Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

İnsan nefsiyle mücadele edecek ki cennete gitsin!..

Yıllar önce bir kış gecesi, Çamlıca’ da sohbete davet edildim. Bir garibanın evinde ders yapacağız. Kar kış… Cerrahpaşa’ dan karşıya gideceğim. İstanbul’ un bir yakasından ötekisine… Bizim hanım, 
“Efendi, otur oturduğun yerde. Bu karda kışta ders olur mu? Millet evinde oturuyordur. Kimse gelmez!” dedi. 
Dedim ki, 
“Çıkayım bir bakayım. Kahveler boşsa dönerim.”
Çıktım. Kahveler tıklım tıklım. Millet kar kış dinlemiyor. 
Yola koyuldum. Baktım, otobüsler dolu. Vapur işliyor. Dolmuşlar çalışıyor. Trafiğin akışına karıştım Çamlıca’ yı buldum. Sonrasında otobüs yok!.. Gideceğim ev bir hayli uzakta. Neyse tabana kuvvet yürüdüm. Evi buldum. Üç beş kişi gelmiş. Kar, soğuk, kış diye çoğu sohbeti asmış. Bana da, 
“zahmet ettin” dediler. 
“Yok” dedim, “Millet cehenneme gitmek için yarışıyor. Ben ne diye cennete gitmek için yarışmayayım? Sayının önemi yok. Üç kişi, beş kişi… Melekler de var. Dersi onlar da dinler.”
Saat ona kadar ders yaptık, sohbet ettik. Sonra yola çıktım. Bir taksi geliyordu. İşaret ettim, durdu, bindim. Arabanın içi kokuyor. Şoför adamakıllı sarhoş… 
Düşündüm. Adamın arabası var. Gece, soğuk, kış demiyor, içmeye gidiyor. Ben evde otursaydım, yarışı kaybedecektim. 
Adam bütün imkânlarını kullanarak içmiş, ben de imkânlarımı kullanarak derse gittim. Bağlarbaşı’ na kadar beni getirdi. O başka istikamete gitti. Ben oradan iskeleye yürüdüm. Oradan vapurla Eminönü’ ne, sonra da otobüsle eve geldim. 
Çevrenize iyi bakın. Cehenneme gitmek için çalışanlar, ne kadar gayretli. Onlar kadar gayretli olmalı değil miyiz?
Sarhoşların içkiye verdiği parayı Allah için harcayan çok azdır. Kumarbazların kumara verdiği parayı din için harcayan çok azdır. 
Oturuyoruz, Mason-Yahudi deyip duruyoruz. Peki, Müslümanların bir kısmı menfaat, makam, şöhret için İslam’a zarar vermiyor mu? 
Bir kısmı da hiçbir meselemizle uğraşmadığı, rahat hayatından fedakârlık edip talebe ile fukara ile ilgilenmediği için İslam’a zarar vermiyor mu? 
Halbuki hayatın gayesi, Allah rızasını kazanmaktır.
Bu noktaya gelemeyen Müslüman, bedavadan yaşar ve ölür. Hayatı ona cenneti kazandıramamıştır. Allah bizi kendisini tanıyalım ve gerektiği gibi kulluk edelim diye yaratmış. Asıl maksada ulaşabilmek önemli. Dünya, rehavet yeri, sefa sürme yeri değildir. Eğer bunu, böyle kabul etmezsek, bedeli ağırdır. 
Ahir zamandayız. Sahabe ve Tabiin bu zamanın şerrinden Allah’a sığınmışlar. Bugünün samimi Müslümanlarına da imrenmişler. İçkili lokanta, bar, açık-saçık yayınlar, kumarhaneler… Hepsi Müslüman’a tuzak… Gençlerimizi en zayıf taraflarından yakalamaya çalışıyorlar. 
Üstat buyurmuş ki,
“Cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değil.”
Unutmamak gerekir ki, 
Eğer insana nefis verilmeseydi, insan cennete gidemezdi. İnsan nefsiyle mücadele edecek ki cennete gitsin.
HEKİMOĞLU İSMAİL

