Etiket arşivi: Hayrettin Karaman

Öz eleştiri

Arapça bir WhatsApp grubunda paylaşılan ve aşağıda tercümesini sunacağım öz eleştiriyi, oranını bilmesek de içimizde var olan ve içinde yaşadığımız ahlaki ve dini durumu tasvir etmesi bakımından paylaşmaya değer buldum.

Her paragrafın başında “garip günler, ne günlere kaldık” başlığı var. Bunları tekrar etmeden konuşma çizgisi koyacağım:

-Evli çiftler, eşinin romantik olmadığını veya kendisi ile yeterince ilgilenmediğini ileri sürerek ihanet ediyor sonra da suçsuz ve nezih olduklarını iddia ediyorlar.

-Gencecik kızlar hayatlarının baharında hayvanların bile utanacağı fotoğraflar gönderiyorlar.

-Babalar ve anneler, çocuklarının yiyecek ve giyeceklerine önem veriyorlar, onların ruhuna ahlaki değerleri ekmeyi ihmal ediyorlar.

-Memurlar, maaşlarının azlığını bahane ederek işlerini hakkıyla ve ihlaslı olarak yapmıyorlar, Allah Teâlâ’nın helal kazanca bereket vereceğini, haram kazancı ise bereketsiz kılıp yok edeceğini unutuyorlar.

-Genç kızlar ve erkekler, sokaklarda dolaşmak ve eğlenmekle saatler geçiriyorlar, birinci rek’atta yoruyorlar.

-Genç kızlar ve genç erkekler haz ve neşe içinde müzik dinliyorlar, Allah’ın kelâmını duyunca göğe tırmanırcasına içleri daralıyor ve bilmiyorlar ki helâl, haram ile karışık olmaz.

-Hoşumuza giden, lezzet aldığımız, az ve çok her şeyi satın alıyor ve yüzlerce para ödüyoruz, bir yardım sandığına rast geldiğimizde ise içine atmak için bozuk para arıyoruz, sandığın dibine ulaşınca çıkardığı ses ile böbürleniyoruz.

-İşe, okula, üniversiteye gecikmemek için saat kuruyoruz, sabah namazında Allah’ın huzuruna çıkmayı unutuyoruz, hâlbuki her ikisini programlama imkânımızın olduğunu biliyoruz.

-Birbirimize küfrediyoruz, Allah’ın kullarının namuslarına söz ediyoruz ve “ağzından çıkan her sözü dikkatle takip edip kaydedeni” unutuyoruz.

-Olay çokluğundan şikâyet ediyor, “Bunu bizim emrimize vereni tenzih ederiz, hâlbuki o vermeseydi biz ona yaklaşamazdık” uyarısını unutuyoruz.

-Karşı cinsi tahrik edecek yerlerini gösteren elbiseleri giyen eşlerini ve kızlarını gördükleri halde kendilerinin anlayış sahibi, medenî ve hür olduklarını ileri sürerek kıskanmayı ve erkeklik damarlarının kabarmasını unutmuş erkekler var. “Allah’ım sonumuz güzel eyler!”

-Rüşvet kahve oldu. Kadın erkek karışık hayat medeniyet oldu. Açık saçıklık zarafet oldu. Çıplaklık hürriyet oldu. İyi ve meşru olanı yaptırmaya çalışmak taassup, kötü olanı engellemeye çalışmak ise gericilik oldu.

-Şeytan daha işin başında bizi dünyada saptıracağını, ahirette ise bizden uzaklaşacağını açıkça söyledi, fakat “sağırlar, dilsizler, körler ve akletmiyorlar”.

-Kalbi mahzun eden söz: “Şu uygarlık çağında”.

Bir kimseye günah işlemekten vazgeçmesini öğütlediğinde cevabı “Yalnız ben yapmıyorum, insanların çoğu bunu yapıyor” oluyor. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de “insanların çoğu” ifadesini araştırdığında bu sözden sonra “İnsanların çoğu bilmezler, insanların çoğu şükretmezler, insanların çoğu iman etmezler” ifadelerini görüyorsun.

