adamının, yazar ve şairin teveccühünü kazanmıştır.

 

Endülüs’te Sebte ve Gırnata’da; Cezayir’de Tilimsan’da Zeytûniyye Câmii’nde düzenlenen mevlid merâsimleri pek meşhurdur. Özellikle Endülüs’teki kutlamalar aynı zamanda bir edebî yarışa dönüşmüştür. Mevlid için söylenen şiir veya kasideler ertesi yıl bir daha söylenmez ve birinci seçilen şiir veya kasidelere büyük ödüller verilirdi.

 

Mevlid kutlamalarının en fazla yaygınlaştığı bölgelerden biri de Mısır’dır. Burada Şia Mezhebi’ni benimsemiş olan Fâtımîlerin hâkimiyet sürmesi ve bu kutlamalar arasına Şîa Mezhebi’nin oldukça önem verdiği Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma ve Hazreti Hüseyin’in adına da mevlid törenlerinin ihdas edilmesinin büyük etkisi vardır. Ama mevlid kutlamalarının tamamen Fatımî geleneklerinden doğmuş olduğunu ileri sürmek doğru değildir.

 

Bu kutlamalar, Osmanlı­ Devleti’nde Süleyman Çelebi’nin “Vesîletü’n-necât” adındaki meşhur mevlidi ile kendini göstermektedir. Sultan 3. Murad zamanında resmî kutlama hâline getirilerek Osmanlılardaki teşrifât (protokol) içerisinde “Mevlid Alayı” adıyla yerini almış olan mevlid merâsimleri, Sultan 2. Ahmed döneminde zirveye ulaşmıştır. Osmanlı ilim adamları veya şeyhülislâmlar bağış yapma veya vakıf kurma gibi değişik şekillerde bu faaliyetleri desteklemişlerdir. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin Rebîülevvel ayından Ramazan ayına kadar her hafta dergâhında mevlid okutması ve ziyafet vermesi, Şeyhülislâm Çerkez Halîl Efendi’nin mevlid okunması için büyük miktarda para vakfetmesi, Şeyhülislâm Hoca Sadeddîn Efendi’nin Sultan 3. Murad’ın vefatının yıl dönümü dolayısıyla Ayasofya Camii’nde okutulacak hatim ve mevlide katılması, ayrıca Mekke-i Mükerreme’de mevlid merâsiminde mevlidin okun­duğu kürsüye örtülmek üzere her yıl işlemeli değerli bir örtünün gönderilmesi, Osmanlılar’ın mevlid faaliyetlerine verdiği önemi gösteren en güzel örneklerdir. Mevlid dolayısıyla daha önce temas ettiğimiz tatil olayını Osmanlılar’da da görmekteyiz. Safer-1328/ Mart-1910’da Meclis-i Vükelâ’nın al­dığı bir kararla mevlid günü resmî tatiller arasına alın­mıştır.

 

Mevlidin Maksadı ve İçeriği

 

Müslüman toplumlarda gittikçe gelişen bir faaliyet olarak mevlidin maksadı konusunda önemli değerlendirmeler vardır. Genel kanaate göre mevlid ibadet olmaktan çok, dinî niteliği olan, birtakım iyilik­leri (hayır ve hasenâtı) ihtivâ eden içtimaî bir faaliyettir, yan­lışlara düşmemek kaydıyla bu faaliyetlerin sürdürülmesi toplum açısından faydalıdır. Bu maksada dayalı olarak pek çok hadîsçi, tefsirci, fıkıhçı, kıraat âlimi ve tarihçi bu kutlamaları yerinde ve güzel bir gelenek olarak görmüş ve teşvik etmişlerdir. – Bunlar da aynı şekilde bu kutlamalara sıcak bakmışlar, hattâ bunları teşvik etmişler ve bu faaliyetlere gösterilen tepkilere karşı, bunları savunan veya bu faaliyetleri teşvik eden eserler yazmışlardır. Özellikle İbn Hacer el-Heytemî, “Mevlid, Kur’ân okuma, Peygamber Efendimiz’e salât ve selâm getirme, şiir vs. okuma ve fakirlere iyilik ve ihsanda bulunmaktan ibarettir.” diyerek bu maksadı “yazılı kurallar” hâline getirmeye çalışmıştır. Mevlidi çok önemli bir içtimaî değer olarak değerlendiren İbn Hacer’e göre, bu faaliyetlerin iyi taraflarının ön plâna çıkarılması ve esallallâhu aleyhi ve sellema aykırı hususların da yapılmamasına dikkat edilmesi gerekir. Böyle olduğu takdirde güzel bir şey olur. Bu görüşleri aynen aktaran Celâlüddîn es-Süyûtî bu konuyu hararetli bir şekilde savunmakta ve karşı çıkanlara, kısa fakat kesin ve açık ifadelerle şöyle cevap vermektedir: “Bunlar Peygamber Efendimiz’e olan sevgi ve saygının ifadesi, bir sevinç göste­risi olduğundan yapanın mükâfat alacağı bir yeniliktir, bunlardan fazla bir şey yoktur.” Mevlidin maksadının, Peygamber Efendimiz’e olan sevginin yaygınlaştırılması olduğunu belirten Süyûtî, bu kutlamaları yaygınlaştıran Muzafferuddîn Gökbörü’yü de minnetle anar.

