Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

Ramazan geldi; artık özgürüz!..

İftar zamanı yaklaşmış. Açız, susuzuz, halden düşmüşüz; sofra da hazır karşımızda duruyor… İstiyoruz ki yiyelim içelim. Fakat imkânı yok, çünkü oruçluyuz. Bizi tutan engel, imanımız… Ne kadar güzel bir engel!..

İslam âlemini bir şehir olarak ele alalım. O şehirde yüzlerce kişi sofranın başında emir bekliyor. Bundan daha mükemmel bir ordu olamaz. Ezan okununca yüzlerce kişi bir anda besmele çekiyor, hep birlikte lokmalar ağza atılıyor. Belki bir fabrika bu kadar muntazam çalışamaz. Ramazan ne yaptı? Oruç tutturdu, nefsimize hakim olduk, yemedik, içmedik, boş sözler konuşmadık, dahası var; alışkanlıklarımızın esiri olmaktan kurtulduk, yani artık özgürüz. Bir Müslüman için en büyük özgürlük İslam’a köle olmaktır!..

Davet edildiğim bir iftar sofrasında yanımdaki arkadaş dedi ki, “Açlık ve susuzluk beni sarsmıyor fakat sigara içmemek beni fena halde sarsıyor!” Ona dedim ki, “Böylesine tiryaki bir adamsın; bir ay boyunca alışkanlığının esiri olmaktan kendini kurtardın, öyleyse istersen bir ömür içmeyebilirsin… Çünkü bunun talimini yaptın.

Bir başkası yalan söylemeyen, diğeri dedikodu yapmayan, öbürü kavga etmeyen bir adam oldu Ramazan’da. Demek ki bir ömür boyu bu ayda aldığımız eğitimle, Müslüman’ca bir hayat yaşayabiliriz. Bunun olabileceğini gördük çünkü…

Alışkanlıklar insanı köle eder. Hangi alışkanlığımızı terk edemiyorsak onun kölesiyiz demektir. Dolayısıyla alışkanlıklar Müslüman’ı Allah’a köle olmaktan geri çeker. Başka şeylere köle eder. Ramazan’da herkes kendi alışkanlığından kurtulur. Böylece anlarız ki, köle olmaktan kurtulduk, Allah’a köle olduk.

Bediüzzaman (ra) buyurdu ki: “Üç büyük mani vardır: İhtilaf, cehalet, zaruret. İhtilafa ittifakla, cehalete ilimle, zarurete maharetle cevap vereceğiz. Böylece dini yaşamaktan bizi uzak tutan manileri ortadan kaldıracağız.” İşte Müslüman ister ki Müslüman’ca yaşasın. Fakat bunu bir türlü beceremez. “Benim İslamiyet’i yaşamama mani olan nedir?” diye düşünür ve Ramazan’da bunun cevabını bulabilir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Bir Müslüman olarak Kur’an’la aramız nasıl?

3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanuna göre, Arap harfleriyle yazılan kitaplar yasaklanmıştı.

Kimin evinde Kur’an veya eskimez yazı kitap varsa bunlar resmi makamlara teslim edildi veya toplatıldı. Memurlar halka örnek olmak için kitaplarını kucak kucak jandarmalara, polislere teslim ederlerdi. Halkın kimisi kitaplarını vermiş, kimisi kütüphanesinin önüne duvar ördürmüştü. Bu duvarlar 1950’den sonra yıkılmış ve piyasaya Kur’an harfli kitaplar çıkmıştı.

Bizim köyde yaşlı bir teyze vardı. Köydeki çocuklara Kur’an öğretmeye sadece o cesaret edebilmişti. Bana göre büyük bir kahramandı. Çünkü duyuyorduk; başka köylerde değirmende ve mağaralarda gizli gizli Kur’an öğretenler yakalanıp tevkif ediliyordu. Sonra da bu kişilerle ilgili “Yobazlar hapis cezasına çarptırıldı.” diye haber yapılırdı. Kur’an’ı radyodan dinlemek bile yasaktı. 1938’in baharında ablamla beraber elif cüzlerini koynumuza sokar, sokağa çıkardık. Sağa sola bakardık, jandarma, polis ve zabıta yoksa hızla koşar, 100 metre ötede o yaşlı teyzenin evinin önünde dururduk. Yine etrafa bakardık, kimse yoksa içeri dalardık. Kadının ilk sorusu, “Kimse gördü mü evladım?” “Görmedi…” Ve başlardık okumaya, Elif üstün e. Elif ötre ü, elif esre i… Bu zor usulle Kur’an öğrenmek mümkün olmuyordu. Eve gelince çalışır, işim bitince de elif cüzümü bulgur çuvalının içine gömerdim. Her an bir baskın ve arama olabilirdi. Kur’an’a geçmemiz nasip olmadı… Tabii o zaman anlamıyorduk; Kur’an okumak niye yasaktı? Sadece devrimlerden bahsediliyordu…

Ali Ulvi Kurucu hocam hatıralarında bahseder: “Yahu, bütün bunlar kimin adına, kimi memnun etmek için yapılıyor? Bu millet niçin Yunan’la harp etti? Yunan gelirse, dinimi, ezanımı, yazımı, kıyafetimi değiştirir diye harp etmedi mi? Yunan denize mi döküldü, yoksa Yunan mı bizi denize döktü? Bu işkencelerin, bu zulümlerin düşman tarafından değil de, kendi milletimizin fertleri tarafından yapılıyor olması ne acayip şey…

İşte böyle… Dalgalı bir denizde seyahat eden gemi gibi bugünlere geldik. Şimdi Kur’an okumak, öğrenmek, öğretmek serbest. Amma problemler bitmedi. Evet, bugün bizi tevkif edecek jandarmalar yok amma Kur’an’la aramıza giren “bahaneler” var. Amma elimizdeki her türlü imkândan imtihana çekileceğiz. Düşünmek lazım; Allah elimizdeki imkânları değerlendirme hususunda bizden ne kadar razı?

Mesela bir Müslüman olarak Kur’an’la aramız nasıl? Bu kadar fırsat, malzeme ve zaman varken Kur’an’a ne kadar vakit ayırıyoruz? Allah’ın beğendiği ev, içinde Kur’an okunan evdir. Ebu Hureyre buyurmuş ki: “Hangi evde Kur’an-ı Kerim okunursa, orada bolluk bereket çoğalır, şeytanlar uzaklaşır, melekler oraya hücum eder. Hangi evde Kur’an okunmazsa, o evde darlık, sıkıntı, huzursuzluk baş gösterir. Rahmet melekleri oradan uzaklaşır, şeytanlar o evi istila eder.

Huzuru ve gönül rahatlığını evlerimizin konforunda arıyorsak; çekeceğimiz daha çok çileler var demektir. Çünkü modernizm bir hastalıktır. Maddi-manevi cezaları da beraberinde getirir.

Mesela bir arkadaş dedi ki: “Ben Kur’an okumasını bilmiyorum. Bu yaştan sonra öğrenmek de zor.” “Kendi önüne engeli yine kendin koyuyorsun.” dedim. “Kur’an öğrenmek çok kolay. Kitaplardan öğrenebilirsin. Gençler, emekliler, çalışanlar, öğrenciler kendilerine uygun gün ve saatlerde camiye gidip Kur’an öğrenebiliyor. Yani bu kadar imkâna rağmen Kur’an öğrenemedim, öğrenemiyorum dersen, mesulsün kardeşim…

Bu zamanda Kur’an okumamanın ve öğrenmemenin mazereti olamaz…

Çocuklarımı hangi prensiplerle büyüttüm?

Hastalandığım zaman doktor dedi ki: “Bak ağabey, artık okumak, yazmak, konferans vermek yok! Bol bol yatıp, dinleneceksin.” İçimden geçirdim; “Ot gibi nasıl yaşarım yahu!”

İşte bu konferanslar sırasında özellikle hanımlar, “Çocuklarımızı yetiştirirken hangi hususlara dikkat edelim?” şeklinde sorular soruyorlar. Bu soruya kendi tecrübelerimle cevap vermek isterim…

Bir kızım bir de oğlum var… Elhamdülillah, ikisiyle de çocukluklarından beri aram iyidir. Onları yetiştirirken özellikle dikkat ettiğim iki husus vardı:

Birincisi, “Çocuklarımı değil, kendimi terbiye edeceğim.” kuralını kendime prensip edindim. Kendini terbiye eden, başkalarına tesir eder. Pek çok muhterem, mübarek şahısla tanıştım, görüştüm. Onların sözleri aklımdan çıkıp gitmiş olabilir amma hal diliyle söylediklerinin tesiri halen üzerimdedir; bu tesiri unutmak mümkün değil. Buradan hareketle, çocuk ebeveynini sever, beğenirse onu taklit eder. Bu taklit aynen fotoğraf makinesi gibidir. Makine ne görürse onu çeker; çocuk da ebeveyninden ne görürse, onu yaşantısına çeker. Anne-babalar çocuklarının karşısında kibre kapılır, “Benim gibi ol!” der. Amma bakalım çocuk karşısındakini seviyor mu, beğeniyor mu? İşyerindeki problemleri eve taşımadım. Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi, “Fevkalade ehemmiyetli olan sükûn ve temkin ve itidal-i dem ve sabır tahammülün kati lüzumu beni teskin etti.” Allah’ın yüreğime koyduğu şefkatle, çocuklarıma kırıcı söz söylememeye, onları memnun etmeye çalıştım.

İkincisi, çocuklarımı başkalarının beğenisine, takdirine göre değil, Allah’ın beğeneceği şekilde yetiştirmeye çalıştım. Bir pedagogun kitabında okumuştum: “Nasıl ki küçük bir fidanın üzerine ince bir çizik atılsa, o fidan büyüyüp çınara dönüştüğünde küçük çizik koca bir yarık olarak karşımıza çıkar. Aynen bunun gibi, çocukluk döneminde çocuğun üzerine atılacak çizikler, yetişkinlik döneminde derin yaralar şeklinde ruhunda yerini alıyor.”

Bazı anne-babalar çocuklarını “El âlem ne der?” diye terbiye etmeye çalışıyor. Hâlbuki çocuğuna “Allah’ın emaneti” şuuruyla bakan kişi, kendini ve evladını Allah’a beğendirmeye çalışır; başkasına değil… Bana göre çocuk eğitiminde uygulanacak en zevkli, en kolay ve huzur veren yol, çocuğu Allah rızasına göre terbiye etmektir. Böylece hem ana-baba hem de çocuklar yücelir. Meseleleri “el âlemin” ölçüsüne değil, Kur’an’ın mihengine vurarak çözmeye çalıştım…

Üçüncü prensibim; çocuklarımı asla başkalarının çocuklarıyla kıyaslamadım. Falan çocuk şöyle akıllı, filan çocuk şöyle başarılı vs. gibi sözler çocuğun izzet-i nefsine dokunur. Kıyas, ancak çocuğuyla arasına uçurum sokmak isteyenin yapacağı iştir. Bırakın kıyaslamayı; başkasının çocuğunu övmek bile evladımızı mahcup eder. Başkalarıyla kıyaslanan, beğenilmeyen çocukların ileride korkak olduklarına şahit olmuşumdur…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Bir baba olarak, kimi model aldım?..

Bir baba olarak, çocuklarımla ilişkimde onları hiçbir zaman ve hiçbir meselede “plastik bebek” olarak görmedim. “Siz bir kenarda durun, bir şeye karışmayın!” demedim.

Tam tersine, kızımı da oğlumu da hayatın içine çekmeye çalıştım. Amacım, adam yerine konduklarını hissettirmekti…

Dikkatimi çekiyordu çünkü… Bakıyordum, kızım veya oğlum en çok neye seviniyor, en çok ne zaman memnun oluyor? Ve anlardım ki çocuklarım, adam yerine konulduğunda çok seviniyor.

Mesela kendi mesleğimden örnek vereyim. Gazeteci-yazar bir babaydım. Evin her tarafı kitaplarla doluydu. Bazen hanım kızardı, “Efendi, bunca kitabı nereye koyacağız? Üstelik tozlanıyor da!” “Aman hanım” derdim, “kitaplarıma laf etme; sigara getirsem daha mı iyi…” Tabii çocuklarım da kitapların, dergilerin içinde büyüdü. Yazdığım makaleleri ve kitapları evvela çocuklarıma okutur, onların fikrini alırdım. Bir roman yazmaya başlamıştım, yirmi sayfa kadar olunca… Kızım Ayşenur’a verdim. O zaman belki on iki yaşlarındaydı. “Evladım, kitabı oku, fikrini söyle.” dedim. Kızım yazdıklarımı okudu bitirdi. Yanına gittim, çok dikkatli bir şekilde yüzüne bakarak, “Nasıl, beğendin mi?” diye sordum. Yüzünü ekşitti, burnunu kıvırdı. Hemen o anda kızımın gözleri önünde yazdıklarımı yırtıp attım. Tabii şaşırdı, “Baba neden yırttın?” dedi. “Çünkü sen beğenmedin.” dedim. Kızım anladı ki, onun ne düşündüğü benim için çok önemli…

Böyle müşterek çalışmalarda çocuk kalben rahatlar.

Bir yayınevi, hadis ansiklopedisi hazırlamamı istedi. Eve geldim, çocuklarıma dedim ki, “Bu ansiklopediyi birlikte hazırlayalım…” Çocuklar, “Tabii!” dedi. O sırada yanımızda bir ahbabımız vardı. “Çocuklar bu işi beceremez!” dedi. Kızımın yüzü asıldı; “Ben yapamam baba!” dedi. “Kızım” dedim, “bu işi sen yapabilirsin! Ben buna inanıyorum.” Aslında benim asıl amacım, çocuklarımla vakit geçirmek, onların bana yardım edebildiğini göstermekti. Allah’a şükür ansiklopedi işini tamamladık. Çocuklarıma teşekkür ettim ve o zamanın parasıyla ödeme de yaptım. Bu para, bana verilen ücretin tamamıydı…

Aynı şekilde çocuklarımın dersleriyle de yakından ilgilendim. Mesela oğlumun kimya dersiyle arası iyi değildi. Yakın bir arkadaşımın lise son sınıfa giden oğluyla görüştüm. “Eve gel, oğluma kimya dersi ver. İstediğin ücreti sana ödeyeyim.” dedim. Daha ikinci derste oğlum dedi ki: “Baba bu çok basit bir dersmiş!” Bir ders yüzünden belki tahsil yapmaktan soğuyabilirdi. Allah’a şükür böylece tedbir almış olduk.

Herkes evliya değildir amma Peygamberimiz’in hayatını anlatan kitaplar her yerde satılıyor. O’nun (sas) aile hayatı, eşleriyle, çocuklarıyla nasıl geçindiği okunur öğrenilirse kesin olarak inanıyorum ki aile hayatımıza yeni bir pencere açılır…

Futbol maçında hakem oyunu yönetir. Faul, penaltı, taç… Peygamber de hayatımızın hakemi olmalı. Yeryüzü sahasında herkes kendi rolünü oynarken Peygamberimiz hayatıyla bize hakemlik ediyor… Siyer okumak ve hayata tatbik etmek mutlu bir aile olmak için yeterli bir reçetedir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

İşte İslamiyete ihanet eden dindar Müslüman tipi!!

Müslüman’ın kalitesi maddî meselelerde anlaşılır…
Bir şahıs ibadetlerine dikkat etse amma imkânı olduğu halde borcunu ödemese, İslamiyet’e ihanet etmiş olur.

Çünkü alacaklı der ki, “Kıldığı namazdan bana ne! Sakalla, tespihle milleti aldatıyorlar…” İslamiyet’e yapılan bu hakaretin sorumlusu, maddi meselelerde gayri ciddi davranan ve bencil olan şahıstır.

Yıllar evvel, başka bir şehirde yaşayan, ilmine çok güvendiğim, dindar olduğuna gerçekten çok inandığım bir arkadaş yanıma geldi, dedi ki: “Ağabey işlerim kötü gidiyor. Zor durumdayım. Nasıl düzlüğe çıkacağım bilemiyorum. Allah’tan korkmasam intihar edeceğim.”

O arkadaş, benim nazarımda kıymetli bir şahıstı. Dedim ki: “Üzülme. Memleketine gidince küçük bir dükkân kirala. Buradan sana kitap göndereyim. Kitapçılık yap.” Tabii sevindi, dua etti. Bir süre sonra dükkânı tuttu, ben de kitapları gönderdim. Üç ay geçti, arkadaş kitapların parasını göndermiyor. Beş ay geçti, kitapların parası gelmiyor… Kalkıp yanına gittim, dedim ki: “Arkadaş, ben sana zor gününde yardım ettim, sen bana borcunu ödemiyorsun, beni zor duruma düşürüyorsun!” Dedi ki: “Hakkını helal et. Araba aldığım için sana ödeme yapamadım.” “Yahu arkadaş” dedim, “Sen arabada gezeceksin diye, bana niye bu kötülüğü yapıyorsun? Sen her vakit camide namaz kılarsın. Şimdi ben o camiye gelip, ‘Bu adam benim dostumdur. Ona güvenip borç verdim amma o beni dolandırdı.’ desem hoşuna gider mi?” Arkadaş, başını önüne eğdi…

Hz. Ömer (ra), bir kişinin bir adamı övdüğünü duyunca, “Onunla yolculuk ettin mi?” diye sormuş. Adam, “Hayır” demiş. “Onunla alışveriş yaptın mı?” diye sormuş. Adam buna da, “Hayır” deyince Hz. Ömer (ra) buyurmuş ki: “Allah’a yemin ederim ki senin onu tanıdığını zannetmiyorum.” Ben de bu kıssadaki gibi, tanıdığımı zannettiğim kaç arkadaşımı maddi meseleler yüzünden kaybettim; sayısını bilmiyorum…

Ormandaki ağaçlar ağustos sıcağında birbirlerine gölge yaparak çevrelerindeki ağaçları korurlar. Fırtınada omuz omuza verirler, rüzgâr bir tek ağacı söküp atamaz. Sel gelirse, ağaçlar sel suyunu parçalar. Güven duygusu devam ederse Müslümanlar böylesi bir ormana benzer. Yaratan tek olduğu için yaratıklar arasında benzerlik vardır. Allah’ın koyduğu kanunlar umumidir. Bu kanunları anlamak için kâinat kitabını okumak lazım…

Bana göre borcunu ödemeyen adam öyle bir hale düşer ki, kırda tek başına kalmış yalnız bir ağaca döner. Güneş onu yakar, rüzgâr dallarını kırar, seller devirir. Bunca yıllık tecrübelerime dayanarak bir gözlemimi paylaşayım; insan maddi meselelerde gerçek kimliğini ortaya koyar! Para ve makam, insanın iki sırlı düğmesidir. Bu düğmelere bastı mı, manevi bir röntgen onun gerçek âlemini gösterir. Parada, makamda ve malda Müslüman’ca hareket etmeyenler, İslamiyet’i tarumar etmek isteyenlerdir.

Mahir İz Hocam derdi ki: “Hakk’a insanı en çok yaklaştıran malî ibadetlerdir.” Zekât vermek malî ibadet olduğu gibi, maddi meselelerde hassasiyetle davranmak da malî ibadettir.

Zaman gazetesi