Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

Beğenilmek uğruna, Allah’a isyan ettiğimiz oluyor mu?

İhlasın özü bir işi Allah rızası için yapmaktır. İnsanın duyguları çeşitli olduğu için beklentileri de çeşitlidir. Belki onlarca beklentisini bir kenara iterek yalnız ve yalnız Allah rızası için ibadet edecek.

Allah’a kul olmak isteyen Müslüman, şartlar ne olursa olsun Allah’a itaat edecektir. Yapması gereken işin gelir-giderini, zarar-faydasını hesap etmeyecek, “Allah böyle emretti, ben de böyle yapacağım! Gerisi ne olursa olsun.” diyecektir. İşte böyle düşünülürse, her Müslüman bulunduğu yerde tuba ağacı olur. Meyveleriyle, yani Allah için attığı her adımla bulunduğu ortamda herkese örnek olur, İslamiyet’i sevdirir. İslamiyet’e ayna tutabilmek ve İslam’ı temsil edebilmek en yüce mertebedir.

Zerre kadar ihlaslı amel, batmanlarla ihlassız amelden üstündür. Fethullah Gülen Hocamın buyurduğu gibi; “Amel bir cesetse, ihlas onun ruhudur.” Yani ihlasla yapılmayan amelin bir kıymeti yoktur…

İhlasla yapılan her iş devam eder, bereketli olur. Bu şuurla çalışan insan yorgunluk, bıkkınlık hissetmez. Hissetse de o badireleri atlatır. Çevresindekilere küsmez, beklentilerini sıfırlar ve kendini reklam etme sevdasına düşmez. Şimdiye kadar pek çok kişiyle müşterek çalışmalarım oldu. Münakaşa ve ihtilaflara en çok sebebiyet verenlerin, kendini göstermek sevdasına düşenlerin sivrilmeleri olduğunu gördüm. Bir arkadaşa, “Şu işi şöyle yapsan daha iyi olur.” dediğimizde bile canı sıkılıyor, “Ben biliyorum!” diyor. Çünkü insanda kendini beğendirme, üstün olduğunu gösterme, insanları yönetme duygusu vardır. Belki uzun tecrübelerin ve kemalatın sonunda bu halden vazgeçebilir…

İnsanların ekserisi beğenilmek ister. Bunun için herkesin hoşuna gidecek şeyler yaparlar. Mesela modaya uyup kendini halka beğendirmeye uğraşır. Halk, Hakk’a isyan etmişse, o da bu isyana katılır. Hem Allah der, hem de beğenilmek uğruna Allah’a isyan eder. O’nun emirlerini dinlemez, cemiyetin isteklerine ayak uydurmaya çalışır. Çoğu kere evler, halkın istediği gibi döşenir. Komşuda, akrabada olan eşyalara imrenilir. İhtiyaç olanı değil, süs eşyasını almak için olur olmaz borçlara girilir. Bazen din feda edilir; karşılığında mal-mülk alınır. Bunun tek sebebi, kendini beğendirmektir…

Sokaklar, kendini beğendirmek isteyen insanlarla doludur… Kıymetsiz kişilere, kendimizi beğendirmek isteriz. Takdir ve tebriklerinden memnun oluruz. Alkışlarını en büyük hediye olarak kabul ederiz. Başkalarının onayını alınca, dünyalar bizim olur. Fakat “Allah bu halime ne diyor, Allah bu halimden memnun mu?” Bunu çok kere düşünmeyiz…

Şimdi şu yaşımda düşünüyorum da; 80 senelik ömrümde Allah için bir şey yaptımsa o bana yeter. Yapmadımsa, kimi memnun etmeye uğraştıysam onu da memnun edemeden ahirete gideceğim… Çünkü mesele çok net; Peygamber Efendimiz (sas) buyurmuş ki: “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur.”

Zaman

Bendeki Bediüzzaman…

Dava adamı deyince, benim için akan sular durur. Elimi başıma koyar, uzun uzun düşünürüm; davalarında nasıl sebat ettiklerine hayran olurum.