“Onların çoğu” ifadesini araştırdığında da, arkasından “çoğu yoldan çıkmışlardır, çoğu bilmezler, çoğu Hak’tan yüz çevirirler, çoğu akletmezler, çoğu dinlemezler” ifadesi geldiğini görüyorsun…

Siz, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu azlardan olun: “Kullarımdan hakkıyla şükredenler azdır”, “Onunla birlikte ancak pek azı iman ettiler”, “Öncekilerden bir topluluk, sonrakilerden de pek azı…”.

Paylaşılan mesaj burada bitiyor.

Az sayılamayacak kadar Müslümanın bu haller içinde olduğu bir gerçektir. Şimdi oturup neden böyle olduk, nasıl düzelir sorularını sormak, kendimizden başlayarak elden geleni yapmak durumundayız

Hayrettin Karaman / Yeni şafak

Ne ekersen onu biçersin

Oxford Üniversitesi’nin (ANTHROPOLOGY & MIND) bölümü, on iki aylıkla altı yaş arasındaki çocuklar üzerinde on yıl süren bir araştırmanın sonuçlarını 2008 yılında TELEGRAPH’ta yayınlıyor, ayrıca BBC de raporu yayın programına alıyor. Başta Cambridge’e bağlı Faraday Enstitüsü olmak üzere birçok akademik kuruluş ve kurumda bu sonuçları bahse konu ediyor, hakkında birçok konferans veriliyor.

Araştırmanın sonucu özetle şöyle: Bu çocuklar, ana babaları ve okulda öğretmenleri Allah’tan söz etmemiş olsalar bile Allah’ın varlığına iman ile doğmuş oluyor ve onu muhafaza ediyorlar. Bu yaş içinde çocuklar, insanlardan uzak bir adaya bırakılsalar ve orada büyüseler bile Allah’ın varlığına inanıyorlar.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.) bu gerçeği şöyle bildirmişlerdi:

“Her doğan fıtrat üzere doğar, sonra ana babası onu Yahudi, Hristiyan, Mecusi… yaparlar”.

Fıtrat nedir sorusuna ulemâ şu cevabı vermişlerdir: Ezelde Mevlâ, bütün insanların zerreler halindeki asıllarına şuur vererek “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye soruyor, onlar da “Evet, Rabbimizsin” cevabını veriyorlar. İşte insanlar bu cevabın tabii sonucu olarak Allah’a imana müsait, şirke ve bâtıl inançlara uzak bir ruh hali içinde doğuyorlar.

Çocukların ve gençlerin itikad ve ahlak yönünden bozulduklarını söyleyerek şikayette bulunan büyüklerin yanağına bu hadis, zorlu bir şamar olarak iniyor ve diyor ki: Çocuklara ve gençlere bahane bulmayın, onlara yüklenmeyin, biz ne yaptık, nerede hata ettik diyerek dizlerinizi dövün!

“Dindar ailelerin asi çocukları” bakımından bunu söylemiş oldum. Eğer bu aileler doğumdan itibaren (doğumdan öncesi de var ya, bu başka bir bahse kalsın) evet, doğumdan itibaren gerekli tedbirleri aldılar ve dünyadaki nasip ve vazifeyi ihmal etmemekle beraber Allah’ı ve ebedî mutluluğu öncelediler, buna rağmen şeytanın araçları galip geldi ise onları suçlayamam, ama şunu derim: Öyle davranın ki, daha kötü olmasınlar!

Şimdi âsî (İslâmî hayatı olmayan veya eksik olan) ailelerin yabancılaşmış çocuklarına/gençlerine gelelim.

Bunlar, hadiste işaret edilen saptırıcı eğitim çevresinin çocuklarıdır.

Peki biz bu saptırıcı eğitim çevrelerini (öylesine ana babalar, okullar, medya, akıllı elektronik aletler, online oyunlar, sinema, tiyatro, kitaplar…) ortadan kaldırabilir miyiz?