 

Osmanlı mutasavvıf ve ilim adamlarından Abdurrahmân İbn-i Yakûb Çelebi, mevlidin maksat ve muhtevasını daha sistematik bir şekilde izah etmeye çalışmıştır: “Mevlid, konusu itibariyle, Peygamber Efendimiz’in hayatını konu alan siyer (tarih) ilminin bir parçasıdır. Rebîülevvel ayında Müslümanların dünyevî ve uh­revî iyilikler elde etmek maksadıyla toplanıp Kur’ân okuma, salât ve selâm getirme, Peygamber Efendimiz’in üstünlüğünü anlatan şiir vs. okuma; iyi­lik ve ihsanda bulunma, sevinç gösterileri yapma, yemek ve tatlı yedirmeden ibarettir.” Ona göre mevlidin “hükmü” yani esası ve gayesi Peygamber Efendimiz’in doğumu münasebetiyle sevinmek; “rüknü” yani icra şekli ise Kur’ân okuma, Peygamber Efendimiz’e salât ve selâm getirme, Peygamber Efendimiz’in doğuşuyla ilgili şiir ve methiyeler okuma, iyilik ve ihsanda bulunmaktır. Buna göre mevliddeki asıl maksat, Peygamber Efendimiz’in doğumu vesilesiyle sevin­mektir.

 

Endülüs kutlamalarında da aynı maksadı görmekteyiz: “Mevlid gecelerini ihyâ etmemiz gerekir, bu konudaki sözlerimiz ve yaptıklarımız güzeldir; Biz muhtaçları do­yurur, çıplakları giydirir ve bunların ailelerine yardım ederiz.” şeklindeki ifadeler, mevlidin maksadını açıkça belirtmektedir.

 

Osmanlılar dönemindeki pek çok ilim adamı da konuya olumlu açıdan bakmıştır. Edirne müftüsü olarak tanınan Mehmed Fevzi Efendi, mevlid okutmanın güzel bir âdet olduğunu ispat etmeye ve karşı çıkanlara cevap vermeye çalışmıştır. İbn Hacer el-Heytemî, Süyûtî ve İbn Kesîr gibi ileri gelen ilim adamlarının görüş birliği içerisinde bulunmalarını kendisi için önemli bir delil sayarak mevlidin koyu bir savunucusu olmuştur. Ayrıca masraflarını bizzat kendisi karşılayarak Medine-i Münevvere, Kayseri ve Edirne’de mevlid okunmasını sağlamıştır.

 

Arapça veya Farsça yazılmış yüzlerce mevlid yanında, Erzurumlu Mustafa Darîr’den Beyzâde Mustafa Efendi ve Edirne Müftüsü Mehmed Fevzi Efendi’ye kadar, pek çok ilim adamı, şair ve edip tarafından pek çok Türkçe mevlid yazılmıştır. Ancak bunlar içerisinde Süleyman Çe­lebi’nin kaleme aldığı “Vesîletu’n-necât” adlı mevlid diğer diller de dâhil olmak üzere bütün mevlidler içerisinde mühim bir değere sahiptir.

 

Düzenlenen mevlid tören­lerine yasak hususların karıştırılmaması kadar, mevlid olarak okunan metinlerin sıhhati ve kaynağı da önemlidir. Mevlide konu olan bilgilerin kaynağı birinci derecede hadîs külliyatına, siyer kitaplarına ve daha sonra da tefsir kitaplarında aktarılan güvenilir rivayetlere dayanmalıdır. Zira mevlidde yanlış ve mesnetsiz bilgileri aktaranlar veya bunları mevlid olarak takdim edenler şiddetli bir şekilde eleştirilmişler, hattâ “yalancı, uydurmacı” diye vasıflandırılmışlardır. Peygamber Efendimiz, daha doğduğu andan itibaren övülmeye başlanmıştır: “Bana bu güzel ve zarif çocuğu veren Allah’a hamd olsun!” diyen dedesi Abdulmuttalib’in, ve “Sen doğunca dünya ışığa büründü ve Sen’in nûrunla ufuklar aydınlandı.” diyen amcası Hazreti Abbas’ın deyişleri bunlardan sadece birkaçıdır.

 

İslâmiyet’in gelişinden sonra ise pek çok Sahâbî şâir O’nu övme için yarışmışlardır. Bu methiyelerin bir kısmında Peygamber Efendimiz’in doğumu, kasidenin bir kısmı, parçası olarak dile getirilir, yani bununla sınırlıdır. Ancak zamanla Peygamber Efendimiz’in nûrunun yaratılışıyla başlayıp vefâtıyla son bulan mevlid konusuna, fizikî ve ahlâkî özelliklerini tasvir eden “şemâil” konuları da dahil edilmiştir. Safiyyuddîn el-Hıllî’nin “Sen’in doğumun hürmetine ateşler söndü ve sevinçten saraylar çöktü.” diyerek başladığı veya ünlü mutasavvıf şair Busîrî’nin Kasîde-i Bur’e adlı ünlü kasidesinde dile getirdiği gibi pek çok şair, Peygamber Efendimiz’in doğumunu ve doğumu anındaki harikulâde olayları büyük bir ustalıkla anlatmaya çalışmışlardır.

 

Mevlide genelde “Daha levh-i mahfûz ve kalem yok iken ve gökyüzü daha yükseltilmemiş iken O, vardı.” veya “Muhammed’in nûru, yıldızların burçlarında dolaştığı gibi, annesinden zuhur edinceye kadar, tertemiz, yüce ve şeref sahibi kişilerde dolaşmaya devam etti.” şeklinde Peygamber Efendimiz’in “nûru”nun dile getirildiği bir girizgâhla başlanır. Güneşe, dolunaya veya yıldızlara benzetilen bu “nûr” karanlıkları ve cehaleti yok eden, bütün kâinatı aydınlatan bir sembol olmuştur. “O öyle bir Habîb’dir ki, güneş, ay ve yıldızların nûru O’nun nûrundan yaratılmıştır.” ve “Şüphesiz Peygamber Efendimiz kendisiyle aydınlığa ulaşılan bir nûrdur.” “Hidâ­yet sabahı” doğan ve bütün kâinatı kuşatan bu “nûr” ile yeni bir zaman başlamıştır. Peygamber Efendimiz’in doğuşu, güneşin doğuşuna veya sabahın o ilk parlaklığına, yüzü dolunaya veya güneşe benzetilerek bununla aynı zamanda İslâmiyet’in doğuşuna işaret edilmiştir.

 

Hazreti Âmine’nin hâmile iken, hamileliğinin her ayında bir peygamberin “Çocuğunun ismini Muhammed koy!” şeklindeki telkin ve müjdelere; meleklerin sevincine şahit olması gibi hususlar özenle işlenen konular arasında yer almaktadır. Aynı şekilde doğumun gerçekleştiği esnada (vilâdet kısmında) anlatılan bilgilerin tamamı Hazreti Âmine’nin doğum esnasında gördüğü rüyaya dayanır. Peygamber Efendimiz “… Ben, babam İbrâhim’in duası, İsâ’nın müjdesi ve annem Âmine’nin gördüğü rüyâ (üzere)yim.”[5] sözüyle de buna işaret etmiştir.