Mesela Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’le düşüncelerim taban tabana zıddır amma onlara da dava adamı olma yönleriyle hayranımdır. Aziz Nesin rütbesini, makamını, memuriyetini, malını, mülkünü davası uğruna hiç çekinmeden feda etmiştir. Hayatı, davası uğruna mücadele ederek geçmiştir. Tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalca’daki Nesin Vakfı’nın bahçesine gömülmek istemiş yani “Ben önemli değilim, önemli olan davamdır.” demek istemiştir.

Nazım Hikmet’in de ömrü hapislerde, sürgünlerde geçmiştir. Yazdıkları yasaklanmış, devamlı bir baskıyla yaşamıştır. Bu gibi şahısları düşününce kendimi yoklarım; onların batıl bir dava uğruna yaptığı fedakârlıkları ben hak davam uğruna yapamadım diye üzülürüm. Necip Fazıl, “Samimi dinsiz” derdi. Neden onların dinsizliklerinde gösterdiği samimiyeti ben dinimde gösteremiyordum?..

“Ben de hak davamın bir ucundan tutmalıyım!” diye karar verdim. Dinine bağlı diye hapsedilen Bediüzzaman’a yardım edeceğime dair kendi kendime söz verdim. Mesela Risale-i Nur’lardan bol bol alıp, isteyenlerin evine teslim ederdim. Tabii bu işi gizli yapardık. Yakalandı mı çilesi büyüktü. 163. madde gereği Risale-i Nur talebeleri hakkında yüzlerce dava açıldı, binlerce arkadaş işinden, sıhhatinden oldu; hapishanelerde çile doldurdular.

Ona “Şeriatçı” dediler, “Dini siyasete alet ediyor” dediler. O da cevap olarak, “Şeriatın bir hakikati için saçlarım adedince başım olsa, her gün birini feda etmeye hazırım!” dedi. Ölmemek için, çile çekmemek için hiçbir tedbir almamıştı. Kıyafetini değiştirmedi, sarığını çıkarmadı. Bir sünnet için başını vermeye razıydı. Hiçbir hadise karşısında telaşa kapılmadı, her hadiseyi İslam’ın esaslarıyla değerlendirdi.

Şimdi Üstad’ın 53. vefat yıldönümü… Her talebe Risale-i Nur’larla yüz yüzedir; Risale-i Nur’ları okuyup anlamaya çalışacaktır. Bilhassa “İhlas, İktisat ve Uhuvvet” risalelerini anlamayan, Bediüzzaman’ı anlamamış demektir. Bu risalelere reçete gözüyle bakmalıdır. Her türlü manevi hastalığa devadır.

Her Müslüman, “Bir şey bütünüyle elde edilemezse tamamen de terk edilmez.” düsturunu kendine rehber edinmeli. İslamiyet’i yaşayabildiği kadar yaşamalı. Bediüzzaman’ın hayatı mücadeleyle geçmiş. Talebeleri de bu mücadelede ona ortak olmalı. En büyük mücadele de, insanın nefsiyle yaptığı mücadeledir. Dindarların sayısının artması bizim elimizde değil, bu bir nasip meselesi… İslam’ı önce kendi vücudumuzda yaşamaktır asıl mesele. İnsan önce kendisini cennete layık duruma getirmelidir. Başkalarıyla uğraşmak çıkmaz sokaktır… Yüzme bilmeyen bir insan boğulmakta olan birini kurtarmaya çalışırsa ikisi de birbirine sarılarak boğulur. Bu sebepten, insan evvela kendini kurtarmalıdır. Su alan gemi başka gemiyi kurtaramaz. Bu kurtarmada maneviyat ve maddiyat vardır.

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Cennet hayatını evimize nasıl taşırız?

Mutlu AileFizikte “albedo” diye bir kural vardır. Albedo, yüzeylerin yansıtma gücüdür. Mesela ayna, ışığın yüzde doksan beşini yansıtır. Su o kadarını yansıtmaz. Toprak da ışığı yansıtır amma albedosu düşüktür.