Hayır, kaldıramayız.

Çocuklarımızı bunların tamamından sıfıra kadar uzak tutabilir miyiz?

Hayır, tutamayız.

Dindar aileler sınırlama, kontrol, birlikte görüp, okuyup değerlendirerek zararını engelleme gibi tedbirlere başvurabilirler.

Din, ahlak, öz değerler, kültürümüz, medeniyetimiz diye bir dertleri olmayan, zamanın rüzgârına kapılıp gitmekte olan ailelerin çocuklarına/gençlerine nasıl ulaşacağız?

Bu gençler, bizim okullarımızda, camilerde, tekkelerde, medreselerde, eğitim faaliyet alanlarımızda yoklar ve bunlar milyonlarca genç; bunlara nasıl ulaşacağız?

Bunlar başka bir milletin çocukları değil, Hz. Nuh’un, gemiye gelmeyen çocuğu gibi ama bizim çocuklarımız!

Bu azim sorunu cevabına tek başıma benim gücüm yetmez. Bu azim problemi devlet, hükümetler, eğitimciler ve mütefekkirler, sivil toplum, millet ve memleket sevgisi sebebiyle dertli gönüller birlikte ele alıp çözmeye çalışmalıdır.

Hayrettin Karaman / Yeni Şafak

Çocuklar, gençler ve büyükler

Anamın anası (ebem), kendi çocukluğunda büyüklerin, edep ahlak bakımından onlardan şikayetçi olduklarını anlatırdı. “Zemane” kelimesi daha eskiden beri, büyüklerin şikayetlerine konu olan yeni nesiller için kullanılıyor. Genellikle eskiden iman, ibadet, ahlak ve âdâb bakımından insanların daha iyi oldukları, zaman geçtikçe bozuldukları dile getirilir..

Sevgili Peygamberimiz (s.a.) de kendilerinin içlerinde yaşadığı ve eğittiği neslin (sahâbe) daha iyi olduğunu, sonraki nesillerin, bütün bireylerini kaplamasa da giderek az çok bozulacağını bildirmişlerdi.

Bu “giderek bozulma” doğru bir çizgi halinde devam etmiyor, çeşitli iç ve dış etkilerle grafik yukarı aşağı zikzaklar çiziyor.

Bugünlerde yine “büyükler”, yeni nesilin (gençlerin) dindarlık, ahlak, âdâb bakımından bozulduklarını ısrarla ve bazen abartılı olarak dile getiriyor, şikayetleniyorlar. “Dindar ailelerin isyankâr çocuklarından” söz ediliyor.

Yazılan ve konuşulanları olabildiğince takip ettikten sonra zihnimi bazı sorular işgal ediyor:

Önce tespitler ne kadar sağlıklı? Mesela gençliğin deizme kaydığı söyleniyor, “deizm nedir” diye sorduğumuzda kaynaklar basitçe şu tarifi veriyorlar:

“Yaradancılık anlamına gelen Deizm, evrenin bir yaratıcı tarafından yaratılıp daha sonra bu yaratıcının insanı kendi başına bıraktığını kabul eden bir felsefi akım ya da inanç biçimidir. Deizm, peygamberleri ve kutsal kitapları reddeder. … Deizm inancına göre Tanrı evrene ve dünyaya müdahale etmemektedir.”

Bu tarife göre gençlerimizin deizme kaydığını kim nasıl tespit etmiş. Deizmin bazı parçalarının (benzerlerinin) bir kısım gençlerimizde, o da tartışma götürür yöntemlerle tespit edilmiş olması “gençler deizme kayıyor” hükmünü vermek için yeterli midir? (Bence değildir).

Gençler değil de “büyükler” için aynı araştırmalar yapılsa acaba aynı oranda veya daha fazla deizmi andıran itikadların veya uygulamaların bulunduğu ortaya çıkmaz mı? (Bence çıkar).