Tahiri Mutlu Ağabey ve Risale-i Nur’lar

Hekimoğlu İsmail’in “Tahiri Mutlu Ağabey ve Risale-i Nur’lar” başlıklı yazısında “Tahiri Ağabey’in de manevi atmosferi dışına taşmış, kim yaklaşsa hoşuna gidiyordu…” ifadelerine yer vermiş.
Hekimoğlu İsmail’in yazısı:
Kabe’den camilere, dershanelere kadar uzanan, bunların hepsini içine alan manevi bir iklim vardır. Manevi iklimin tecellisi için buyruluyor ki: “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. O’nun rızası dahilinde hareket ediniz.”
Demek ki Allah’ın emrini tutan bir şahıs veya topluluk, manevi iklimi meydana getirir. Büyükleri ziyaret etmek, onların yanında bulunmak, derslerine katılmak, onların hayatını okumak da manevi iklimlere girmektir. Bu manevi iklimler insana tesir eder. “Böyle de yaşanırmış.” dedirir. Tahiri Ağabey’in de manevi atmosferi dışına taşmış, kim yaklaşsa hoşuna gidiyordu…
Tahiri Mutlu Ağabey’le Kocamustafapaşa’daki dershanede tanışmıştık. Dershane, yedi katlı bir binanın en üst katındaydı; buraya ‘seb’a semavat‘ derdik; yedi kat gökler…
Ömrünü tamamiyle Risale-i Nur’lara vakfetmişti. Bediüzzaman Hazretleri buyurmuş ki: “Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nur’lara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilecek…” dediği kişilerden biriydi; Tahiri Ağabey…
Bilindiği gibi 1928’de harf inkılabı yapılmış, Kur’an yazısı yasaklanmıştı. Said Nursi de, “Bir şey bütünüyle elde edilmezse tamamen de terk edilmez.” düsturu ile tek başına bu inkılaba karşı çıkıp, hayatı boyunca Latin harfleriyle tek kelime yazmadı. Daha sonra Tahiri Mutlu’ya da Latin harfleriyle yazıp, okumamalarını tavsiye etti, onlar da bu tavsiyeye uydular. Elbette gün geçtikçe yeni yazı bilenlerin sayısı artmaya başladı, tahsildeki gençler eskimez yazıyı bilmediklerinden, dinden uzaklaşıyorlardı.
Bediüzzaman, bu gençlerin imanını kurtarmak için Risale-i Nur külliyatının Latin harfleriyle basılmasına izin verdi. 1956’da Sözler, arkasından da Tarihçe-i Hayat basıldı. Bir bavul dolusu Tarihçe-i Hayat’ı Said Nursi Hazretleri’ne bizzat ben götürüp teslim ettiğimde memnun olmuştu. Bununla beraber İslam yazısının muhafazasını Risale-i Nur talebelerinden istemişti. “Kardeşlerimiz eskimez yazıyı öğrensinler!” diye.
Herkese inat bir kişi İslam yazısını gündemde tutuyor, İslam medeniyetine sahip çıkıyordu. Ben de o sene Münif Çelebi’nin Kur’an Dili isimli kitabından aldım, kendi kendime Elifba’dan Kur’an yazısını öğrenmeye başladım. Kur’an okumasını öğrendikten sonra harekesiz yazıyı da öğrendim. Fakat gerek Kur’an’ı, gerekse eskimez yazılı Risale-i Nur’ları çok yavaş okuyordum. Arapça, Farsça kelimelere gelince hiç okuyamıyordum.
Bekar odamdaki radyoyu babama göndermiştim. Üstad “Ecnebilerin satranç oyunlarıyla meşgul olmayın.” buyurmuştu. Öyle ise haberler benim için manasızdı. Ben kendimle meşgul olmalıyım, ne diye Avrupa’yla Amerika’yla ilgileneyim? Yine buyururdu ki: “Afakla meşgul olmayın, boğulursunuz. Enfüsi daireyle meşgul olun…” Bundan anladığım şu idi: “Dış dünyayla meşgul olmayın, kendinizle meşgul olup, kendinizi en iyi duruma getirin.”
Kendimi Risale-i Nur’lara vermiştim. “Dost da bu, arkadaş da bu, eğlence de bu.” diyordum… Tahiri Ağabey, Risale-i Nur’ların okunmadan durmasını israf olarak görürdü. Said Nursi (ra) bile kendi eserlerini kendisi defalarca okumuş. Risale-i Nur’lar kimisinin imanını kurtarır, kimisinin imanını takviye eder…
Kaynak:RisaleAjans