Soru şu: Müslümanların, Peygamberimiz’in (sas) aile hayatını yansıtma albedosu kaç? Veya Müslümanların böyle bir niyeti var mı? Peygamberimiz’in hayatını ümmet seviyesinde yaşamak isteyen kaç aile, Ezvac-ı Tahirat kitabını okudu, anladı, oradaki prensipleri yaşama gayreti gösterdi? Kavimlerin “bütünüyle” helak olma devri kapanmış olabilir amma İslamiyet’ten uzaklaştıkça “fertlerin, ailelerin, toplumların” helak olma devri devam ediyor. Bunca yıllık hayatımda gördüm ki Allah, İslam’ın dışında insanların huzur bulmasına müsaade etmiyor. Ya dine uyup adam gibi yaşanacak ya da dine uyulmayıp rezil olunacak. Bilhassa aile yaşantısında bu duruma pek çok kere şahit oldum.

Ben eşimle görücü usulü evlendim… Ailem ne kadar evlenmem için zorlamış olsa da ilim için, hizmet için, hatta tahsil için evlenmemem gerektiği inancındaydım. Amma Efendimiz (sas) buyurmuş ki: “İmkân bulanlarınız evlensin; çünkü gözü ve iffeti en iyi koruyan evliliktir…” O halde öyle bir evlilik yapmalıydım ki, evliliğim beni hizmetten men etmemeliydi. Konuyu Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’ne açtım. O da dedi ki: “Evladım, tesettürüne dikkat eden bir hanımla evlen.” Tesettürlü bir hanımla evlendim. Hanıma daha ilk günden dedim ki: “Erkeğin hanımından istediği, itaattir. Ben senden bana itaat etmeni istemiyorum. Haramlardan kaçabildiğin kadar kaç, helal dairede sana sınır yok.” Hanıma akla yakın, kendini baskı altında hissetmeyeceği bir teklifte bulununca, o da bu teklif karşısında rahatladı. Aldığımız bu kararla aile hayatımız 50 senedir devam ediyor.

Hanımlar ve beyler ziyaretime geldiklerinde aile hayatlarıyla ilgili meselelerini paylaştıkları oluyor. Onları dinlediğimde görüyorum ki, evlerdeki münakaşaların büyük bir kısmı helallerle mücadele etmekten kaynaklanıyor. İslam’a aykırı bir hal, bir istek yoksa neyin kavgası veriliyor? Üstad Bediüzzaman buyurmuş ki: “Bana ıstırap veren, yalnız İslam’ın maruz kaldığı tehlikelerdir.” Evimizde İslam’ın maruz kaldığı bir tehlike yoksa huzurumuz yerinde olmalı. Hatasız kul olmaz. Eşler, bir insanla evli, melekle değil… Herkes kendi hakkını hukukunu bildiği gibi, eşinin hakkını hukukunu da bilse evler cennet bahçesi gibi olur.

Mesela “Kadına karşı şiddetin önlenmesi” için kanun çıkardılar. Bu kanunla şiddet ne kadar önlendi? Amerika’da olduğum yıllarda şiddet gören her kadının hükümetin himayesine alındığını öğrenmiştim. Konuyu araştırdım ve fark ettim ki, evinde mutlu olmayıp, kadın sığınma evlerinde yaşamaya başlayan hanımlar bir süre sonra tekrar evlerine dönmek istiyorlardı. Her hanım, en mesut, en rahat hayatı evinde yaşamak ister. Başka ortamlarda eksik olan bir şeyler vardır…

Her ideolojinin, her dinin filizlendiği yer de battığı yer de, evlerdir. Çünkü evler insanlara kapalı, yalnız Allah’a açıktır… Bediüzzaman Hazretleri, “Evlerinizi Medrese-i Nuriye’ye çevirin.” buyurmuştu. Yani evinizin durumu nasıl olursa olsun, bir değişimden geçirin ve evler medrese olsun.” demekti bu… O devir, Kur’an’ın toplatılıp yakıldığı bir devirdi. Risale-i Nur’ları okumak, tahkiki iman dersleri yapmak yasaktı. Said Nursi bu zulmün içinde dinî hayatın evlerde yeşereceğine inanıyordu. Şimdi elhamdülillah böyle bir yasak yok amma sosyal hayatın baskıları imana hücum ediyor.