Türkiye’de ve İslam dünyasında Müslümanların hayatında ve uygulamalarında itikad, ibadet ve ahlak bakımından insanı kahreden eksiklerin, ihlallerin, ihmallerin olduğu apaçık ortada. Bu “Müslümanlar” bu günahları işlerken, bu ihmalleri ve ihlalleri ortaya koyarken nasıl bir itikad içinde oluyorlar?

Peygamberimiz (s.a.) sahih kaynaklarda bulunan bir hadisinde, “Bir kimsenin mümin olarak zina, hırsızlık, gasp ve haksız iktisab yapamayacağını ve sarhoşluk veren bir şeyi içemeyeceğini” söylüyor.

Gerçi ehl-i sünnet âlimleri bu günahları işleyenlerin dinden çıkmış olmayacaklarını, başka naslara dayanarak ifade etmişlerdir, ancak imanla bu günahlar arasında bir ilişkinin bulunduğu da şüphesizdir.

Asırlardan beri Müslümanların içinde, yaşlısı ve genciyle bu günahları işlemekte olan pek çok insan olmuştur. Mümkün olsa da bir itikad araştırması yapılsaydı, ehl-i sünnete mensup bilinen insanlar arasında kaçta kaçı bilgi, itikad ve amel olarak ehl-i sünnet çerçevesinde kalabilirdi?

Peki, bunlar da mı deist olmuşlardı?

Yani bu günahları işlerken, bu ihmalleri yaparken onların ruh halleri ve itikadları ne durumda idi? Yalnızca “bilgi ve irade yetersizliği mi” vardı, yoksa bir kısmının, Allah’ın yarattıkları ile ilişkisi bakımından itikadları değişmiş mi idi? (Muhtemelen her ikisi de vardı).

Ben gençlerimizin, “Allah bizi yarattı ve kendi halimize bıraktı, yapıp ettiklerimize müdahale de etmez, sorumlu da tutmaz” manasında bir deizme kaydıkları kanaatinde değilim. Yapılan araştırmalar bu sonucu vermiyor.

Peki, ne oluyor?

Olan, hem gençlerde hem de yetişkinlerde asırlar boyu görülen, zaman içinde artan ve eksilen, bilgi eksikliği, iman zayıflığı, ibadet ihmali, ahlak ve âdâb bozulmalarıdır.

İşte bu vakıanın sebepleri üzerinde müzakereyi derinleştirmemiz gerekiyor

Hayrettin Karaman / Yeni Şafak

Faiz Devlet Sisteminde, Faydalı mı? Zararlı mı?

Faiz hak edilmeyen fazlalık, gelir, rant, getiri demektir. Faizi serbest bırakan laik sistemlerde faiz “hak edilmiş bir gelir” olarak kabul edilir; ama bütün ilâhî dinlerde faiz haram kılınmış, yasaklanmıştır.

Faiz zulümdür ve haramdır; çünkü faiz alan, hiçbir riske girmeden, emek sarfetmeden, zahmet çekmeden, her nasılsa elde ettiği bir sermaye sayesinde gelir elde ederken bu sermayeyi kullanan, bununla yatırım ve üretim yapmaya teşebbüs eden, emek ve zahmet çeken kimseler faizciye sağladığı sermayeden fazla (miktarı belli ve garantili) ödeme yapmaktadırlar; bu ödeme, müteşebbis kazanmasa da, zarar etse de, evini barkını satmak mecburiyetinde kalsa da yapılmaktadır.

Eğer faizi bankalar veya devlet ödeyecekse daha büyük bir zulüm söz konusudur; bu durumda rantiyer hem ana parasını hem de faizini alırken bu faizi ödeyen, çoğu dar gelirli halk olmaktadır. Mesela 2003’te devlet borç batağına saplanmıştı, faizi ödeyebilmek için yeniden faizli borç almakta, bu paradan hiç yarar görmeyen halk ise rantiyere faiz ödemekte idiler.