Dava adamı…

üstadHer şey bir nizam içindedir. İnsanların nizamı da İslamiyet’tir. Allah dinini kıyamete kadar devam ettirecektir. Bunun için bazı kullarını İslamiyet’e hizmetle vazifelendirir. Onları her yerde ve her şartta korur. Onlar asla mağlup edilemez. Bediüzzaman Hazretleri de İslam’a hizmetle vazifeliydi.

Ben Tarihçe-i Hayat’ı okuduğumda diyorum ki: “Bediüzzaman bu değil!” Yani nasıl ki aynanın bir mat yüzü bir de parlak yüzü vardır; işte kitaplarda anlatılan Bediüzzaman, aynanın mat yüzüdür. Aynanın parlak yüzüyse, onun yaşadığı hayattır… Said Nursi, İslamiyet’ten uzaklaşan Müslümanları İslam’a yaklaştırdı. Kur’an-ı Kerim’lerin toplatıldığı günlerde eskimez yazı ile risaleler yazdı. Camilerin kapısına kilit vurulmasına inat, “Evlerinizi medrese yapın.” buyurarak, tahkiki iman dersleri okuttu. Ev halkıyla ders yapmayı, dinleyen olmazsa meleklerle ders yapar gibi kendi kendine okumayı tembihledi. Tabii o zamanlar gizli gizli ders yapılırdı. Türk Ceza Kanunu’nun 163’üncü maddesi ile İslamiyet’i öğrenmek ve öğretmek yasaklanmıştı. Evlerde içki içmek serbest, İslamiyet’i öğrenmek yasaktı. Dindar olmanın çilesi çekiliyordu. Bu çilenin verdiği lezzet tarif edilemezdi.

Şimdi o günleri düşünüyorum… Bediüzzaman’ın hazinesi, silahı, ordusu yoktu. Odası bir dağın başında, çınar ağacının dalları arasındaydı… Bu derece dünyayla alakasını kesmiş bir adam mıknatıs gibi kitleleri peşinden sürüklüyordu… Mesela hakim bana sordu: “Ne diye gidiyorsun Said-i Kürdi’nin peşinden?” Dedim ki: “Efendim, ben onun peşinden gitmiyorum; o beni peşinden sürüklüyor!” “Olmaz böyle şey!” diye bağırdı. “Sen menfaatin için onun peşinden gidiyorsun!” Dedim ki: “Sürgünler, tevkifler, takipler peş peşe, tedirgin bir hayat yaşıyoruz. Menfaat bunun neresinde?”

Evet efendim, o günlerde durum böyleydi…

Her türlü baskıya rağmen Allah’ın lütf-u inayetiyle Risale-i Nur okumaya devam ettik. Tahkiki iman dersleri sayesinde kadere imanı anladık. Her türlü fırtınada, “Bu fırtınayı çıkaran Allah’tır. Her şey onun emrindedir.” diyerek Allah’a sığınmayı öğrendik.

Mesela şimdi soruyorlar: “Ağabey, Bediüzzaman Hazretleri’nin yaşadığı gibi yaşamak mümkün mü?” Dedim ki: “Bediüzzaman gibi olamayız hatta onu taklit etmek de mümkün değil amma ona talebe olabiliriz. Her çırak, ustası gibi olamayabilir amma ona sadık kalıp yıllarca onun yanında çalışabilir. Asker deyince erden generale kadar herkes askerdir amma arada çok büyük rütbe farkı vardır. Aynen öyle de, bizler Bediüzzaman gibi yaşayamayız; mesela dağın başında oturup aç kalamayız amma baklava peşinde de koşmayız, daha mütevazı bir hayat sürdürebiliriz. Onun en önemli prensipleri olan ihlas, uhuvvet, iktisat risalelerini okuyup, anlayıp, yaşamaya çalışabiliriz.

Risale-i Nur talebesiyim.” diyen kişi kendine şu soruyu soracak: “Ben bu kimliği ne kadar temsil edebiliyorum?..

Hekimoğlu İsmail

Parayı Müslümanca kazanıp Müslümanca harcamak da ibadettir

Müslüman, zengin olmalı. Çünkü İslamiyet maddi ve manevi terakki ile ayağa kalkacaktır. Maddi kalkınma ise tüketmek değil üretmektir. Müslümanlar gösteriş için değil, İslam âleminin güçlenmesi için zengin olmalıdır.

İslam âleminin güçlenmesi için maddi kalkınma gerekliyken, iç huzurumuzu temin etmek için lükse gerek yoktur. Kıymetli olan maddi rahatlık değil, manevi rahatlıktır. Adam incecik yer yatağında yatıyor. Başka eşyası yok. Pencereden soğuk giriyor. Karnı bazen aç, bazen tok ama huzurlu. Sabah uyanıyor, evden çıkıyor; konuya komşuya gülümsüyor. Böyle insanlar gerçekten var. Kimisi de konforlu dairelerinde canım sıkılıyor diye ağlıyor. İşte bu hal gösteriyor ki mutlu olmak lokantaların, otellerin, tatillerin işi değil. İnsan parayla ev alır ama huzur alamaz.

Biz Müslümanlar, en büyük nimetlere mazhar olmuşuz. İnsan olarak yaratılmışız ve son peygamberin ümmeti olmuşuz. Evvela bu nimetlerin farkında olmak lazım. Ve inançta Müslüman, fiiliyatta kapitalist olmamak lazım.

Müslüman zengin olmalı dedik ama zengin gibi yaşamamalı. Neden? Çok rahat yaşamak, dünya sevgisini artırır. Dünya nimetine bağlılığı artırır. Dünyaya bağlılık, insanın içine korku verir, huzursuzluk verir. İnsan huzursuzluğunun veya hastalığının sebebinin, maddiyatın içinde yüzmekten kaynaklandığını anlamaz bile. Zengin hayat, insana dünyadaki küçüklüğünü unutturur, insan büyüdüm sanır. Hâlbuki insan acizdir. “Dünya sevgisi hataların başıdır.” deyip konforlu hayatı terk edebilmek meziyettir.

İnsan, kendine hep hatırlatmalı; “Her an ölebilirsin, öldüğünde malın mülkün dünyada kalacak, bu paralar seni cennete götürmez.

Tabak tabak yemekler, çeşit çeşit elbiseler, çekmeceler dolusu takılar, oturacak yer bırakmayan mobilyalar… Müslüman, bunların içinden ayıklanmayı bilmeli; Müslümanlığını unutmamalı, uyanık olmalı. Yoksa ibadetlerimiz namaz ve oruçtan ibaret kalır. İbadetlerimizi külli ibadete yükseltemezsek namaz ve orucumuzu da kaybederiz. İbadeti külli ibadete yükseltmek, ibadeti hayatımızın her anına yaymak, her anında yaşamak demektir. Parayı Müslümanca kazanıp Müslümanca harcamak da ibadettir, güzel ahlakın güzel bir örneğidir.

Kazancımız helal diye çok harcama yapılmamalı. Mesela yağ, un gibi gıdalar helal gıdalardır. Ama şimdi doktorlar uyarıyor; bunları çok tüketirseniz sağlığınıza zarar verir, diyorlar. Yani her şeyin aşırısı zarardır. Aşırıya kaçmak ifrattır. İfrattan uzak durmak edeptir. Orta yol, sıratı müstakimdir. İsraf edenler bu yolda yürümekte zorlanırlar.

E ne yapacağız? Evvela Peygamberimiz’in ve hane halkının yaşayışı bize örnek olmalıdır. Allah Rahman ve Rahim olduğundan dünyayı cennet edecek prensipleri bize bildirmiştir. Zengin ve fakir arasında uçurum olmaması gerektiğini öğreniyoruz. İslamiyet’te kitle kalkınması vardır. Komşusu peynir bulamazken yemeğin üzerine bir de baklava yiyen, kâmil mümin değildir. Müslüman verendir, verdiğiyle sevinendir.