Bizler de Üstad’ın, “Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar…” tavsiyesine uyabilirsek, cennet hayatının bir boyutunu evimizde yaşamış oluruz.

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Hicreti okumak…

Ansiklopedi karıştırmayı severim…Geçenlerde İslam Ansiklopedisi’nden “Hicret” maddesini okudum. Okuyunca anladım ki, günahların süslenip, haramların reklam edildiği bu devirde, Allah için, din için gösterilen her çaba bir nevi hicrettir. Hicret, hecr (hicran) kelimesinden gelir. “Terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” demektir. Kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşmasıdır. Bu durumda Allah’ın razı olmadığı işlerden her uzaklaşmamız, hicrettir.

Hicretin ahlak ve zühd ile ilgisine işaret eden alimler, hicret kavramını üç maddede ele almışlar:

Hicret, haramları terk edip, kötülüklerden uzaklaşmaktır: Bugünkü sosyal hayat, Hicret’in yaşandığı Mekke devrine benzetilebilir. Çünkü bu devir tabiatçılığın, materyalizmin, modernizmin, israfın, kahvelerin, meyhanelerin, ekranların, perdelerin, vitrinlerin Müslüman’ın yolunu kestiği bir devirdir.. Hüviyetimizi cebimizde taşısak da, kimliğimizi biz yazdık, biz taşıyoruz. Bize bakan bize ne diyor? Hiçbir ressam rastgele karalamakla bir resim çizemez. Hiçbir heykeltıraş çekici rastgele vurarak mermerden heykel yapamaz. Canın istediği yaşanarak da cennete gidilmez.

Nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak, hicrettir: İbni Haldun demiş ki, “Coğrafya, kaderdir.” Muhitin insan üzerinde eksi ve artı etkileri vardır. İstanbul’dan memleketine dönen iki gence sormuşlar: “İstanbul’da ne var ne yok?” Biri, barları, meyhaneleri anlatmış. Dinleyenler hüküm vermiş; “Bu genç, İstanbul’un bataklıklarında gezmiş.” Diğeri; “Her köşe başında bir cami, her camide hoca, her tarafında bir alim…” demiş. Dinleyenler yine hüküm vermiş; “Bu genç, İstanbul’un gül bahçelerinde dolaşmış.” İnsan bulunduğu ortama göre şekil alıyor. Nasıl ki matematikteki eksi değer, artı değerleri götürür; aynı şekilde eksi değerli arkadaşlar, akrabalar, yakınlar da insanı maddeten ve manen eksiltir. Meyveye atılan taşlar isabet etmeyebilir amma kurt meyveyi içinden yer bitirir. İnsana en büyük zararı en yakınları verebilir. Bu durumda kalan bir şahıs, kendisine ve aile üyelerine daha uygun bir muhit araştırıp taşınabilir. Allah türlü işkencelere maruz kalan Peygamber’ine ve Müslümanlara, “Hicret edin” diyor. “O işkencenin içinde kalın” demiyor. İslamiyet, kitaplarda kalmamalı. Bu olaydan bizim almamız gereken ders şudur: “Müslüman bile bile zarara giremez, haramdır!” Dalalet şarampolüne yuvarlananlar, sadece kendileri yuvarlanmıyor, yakınlarını, komşularını, iş arkadaşlarını da yuvarlıyor…

Kalben ve zihnen halkı terk etmek, hicrettir: Bu zamanda kalben ve zihnen halkı terk etmek; kendimizi insanlara değil, Allah’a beğendirmeye çalıştırmaktır. İnsanlar mutlaka bir eksiğimizi veya fazlamızı bulur. Onların sözlerine kafasını takan, belki sabaha kadar uyuyamaz. Amma Allah’ın rızasına talip olan, “Allah razı olduktan sonra bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.” der, çok rahat eder. “Desinler” diye, gösteriş için bir şey yapmaz. Bilir ki mahşerde Mahkeme-i Kübra’da dünyada yaptığımız işlerin ne için yapıldığı ortaya çıkacak. Muhterem Esat Coşan Hocaefendi bir sohbetinde demişti ki, “Allah katında senin kadrinin, kıymetinin, makamının, mekanının ne olduğunu merak ediyorsan, senin yanında Allah’ın mekanı ne kadar, ona bak!

Hicret bahsini okuyunca kendi kendime dedim ki, hicretin gayesi daha iyi bir hayat tarzına ulaşmaktır. İdeal uğruna verilecek her türlü mücadele de hicrettir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Ahlakıyla geride kalanı, ibadeti de öne çıkaramıyor!

Yıllar önce bir gazeteci arkadaş, “Sizinle röportaj yapmak istiyorum.” dedi. “Buyur, gel…” dedim. Şöyle bir soru yöneltti: “Hiç ‘Keşke…’ dediniz mi?”

Herkes gibi hayata başladım, sonra kendimin heykeltıraşı oldum. Mermer sütunumu yonta yonta onu insana benzetmeye çalıştım. Hayal dünyasına dalıp mazinin tarlalarında dolaşarak “Ah keşke” diyeceğimiz çok şeyler olabilir amma neye yarar? Mazi elimizden çıkıp gitmiş, istikbale hükmedemeyiz. Öyleyse yaşadığımız zamanı en iyi şekilde kıymetlendirmek gerekir. Yine de bu soruya şöyle cevap verdim:

Keşke hiçbir menfi tavrım olmasaydı. “Kabul etmem, istemem, yapmam” gibi kelimeleri ya hiç kullanmasaydım veya çok az kullansaydım. Bu yaşa kadar her çeşit insanla tanıştım, pek çok insanla çalıştım. Gördüm ki, uzun vadede başarılı olan arkadaşlarımın bütünü tebessüm edebilen ve güzel görüp güzel düşünebilen kişilerdi. Bu yalnızca iş hayatında geçerli bir kural değil, aile hayatında da çok geçerli bir kural… Efendimiz’in (sas) hayatını okuduğumda hiçbir sahnede menfi bir tavrını göremedim. Mesela Peygamberimiz’in (sas) vefatından yıllar sonra bir gün, Ebu Hureyre (ra) çarşıya gider ve malını satmakla meşgul olan esnafa “Mescitte Resulullah’ın mirası taksim edilirken ben sizleri burada görüyorum.” der. Tabii bu haberi duyanlar mescide koşar. Amma kimse dağıtılan bir miras göremez ve geri dönerler. Ebu Hureyre’ye (ra), “Biz taksim edilen bir şey göremedik.” derler. “Sadece bazıları Kur’an okuyordu…” Ebu Hureyre (ra) şöyle cevap verir: “İyi ya; Resulullah’ın mirası da zaten Kur’an değil midir?” O zaman şöyle düşünürüz; mademki Efendimiz (sas) yaşayan Kur’an’dı; öyleyse O’nun mirasından en büyük payı, O’nun ahlakına en çok tâbi olanlar alabilir.

Okuyarak, anlayarak, ibret alarak ahlak anlayışını geliştirmek lazım. Mesela bir anlık sinirle, fevri davranmanın sonu ne oldu? Kavga etmenin, yanlış sözler söylemenin sonu nereye vardı? Kinin sonuçları ne oldu? Açıkça görüyoruz bunları.

Akıllı bir insan için akrabaları, komşuları, arkadaşları bir laboratuvardır. Onların sergilediği davranışlara bakıp, güzel ahlakın insanı hangi noktaya ulaştıracağını anlayabilir. Zaten biraz tefekkür yapınca anlaşılacak ki, Müslümanların en acil ihtiyacı, güzel ahlaktır!.. Ahlakı ve davranışları, karşısındaki şahsın hareketlerine göre şekillenmeyen, bulunduğu yerde bir ahlak abidesi gibi durabilen kişileri görünce, “Bundan daha büyük hizmet olur mu?” diye düşünüyorum. Ahlakıyla geride kalan bir kişiyi de ibadeti öne çıkaramıyor… Fazilet kulesi yokuştur; inilmez düşülür. Bir söz, bir hareket, insanı fazilet kulesinden düşürebilir.

Hekimoğlu İsmail / Zaman