Etiket arşivi: hatıralar

155 bin Risale Yakalandı! (Hatıralar)

Muzaffer Arslan ağabey’den hatıralar…

Ahmet Feyzi, hocalarla münazarayı çok severdi…

Muzaffer Arslan ve Ahmet Feyzi 2 büyük camide vaaz verir…

Muzaffer Arslan Ağabey’in Namaz ile ilgili vaazından sonra cemaat “Nurcuları cahil zannederdik ama hiçte öyle değilmiş.” derler…

Ramazan Ayında camilerde Risale-i Nur okurduk…

Yarbay Mustafa Yüksel’e Risale-i Nur verilmesi ve akabinde Yarbay’ın güzel ifadeleri…

1 bavulda 155 sayfa Risale-i Nur yakalanır ve ertesi gün gazetelerde 155 bin Risale-i Nur yakalandı, haberi geçer…

M.Ali Özdil’in Nazilliye gelmesiyle birlikte orada yaşanan hadiseler…

Bekir Berk’in ilk müdafaaası…

Video:

İstanbul İkinci Kez Fethedilecektir !

Rahmetli Sungur Agabey’e 2009 da Fas’ ta yapılacak olan sempozyum öncesi evine bizleri yemeğe davet eden,  aslen Suriyeli olan büyük  âlim Faruk el Hammadi’nin bir suali olmuştu..

İstanbulun iki defa feth edilecegini hadislerde gördüm. . Bu ikinci Fetihin manasi ne olabilir.?

Rahmetli Sungur agabey de şu cevabı vermişti:

Manen fetihtir.. İnşaallah manen fetihtir.

Ya Rab bize ikinci Fetihi nasib et. AMİN

Kadir Daglı

Tarikat ehli son şahitler – Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi Hz

Şeyh Melek alim bir kimse idi. Talebe iken babasından okumuş, amcalarının medresesi varmış, ocaktan yetişmiş, çok edep erkan sahibi bir kimse idi. Kırk yaşlarında var idi. Elinde kitapla gezer, kimi zaman yanımıza gelir, ders dinlerdi. Bana çokça hürmet gösterir “Sen beni hayata bağladın içimdeki kötülükleri temizledin derdi” Aramızda samimi bir dostluk peydâ olmuş idi. Bana gelerek “Molla Muhammed seninle Said-i Nursî’ye gidelim” diyerek rica ediyordu. O zamanlarda maddi manevî çok sıkıntıda idik. Fakat Peygamber (s.a.v) Efendimizin telkini bizleri bu seyahate çıkmaya mecbur etti. Birlikte bahar vakti yola çıktık.

Köylerde vaaz ede ede Isparta’ya geldik. Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini bulduk. Bize de bir oda gösterdiler. Yanımıza da birkaç arkadaş verdiler. Onun yanında toplam 15-16 kişiydik. İçimizden bize göre yaşça kamil  Hüsrev gibi beş altı kişi muharrir idi. Said-i Nursî (rh.a) hazretleri gelir –kitaplara bağlı kalmaksızın- irticalen ders işler muharrirler de sözlerini hemen kaleme alırlardı. Biz de yazılanları tashih eder, noktalar, harekeler ve işaretlerdik.

 

Said-i Nursî (rh.a) değişik bir mizaca sahip idi. Ondan da bir kap ilim aldık. Yanına vardığımız zaman Şeyh Melek kardeşimiz, bizi Said-i Nursî (rh.a)’e “Benim kardeşimdir.” diyerek takdim etti. Said-i Nursî (rh.a) Şeyh Melek’i çok severdi. Bazen Kürtçe ona laf atardı.

Isparta’da Said-i Nursî (rh.a)’in yanında 2 ay kaldık, sonra 5 ay da mahkeme için gittiği Afyon-Barla’da yanında bulunduk. Zira onu takip eden talebeleri vardı. Bizler de ardı sıra gittik. Bu zaman zarfında risalelerin tashihi kimi zaman yazımı ve mütalaası ile meşgul olduk. Bazen öyle bir hal vuku bulurdu ki mütalaa esnasında evliyalar gelir yanlışları düzeltirlerdi. Ben mi böyleydim, yoksa herkeste de bu haller vuku buluyor muydu bilmiyorum. Sanki bu yedi ayı evliyalar ile birlikte geçirdik.

Said-i Nursî (rh.a) evliyaların himmetlerine nail olmuş, kimi ehlullahın meclislerinde bulunmuş onlardan el hayrı almış bir zat idi. Tasavvufî yönü vardı. Velilerin hallerine, yüce mevlanın ilhamına mazhar olmuş bir hali vardı. Kendisi veliyullahtı. Yanında iken bazı kerametlerine şahit olduk. Bir gün Said-i Nursî “Oğlum kaldığınız yerden ayrılın bu gece orası baskına uğrayacaktır” diye haber verdi. Biz de evden çıktık o gece ikamet ettiğimiz ev jandarmalar tarafından basılmış, başka yerden birkaç talebeyi götürmüşler ise de bizleri bulamadılar.

Bir gün ders okutuyordu “Ben İstanbul’a gideceğim sizden ayrılacağım, sizi seviyorum” diye konuşuyordu. O an ağlamışım, cezbeye kapılıp kendimden geçmişim, Bana seslendi “Gel” dedi. Elimden tuttu. Elini öptürmezdi. Bana dua etti. Arapça dua ederdi. Duasını “Yâ Rab bu kardeşime Mevlevi kolundan el hayrı veriyorum sen kabul eyle” diyerek bitirdi. Bana “Senin mizacın tasavvuf, Neslin tasavvufçudur. Ben Rusya’dan esaret dönüşü İstanbul Yenikapı Mevlevihânesi’nde kaldım oradan el aldım, bu el hayrını sana aktarıyorum, ileride lazım olacak bu kapıdan ilham alacaksın.” diye söyledi. Halbuki ben kendisine tasavvufî bir meşrebimin olduğunu söylememiştim fakat onun insanların hallerini ve gönüllerini gözetlediği bir hali vardı.

Said-i Nursî (rh.a) hazretleri Rusya esareti akabinde İstanbul’a gelmiş Mevlevihane’de misafir kalmış, kendisi bekar idi, çeşitli zamanlarda tekkelerde kalmış. Bizlere el hayrı verirken Hüsrev ve Şeyh Melek dahil yedi sekiz kişi vardı.

Bu olaydan kısa bir müddet sonra Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini İstanbul’a götürdüler. Biz de manevî bir işaret akabinde Kayseri’ye geri döndük.

Said-i Nursî (rh.a)’in yanında bulunduğumuz sıralarda bana içinde cifrî hesaplarının bulunduğu, gelecekle ilgili kimi çıkarımlarını anlattığı ve nice hadiselere değindiği altın yaldızlı bir kitabını hediye etmişti.

1968 yılı başlarında hakkımızda tekke kurmak, şeriat kanunlarını geriye getirmeye çalışmak, anayasayı ve yasaları zorla tebdil ve tagayyür etmeye teşebbüs etmek ayrıca  Risâle-i Nur’un hizmetinde bulunarak bu eserlerin tedrisatını yapma suçlaması ile Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesinde hakkımızda dava açıldı. 163. maddeden 24 yıl ağır ceza istemiyle yargılanıyorduk. İstanbul Barosu başkanı Av. Bekir Berk de mahkememize müdahil olarak bizleri savundu.

Mahkememiz bir yılı geçkin devam etti. Bizler bu müddet zarfında Kayseri’de Risale-i Nur okutuyorduk. 1969 senesinin ocak ayında mahkememiz beraat ile sonuçlandı. Mahkeme ardından Ankara’ya gitmem hususunda manevî bir işaret geldi. Orada bir medrese vardı. Bir müddet burada Risâle-i Nur okuttuk, çeşitli ilmî tedrisât ile meşgul olduk…

Kaynak: Tarihce-i Hayat – “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”

Şeyh Seyyid Muhammed Hoca Efendi Hz. kimdir?

Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi

 

Evlad-ı resul olan ve medrese usulü ders gören Seyyid Muhammed (k.s.) Efendi Çorakçızade Hacı Hüseyin (k.s.) Efendi`den eperye, sarf, aruz, kessaf, müntakayi, kelam; Ömer Nasuhu Bilmen`den kelam ve felsefe; Hacı Yusuf Eken`den ilm-i meani, Camii Kebir imamı Ahmet Efendi’den de farsça dersleri aldı.

 

Yurdun birçok yöresinde imanlık ve vaizlik görevlerinde bulundu. Birçok alimin ve tasavvuf ehli kimsenin sohbet halkalarına katıldı. Barla’da Said Nursi hazretlerinin altı ay kadar sohbetlerine devam etti. Vaazlarında sisteme muhalefet ettiği gerekçesiyle 1968 yılında 163. maddeden dava açılıp, Kayseri 1. Ağır ceza Mahkemesinde 24 yıl ceza istemiyle yargılandı. Av. Bekir Berk’in yaptığı savunma ile beraat etti.Seyyid Muhammed Efendi, talebelik yıllarında İslami tedrisin yasak olması nedeni ile saklılık içerisinde alimlerin meclislerine gelebiliyordu.

Başta Hunad ve Cami-i Kebir olmak üzere ilim tahisilinde bulundukları camilerin en üçra ve saklı odalarında sayıları on beşi geçmeyen bazen de birkaç öğrenciye kadar inen kimseler ile ders işleyebiliyordu.

Uzun yıllar ilim tahsiline devam eden Seyyid Muhammed Efendi dedelerinden gelen Kadiri, babasından intikal eden Halidî-Nakşi, Çorakçızade Hacı Hüseyin Efendi’den el hayrını aldığı Ebheri ve Said Nursi’den aldığı Mevlevi kollarının müşidliğinde bulunmaktadır.

Seyyid Muhammed Efendi Hazretlerinin Tevazu ve alçak gönüllülüğünün tarifini yapmak mümkün değildir. İnsanlar arasında ayırım yapmamalarına rağmen ilim sahiplerine, hafızlara, fakirlere ve edepli insanlara daha fazla zaman ayırırlar.

Yanında sükut ve edep sahibi kişilerin ayrı bir önemi vardır. Kimseye kızmaz ve kimseden incinmezler. Davete mutlaka icabet ederler, gelenlere iadei ziyarette bulunduğu gibi gelmeyene de giderler. Gerek müridlerinden, gerekse müridi olmayanlardan misafiri hiç eksik olmaz. Kimse ile münakaşaya girmez, sevenlerini üzüntüye garketmez, tam tersine kurtuluşu müjdelerler. İslamın bütün şartlarına uyduğu gibi, tebliğ emri ilahisine de mümkün olduğu kadar uyarlar. Müridlerine, her zaman Allah´ü Tealayı zikretmenin üstünlüğünün tebliğ edilmesini tavsiye eder.

Bugün İstanbul/Zeytinburnunda ikamet eden Seyyid Muhammed Hoca Efendi, her yıl geleneksel haline gelmiş “Gavs-ül Azaman Seyyid Abdülkadir Geylani Anma Günü” düzenlemekte ve programa ev sahipliği yapmaktadır. Neredeyse tüm Dünya ülkelerinden Kadiri Şeyhleri programa iştirak etmektedir. Bugün 85 yaşında olmasına rağmen bir sürü kıymetli eserler yazmıştır. En son çıkan eserleri “Seyri-i Dil” ve “Hikem-i Aşk” hayli bir ilgi görmektedir.

Ayrıca Orjinal Osmanlı Belgeleriyle düzenlenmiş olan ve 4 ciltli eseri “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”  ise bugün hem Türkiye’de hem değişik dünya ülkelerinde kaynak olarak kullanılmaktadır.

Seyyid Muhammed Hoca Efendi’nin “Askın Miracı” adlı kitabından bir alıntı.

Evliyaullah Allah’ın elinde bir kalemdir:

Kalem kâtibin elinde hareket eder. Ehlullah da Allah’ın hükmü ve hikmeti ile hareket eder. Kalemden  yazı zuhura geldiği gibi evliyâdan da hikmetler ve hayırlar meydana çıkmaktadır.

 

Allah´ü Taala himmet ve dualarını üzerimizden eksik etmesin.(Amin)

Daha ayrıntılı bilgi icin www.muhammediye.net sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

 

Arif Ağırbaş

https://www.facebook.com/arif.agirbas

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Üstad Hakkında Bilmediklerimiz

Büyük mütefekkir hakkında az bildiğimiz hususları bir araya getirelim diye düşünürken bu çalışma ortaya çıktı. İstifadeli olması temennilerimizle.

Hizan Nahiyesi

Tarihçi İdris-i Bitlisî “Şerefname’sinde kaydettiğine göre, bu bölge halkı İslâmiyet’e dahil olduktan sonra, ibadet, zühd, salâhat ve takvada, özellikle gecede teheccüd namazını eda etmekte meşhurluğundan dolayı, buraya “Seher-hîzan” adı verilmiştir.“Seher- hizan” Farsça bir terkip olup, seherlerde uyanıp teheccüd namazını kılanlar demektir. Şerefname diyor ki: “Bu terkip, bilâhare bölgeye isim olarak kaldı. Fakat zamanla halk dilinde kısaltılarak sadece “Hîzan” şeklinde kaldı. Daha sonraları ise “Hizan” oldu.

Üstadın Göbek İsmi

Üstadın müdakkik alim talebesi Ahmed Feyzi Kul, Hazinetül Burhan adlı eserinde şöyle diyor: Hazret-i Bediüzzaman’ın adı yalnız “Said” değil, “Muhammed Said”dir. Buna hemşehrileri şehadet ediyorlar. Lihikmetin göbek adı gizlenmiş, belki de kasdî olarak yalnız Said adı iştihar etmiştir.”

Üstadın Sülalesi

Hz. Üstadın baba tarafından nesebi beş dedeye kadar yürütülebiliyor, maruf bir sülaleye bağlı değiller. Bediüzzaman’ın babası Sofi Mirza, 1920 yılında vefat ettiği, sülalesi ise, Sofi Mirza’dan sonra, dört batna kadar (yani baba) belli olup, bunlar: “Ali, Hızır, Mirza Hâlid ve Mirza Reşan” olduğu, yine tespitler arasındadır.

Yaş sırasınca Sofi Mirza’nın çocukları

Yaş sırasına göre çocukları: 1-Durriyye, 2-Hanım, 3- Abdullah, 4-Said, 5-Mehmed, 6-Abdülmecid ve 7-Mercan’dır

Not; Çok sevdiği talebesi ve yeğeni merhum Abdurrahman, Molla Abdullah’ın, yine yeğeni ve talebesi şehid Molla Ubeyd ise Durriye hanımın oğludur.

İlimde birden parlaması

Üstadın emsalleri arasında ilimde birden parlama tarihi 1892’dir. Bir yerde buna işareten şöyle der: bu tarih, o müellifin harika bir sûrette pek az bir zamanda, ilimce tekemmül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde onbeş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu, o zamanın, o muhitte en meşhur ulemasının yanında o üç ayın mahsûlü onbeş senenin mahsûlü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle.”(Sikke-i Tasdik-i Gaybi Osmanlıca sayfa 62)

Bediüzzaman unvanının verilmesi

Molla Said-i Meşhur unvanına ek olarak, Bediüzzaman lâkabı da verilmesi Hicri 1309-Miladi 1892’dir. Üstad bir yerde şöyle diyor: “Meraklı kardeşimiz Re’fet Bey, Bediüzzaman-i Hemedânînin üçüncü asırda, vazife ve te’lifatı hakkında malûmat istiyor. Ben o zat hakkında yalnız harika bir zekâveti ve kuvve-i hafızası bulunduğunu biliyorum. Elli beş sene evvel, üstadlarımdan Siirt’li merhum Molla Fethullah eski Said’i ona benzeterek, onun o ismini ona vermiştir.” (Osmanlıca Emirdağ L: 383)

Bediüzzaman kelimesinin manası

Bediüzzaman’ın manası şudur: Mahlûkata müteveccih lügat manası itibariyle: kendi zamanının nâdidesi. görülmemiş garibi, emsali olmayan harikası vesaire demektir.

Istılahî manası ise, Bediüzzaman unvanı, zekâ ve hıfzda insanlar arasında emsali bulunmaz derecede zeki ve kuvve-i hafızası acip olan kimselere verilmiştir. Bediüzzaman-ı Hamedanî de böyle imiş. Tarihte bir kaç Bediüzzaman gelmiş geçmiş. Fakat Bediüzzaman Said-i Nursî’nin hem zekâ ve hıfzda, hem idrak ve kavrayışta, hem hal ve davranışta, hem kıyafet ve harekette, hem tarz-ı beyan ve üslup cihetlerinde hiç birisi ona benzememektedir. Yani Said-i Nursi filhakika ve vakıa olarak her şeyi ile zamanın Bedi’idir. Hatta meslek ve meşrebi de, davası ve mücahadesi de bambaşkadır, garibtir, bedi’dir. (Abdülkadir Badıllı)

Hafızlığı

Kardeşi Molla Abdülmecid hatıra defterinde şöyle der: “Kur’an-ı Kerim’i onbeş gün zarfında hıfzetti. Kamus-ul Muhitten altmış satırlık bir sahifeyi bir defa okumakla ezberine alırdı. Evet bu zat, gerek medrese, gerekse mekteb ilim ve fenlerinden ezberine aldığı metinleri, kitapları unutmamak için, daima ezberinden okuyup tekrarlamaya mecburiyeti vardı. Ezberinde bulunan metinlerin mecmuu otuz Kur’an kadar idi…”

Japon Başkumandanı ile tanışması (1911)

Osmanlı Devri yayın organlarından Resimli Mecmua’nın 31.Numaralı sayısına göre 1911 yılında Japon Başkumandanı Mareşal Nogi bir heyetle birlikte İstanbul’a gelmiş. İslâm dinini tetkik etmiş olan bu kumandan, zihnindeki bazı istifhamları gidermek amacıyla, İslâm hilâfetinin payitahtı İstanbul’un büyük ulemasından çeşitli sualler sormuştu. O sıra Bediüzzaman Hazretlerinin sit ve şöhreti de afakı kapladığı günler idi. İstanbul uleması, altından kalkamadıkları çetin ve muğdil sualleri gelip Bediüzzaman’a sorarlar. Ona sorulan bu suallerin ekserisi müteşabih olan bazı hadis-i şeriflerin hakikatlerine dairdir. Bu hadiseyi, Bediüzzaman bilâhare Denizli ve Afyon mahkeme müdafaatında bir münasebetle şöyle anlatır: “…Hürriyet’ten evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın başkumandanı islâm ulemasından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sordular.

“Bir sel gelecek”

Molla Abdülmecid Efendi, kendi hatıra defterinde şöyle yazmaktadır: “Birinci Harb-i Umumi’nin arefesinde, Horhor namındaki medresesinin damında bizlere tefsir dersini verirken; o akşam güneş tamamiyle, tutulmuştu. Derinden derine bir âh!.. çekerek, “Eyvah!” dedi. “Öyle bir sel gelmek üzeredir ki; hepimizi süpürüp götürecek.” Hakikaten bir ay sonra harb ilan edildi ve az bir zaman içinde memleket tamamıyla yıkıldı gitti..”

Yeğeninin kaleminden Şark Cephesi kaplanı

Merhum yeğeni Abdurrahman Efendi, 1920’li yıllarda kaleme aldığı Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı adlı eserde şunları yazmakta: “Harb-i Umumi’de mecburiyetle bütün talebeleriyle harbe iştirak etti. Pasinler cephesinde büyük musibet ve felâketlere uğradı ise de, gerek muharebede ve gerek esarette çektikleri mezahimi (zahmetleri) yazmama, harbin aleyhimizde neticelenmesinden dolayı müsaade buyurmadılar.”

Pasinler Cephesinden Van’a avdet ettiği zaman, Van’da ihtilâl zuhur etti. Kendisi bu ihtilale karışmadı. Medresesinde ikamet etmeye başladı. Fakat daima masumların vikayesine çalışıyor, çoluk ve çocuklara dokunulmaması için herkesi ikaz ediyordu. Bu sırada Van şehri de sukut etti. Bediüzzaman gönüllü talebeleri ile birlikte medresesinde tahassun ederek, Ruslarla harbe karar verdiler. Lâkin valinin fazla ilhahı (ısrarı) üzerine Van’dan çekildi. Fakat kaçamamış bîçare muhacirleri selâmet içinde muhafaza etmek ve hicretlerini te’min etmek için, Vestan’a (Gevaş’a) giderek Ruslara karşı müthiş harbler yaptı. Burada Bediüzzaman’ın İşarat-ül İ’caz kâtibi Molla Habib Efendi şehit düştü. Allah Rahmet eylesin. Buradan kaçışmakta olan muhacirlerin selâmet içinde gitmelerini te’min etti. Sonra İsparit nahiyesinin Ermeni çetelerinin taarruzuna uğradığını duydu. Bunun üzerine kendi nahiyesi ve doğduğu yer olan Nurs köyüne giderek gönüllüleri ile Ermeni fedailerini oralardan kovdu. Fakat Ermenilerin kaçmayan kadın ve masum çocuklarını bir yerde toplayarak:”Şer’an bunlara dokunmak caiz değildir.” deyip halkı dokunmaktan men etti. Ve mezkûr kadın ve çocukları bir yerde toplayarak Emeni fedailerine teslim etmek üzere onlara gönderdi.

Ermeni fedaileri Bediüzzaman’ın bu hareketinden çok memnun kalarak: “Madem ki Molla Said bizim çocuklarımıza dokunmadı, biz de bundan sonra çoluk çocuğa dokunmayacağız” diye haber gönderirler.

Bazı Harp Hatıraları

Abdülkadir Badıllı diyor ki: Bitlisli Abdülmecid bizzat bize anlattı: (Bu zat, l.Cihan Harbi’nden sonra esaretten kurtulmuş, gelip Urfa’ya yerleşmişti, bilâhare İzmir’e nakl-i mekân ederek 1958’de orada vefat etmiştir.)

“Biz orduda askerdik. Molla Said-i Meşhurun gönüllü alayı ile yan yana idik. Kendisinin beyaz bir atı vardı. Daima at üstünde, alayının önünde atını sağa sola koştururdu. Sipere yatmazdı. Sonra Bitlis’in sukutunda ben de esir düştüm. Beni Sibirya’ya götürdüler. Artık onu bir daha göremedim. Sonra Ruslar bizi serbest bıraktılar. Harbten sağ kurtulabilmiş ailemizin efradı Urfa’ya muhacir gittiğini duydum. Ben de buraya geldim.”

Yine Muhterem A. Badıllı bey anlatıyor: 1955 senesi Sonbaharında, tahminen Ekim ayı içinde, Barla’da Üstad Hazretlerini ziyaret ettiğimde bir sabah dersinde, Üstadın odasında ders oldu. Dersten sonra, Hazret-i Üstad çok neşeliydi. Eski Harb-i Umumideki maceralarından, ibret dersleri için izahlarda bulunuyordu. Bir ara sözü Şarklılara ve Şark’taki eski talebelerine getirdi, dedi ki: “Eski Said’in o zamanlardaki talebeleri o kadar muti’ ve fedaî idilerdi ki; bir işaretimle ruhlarını feda edebilirlerdi. Hatta dedi: “Benim l.Cihan Harbi’nde Mir Mahe’ isminde bir talebem vardı. Bazan tek başıyla Rus taburlarının içine atıyla hücum eder, dalar, bir kaç Rus’u gebertir, geri sağ gelirdi..” diye o sabah uzun bir sohbet dersini yapmıştı.

Eskişehir Mahkemesi(1934)

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi anlatıyor: Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın ziyareti için Isparta’ya gittiğimizde, Rüştü Çakın Ağabey bizzat bana anlatmıştı: “Biz Eskişehir hapsi hadisesinde mahkemeye çıkarılmıştık. Üstadımızı en önde tek olarak oturtmuşlardı. Bizler de onun arkasında, sıralarda dizilmiştik. Savcı bizim idamımızı talep eden iddianamesini okuyordu. Hepimizi bir korku telaşı sarmıştı, fakat baktık Üstadımız, cübbesinin eteği üstünde tesbihinin ipini kırmış, yeniden onu ipe dizmekle meşgul. Onun sanki hiç bir şey yokmuş gibi, savcının laflarına beş para ehemmiyet vermeyen pervasızlık içerisindeki tavrını görünce, bizlere de kuvve-i maneviye ve cesaret geldi.” (Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım- M.Kırkıncı, Sh.101-102)

KAYNAKLAR:

1-Mufassal Tarihçe-i Hayat(3 Cilt)-Abdülkadir Badıllı- İttihad Neşriyat

2-Hazinetül Burhan-Ahmed Feyzi Kul

3- Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım- M.Kırkıncı-Cihan Yayınları-İst-1989

Kaynak: Risale Talim

Doktor Abilerimizin Kenya Hatıraları

Kenya’ya Doğru Yolculuk Başlar

İki doktor bir sağlık memuru olarak Kenya’daki Somali’li göçmenlerin bulunduğu dünyanın en büyük kampına iki hafta sağlık hizmeti vermek üzere gönüllü olarak yola çıktık. Hemen Kenya’nın başkenti Nairobi’de bulunan Mevlüt abi ve İsmail abiyle temasa geçtik ve ihtiyaçlarını sorduk. Fazla miktarda her dilden kitap istediklerini söylediler. Mersin’den bir doktor abinin himmetiyle İstanbul’daki Sözler Matbaasında 110 Kg. Kitabın hazır olduğu söylendi. Haftasonu olmasına rağmen orada görevli bir kardeş hususi olarak matbaayı açtı ve üçümüz kitapların tamamını paketledik. Bir kısmını kartonlara koyup paket makinasıyla güzelce paketledik. Bir kısmını da yanımızda götürdüğümüz küçük el valizlerine doldurduk. Oradan hava limanına geçtik. Bir yolcunun en fazla 40 Kg taşıma kapasitesi olmasına rağmen kendi eşyalamızla beraber neredeyse 150 Kg eşyamız vardı. Ancak ekip yedi kişi olduğundan ve bazıları daha az yük aldığından dolayı 280 Kg lık kapasiteyi herkese yaydık. Buna rağmen limit doldu ve bir kısım eşyalarımızı yanımıza almak zorunda kaldık. Altı saat sonra Nairobi’ye indikten sonra daha önce haber verdiğimiz abiler hazır beklemekteydiler. Gümrükten çıkışta sorun çıkarabilirler gerekirse 50-100 Dolar verin o zaman kitapları geçirebilirsiniz diye daha önce bu şekilde kitap götüren abiler bizi uyarmıştı. Neyse ki biraz mırım kırın etseler de hiç bir sorun olmadan kitapların tamamını geçirdik ve dışarıda beklemekte olan abilere teslim ettik.

Aslında gönlümüzden geçen abilerle dersaneye gitmek, orada bir kahvaltı yapıp, kitaplardan da biraz alıp yola öyle çıkmaktı. Ancak ne dersaneyi ziyaret edebildik ne de yanımıza bir tane kitap alabildik. Çünkü bizler bir vakıf vasıtasıyla sağlık hizmeti vermek üzere görevlendirilmiştik ve ekibimizde sorumlu olduğumuz hemşireler de vardı. Hem onları bırakamazdık hem de yaklaşık 650 Km lik daha yolumuz vardı ve bu yolu gece olmadan bitirmek zorundaydık, zira 450 Km’den sonra asfalt yok, kumda jiplerle ilerliyorsunuz ve gece can güvenliği yok. Sabah biraz gecikmeli de olsa 7 kişi iki ayrı jiple yola çıktık. Nerdeyse hiç virajı olmayan dümdüz yol ve sanki kafamıza değecek kadar alçak pamuk şekerine benzeyen bulutlar ve etrafta hiç bina olmadığı için gözümüzün görebildiği çok geniş bir alanda uçsuz bucaksız gökyüzü adeta saniye saniye değişen bir tablo gibiydi.

Hristiyan Köyündeki Cami İmamı Said Hoca

Garissa’ya yakın yol üzerindeki bir köyde bir camide ikindi namazını kılmak üzere durduk. Cami çok bakımsız, tuvaletler susuz ve gömleği biraz kirli, yüzü simsiyah ama gülünce gözlerinin içi gülen nur yüzlü bir zenci etrafımızda koşuşturmaya ve bize su bulmaya çalıştı. Nitekim görüntüsü kirli bir kaç kap ile bize su getirdi. Biraz ondan biraz da yanımızda götürdüğümüz sularla abdestlerimizi alıp çok sade, tavanı akmış, bazı yerleri kırık ve sadece hasır serili ama dıştan görüntüsü güzel olan camide cemaat ile namazımızı eda ettik. Sonra imamla sohbet etmeye başladık. Ama birden içimiz cız etti ve keşke yanımıza biraz kitap alsadık dedik. Çünkü camide Kur’an dahil bir tane bile kitap yoktu. Hoca bu köyün hıristiyan bir köy olduğunu, kendisi dahil sadece üç ailenin müslüman olduğunu ve onların da çok fakir olduklarını anlattı bize. Ancak hoca bizi görünce o kadar neşelenmişti ki, sanki içi cıvıl cıvıl olmuştu ve heyecanı yüzünden anlaşılıyordu. Bize su vermek için koşuşturması ve bize hayran hayran bakması ve yanımızdan ayrılmaması çok dikkatimizi çekmişti. Hocaya içimiz ısındı. Sanırım beyaz oluşumuz ama buna rağmen namaz kılışımız onu çok şaşırtmıştı. Kendisine kitap vermeyi çok arzu ettiğimizi ve malesef yanımızda getiremediğimizi söyledik. Ben yarım ingilizcem ile kitaplar hakkında malumatlar vermeye başladım. Kitapların müellifinin adının Bediüzzaman Said Nursi olduğunu söyleyince, ismini duyduğunu, kitaplarını merak ettiğini ve kendi adının da Said olduğunu söyledi. Bu durum bizi derinden etkiledi ve Nairobi’deki abilere vermek üzere telefon numarasını aldık ve yanımızda götürdüğümüz paralardan bir parça verip yolumuza devam ettik.

Garissa’ya vardığımızda akşam olmuştu. Doksan kilometre daha yolumuz vardı ve biz yola devam etmek istiyorduk. Bizi sıkı sıkı uyarmalarına rağmen biz yola devam etmek istedik çünkü özellikle müslüman ve Türklere kimsenin dokunmayacağını yolda sorduğumuz bütün insanlar söylediler. Biz de tevekkeltü Alallah diyerek yola devam ettik ve Dadaab’a vardık. Orada yaklaşık on gün kaldık ve hergün 20 Km ilerideki Dagahley denen kampların olduğu bölgedeki sağlık çadırlarında poliklinik hizmetleri verdik.

Üstad’ı Anlatınca Bizi Dinleyen Malaylar

Gittiğimizde Türkiye’den giden ve gelen yardımları ve erzakları dağıtan gönüllüler ve Malezyadan gelen ve Kenya asıllı doktorlar oradaydılar. Yaklaşık bir hafta beraber çalıştık. Malezya’dan gelen doktorun iki arkadaşı vardı, biri gazetesi diğeri öğretmen. Hepsi de dindar ve namazlarını kılıyorlardı. Hepsiyle ingilizce iletişim kurduk ama Kenyalı doktor gayet güzel Türkçe konuşuyordu. İçimiz bu sefer ikinci defa cız etti ve kitap getirmediğimize bin pişman olduk. Ama yine dilimizin döndüğü kadar da olsa risalelerden bahsetmeye çalıştık. Asıl dilim Almanca ve İngilizcem adeta Tarzanca olan ben yarım yamalak bir İngilizce ile üstadın hayatından ve risalelerden bahsetmeye başladım. Ama ne gariptir ki normalde bizi anlamadıkları için hiç dinlemeyen ve kendilerine ait bir dünyada konuşup eğlenen, arada sırada bize selam veren ve namazlarda cemaate katılan bu kısa boylu, çekik gözlü ve sevimli adamlar, hiç nefes almadan beni dinliyorlardı. Onlar beni dinledikçe ben de adeta coşuyorum ve Emrah hocamın tabiriyle her şeyi özetlemiş ve anlatmışım. Ya anlattığım her şeyi anladılar, ya da hiç bir şey anlamadılar ve ayıp olmasın diye beni dinlediler. Ama üç kişi yarım saat 45 dakika hiç bir şey anlamadan çıt bile çıkarmadan nasıl durabilirler. Sonra adı Ubeydullah ve mesleği öğretmen olan genç Malezyalı Malayca Risalelerden haberdar olduğunu ve kendisinin okuduğunu ifade etti. Ama doktor ve gazteci de en kısa zamanda okumak istediklerini ifade ettiler ve bizleri Malezya’ya davet ettiler. Biz de onlara Malayca risale yollayacağımıza, inşallah fırsat bulursak da ziyaretlerine gideceğimize söz verdik.

Bir Tane Somali’linin Hıristiyan Olmamasıyla Övünen Somaliler

Üçüncü defa içimizin cız ettiği yer de Dagahley’di. Yani hastaların ve bizlere yardımcı olan Somali’li gençlerin olduğu kamp bölgesi. 3000 civarında hasta baktığımıza göre yarısı bebek olsa en az 1500 kitap dağıtabilirdik ama bir tane bile kitap dağıtamadık. Olsun dedik, nasıl olsa yer belli, insanlar belli nasıl olsa bunlara yollarız diyerek teselli bulduk ve onlara da kitaplar hakkında malumat verdik. Hepsi de çok merak ettiler. Somali’lerin çok ilginç bir özellikleri var. Şimdiye kadar bir tane Somali’li bile hıristiyan olmamış ve bu özellikleriyle övünüyorlar. Çocuklar neredeyse konuşmaya başlar başlamaz Kur’an okumaya başlıyorlar. Çoğu hafız ve Kur’an öğrenme yöntemleri akıllara durgunluk verecek cinsten. Duksi denen ve ağaç altlarında ya da derme çatma kulübelerde uzun tahtalara pilleri kırıp içinden çıkan kömürle yazıyorlar ve tekrar silerek yeniden yazarak Kur’an öğreniyorlar. Hattın güzelliğini görseniz silmeye kıyamazsınız. Bir milliyetlerini bir de dinlerini açlıktan ölseler de bırakmıyorlar. Osmanlı’dan en son ayrılmış, Türkleri çok seven bir millet.

Nairobi’deyken otelin önünde müslüman Kenya’lı esnaflar bizi görünce öyle içten selamladılar ve öyle sıcak karşıladılar ki tarif edemem. İçlerinden genç bir işadamının söyledikleri bizleri hayrete düşürdü. Sizler Osmanlı’nın devamısınız, şimdi de kalkıp bütün İslam alemini toparlamaya başladınız. Size her gün her namazda dua ediyoruz. Türkiye’ye ve Türklere dua ediyoruz. Sizler güçlü olursanız biz zaten kurtuluruz, kendimize değil size dua ediyoruz. Halifeliğin merkezi orasıdır şeklinde ayak üstü bizlerle sohbet etti.

Ottoman Empire, Abdulhamid, İrdoğan

Bir de Dagahley yani kampa yakın yerde bir eczanede bir vatandaş, Türk olduğumuzu farketti ve başladı Ottoman Empire, Abdulhamid, İrdogan demeye başladı. Sordum bu adam ne iş yapar diye, hamalların başı dediler. Kısacası yediden yetmişyediye herkeste bir umut ve bekleyiş var. Bunun da Türkiye eliyle olacağına inanıyorlar ve bizlere çok teveccüh gösteriyorlar. Allah-u Alem belki de bu durumlar risalelerin orada filizlenecek olmasının bir emaresidir. Belki de hem maddi hem de manevi inkişaf olacak ve belki de onların da umdukları ve dua ettikleri gibi Türkiye sayesinde olacak.

Papazlık Okulunu Bırakıp Müslüman Olan Genç

On günden sonra tekrar Nairobi’ye döndük. Bir gece dersanede kaldık ve biraz alışveriş yaptık. Sonra dersanede abilerin hatıralarını dinledik. O kadar çok inanılması zor ve hayret verici şey anlattılar ki aklımızda tutmamız imkansız. Sadece oradaki hatıralar ayrı bir mektup olur. Zaten kendilerinden mail atmalarını rica ettim, geldiği zaman sizlerle paylaşacağım. Ama en ilgimizi çeken derslere ve risalelere hıristiyanların aşırı teveccühü. Derslere bile geliyolarmış. Hatta papaz olacakken, bütün arkadaşları papaz olduğu halde müslümanlığı tercih eden bir Kenya’lıyı ablası namaz kılarken görmüş ve laptop dahil bütün eşyalarını o yokken satmış. Parasızlıktan üniversite kaydını yenileyemeyen bu kardeşe oradaki abiler yardım etmişler. Ondan sonra dersaneden hiç çıkmaz olmuş. Bu sene de aynı sıkıntıyı yaşayan kardeşe bizler de elimizde kalan son paralarımızı verdik ve bu sene de üniversite kaydını yenileyebilecek inşallah.

Hastalar Risalesi Karaborsa’da

Hemen üniversitenin yanında olan dersaneye en çok tıpçılar ve eczacılar geliyormuş. Özellikle hastalar risalesi çok okunuyormuş, neredeyse hastalar risalesi karaborsaya düşmüş. Hastalar risalesi bulmak çok zormuş. Bir de kitap çok kıymetliymiş ve oranın insanları kitap okumayı çok seviyorlarmış. Hatta abiler orada bir matbaa kurulması veya bir matbaa ile anlaşma yapılması gerektiğni düşünüyorlar. En büyük arzuları bu. Biz 50-60 Kg kitap götürmeyi düşünürken kitapların tamamının yani 110 kilosunun da suhuletle götürülebilmesinin ve bize bir kitap bile nasip olmamasının sırrını anladım gibi. Gerçi bizi getiren şoförden tercümanlara bir poşet kitap yolladık ama abiler zaten bizim görev yaptığımız yerleri çok iyi biliyorlar. Hem tercümanlara, hem halka hem de Said hocaya kitap verecekler inşallah. Hatta oralarda ve Garissa’da Çare Derneğinin Bediüzzaman ve Abdulkadir Geylani isminde 2 kuyu açtığını ve açmaya devam ettiğini öğrendik ve çok memnun olduk. Oralarda kurbanla ilgili faaliyetlere de başlamışlar. Çok istedikleri bir diğer şey, yurt. Üniversitenin ve öğrencinin oldukça fazla olduğu Kenya’da yurt çok az ve kız erkek karışık. Esnaf abiler gelsin burada yurt açsın, işletsin para kazansın diyorlar. Bir de ilgilendikleri bir yetimhane var. Sadece kız çocuklarının olduğu yetimhaneye maddi yardımda bulunuyorlar, içler acızı durumda olduğu için.

Safari

Ertesi gün National Park’a safariye gittik. Aylarca orada olmalarına rağmen abiler de ilk defa gitmişler. Babası orada esnaf olan Hüseyin kardeş bileri arabasıyla parkta dolaştırdı ve çeşitli vahşi hayvanları görme fırsatı bulduk. Tatlı bir hatıra olarak hafızamıza yazıldı. Zebra, Antilop, Gergedan, Devekuşu, Timsah, Babun, Bizon ve bir çok kimseye nasip olmayan Arslan’ı doğal ortamlarında canlı olarak görme fırsatı bulduk. Cuma namazına yetiştik ve Swailice Hutbe dinledik. Ben etrafı süzmek ve fotoğraf ve video çekmekle meşgul iken Emrah hocam hutbeyi dinlemiş ve neredeyse tamamını anlamış ve sonra bana anlattı. Fesübhanallah, İslamiyet ne güzel bir din ve birliği ne güzel sağlıyor?

Allah’a emanet olunuz.

Doktorlar / NurNet.Org