Müslümanlar artan mallarıyla İslam’a hizmet etmeliler. Yedirmek, giydirmek güzeldir. Ramazan’da zekât vermek güzeldir. Ama hizmet bu kadar değildir. Kur’an kursları, kütüphaneler kurulmalı. İmkânsızlıklar içinde ilim yapmaya gayret edenlerin elinden tutulmalı. İstihdam oluşturacak işler kurulmalı. Kitle kalkınması böyle gerçekleşir.

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Gayemiz halkı değil, Hakk’ı memnun edebilmek…

Yıllar önce Almanya’ya gittiğimde orada kurulan bir dernek dikkatimi çekmişti. Aklımda kaldığına göre adı; Paylaşanlar Derneği’ydi. Paylaşmakla psikolojik hastalıklarından, dertlerinden, sıkıntılarından kurtulacaklarına inanıyorlardı.

Bu, tamamen İslami bir gerçektir. Peygamber Efendimiz (sas) buyurmuş ki, “Hastalıklarınızı sadaka vererek tedavi ediniz.” Bir başka hadiste buyurmuş ki, “Kim mü’min bir kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir kardeşinin sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından mühim birini giderir.” Buradan da anlaşılıyor ki, akıl ve ruh sağlığı; ahlak ve yardımseverlikle doğrudan bağlantılı…

Paylaşmak, egoist olan insanın o halden sıyrılıp diğergâm olmasıdır ki, bu durum ruhu memnun eder ve rahatlama hâsıl olur. Beden ruha tâbidir. Asıl olan ruhun rahat etmesidir.

Paylaşmak, bir tabak yemeği paylaşmaktan, büyük bir şirket kurup onlarca insana maaş vermeye kadar uzar. Mesela annem kokusu çıkan bir yemek pişirince komşuya da gönderirdi. “Hasta vardır, hamile vardır, alıp da yapamayan vardır.” derdi. Et pişirdiyse et, ekmek pişirdiyse ekmeği paylaşırdı. “İçim rahat etmez.” derdi. İçim, dediği ruhuydu… Ruh, Allah’ın hayat sıfatından olduğundan daima iyiliği ister. Ben hasta olduğum için iyi bilirim. Ne yiyeceğini, ne isteyeceğini bilemeyebiliyor insan. Birden kapı çalar; bir tas çorba gelir komşudan. Sanki onu bekliyormuş gibi o çorbayı iştahla içer hasta. Hâlbuki biraz evvel hastanın hanımı demişti ki, “Canın ne istiyorsa pişireyim.” “Hiçbir şey istemiyorum.” demişti… Bir tas çorba, alanı da vereni de memnun etti…

Çok zengin bir arkadaşım vardı. Bir gün yanıma geldi, dedi ki; “Ağabey çok sıkılıyorum, bunalıyorum. Depresyona girdim.” Dedim ki, “Kardeşim, samimiyetimize güvenerek açık konuşayım: Allah bu serveti tek başına sana yedirmez. İnşaat yap. Irgatlar, ustalar, sürücüler, kalıpçı, sıvacı derken senin sayende belki yüz kişi ekmek yiyecek.” O arkadaş bir arsa aldı, inşaat başladı. Birkaç ay sonra kendisini ziyaret ettiğimde hayatından memnundu.

Alimler der ki, “Benimdir deme, yanımdadır de!” Parayı biz kazandık. Bu makama biz geldik. Elimizde çeşitli imkânlar var. Amma Allah’ın verdiği akılla, sağlıkla bu nimetlere ulaştık. Demek ki parayı kazandıran da Allah, makamı veren de Allah… O zaman “Benim!” dediğimiz her şeyde herkesin hakkı var. Bahçeye ağacı ben diktim, meyve verdi. Bu koca ağaçta benim hakkım binde bir. O da çekirdeği toprağa gömmek. Ondan sonrasını hep Allah yaptı. Bu hal, elimizdeki her türlü imkan için geçerlidir. Öyleyse Allah’ın verdiğini Allah’ın kullarına dağıtmak zorundayız. Halkı memnun etmek değil gayemiz; Hakk’ı memnun etmek…

Hekimoğlu İsmail / Zaman