 

Peygamber Efendimiz, “İlkbahar” anlamına gelen “Rebîülevvel” ayında doğduğundan Rebîülevvel kelimesi de ayrı bir önem kazanmıştır. Ay ve mevsim için kullanılan bu ad, aynı zamanda Peygamber Efendimiz için de kullanılmıştır. “Üç ilkbahar”ın bir araya gelmesiyle, yani ilkbahar mevsiminde, ilkbahar ayında “İlkbahar”ın doğumuyla bütün güzelliklerin ve iyiliklerin buluştuğu ve bununla bütün kâinatın sevince büründüğü dile getirilir:

 

“Rebîülevvel ayında ve bahar mevsiminde kalbler için bahar olan (O) Zât doğdu,

O bir bahardır! Hem de nasıl bir bahar!

 

Güzel kokusu burcu burcu yayılır; insanlar arasında yürüyen bir bahar!

Sayesinde umut çınarlarının yeşerdiği bir bahar;

 

(Âhirette) eli küçükler (güçsüzler) için şefaatçi olan bir bahar!

Cömert toprakların fışkırmaya başladığı bir bahar;

 

Semanın bereket yağdırdığı bir bahar,

İşte O’nun ismi Hâmid, Ahmed, Mustafa;

 

O, Hamîd (övülmüş), (şanı) yüce, yücelerin yücesi olandır.”

 

Bir başka yerde:

“O gecede bütün insanlığı sevinç kapladı ve o gecede cennetin sarayları süslendi,

Bu bize sevinç getiren ilkbahardır; o, güzellikte bütün zamanlardan üstündür,

Zira onda, kendisinden yardım istenen ve Azîz olan Allah’ın Rasûlü Mustafâ’nın doğumu vardır.”[6]

 

Mevlidlerde, Peygamber Efendimiz’in doğumuyla bütün kâinatın sevindiği, meleklerin bu sevinci doğuya, batıya ve bir de Kâbe’nin üzerine diktikleri sancaklarla bütün kâinata ilân etttikleri dile getirilir. Bu arada fizikî güzelliği, ahlâkı, güzel konuşması, vefâkâr, kalben ve ruhen temiz, sabırlı, eziyetlere karşı son derece dayanıklı, Allah katında en yüce makama sahip oluşu, halk arasında “Emîn” birisi olarak tanınması ve sevilmesi, soyunun üstünlüğü, sırasıyla işlenen önemli konular arasında yer almaktadır.

 

Özellikle ilk dönemlerde ferdî okunan mevlidlerin daha sonraları mevlidhanlar tarafından topluluğun/halkın huzurunda âhenkli bir şekilde (nağmeli) okunduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla mevlidin okunuş şekli için de belirli usüller konmuştur. Mevlid merasimlerine Kur’ân okunarak başlanması usül hâline gelmiştir. İlk önce Kur’ân-ı Kerîm’den

 

اَوَلاَ يَرَوْنَ اَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ فِى كُلِّ عَامٍ مَرَّةً اَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لاَ يَتُوبُونَ وَلاَ هُمْ يَذَّكَّرُونَ * وَاِذَا مَا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ نَظَرَ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ هَلْ يَرٰیكُمْ مِنْ اَحَدٍ ثُمَّ انْصَرَفُوا صَرَفَ اللّٰهُ قُلُوبَهُمْ بِاَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَ يَفْقَهُونَ * لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَريِصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنيِنَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ * فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظيِمِ *

 

“Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl bir veya iki kere belâya çarptırılıp imtihan ediliyorlar. Sonra ne tövbe ederler, ne de ibret alırlar; Bir sûre indirildi mi, “Sizi bir kimse görüyor mu?” diye birbirlerine göz ederler, sonra da sıvışıp giderler. Anlamayan bir toplum olmalarından dolayı, Allah onların kalblerini çevirmiştir; Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir; Eğer yüz çevirirlerse, de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın sahibidir.”[7] âyetleri okunarak başlanır. Daha sonra diğer bölümlere geçilir. Peygamber Efendimiz’in soyu ve nesebi, yaratılışı, soyu ve soyunun üstünlüğü; babası Abdullah ile annesi Âmine’nin evliliği ve bu konuda cereyan eden bazı olaylar; Hazreti Âmine’nin hâmilelik dönemi, annesinin gayptan duyduğu sesler, aldığı müjdeler ve gördüğü rüyâlar ve son kısımda doğum hâdisesi (vilâdet) ve bu esnada meydana gelen olaylar, süt anneye verilişi dile getirilir. Mevlid kısa bir duâ ile son bulur.

 

Mevlidin en önemli hususlarından biri “ayağa kalkma” olayıdır. Mevlidin velâdet kısmı okunduğu esnada Peygamber Efendimiz’in dünyaya geliş ânını sembolize eden ve Süleyman Çelebi’nin “Doğdu ol saatte O Şah-ı Rüsül” şeklinde ifade ettiği sözler okunur okunmaz tazim için ayağa kalkılır. Bu ayağa kalkma işini ilk defa VIII./XIV. asırda Takıyyüddîn es-Sübkî adında mutasavvıf ve dindar bir ilim adamının başlattığı nakledilir. İleri gelen ilim adamlarının da bulunduğu Emeviye Camii’nde okunan mevlid esnasında mevlidhân, bir şâirin:

 

“En güzel yazı yazan eller, altın harflerle Muhammed Mustafa’ya methiye yazsa azdır,

İleri gelen kişiler, O’nun adını duyduklarında saflar hâlinde ve topluca ayağa kalksa azdır.”

mealindeki beyitleri okununca Takiyyüddîn es-Sübkî hemen ayağa kalkmış ve diğer dinleyiciler de ona uyarak hemen ayağa kalkmışlardır. Bundan sonra gelenek hâline gelen bu husus, böylece devam ettirilmiştir.

Mevlid oldukça sade ve anlaşılır bir şekilde, halkın anlayacağı bir üslûpta yazılmıştır. Bununla birlikte dinleyici için cazip olan hoş karşılanan üslûp ve sanat özelliğini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Meselâ Peygamber Efendimiz’in dünyaya gelişini, şu güzel ifadelerle bütün kâinata ilân etme gibi bir sesleniş vardır:

“Bu, kalbimi sevgisiyle doldurandır,

 

Bu, (sevgisinden dolayı) gözlerimin uyumadığı kişidir,

Bu gözleri sürmeli, Bu Mustafa’dır;

 

Bu, yüzü güzel, Bu biricik olandır,

Bu, nitelikleri üstün, Bu Murteza’dır,

 

Bu Habîbullah’tır, Bu Efendimiz’dir.”

 

Sonuç olarak, Peygamber Efendimiz’in doğum günü için özel bir kavram hâline gelen “mevlid” başlangıcından kısa bir süre sonra resmî kut­lama hâlini almış ve İslâmî geleneğe uygun muhtevası ve sınırları belli sosyal bir faaliyet olarak sürmüştür. Bu kutlamalar aynı zamanda ilmî ve edebî faali­yetleri de beraberinde getirmiştir.

Hatice Başkan

Dipnotlar

 

[1] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Sahihu Müslim, II, 819; Müsnedu Ahmed, V, 297; Sünenü’l-Beyhakî, IV, 300.

[2] Abdu’l-Hay el-Kettânî, et-Terâtîbu’l-idâriyye (Nizâmu’l-hüûmeti’n-nebeviyye), Beyrut, tsz. (2. Baskı), II, 200.

[3] Ebu Abdillah Muhammed, ed-Durru’l-munazzam fî mevlidi Nebiyyi’l-muazzam, vrk. 12/a.

[4] Alî el-Kârî, el-Mevridu’r-revî fî mevlidi’n-Nrbî, vrk.3/a.

[5] el-Müstedrek ala’s-sahîhayn, II, 453.

[6] Afîf b. Nûr Celâl, Mevlidu’n-Nebî, vrk. 173/a.

[7] Tevbe Sûresi, 126-129.

Sünnet-i Seniyye -Manevî yaralara devadır

Sünnet-i Seniyye -Manevî yaralara devadır

Mesâil-i şeriat ile Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimâiyede gayet nâfi birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risâlelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum.

 

Sekizinci Nükte: “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter” (Tevbe Sûresi, 9:129.) âyetinden evvelki olan “Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki… (ilâ ahir)” (Tevbe Sûresi, 9:128.) âyeti, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra, şu “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa…” âyetiyle der ki:

 

“Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınız için, kemâl-i şefkatle, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re’fetini itham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.

 

“Ve ey şefkatli Resûl ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme. Semâvat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, Arş-ı Azîm-i Muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl sana kâfîdir. Hakikî mutî taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir.”

 

Evet, Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risâle-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (asm) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risâle, o hikmetleri bitiremeyecek.

 

Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübâtım var ki, mesâil-i şeriatla Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimaiyede gayet nâfi birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risâlelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüt edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.

 

İşte böyle bir zâtın Sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibâa çalışmak ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

Lem’alar, 11. Lem’a, s. 183

Ona (Hz. Muhammed’e) inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.”

A’raf/157.

“Madem Resûl–i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Hâtemü’l–enbiyâdır (peygamberlerin sonuncusudur) ve umum nev–i beşer (insanlık) namına muhatab–ı ilâhîdir (ilâhî vahye muhataptır). Elbette nev–i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarûridir.”

 

“…Ne zaman Sünnet–i Seniyye’ye ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet (hafiflik) buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, ‘Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır’ diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyorduk tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet acizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı (karanlık). Ne vakit Sünnet’e yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat (baskı) kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.”

Hatice Başkan

Namazda Diziliş Namazla Diriliş

Namazda Diziliş Namazla Diriliş

Günümüzde yakînen müşahede ettiğimiz ve ehl-i vicdan sahibi herkesi derûnundan yaralayan İslâm coğrafyasındaki dağınıklık, perişâniyet ve zâlim kılıçlar altında inim inim inleme ve bu zulme karşı tek bir ses hâlinde cevap verememe bütün müminlerin yüreğini dağlamakta.

 

“Neden bu haldeyiz, niye kimse ses çıkar(a)mıyor, elimizden ne gelir, bu zulüm ne zaman bitecek…” gibi peş peşe sıralanan sorular, her ne kadar bir yürek yangının tezahürü olsa da aslına bakılırsa (ya da nefsimize mi bakılırsa demeli) bizim kendi içimizdeki, âlem-i İslâm olarak, gönül birliğini sağlayamayışımızda geldiğimiz noktanın da bir göstergesi.

 

Ben nerede yanlış yaptım?

 

Bizim en büyük hatamız, dîni yaşamada gerekli hassasiyeti gösterememek.

 

İslâm’ı tam anlamıyla Kur’an’dan, Efendimizin sünnetinden, O’nun sav “Gökteki yıldızlar gibidir.” dediği ashabından, tâbiînden, tebe-i tabiînden, evliyâdan, asfiyâdan ve dahi bütün Hakk dostlarından öğrenip imanımızı hakikata dönüştürmek yerine, taklitte takılıp kalmak…

 

İbâdetlerimizi âdetlerden öteye taşıyamamak..

 

Ve belki de en büyüğü, İlây-ı Kelimetullah’ı kendi vazifemiz olarak görememek…işi hep başkalarına bırakmak…

 

Dinimizin direği: Namaz

 

“Kıyâmet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk çıkarsa hüsrana düştü demektir.” (Tirmizî, Salat 305).

 

Ahiretteki önem derecesi bu kadar büyük olan namazın tohumları dünyada atılmakta. Bu küllî ibâdeti tam anlamıyla yerine getiremediğimiz takdirde bizi sıkıntılı anların beklediğini söylemek yanlış olmaz.

 

İslâm tek başına yaşanan bir din değildir. Özellikle namaz gibi bir ibâdetin cemaatle gerçekleştirilmesi gerektiği Efendimiz sav tarafından önemle vurgulanmıştır: “Çok defa içime geliyor ki, birisi namaz için kamet okusun, cemaat namaza dursun, ben de gideyim cemaate gelmeyenlerin evini yakayım.”

 

Bu hadis-i şerîfin gereğini yerine getiremeyen bizler, bugün yeterince ihtilâfa düşmüş vaziyetteyiz. Bu sebeple, ayrılık ve anlaşmazlıklar içindeki ümmet-i Muhammed; “Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı takva sahibi olun. Umulur ki, böylece siz rahmet olunursunuz.” (Hucurat, 10) ayetini de anlayacak kıvamda değiller.

 

Mâdem Rabbimiz, mü’minler olarak bizlere dil, ırk, bölge farklılığı olmaksızın “kardeşsiniz” diyor ve “kardeşlerinizin arasını düzeltin” diye de emrediyor, o halde Türkiye olarak Mısır, Suriye, Filistin, Doğu Türkistan, Arakan, Myanmar gibi dünyanın çok değişik coğrafyalarında zulme uğrayan kardeşlerimizi düşünmek de boynumuzun borcudur.

 

Namazda Birlik Dünyada Birlik

 

Bizler daha cemaatle namaz kılmayı beceremezken, namazda dirlik ve düzeni sağlayamazken, dünyaya düzen getirmeyi nasıl iddia edebiliriz…

 

Namazda saf düzeni sağlamanın dünyada düzen sağlamayla ne alakası mı var dediniz?

 

Cevap Efendimizden:

 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem, ashabının gerilerde saf tutmaya çalıştığını gördü; bunun üzerine onlara:

 

“Öne doğru gelin ve bana uyun! Sizden sonrakiler de size uysunlar.

 

BİR TOPLULUK DEVAMLI SÛRETTE GERİLERSE, ALLAH DA ONLARI GERİ BIRAKIR!” (Müslim, Salât 130)

 

Çoğumuz bu muhteşem tespitle dolu hadis-i şerîfi yeni duyduk değil mi? Şimdi bu hadisi alın ve farz namazlara durmaya çalıştığınız anlarda gönlünüzün yanı başına koyun.

 

Saf Düzeni

 

“Saflarınızı düz tutunuz. Zira safların düz olması namazın tamam olmasını sağlayan hususlardan biridir.” (Buhârî, Ezân 74)

 

“İnsanlar ezan okumanın ve namazda ilk safta bulunmanın sevabını bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur’a çekmek zorunda kalsalardı, mutlaka kur’a çekerlerdi. Şüphesiz ilk safta namaz kılanlara Allah rahmet, melekler de dua eder.” (Buhârî, Ezân 9, 32)

 

Enes radıyallahu anh şöyle dedi: Bir defasında namaz kılmak için kamet getirilmişti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize yüzünü döndü:

 

“Saflarınızı dümdüz tutunuz ve birbirinize sımsıkı yapıştırınız. Zira ben sizi arkamdan da görüyorum.” buyurdu. Her birimiz de omzunu arkadaşının omzuna, ayağını arkadaşının ayağına yapıştırırdı.”(Buhârî, Ezân 72,76; Müslim, Salât 125)

 

Safların düzgün olması için çırpınan mü’min, aktif ve aksiyoner bir mü’mindir.

 

Safların düzgün olması için çırpınan mü’min, birlik ve beraberliğin başkenti olan “cemaatle namaz”la dünyaya düzen getirmek için çabalayan bir mü’mindir.

 

Safların düzgün olması için çırpınan mü’min, bâtınında yaşadığı İslâm medeniyet düzenini zâhirine de yansıtmaya çalışan bir mü’mindir.

 

Efendimizin Saf Düzenini Sağlaması

 

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem okları düzeltir gibi saflarımızı düzeltirdi. Bizim buna alıştığımızı görünceye kadar böyle yapmaya devam etti. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Saflarınızı düz tutunuz. Omuzları bir hizaya getiriniz. Aralıkları kapayınız. Saf düzeni için elinizden tutup çeken kardeşlerinize yumuşak davranınız. Şeytanın girebileceği boşluklar bırakmayınız. Allah, safları bitişik tutanların gönlünü hoş eder. Safları bitişik tutmayanlara Allah nimetlerini lütfetmez. Önce ilk safı tamamlayınız; sonra arkadaki safları doldurunuz. Şayet saflarda eksik kalacaksa, son safta kalsın.” (Ebû Dâvûd, Salât 93, 98)

 

Bu hadis-i şerifte, İnsanlığın İftahar Tablosu Efendimizin sav emir ve tavsiyelerine göre saf düzeni sağlamak gönül hoşluğuyla, aksi ise gönüllerde dağınıklıkla ve nimetlere kavuşamamayla neticelenmektedir.

 

Başka bir beyanlarında: “Namazda safları doğrultun (dümdüz yapın). Çünkü saffı düzgün yapmak, namazın güzelliğindendir” (Müslim, Salât, 126) buyurmuşlardır.

 

İslam dini; insanın iç dünyasındaki düzen ve ahengi dış dünyasına da yansıtmayı hedeflemiştir. Ümmet ve ümmetin küçük birimi cemaatte safların düzgün ve tertipli olması doğruluğun, dürüstlüğün, hedef ve gaye birliğinin alameti sayılır. (Saf: 61/4)’te belirtildiği üzere Allah bu tip nitelikleri sever. Eğrilik, bölünmüşlük, parçalanmışlık, dağınıklık arzu ve emellerden meydana gelen gayesizliği de sevmez. “Safların düzenli olmayışı ruh, düşünce ve niyetlerin de düzenli olmadığının bir göstergesidir. Aynı zamanda safların tertip ve düzenine verilen değer Rasûlullah (s.a.v) in estetik ve görüntüye verdiği değeri de bize bildirmiş olur oğlu İbrahim’in vefatında kabir kazıcılarına o delikleri toprakla dolduruverin her ne kadar zararı yoksa da bakan göze zarar verir demesi de bunun bir delilidir. (İbn Sa’d – Tabakat I – 142-143. Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 326.)

 

Saflardaki düzensizliğin, ihtilafın menfi anlamda kalplere ve yüzlere yansıyacağını (Ebû Dâvûd, Salât, 94) açıklayan Rasûl-i Ekrem, bir safta yer varken saffın arkasında namaz kılan bir kimsenin namazının uygun olmayacağını işaret etmiş (İbn Mâce, İkâmet, 54), “istevû, i’tedilû” (Ahmed b. Hanbel, III, 354) (saflarınızı düzeltiniz, saflarınızı dosdoğru yapınız) uyarılarını sürekli tekrarlamıştır. (Dr. Kerim Buladı, Altınoluk Dergisi 2013 – Şubat, Sayı: 324, Sayfa: 046)

 

Bu hadisler ve açıklamalardan hareketle namazlardaki düzensizliğimizin İslâm devletleri saflarında da düzensizliklere, bozulup dağılmalara neden olduğunu/olacağını söylemek, ahkâm kesmek veya önseziden öte bir realitedir.

 

Dünyayı düzeltmek için nereden başlayacağımızı artık biliyor muyuz…

Selam ve Dua İle…

Hatice Başkan

 

”AYNELYAKİN VE HAKKELYAKIN”

”AYNELYAKİN  VE HAKKELYAKIN”

 

“Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı, inşaallah imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir, daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, “Bir pencere bana kâfi geldi, yeter.” diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh, herbir Pencerenin ayrı ayrı faydaları vardır.”(1)

 

Üstad Hazretleri burada da imanın taklitten başlayıp imanın nihayetsiz terakki ve mertebelerinin olduğuna işaret ediyor. İmanın çekirdekten ağaca kadar çok mertebe ve dereceleri vardır. İmanın en ilkel ve basit olanı taklidi imandır. Risale-i Nurlar bu ilkel ve çekirdek mesabesinde olan imanı ağaç ve mükemmel hale getirebilir. Risale-i Nur’da iman ve marifetin hadsiz mertebeleri mevcuttur.

 

İnsanlar anlayış ve idrak noktasından tabakalara ve sınıflara ayrılır. İnsanların eğitim seviyesi, ilmi derecesi, kabiliyet durumu gibi faktörler insanın anlayış ve idrak seviyesini belirler. Bu sebeple insanlar arasında anlayış tabakaları ve seviyeleri oluşmuştur. Bundan dolayı Risale-i Nur deryasından herkes kabına ve dağarcığına göre marifet suyunu alır.

 

Üstad Hazretlerinin şu izahları bize bu hususta bir karine olabilir:

 

“İkinci Cihet: İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki,”Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve burhanlı mârifet-i kudsiyedir.” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.”

 

“Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur.”

 

“Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.”

 

“Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o mârifet-i imaniyenin burhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat, Kur’ân’ın mucizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakaik-i imaniye ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.”

 

“İşte, Risale-i Nur bu cami ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı

 

Kur’ân ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur’ân nuruyla vesile olsun.”

 

“Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.” “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.” Hattâ Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.”

 

“Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.”(2)

 

Özet olarak, aynelyakin ve hakkelyakin makamları Risale-i Nurlarda vardır. Biz bunları yakalamaya gayret etmeliyiz ve nurlarla ekmek, su gibi sürekli meşgul olmalıyız. Bu zamanda başka harici ve kestirme bir yol bilmiyoruz.

HATİCE BAŞKAN

Rasulgülleri.blogcu.com

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, İhtar

(2) bk. Emirdağ Lâhikası-I, (63. Mektup)