Etiket arşivi: hatıra

ismail AMBARLI Ağabeyin dilinden Bayram YÜKSEL Ağabey

Bediüzzaman Hazretleri 23 Mart 1960 tarihinde Urfa’da vefat ettikten kısa bir süre sonra ilin mülkî amiri defin işlemini erkene alır. Cenaze namazı kılındıktan sonra (Şanlıurfa) Ulu Camii’nden Halilürrahman Dergâhı’na eller üstünde getirilip iki kubbeli yere defnedilir.

İlin mülkî amiri defin işi biter bitmez Bediüzzaman’ın talebelerini bir suçlu gibi hemen şehir dışına çıkarır. Bediüzzaman’ın talebelerinden olan Bayram Yüksel, onun kabri başında Yasin okurken polisler ona hemen şehri terk etmesini emreder. Bayram Yüksel polislere “Yasin’i okuyayım hemen giderim” demesine rağmen izin verilmez. Polisler hemen kollarına girip onu götürür. Bayram Yüksel kabirden uzaklaştıkça kalbi bir çalıya takılmış tülbent gibi paramparça olur. Bayram Yüksel her şeye rağmen başını kabre doğru çevirerek, kalan iki sahife Yasin’i okur. Böylece acı ve azap içinde kabirden uzaklaştırılır.

İçine öyle bir sıkıntı dolar ki sanki Bediüzzaman Hazretleri bir meçhule götürülecek ve bir daha Urfa’daki bu kabri ziyaret edemeyeceği hissine kapılır. Bayram Yüksel o keder dolu günleri şöyle anlatır: “O an ruhumun kanadığını hissettim. Bayılmışım. Uzun bir zamandır yemekte yememiştim. Beni karakola getirmişler; kendime gelince oradan iki polisin nezaretinde otobüse bindirdiler, hatta saati gelen otobüsü benim için bekletmişler.”

Bayram Yüksel ne zaman o elim ve feci hatırayı anlatsa gözyaşlarına hâkim olamazdı. Bayram Yüksel için bekletilen yolcu otobüsü onu Adana’da bırakır. Birkaç gün sonra Adana’dan Isparta’ya gider. O günlerde Nur Talebelerine öyle baskılar uygulanır ki hak-hukuk ve insan hakları onlar için rafa kaldırılır. Bayram Yüksel Bediüzzaman Hazretleri’nin hatırasını yaşamak için Isparta’ya gelir. Birkaç gün sonra polis gözetiminde Emirdağ’ına gönderilir.

Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken, talebelerinin Isparta’dan ayrılmaları yasakken şimdi Isparta’da ikamet etmeleri yasaklanır. Bayram Yüksel bir suçlu gibi oradan oraya sürülür. Bir kaç günlüğüne de olsa köyüne gider, ama köyde duramaz ve gizli bir şekilde Ankara’da bir hafta kalır. Ardından dâvet üzerine Nazilli’ye geçer ve üç ay da orada kalır. Karabüklü Mustafa Osman’la mektuplaşır ve Karabük’e gidip oraya yerleşir. Ortaklaşa bir dükkân açarlar.

Zübeyir Gündüzalp ağabey, İstanbul’da Avukat Bekir Berk’in bürosunda, Bekir Berk’e, “Bekir Bey, Bayram kardeş Karabük’e yerleşerek dükkân açmış. Gidip Bayram kardeşle konuşunuz, Ankara’ya yerleşsin ve hizmete Üstadımızın hayatındaki gibi sadâkat ve vefakârlıkla hizmetine devam etsin” der.

Bekir Berk Ankara’ya gider ve Hacı Bayram’da, 27 numaralı evi tutar. Oradan Karabük’e giderek Bayram Yüksel’e, Zübeyir Gündüzalp’ın söylediklerini eksiksiz bir şekilde söyler. Bayram Yüksel çok duygulanır. Bekir Berk, Bayram Yüksel’i Ankara’ya gelmesi için ikna eder ve 1962 yılının sonlarına doğru 27 numaralı eve (Medreseye) yerleşir. Bayram Yüksel Bediüzzaman Hazretleri’nden öğrendiklerini yaşayarak talebelere öğretir ve talebelere Bediüzzaman’ın, “Benim mesleğim sahabe mesleğidir, bunda meşakkat var” sözünü sürekli hatırlatırdı.

Bazı talebeler ona, “Ağabey, bazı kardeşlerimiz Cevşen okumayı çok önemsiyorlar” diye söylediklerinde onlara, “Meczupluğun gereği yok. Ben Üstaddan Cevşen okuyan Risale-i Nur Talebesi olur diye duymadım. Risale-i Nur çok okunmalı. Siz de ehl-i ilimsiniz, tefekkür makamında Risale-i Nur’u okuyabilirsiniz” diye cevap verdi.

Talebelere; Risale-i Nur’a talebe olmanın şartı, Risale-i Nurlar’a hizmetle meşgul olmaktır derdi. Her talebe Risale-i Nur derslerini sanki “ilk defa dinliyormuş gibi” dikkatle dinlemeli. Pantolonu ve ceketini sürekli ütülü tutardı. Özellikle bir yere seyahate gittiğinde, en güzel ve yeni elbiselerini giyerdi. Ayrıca gençlerin hal ve hareketlerinde dengeli, beyefendi zarif olmalarını isterdi.

Medrese temizliğine çok dikkat ederdi.

Bayram Yüksel, bir dershane (medrese) ziyaretine gittiğinde önce mutfak, banyo ve tuvalet gibi yerlere baktıktan sonra vakıf odasının tertip ve düzenini önemserdi. Ayrıca talebelerin evlerini ziyaret eder, sıkıntılı ailelerin dertlerine çare arardı.

Bayram Yüksel Ağabey talebelerle yaptığı sohbetlerde; Bediüzzaman Hazretleri’nin mesleğinden ayrılmayacaklarına dair kendisine nasıl Kur’ân’a el bastırarak yemin ettirdiğini sürekli anlatırdı. Risale-i Nurlar’ın bu günkü noktaya nasıl geldiğini öğrenmek isteyenler Bayram Yüksel’in o günlerde neler yaptığına iyi bakması gerekir.

Kaynak: İsmail Ambarlı’nın hatıraları

www.NurNet.org

Bediüzzaman: O (Hafız Ali r.h.) Risale-i Nur talebelerinin bayraktarı!

Hafız Ali Kimdir? (Müstakil Yazı için tıklayınız)

Risâle-i Nur’la tanışmadan önce üç-dört sene Dinar köylerinde imamlık yaptı. Hafız Ali bir yandan imamlık yaparken, diğer yandan da insanlara Kur’ân okumayı öğretiyordu.

Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde bile onun talebeleri hiçbir zaman eksik olmadı. Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra ise, meşguliyetlerine bir de Risâlelerin yazılması ve dağıtılması eklendi.

Hafız Ali, hayatını vakfettiği Risâle-i Nur’u el yazısıyla yazarak çoğaltan ve bu konuda gayret gösteren kahramanlardan biridir. Bediüzzaman, Eskişehir hapsinden çıkıp Kastamonu’ya sürgün edildikten sonra İslâmköy ve çevresi Nur Talebelerinden bir heyet teşkil etmiş ve durmadan çalışmıştır. Bediüzzaman, Nurların en çok yazılıp çoğaltıldığı yerlerden birisi olan İslâmköy’ünü “Nur fabrikası” olarak vasıflandırmış, Hafız Ali’nin de ihlâs ve hizmetlerinden dolayı o fabrikanın sahibi olduğunu belirtmiştir.

Her nefesi Allah yolunda harcanmış bir ömür 17 Mart 1944 tarihinde Denizli hapsinde şehitlikle tamamlandı. Vefatıyla Bediüzzaman’ı en çok ağlatan isimlerden biri, belki de birincisiydi Hafız Ali. Said Nursî’nin “benim bedelime şehid oldu” dediği Hafız Ali’nin vefatı şöyledir:

1943 yılında Bediüzzaman’ın bulunduğu Denizli hapsine sevk edilenler arasında Hafız Ali de vardır. Bediüzzaman hapiste gizli düşmanları tarafından zehirlendiği sırada Hafız Ali de aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılır ve orada vefat eder. Bunun üzerine Said Nursî “Hafız Ali benim bedelime berzah âlemine seyahat eyledi” demiştir.

****

Hâfız Ali Ergun’un talebesi Hasan Ergünal anlatıyor:

YATSIYI TALEBELERİYLE KILAR FAZLA OYALANMADAN YATARDI

Hocam Hâfız Ali imamdı ve hâfızdı. Gayet güzel Kur’an-ı Kerim okurdu. Zamanında çiftçilik de yapıyormuş. Bizim evimiz burada, onun evi köyün (İslamköy) öbür tarafında idi. Risale-i Nur’a intisaptan sonra devamlı yazardı. Akşam namazından yatsıya kadar dualarını okur… Yatsıyı talebeleriyle kılar ve fazla oyalanmadan yatardı.

TESBİHAT HAFIZ ALİ’NİN EVİNDE HEP BİR AĞIZDAN SESLİ YAPILIRDI

Şafaktan evvel kalkar ve cevşenini okurdu. Sonra talebeleri gelir… Cemaatle kılınan namazdan sonra tesbihat hep bir ağızdan sesli yapılırdı. Kur’an ve dersler okunduktan sonra talebeler dağılırlardı. Hocamız Hâfız Ali Efendi köyümüz İslamköy’de 10–15 kadar çocuk okutuyordu… 4 tane de hâfız çıkardı. Bir kısmımıza da risalelerden yazdırıyordu. İşte o yazanlardan birisi de bizdik. Ben önce külliyatın büyüklerini, sonra da küçüklerini yazdım.

“BUGÜN KABRİSTANA GİTTİM” DEDİ VE BAŞLADI AĞLAYARAK ANLATMAYA…

Sene 1942. Bir gün 29. Söz’ü yazdım, hocamın yanına gittim… Yanına oturttu beni… Baktı baktı dedi:

“Kardeşim! Ben bugün kabristanı ziyarete gittim. Gördüm ki; çoluk çocuk meşgalesiyle, rızık toplamak, kazanmak dolayısıyla, keselerine, torbalarına ahiret azığı olarak bir şey yapamamışlar. Öyle vaveylâ ediyorlardı ki… Ben o acıyı gördüm, dağlara kaçsam unutamayacağım…”

Hocam bunları anlatırken ağlıyordu… Siz insan ölünce kurtuluyor zannetmeyin. Nasıl burası bir âlemse, o kabir de öyle bir âlemdir. Adem ve yokluk yoktur…

HOCAM HÂFIZ ALİ’DE VELÂYET VARDI, EHL-İ KEŞİFTİ…

Hocam Hâfız Ali’de velâyet vardı. Ehl-i keşifti… Çok defa gelip gidenlerin isimlerini söylerdi. Bazen yollarda gecikenlere, “nerede kaldınız?” derdi mübarek. Böyle bir veli zattı Hâfız Ali. Hatta Risalelerde okumuşsunuzdur. Üstad Barla’da iken:“Benim duama âmin diyor, Hâfız Ali burada mı?” diye soruyor.

Bazı zaman mektuplar gelmediği zaman Santral Sabri ağabeyin köyüne (Bedre) doğru: “Yââ İmam! Mektupları göndermezsen indallah mes’ûlsün” diye bağırır ve duyururdu. Kastamonu Lâhikasında, Üstadımızın Hâfız Ali ağabeyin velâyetine iş’ar eden ifadeleri vardır.

HAFIZ ALİ’NİN VELAYETİNE HZ. ÜSTAD İŞARET EDİYOR:

“Hâfız Ali Kardeşim! Bir zaman Barla’da Cuma gecesinde dua ederken, senin âmin sesini iki defa sarihan işittim. Arkama baktım. Dedim: “Hâfız Ali ne vakit gelmiş.” Dediler: “O burada yoktur.” Ben şimdi o vakıadan diyebilirim ki; üç-dört saat mesafeden duama âminini işittirmesi, otuz günlük mesafeden buradaki zaîf davet ve duama kuvvetli ve tesirli bir âmîn hükmünde olan yazıların imdadıma yetişmesi çok manidar bir tevafuktur.” (Kastamonu L. 30)

“…Hâfız Ali’nin bu mektubunu aldığımdan ya altı, ya yedi gün evvel, Karadağ’dan inerken birden diyordum: “Yahu! Ata et, arslana ot atma; arslana et, ata ot ver.” Bu kelimeyi beş-altı defa hoşuma gitmiş tekrar ediyordum. Ya Hâfız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garib tevafukta bir farkımız var. O, öküze ot demiş; ben, ata ot demişim.” (Kastamonu L. 255)

(Denizli Kabristanında medfun Hafız Ali’nin (R.H.) mezar taşındaki yazı:

“Mahkeme-i Kübra-yı haşrî’de, Risale-i Nur talebelerinin bayraktarı, Şehîd-i merhum Hâfız Ali. Rahmetullâh-i Aleyh. Ebeden dâima.” 

Said Nursi

Helal Gıda Hatıraları – 1

“Hatıra” denildiğinde, hatıra gelen; hatırda kalan şey anlaşılır. Günlük hayatımızda ve medyada en çok bahsedildiğine ve yazıldığına rastlanan hatıraların; çocukluk, gençlik, askerlik, öğrencilik,  iş hayatı, gurbet hayatı gibi konularla ilgili oldukları dikkati çeker.

Geçmişte yaşanan şeylerin zihinde kalan izleri, belki de beynimizin ilk teşekkül ettiği andan itibaren beynimizde kaydediliyor ve “hatırlamak” denilen işlemle çağırılıyor. Hafıza ve hatırlamak, üzerinde derinlemesine düşünülmesi ibret alınması gereken çok mühim bir mevzudur. Tıp bilimi şimdiye kadarki gelişmelerine rağmen, görme, işitme, koklama gibi duyu organlarıyla ve hareketlerle ilgili beyindeki çeşitli merkezlerin yerinden bahsederken, hafıza merkezinin beyindeki yerini söyleyebilmiş değildir. Bu bilgi noksanlığını kapatabilmek için de, beyinde “hafıza merkezi” olarak bir yerin belirtilemeyeceği ve beynin tümünün hafıza görevi yaptığı iddiasında bulunabilmektedir.

İnsanın öğrenme ile ilgili tüm faaliyetleri, ancak hafızasına kayıtlarla olabilmekte; hafızaya kayıtların olabilmesi ve o kayıtların çağırılmasıyla ilgili keşfedilmiş bazı hafıza kanunlarının, öğrenme faaliyetinin verimi ve başarıya ulaşabilmesi  için göz önüne alınması gerekmektedir.

Hafızamızın dünya hayatında yaşayabilmemizdeki ehemmiyeti, çeşitli sebeblerle hafızasını kaybetmiş olanların durumu göz önüne alındığında belki çok daha iyi anlaşılabilir. Hafızanın insanın dünya hayatında yaşayabilmesindeki büyük öneminden başka, dünya hayatından sonra âhirette, Haşir’de, Mahkeme-i Kübrâ’da bütün insanların hesabının bir anda görülmesinde de büyük önemi olabileceği düşünülmelidir.

Bugünkü bilgisayarcıların dilindeki “Ana Bellek”e de benzetilebilecek olan “Levh-i Mahfuz”da yer alan, insanın en geç onbeş yaşından itibarenki buluğ çağından itibaren, dünya hayatını terk edinceye kadar akıl ve irade sahibi olarak yaşadığı tüm hayatına ait görüntülü ve sesli kayıtların insanın hafızasındakilerle karşılaştırılmasıyla, Mahkeme-i Kübrâ’nın bir an kadar sürüp sonuçlanmasının çok kolaylıkla olabileceği, dinî kitaplarımızda yazılı bulunmaktadır. Bu sebeble, insan hafızasının dünyadaki büyük öneminden başka, uhrevî bakımdan da büyük önemi olduğunu; onda Allah’ın Adl, Hakem, Hafîz gibi en mühim bazı isimlerinin tecellileri olduğunu ibretle düşünebilmek, tefekkür edebilmek de gerekir.

Çeşitli vesilelerle çok kişi tarafından söylendiği gibi, insan yaşlandıkça, nasılsa yakın geçmişinden daha gerideki geçmişini daha kolay hatırlar hale gelmektedir. Bunun bir hikmeti de, Allah’ın (c.c.) rahmetinin bir tecellisi olarak, yaşı ilerlemiş insanı o zamana kadar yaşamış olduğu ömrünün muhasebesini yapmağa teşvik ve buna imkan tanıması olabilir.

Geçmişini daha iyi hatırlayarak yapmak imkânını bulabileceği bu ömür muhasebesinde insan, geçmişindeki hatalı yaşayışlarını tesbit edebilirse, ömrü henüz bitmeden ve dünya imtihanından çıkmadan, onlardan tevbe etmesi hususunda bu şekilde yapılan ilahî gizli ikazın gereğini belki yapabilir. Fakat insanların çok büyük bir çoğunluğu, bu ikazı hiç anlamaz ve gereğini hiç yapmaz; dünyadaki fanî ömrü bittikten sonra, âhirette kendisine hiçbir faydası olmayacak bir “son pişmanlık haline namzet” olarak, vadesi ve mühleti dolunca, dünyadan âhirete göçüp gider!

“Hâtıra”, baştan geçen olayların kaleme alınmasıyla ortaya çıkan eser şeklindeki bir edebî türe de verilen addır ve bu edebî tür, insanların en fazla okumak istediklerinden biridir. İnsanlar, bilhassa meşhur insanlarla ilgili hâtıraları alâka ile okudukları için, bu tür kitaplar çok yazılır. Fakat insanların lüzumsuz ve faydasız beşerî tecessüs duygularını istismar için hatıra kitabı yazılması da, böyle kitapları okumak da en azından zaman israfıdır ve başka zararları da vardır.

İnsanın hatıralarını okumak merakı duyması gerekenleri, öncelikle kendisine örnek alabileceği ve hakikat rehberliği yapabileceklerden seçmesi, onlarınkini önce okuyup anlamağa çalışması, onun bu mevzuda daha faydalı ve akıllıca  bir seçimi olabilir. Bu ölçüye göre, elbette Peygamberimiz’ in (Sallallahü aleyhi ve sellem) hayatı,  sonra da Peygamberler tarihi ve onların yolundaki maneviyat büyüklerinin hayatı, değer sıralarına göre öncelik taşır.

Hatıra konusu ile ilgili  bu genel bazı değerlendirmelerden sonra, “Helal Gıda Hatıraları”nın bu değerlendirmeler içindeki yerinin ne olabileceği merak konusu olabilir. “Helal Gıda Hatıraları” şimdiye kadar duyulmamış bir hatıra türü olarak garip karşılanabilir; fakat özüne inilecek olsa, belki de önemine rağmen hiç duyulmamış veya duyulmuş olsa bile en az bahsi geçen bir hatıra türü olduğu, bu mevzuun önemini bilenler tarafından kabul edilebilir. Çünkü bu, diğer birçok hatıra türü gibi sadece insanların siyasette, ekonomide, sporda vb. alanlarda meşhur insanların  hayatıyla ilgili tecessüslerini tatminden öteye geçmeyen basit hikayeler nevinden değildir; helal gıda ile yaşanması icap eden hayatın nasıl olması gerektiği ile ilgilidir. Bu türden, kendisi için sonradan pişman olunmayacak hatıralar edinebilmek, böyle hatıralardan kendisi için gereken dersleri alabilmek ve o derslere göre yaşayabilmek, aslında insanın bu dünyadaki yaşayış tarzını doğru seçmesi gibi temel meseleleri içine girecek derecede önem arzeder.

Hepimiz, hafızamızı yoklamalı; şimdiye kadarki hayatımızdan hatırlayabileceğimiz helal gıda arayışımızla ilgili hatıralarımız olup olmadığını araştırmalı; eğer yoksa, bundan dolayı üzülüp intibaha gelmeli ve bundan sonraki yaşayışımıza o intibahla da yön vermeğe çalışmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Yaşanmayan Çocukluk

Toplumumuzda dinimizde ailenin ve çocuğun yerini zannedersem birçok yazılarda, kitaplarda okumuş, yaşadığımız toplum hayatında müşahede etmişsizdir. Tekrar tekrar çocuk eğitimi ve aile önemi hakkında fikrimi aktarma yerine kendi çocukluğumdan yola çıkıp, şimdiki çocukların yasayışını inceledim ve çok büyük uçurumlar fark ettim.

Ben 80’lerin sonu 90’ların başında çocukluk dönemi yaşayanlardanım. O dönemleri yaşayan hiçbir yaşıtımız çocukluğunu iyi geçiremediğinden yakınamaz, en azından birçoğu. Çünkü bizler çocukken misket oynardık sokaklarda 30 arkadaşımızla. Bakkalın önünde filede asılı olan toplardan 10 kişi aramızda kuruşları toplar ve o toptan alır iki taşı kale yapar ve maç yapardık. O renkli plastik toplar bizim için çok değerli idi.

İncir ve dut ağaçlarına tırmanmak ve dallarında oturarak onları atıştırmak bizim için büyük bir zevkti. Açlığımızı hissettiğimiz vakit camdan annemizi çağırır ve sepele sandviç sarkıtmasını isterdik. Hayatımda yediğim en tatlı sandviçlerdir.

Televizyon izlemek çokta önemli değildi bizler için. Çünkü vaktimizi ve enerjimizi okul ders ve sokaklarda oynamakla geçirirdik. Televizyonda, ancak pazar sabahları Susam Sokağı, Tom ve Jerry gibi çizgi filmler izlerdik, bu da iki saati geçmezdi. Bu arada gözümüz hep camda olurdu. Arkadaşlar oyuna başladı ise TV’yi bırakıp tekrar sokağa oynamaya çıkardık. En büyük lüksümüz o meşhur el atarileri idi, hani 4444 tane oyun olurdu içinde.

Bu yaşadığımız devre bakıyorum, yakın çevremi izliyorum Medresemize gelen çocuk ve gençlere bakıyorum ve görüyorum ki ilerideki yaşlarında, ne birbirlerine anlatabilecekleri bir çocukluk anıları, nede enerjilerini atabilecek bir ortamları var.

Yüzde 90 herkesin elinde bir cep telefonu. Evde internet ve oyun makineleri bağımlılığı almış başını gitmiş. Çocuklar kafalarını sanal ve hayal aleminden kaldıramıyorlar. Arkadaş ortamları yok denilebilecek kadar az. Facebook gibi ortamlarda sanal arkadaşlıklar moda olmuş.13 yaşında bir çocuk bana Sigarayı bırakabilmesi için yardımcı olmamı ve fikir vermemi istiyor.

Kız çocuklarımız daha ip atlama yaşında iken yüzlerini makyajlarla çirkinleştiriyorlar.14 yaşındaki bir kız çocuğu makyajla beraber adeta 25 yaşında olgun bir bayana benziyor. Peki ya ruh âlemi, 25 yaşında mı? Yoksa çocukluğu mu yaşamak istiyor?

Ben yeğenlerime çocukluk günlerimde yaşadıklarımı anlattığım zaman hayretlere kapılıyorlar. Sanki ben başka bir dünyada çocukluğumu yaşamışım gibi meraklı ve şaşkın gözler ile dinliyorlar.

Teknoloji ve bilgisayarı kullanmanın dozunu maalesef bilmiyoruz. Orta yolu bulamıyoruz. Bir işe el attığımız zaman ya tamamen ona kendimizi veriyoruz yâda hiç ilgi göstermiyoruz.
Aileler bu konuda çok dikkatli davranmalı.

Bir çocuğa 0 ile 3 yaş arası ne verirseniz onu alır” manasındaki hadisi şerifini unutmayalım.

Çocuklarımız bizi sanal ortamda çok fazla görmelerine izin vermeyelim. Yani kendimiz sanal ortam ile gerektiğinden fazla zaman geçirmeyelim. Onlara kendi çocukluğunuzu anlatıp yaşamaya çalışın. Mesela çıkın misket oynayın, uçurtma uçurun, kitap okutmaya teşvik edin, yaşadıklarınızı çocuğunuza da yaşatın ve bunu zevkle yapın. Göreceksiniz ki çocuğunuz enerjisini dışarıda attıkça aklen ve fikren daha huzurlu ve maneviyata adım atmaya hazır bir hale gelecektir.

Unutmayalım ki yaşanmamış bir çocukluk insanin ileriki hayatında çok derin izler bırakacaktır.

Çocukları sevin, onlara karşı şefkatli olun, onlara verdiğiniz sözü harfiyen yerine getirin; çünkü çocuklar, sizin onlara rızk verdiğinizi sanırlar.” (Hadis i Şerif)

Zübeyir Kılıç
Barla Medresesi Mannheim / Almanya

 

Said Nursi’nin anlattığı hikaye bana ders oldu

Son Şahitler’den Kemal Taner, Bediüzzaman’la olan görüşmesini anlatıyor…

“Hapishaneye yanına görüşmeye gitmiştim. Namazı yeni kılmış, tesbih çekiyordu. Elini öptükten sonra kendilerine dedim ki:

‘Efendim, size birçok keramet gösterir, diyorlar. Halbuki ben sizden herhangi bir harikal hal ve veziyet görmedim. Eğer böyle birşey gösteriyorsanız, bana da gösterin, meselâ şu elinizdeki tesbih kendi kendine yürüsün.’

“Bediüzzaman tebessüm etti. Bana temsilî şu hikâyeyi anlattı:

“Bir adamın çok sevdiği, sevimli, sevgili bir tek oğlu varmış. Adam bu kıymetli yavrusuna, çok değerli bir hediye almak için, kuyumcu dükkânına götürmüş, Çok çeşitli elmas ve mücevherattan hangisini beğenir ve isterse oğluna alacakmış.

“Mücevherat dükkânında, kuyumcu adam, dükkânı süslemek için; tavana, çok çeşitli renklerde, kırmızı, yeşil, mavi, mor, pembe, sarı her renkte büyük balonlar asmış. Çocuk dükkâna girince mütemadiyen tavandaki balonlara bakarak, ‘Baba ben bu balonlardan isterim’ diye tutturmuş, başlamış ağlamaya. Adam, ‘Oğlum, ben sana çok pahalı ve kıymetli, elmas, mücevher alacağım’ diyormuş, Çocuk ise, ‘Ben balon isterim’ diye ağlayıp duruyormuş. Bu misali bana anlatan Bediüzzaman, sözlerine devamla:

Ben Kur’ân’ın elmas ve mücevherat dükkânının bekçisiyim, dellalıyım. Ben baloncu değilim. Benim dükkânımda, benim pazarımda, Kur’ân’ın ebedi ve ölümsüz elmasları var. Ben bunlarla meşgulüm. Ben Kur’ân nurunu ilân ediyorum, balonculuk yapmıyorum‘ dedi.

“Bediüzzaman’ın ne demek istediğini anlamıştım, yaptığım hareketten dolayı mahçup olmuştum.”

Necmettin Şahiner, Son Şahitler