Bankalar iflas etmekte, faizi ve ana parayı, yine bu işten hiçbir menfaati olmayan halk ödemekte idi. İşte bu sebeplerledir ki dinler faizi haram kılmış, sermaye toplamak için kâr ve zararda ortaklık seçeneğini tercih etmiştir. Ticari değil de şahsi ihtiyacı için para/mal bulmak zorunda olan kimselere de şahıslar ve devlet faizsiz olarak kredi verecek, bundan sevap kazanacak, milli birliği güçlendirecek ve ahirete yatırım yapmış olacaklardır.

O yıllarda bir ekonomi yazarı, güncel olan faiz hareketi ile ilgili olarak şöyle diyordu:

Faizler yükseliyor… ‘Eyvaaahhh… Hazine bu faizi nasıl ödeyecek?’ diyerek dertleniyoruz. Faizler aşağıya inmeye başlıyor. ‘Eyvaaahh… Ayşe Hanım Teyzem ile Ali Rıza Bey Amcamın faiz geliri düştü… Perişan olacaklar…’ diyerek dertleniyoruz. Merkez Bankası faizleri indirdi. Ardından bono faizleri inmeye başladı… Ayşe Hanım Teyzem ile Ali Rıza Bey Amcam gibi yaşamlarını faiz gelirine bağlayanlar acep ne durumda diyerek dün banka banka gezdim…”

Bu yazar düşünmüyor ki, o amcanın ve teyzenin elde ettiği gelir, fakir fukaranın cebinden çıkıyor, onlar sıkıntı çekmeden faiz geliri ile geçinirken milyonların mutfağı biraz daha yoksullaşıyor, aç ve açıkların sayısı artıyor. O amca ve teyzelerin elde ettikleri faiz geliri, parayı kullananlar kâr etseler, faiz vergiden ödenmese de yine yoksul halkın cebinden çıkıyor.

Çünkü faizli kredi kullanan müteşebbis ürettiği mal ve hizmete, ödeyeceği faizi de ekliyor ve bu malı kullanan ve tüketen halk faizi de ödüyor. Eğer faiz olmasaydı mal ve hizmet, faiz miktarı kadar ucuza alınacaktı. O teyzeler ve amcalar yalnızca ahiret hayatları bakımından değil, dünyada yedikleri faizin kimlerin cebinden çıktığını düşünerek de rahatsız olmalıdırlar.

Pekala geliri giderini karşılamayan, elinde biraz parası olan ve onun faizi ile geçinenler faiz yemesinler de ne yapsınlar?

1. Devlet sosyal güvenlik kurumunu öyle kursun ve düzenlesin ki, ülkede bir tane aç ve açık kalmasın; birileri refah, hatta israf içinde yaşarken diğerleri de hiç olmazsa temel ihtiyaçlarını sosyal güvenlikten sağlasınlar.

2. Kendileri üretim ve yatırım yapamayan küçük-büyük tasarruf sahiplerinin paralarını değerlendirmelerini, faiz değil, kâr elde etmelerini sağlamak için devlet tedbirler alsın; bu paraların çarçur edilmesini, kötü niyetli veya ehliyetsiz kimselerin ellerinde zayi olmasını engellesin.

3. Katılım bankaları kanunundaki aksaklıklar giderilsin, bu bankalar İslam’ın rahmet ve bereket sistemini temsil eder hale gelsinler, tasarruf sahiplerinin onlara –helal yoldan işleterek kâr elde etmek için– verdikleri paraları uzaktan yakından faizle ilgisi bulunmayan, millet ve memleketin yararına olan işlemlerle nemalandırsınlar ve bir yandan üretimi ve ticareti desteklerken diğer yandan insanlara helal kazanç sağlasınlar. Böylece ekonomi faizsiz olmaz diyenleri mahcup etsinler!

Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Neden Osmanlıca Öğrenmeli?

Bu neyin kavgasıdır?

Dilin mi, yazının mı?

İmam Hatip okulları dışında kalan okullara seçmeli olarak konan ders dilden ziyade yazıdır, ama hedef 1928’den önce asırlarca kullandığımız ve binlerce eserde kullanılan yazının okunması ve anlaşılması ise hem yazı hem de dil öğretimi isteniyor demektir ki, doğru olan da budur.

Halkımızın büyük çoğunluğu Kur’an-ı Kerim’i okumasını bilir ama manasını anlayamaz; çünkü Arapça ve bunun için gerekli olan diğer ilimleri bilmez. Osmanlıca öğretmekten murat bu olamaz; orta derecede de olsa dil devriminden önce konuşma ve yazıda kullanılan dili ve bunun yazısını öğretmek olur. Bu dilin adı ise -her ne kadar meşhur olanı Osmanlıca olsa da- dil devriminden önceki dilimizdir; yani zengin ve âhenkli Türkçemizdir.

Peki bu dili ve yazıyı çocuklarımız niçin öğrenmelidirler?

Tarih sahnesindeki varlığı binlerce yılı kaplayan bir milletin bu asırlar içinde ortaya koyduğu ilmi, kültürü, medeniyeti doğru ve tam öğrenmenin en önemli şartlarından biri bu yazıyı ve bu dili bilmektir.

Bir millet düşünün, milli marşının yazıldığı yazıyı ve dili bilmiyor, Latin harflerine aktarılmış olan şiiri -bu harfler o dile uygun olmadığı için- yanlış telaffuz ediyor ve manasını da anlamıyor. Medeniyetler aleminde okur yazarları bu cehalete mahkum olmuş bir millet var mıdır?

Şairlerini, alimlerini, düşünürlerini kendi eserlerinden okuyarak anlayamayan; Fuzuli’yi, Baki’yi, Nedim’i bırakın Akif’i, Namık Kemal’i, hatta Yahya Kemal’i anlayamayan bir okur yazar nesline benzer bir nesil başka milletlerde var mıdır?

Zavallı cehalet, bakın yüksek tahsil gömüş birilerine ne dedirtiyor: “Bu yazıyı öğrenip de mezar taşlarını mı okuyacağız?”

Adamın binlerce yıllık geçmişi ile ilgili tek bağlantı yeri “mezarlar” kalmış; çünkü ne kitap görmüş ne de kütüphane!

Hem vaktiyle dil ve yazı devrimi yapılırken halka sorulmadığı gibi “isteyen öğrensin, istemeyen eskisine devam etsin” de denmedi, bütün diğer devrim alanları gibi bu da mecbur kılındı, eskisi yasaklandı, yenisi dayatıldı. Düşünün, bir gece yatarken küçüklükten beri öğrendiğiniz bir yazı ve dil ile yatıyorsunuz, sabah uyanınca size yeni bir yazı ve dil dayatılıyor!

Uyum yapabilmek ve işlerini görebilmek için babalarımız ve dedelerimiz neler çekmişlerdir kim bilir?

Şimdi ise kimse kimseyi yeni bir yazıya ve dile mecbur etmiyor; tam da halkın egemenliğine uygun bir düzenleme ile “dileyen seçsin ve öğrensin” diyorlar.

Asıl sadede, karşı çıkışın asıl sebebine gelelim: Bence bu sebep yine ideolojik muhalefettir; yani bu millet kültür ve medeniyet değiştirerek Batılı mı olacak, yoksa kendi değerlerine sahip çıkarak ve kendi kalarak mı çağdaşlaşacak?

Batı’ya yönelenlere bir bakın; yüz yıla yakındır ne yapmışlar? Bir de kendileri kalarak, binlerce şekilden oluşan yazılarını terk etmeyerek çağdaşlaşan Japonya’ya, Çin’e ve yazısını değiştirmemiş Rusya’ya bakın!

Bu milletlerin sabit ayakları binlerce yıllık kültür ve medeniyetlerinde, hareketli ayakları ise bütün dünyadadır.

Bizimkilerin ise ayakları kaymış.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman