Etiket arşivi: helal-haram

Helal Dairesi

Bir balık, bitkilerden ve cansızlardan farklı olarak, dilediği yöne doğru hareket etme hürriyetine sahip. Ama bu hürriyet, deniz ile sınırlı. Ondan dışarı çıkması yasaklanmış. Karalar, ormanlar onun için yasak bölge. Tilkilerle, aslanlarla arkadaşlık etmesi, sanki, haram kılınmış. O, denizde yaşayacak ve ömrünü diğer balıklarla geçirecektir.
İnsanın denizi de “helâl dairesi” dir.

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” (Sözler)

İnsan, bu daire içinde kalmak şartıyla, istediği gibi hareket edebilir, dilediği gibi safa sürebilir. Ama bu dairenin dışı, onun için cehennem tarlasıdır. Buna göre, hürriyeti şöyle de tarif edebiliriz: “Hürriyet, helâl ve haram dairelerinden dilediğini seçebilme yetkisi ve netice itibariyle de cennet ve cehennem yollarından istediğine girme serbestisidir.”

Kul, hür olmaz, dedik. Nasıl olsun ki, kölenin bile hürriyeti söz konusu değil. Kulluk ise, kölelikten çok daha ileri bir bağımlılık. Mutlak mânâda ve sınırsız bir hürriyete sahip olmadığımızı nefsimize iyice kabul ettirmek için şöyle bir düşünelim: İnsanoğlu, eliyle işitip, gözüyle koku alıp, kulağıyla görebiliyor mu? Hayır. Aklıyla hıfzedip, kalbiyle anlayıp, hafızasıyla sevebiliyor mu? Cevap; yine hayır.

Demek ki, insan her organını ve duygusunu yerinde kullanmaya mecbur. Onu yaratan, organlarını yerli yerine koyan ve ruh âlemini akıl almaz bir şekilde tanzim eden, her duyguyu, her hissi ayrı vazifelerde çalıştıran biri var. Şu var ki, bu organların ve duyguların önüne iki saha açılmış: Helâl ve haram meydanları.

Ayağıyla dilediği yere gidip gözüyle istediği yöne bakabildiği gibi, aklını her sahada kullanabiliyor ve hafızasına, olur- olmaz, her şeyi doldurabiliyor.Bu sermayelerden her biri insanın akıl ve vicdanına emrediyorlar ki: “Bizi dilediğin gibi yönlendiremezsin! Sen irade sıfatını doğru değerlendirmeli ve bizi yaratılış gayemizde kullanmalısın!” İnsan iradesine tanınan bu hürriyet, bu serbesti, bu seçme hakkı, ne yazık ki, çoklarınca yanlış değerlendiriliyor.

İnsanoğlu, babasına, amirine, devletine karşı gelme hürriyetine sahip olmadığını çok iyi bildiği halde, nasıl oluyor da, Rabbine, Hâlıkına, Mâlikine karşı kendini hür ve serbest sanabiliyor!?..

Nur Müellifi, hürriyet konusunda çok önemli bir noktaya da şöyle parmak basıyor:

“Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.” (Hutbe-i Şamiye)

Hür olduğunu, dilediği gibi hareket edebileceğini iddia eden bir insan, gerçekte nefsinin esareti altına girmiştir. Nefsi ona kötülüğü emreder; o da bu emre kayıtsız şartsız itaat eder.

Ve bu esaret, rezil bir esarettir. Bir alimin hizmetine girmiş bir insanla, bir soygun şebekesinde çalışan bir başka insan ilk bakışta aynı noktada birleşirler: İkisi de emir altındadır. Ama birincisi büyük bir şereftir, sonu ilim ve irfana çıkar. Diğeri ise rezalettir; neticesi azap ve zindandır.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Rızık ve Ecel

İlahi kaza ve kader, bütün fiillerimize taallûk ettiği gibi, rızık ve ecelimize de taallûk etmiştir. Her şey gibi, rızık ve ecel de o İlâhî takdirden hariç kalamaz. Şimdi bu iki konuyu ana hatlarıyla ayrı ayrı inceleyelim.

1. RIZIK

a. Rızık ve Taksimatı:

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi, Rezzâk, yâni rızık vericidir. Allah’ın diğer isimleri yanında Rezzâk isminin tecellîsi de O’nun takdiri ile olmaktadır. Hak Teâlâ, Hâlık (yaratıcı) ismini tecellî ettirmekle atomlardan sistemlere, çiçeklerden yıldızlara, mikroplardan arslanlara kadar çeşitli varlıklar yarattığı gibi, Rezzâk ismini tecellî ettirmekle de bütün hayvan nev’ilerine muhtelif rızıklar yaratmıştır. Her gün mesaiye başlayan sayısız kuşların, böceklerin, balıkların ve diğer hayvanların, hayatlarının devamlarına vesile olacak rızıklarını arayıp bulmaları, rızık dağıtma hâdisesinin başıboş ve tesadüfî olmadığını, bu dağıtımın ancak bir Rezzâk-ı Zülcemâl’in İlâhî takdiri ile yapıldığını göstermektedir.

“Ve her zîruhun rızkı tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var.”

Rızık taksimatı asırlar arasında da sözkonusudur. Her asırdaki insanlar ve hayvanlar kendilerine takdir edilen nimetlerle rızıklanmışlar ve dünyadan göçüp gitmişlerdir. Asırlar değişmiş, rızıklar ve rızıklananlar değişmiş, lâkin Rabbimiz yeni rızıklar ve rızka muhtaçlar yaratarak Rezzâk ismini daima tecellî ettirmiştir ve ettirmektedir. Rezzak isminin tecellisi Cennette de devam edecektir.

Şu kâinatta lütuf ve ihsanla dağıtılan rızıklardan faydalanan her bir hayat sahibi kendi çapında küçük bir kâinattır. Onun içinde de rızık bekleyen çeşitli âzalar ve her âzada muhtelif hücreler vardır. Arslanın rızkı ile balığın rızkı ayrı ayrı olduğu gibi, insan bedeninde de meselâ, bir göz hücresiyle beyin hücresinin rızkı birbirinden farklıdır. İşte, aldığımız gıdaların midemizde taksim edilmesi, her bir âzaya, hücreye lâyık ve münasip rızkın gönderilmesi ne kadar büyük bir rezzâkiyet hakikatidir! Bu hâdisenin her an, her hayat sahibinde meydana geldiğini düşündüğümüzde Rezzâk isminin azametli tecellisine bir derece bakabiliriz.

İşte, rızkın asırlar, nev’iler, âzalar ve hücreler itibariyle bu hârika ve hassas taksimatı Hâfız-ı Zülcelâl’in takdiri iledir. Bu İlâhî takdir, insanlar arasında da hikmetle bir rızık taksimatı yapmıştır. Her insanın ömrü boyunca alacağı rızık, Cenâb-ı Hak tarafından tâyin ve takdir edilmiştir. Kimse kimsenin rızkını yiyemez, sözü bu mânâyı ifâde etmektedir. Bu sözü, rızık takdir edildiğine göre, çalışmanın bir mânâsı yoktur, şeklinde anlamamak gerekir. Bu anlayış, İslâm’ın tevekkül esasına zıttır. Her hayat sahibi gibi biz de rızkımızın ne şekilde takdir edildiğini bilemediğimize göre, rızkın sebeplerine teşebbüs etmekle görevliyiz. Şu farkla ki, bu teşebbüsü biz irademizle yaptığımız halde, bir kuş veya bir arı aynı işi bir nev’i ilham ile yapmakta ve rızkını aramaktadır. Helâl dairede kalmak şartıyla, rızık için her türlü teşebbüsü yaptıktan sonra elde ettiğimiz netice için, Allah’ın takdiri böyle imiş, demek durumundayız.

b. Helâl ve Haram Rızık:

Bu dünya bir imtihan meydanı olduğundan, insan helâl ve haram rızık kazanmakta serbest bırakılmıştır. Tercih insana aittir. Lâkin Cenâb-ı Hak, insanlara helâl rızık kazanmalarını emretmiş, haram rızıktan onları men etmiştir. Bu hakikat, ilm-i kelâm âlimleri tarafından; “Zât-ı Akdes’in helâle rızası var, harama rızası yoktur,” şeklinde ifâde edilmiştir. Bazı kimseler bu ifâdeyi yanlış değerlendirmekte ve Cenâb-ı Hakk’ın haramla rızıklanmamıza rızası olmamasını, O’nun haramı yaratmaya rızası olmadığı şeklinde anlamaktadırlar. Bunun neticesi olarak, Allah’ın rızası olmadan hiçbir şey vücuda gelmeyeceğine göre, yukarıdaki ifâde yanlıştır, demektedirler. Hâlbuki şerrin işlenmesi şer olduğu halde, yaratılması şer değildir. Yâni, ‘Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.’ Meselâ, Cehennem’in yaratılması şer değil, hayırdır. Fakat oraya gitmeye sebep olan fiillere teşebbüs etmek şerdir. Hak Teâlâ Hazretleri’nin o fiilleri işlememize rızası yoktur. Nitekim onlardan bizi men etmiş ve azab ile tehdit buyurmuştur. Lâkin insanların bu tehditlere rağmen söz konusu fiillere teşebbüs etmeleri hâlinde, Cenâb-ı Hak, o fiillerin yaratılmasını İlâhî iradesiyle takdir etmektedir.

2. ECEL

a. Ecelin Mânâsı:

Ecel, vakit ve müddet mânâsına geldiği gibi, vaktin bitimi ve müddetin sona ermesi mânâsına da gelmektedir. Vakit tâyin edilmiş şeyler için, müeccel ifâdesi kullanılır. Her şey gibi insan ömrünün müddeti ve sonu da Allah tarafından takdir ve tâyin edilmiştir.

Ecelin takdiri, insan ömrüne bir müddet tâyin edilmesi demektir. Bu bakımdan ecel birdir, değişmez. Hastalıklar ve haricî müdahaleler ölüm için ancak birer zahirî sebeptirler.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Ehemmiyetli bir hikmet için, zahir nazarda mübhem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ibham perdesi altında kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zîhayatın eceli mukadder ve muayyendir; tekaddüm, teahhur etmez.57

Kur’ân-ı Kerîm’inde ecelle ilgili bazı ayetleri takdim edelim:

“O öyle bir Rab’dır ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra (her birinize) bir ecel tayin etmiştir.”58

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”59

“Hiçbir toplum ecelini geçmez ve ondan geri de kalmaz.”60

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”61

“Allah insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.”62

b. Ecel-i Kaza, Ecel-i Müsemmâ:

Ecel, ilm-i kelâm âlimleri tarafından ecel-i kaza ve ecel-i müsemmâ olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Ecel-i kaza, insanın dünyada yaşadığı müddet demektir. Ecel-i müsemmâ ise, insanın ölümüyle başlayıp kıyâmete, haşre kadar uzanan ve hesap gününde muhasebesinin tamamlanmasıyla son bulan müddettir.

Ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ruh, insan bedenine girmeden önce hayat sahibi olduğu gibi, bedenden çıktıktan sonra da hayatı devam etmektedir. İşte, ruhlar âleminde yaratılan ve âhirette hayatı ebediyen devam edecek olan insan ruhunun, bu dünyada beden içerisinde geçirdiği müddete ecel-i kaza, ölümle başlayıp mahşerde hesabının tamamlanmasına kadar olan müddete ecel-i müsemmâ denmektedir.

Ecelin, vaktin bitimi mânâsına göre, ecel-i kaza dünya hayatının, ecel-i müsemmâ ise kabir âleminin sona ermesidir. Diğer bir ifâdeyle, ecel-i kaza kabir âleminin, ecel-i müsemmâ ise âhiret âleminin başlangıcıdır.

c. Sadakanın Ömrü Uzatması:

Sadaka, zengin Müslümanların servetlerinin bir kısmını, sırf Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine ikramda bulunmaları ve mallarından tasadduk etmeleridir.

Zekât İslam’ın şartlarından biri olup, hicretin ikinci senesinde oruçtan evvel farz kılınmış ve otuzdan fazla ayette zikredilmiştir.

Zekât ve sadaka, Allah’a iman ve muhabbetin derecesini artırır; huzur ve saadetin kaynağı olur. Toplum hayatındaki intizam ve asayişi temin eder. Toplum hayatını zehirleyen hased, kin ve nefret gibi kötü hasletleri ortadan kaldırır. Çünkü insanların yükselmesine engel olan ve o toplumu isyan ve ihtilaf gibi felaketlerden muhafaza eden en tesirli ilaç sadaka ve yardımlaşmadır. Böylece, fakirlerden ve yardıma muhtaç olanlardan zenginlere karşı hürmet, itaat ve muhabbet meydana gelir.

Cenab-ı Hak, hikmetiyle kimi insanları zengin, kimini de muhtaç etmiştir. Zenginleri malla, fakirleri de sabırla imtihana tabi tutmuştur. Bütün bunlar ilahi hikmetin birer muktezasıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bir hurmanın yarısı ile de olsa cehennemden korunun! Onu da bulamazsan taltif ve güzel söz ile…”

Evet, sadaka, cehennem ateşine bir perdedir. Sadaka, insanın başına gelebilecek bir çok bela ve musibetlerden onu muhafaza eder.

Bir başka hadis-i şerifte ise:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, -ki Allah, helalden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.”

buyurmuşlardır.

Evet, toprağa atılan bir çekirdeğe bedel, senelerce meyve veren bir ağacı, bir yumurtadan bir tavus kuşunu ve bir damla sudan büyük bir veliyi yaratan Allah, elbette ki, insanların yaptığı hayır ve hasenatın karşılığını da kat kat verecektir.

Yahya Bin Muaz: “Sadakadan başka ağırlıkta dünya dağlarına denk gelecek hiçbir ‘dane’ düşünemem.” demiştir.

Ancak, böyle mühim sevaplara nail olmanın şartı, verdiği sadakadan dolayı minnet ve eza etmemek ve gururlanmamaktır. Yoksa taş üstüne atılan ve zayi olan bir tohum gibi, o sadaka ve yapılan iyilik de zayi olur. Bu husus Kur’an’ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Gani’dir, Halim’dir.” 63

“Ey iman edenler, sadakalarınızı, başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Tıpkı malını insanlara gösteriş için dağıtan; Allah’a ve ahiret gününe inanmayan herif gibi. Artık onun durumu, üstünde biraz toprak bulunan ve üzerine bir sağnağın inip kendisini bütün yalçınlığı ile ortada bıraktığı bir kaya gibidir. Böyle kimseler, yaptıklarının hiçbir yararını görmezler. Allah, inkârcılar topluluğunu doğru yola çıkarmaz.”64

Cenab-ı Hak, sadaka veren mü’minleri şöyle meth-ü sena etmektedir:

“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar varya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” 65

“Şüphesiz sadaka veren erkek ve kadınlara ve Allah’a güzel ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır; bir de onlara pek hoş bir mükâfat vardır!” 66

“Mallarını Allah yolunda harcayan, verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve gönül incitmeyen kimselerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”67

Başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi uygun olsa da en güzeli ve en efdali onu gizli vermektir. Hatta bazı büyük zatlar, sadakaların başkalarının aracılığıyla vermişlerdir ki, sadakayı alan kimse kendilerine karşı mahcup olmasın. Bir ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“Sadakaları açık verirseniz, o ne iyi ve eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” 68

Sadaka ile ilgili bu kısa bilgilerden sonra, sadakanın ömrü uzatması meselesine değinelim: Bazı kimseler Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in:

“Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır.”

hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler. Önce şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu ise Allah’ın malûmudur. Bu noktadan, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını farzedelim. Bu şahsın sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sekiz sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın sözkonusu sadakayı vereceğini bildiği için ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.

Yukarıda takdim ettiğimiz hâdîs-i şerîf ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mü’minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir. Sadakanın belâyı def etmesi, Allah-u Zülcelâl’in lütfu ve ihsanıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların def’ine vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belâların def’ine sebep olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların def’i, bizim için ayrı bir nimettir. Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Teftazânî Hazretleri, Şerh-i Akaid adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir:

Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek mânâsınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk’ın ağaca lütuf ve ihsanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi hâlinde, ağacın ömrü mânen bir yıl uzamış demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır.

Yukarıdaki hakikati Teftazânî Hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir:

Sadaka, ömürden maksûd-u ehem (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâliha ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine salih ameller ile getirebilirler.

Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı, rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürûr ile geçmesine vesile olmasıdır.

Başka bir mânâ da ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü’minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre mânen hayattadır demektir.

Ayrıca, Müslümanların vücuda getirmiş oldukları kütüphaneler, kervansaraylar, medreseler, vakıflar, çeşmeler ve medreseler de hayır defterinin kapanmamasına sebeptir. Bütün bunlar İslamiyet’in emretmiş olduğu tasaddukun, lütuf ve ihsanın birer neticesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.”

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

57. Şualar
58. En’am Suresi 6/2.
59. A’raf Suresi 7/34.
60. Hicr Suresi 15/5.
61. Nahl Suresi 16/61
62. Zümer Suresi 39/42.
63. Bakara Suresi, 2/263.
64. Bakara Suresi 2/264.
65. Bakara Suresi, 2/274.
66. Hadid Suresi, 57/18.
67. Bakara Suresi, 2/262.
68. Bakara Suresi, 2/271.

İradeyi Güçlendirmenin Yolları Nelerdir?

Bir gemi için dümen ne ise, insan için irade odur. İnsan irade ile devamlı beyne mesajlar gönderir. Beyin net mesajlar ister. Kararsızlık insanı ruhen zayıflatır.

Bir ordu komutanı askerlerine, “Şöyle yapsanız herhalde iyi olur.” ; “Sanıyorum şöyle yapmanız gerekiyor” gibi ifadeler kullansa kimseyi harekete geçiremez.

Başarılı bir komutan, net ifadelerle emir ve direktiflerini verir. Onun gibi, “Bugün şu kitabı okusam herhalde iyi olur.” “Sanıyorum ders çalışmam gerekiyor”tarzında kararlar alan birisi hedefe varamaz. “Mutlaka okumalıyım, çalışmalıyım”diyen birisi ise, adım adım hedefine ulaşır.

İnsanın fiilleri meyillerden doğar. Meyiller ise; akıl, duyu organları ve latifelerle beslenir. İnsandan güzel fiillerin meydana gelmesi, bütün bunların irade dümeni ile güzel şeylere yönlendirilmesiyle mümkündür. Mesela, diğer gün zor bir imtihanı olan talebe, “mutlaka başarmalıyım” diye başarıya doğru meyleder. Bu meyil, onu çalışmaya sevk eder. Kendisi ders çalışırken dışarıda oyun oynayan arkadaşlarını görse bile, iradesi buna engel olur, oyunu en azından imtihan sonrasına erteletir.
“Sabah saat beşte uyanmalıyım” diyen birisi, saatini kurmasa bile o vakitte uyanır. Saatini sabah beşe kuran, fakat iradesini buna yönlendirmeyen ise, çalan saati duymayacaktır.
Kuvvetli bir evlenme isteği içinde olan bir genç, aklının öne sürdüğü “bak, daha okuyorsun. Bir ev geçindiremezsin” gibi gerekçeleri dinler, evliliğini tehir eder. İmanlı birisiyse, nefse hakimiyet için oruç tutar, hayalen dahi olsa, müstehcen görüntülerden kaçınır. Eğer dini bir terbiye almamışsa, o kuvvetli evlenme meyli, onu gayr-i meşru yollara sevk eder.
Alışkanlıklar zamanla insan kalbinin derinliklerine kök salar. Öyle ki, kişi istese bile iradesini isteği dışında kullanır.
İlim zekaya, amel iradeye bakar. Sadece ilmi terbiye gören birisi, amelde çok falso yapabilir. Sözgelimi, sigara içen hemen herkes bunun zararlı olduğunu bilir. Fakat o sigarayı bırakmak, sadece ilim işi olmadığından, ancak kuvvetli bir irade gösterebilenler bırakmakta başarılı olurlar.
, sadece ilmin yetmediğini beyan sadedinde şunu ders verir:
“Onlara o herifin kıssasını oku ki, ona ayetlerimizi sunmuştuk da, o onlardan sıyrıldı çıktı. Derken onu şeytan arkasına taktı da, sapkınlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu o ayetlerle yükseltirdik. Lakin o, yere (süfli şeylere) saplandı ve hevasının ardına düştü. Artık onun meseli, o köpeğin meseline benzer ki, üzerine varsan dilini sarkıtır solur, bıraksan yine dilini sarkıtır, solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan kimselerin meselidir.” (A’raf Suresi, 7/175,176)
Ayet, ilminin hilafına amel eden kötü alimi anlatmaktadır. Böylelerinin dalalete düşmesi bilmemekten değil, irade terbiyesinin olmayışındandır.
İslamiyet, insanları başıboş bırakmaz, onları yönlendirir. “Şu haramdır, uzak dur! Bu helaldir, istifade et!” der. Bu yönden baktığımızda, irade eğitiminin esasının dindarlık olduğunu söyleyebiliriz. Dine kuvvetli inanan birisi, iradesini dinin gösterdiği esaslar doğrultusunda kullanır, haramdan kaçar, helalden yararlanır. Dini bir terbiye almayan birisi ise, iradesinin dizginini nefis ve şeytana verir. Nefis ve şeytan, böyle kişilerin iradelerini şehvet tarlalarına, isyan bataklıklarına yönlendirir.
AA

Medine’den Maldivlere Hicret

AHİR ZAMANDA yaşamak demek, hayret makamını farklı bir boyutta sürekli taşımak demekmiş anlaşılan. Her defasında “Bunu da gördüm ya, artık ne görsem ne duysam şaşırmam” diyorum. Ama birileri çıkıp öyle bir şey yapıyor ki, yeniden hem hayrete hem dehşete düşüyorum. Hayatını tekrar tekrar, farklı kaynaklardan okumaya çalıştığım bir sahabedir bilinen adıyla Ebu Eyyub el Ensari. Şüphesiz tümü benzer özelliklere sahip olsa da, takvada, istiğnada, tavizsizlikte aklıma gelecek ilk üç sahabeden de biridir. Onun hayatını okumaya özen göstermem kişinin en çok tanıdığı bildiğini sandığı şeylere kör oluşundan kaynaklanıyor. Onu, yüzyıllardır adıyla anılan bir semtte ağırlıyor olduğumuz için çokça tanıdığımız zannediyoruz, oysaki gerektiği kadar tanımıyoruz.

Temiz soyu babası tarafında onuncu dedesinden, annesi tarafında sekizinci dedesinden efendimize dayanan Halit Bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari, efendimizin mihmandarı olduğu kadar tek başına Medine’yi İslam’a hazırlamaya giden Musb bin Umeyr’in de hicret kardeşidir. Akabe-i Kübra’da Musab’ın peşine düşüp efendimizle müşerref olarak İslam’a girdiği andan itibaren ne kardeşi Musab’ı, en İslam peygamberini bir an bırakmamıştır. Zenginliği, şan ve şöhreti, şehrin en gözde genci olma özelliğini tek lahzada silip atan Musab bin Umeyr’in öldüğünde bir kefenden mahrum olduğu malum. Gayet manidardır kardeşlik için ikisinin seçilmesi. Çünkü Eyyub el Ensari’nin de dünya malına yaklaşımı budur. Bunun en basit örneği adalet timsali Hz Ömer’in oğlu Abdullah b. Ömer’in düğününde sergilediği tavır olsa gerek. Düğün evinin kapısına gelen Ebu Eyyub, evin duvarlarında yeşil bir perdeyle süs yapılmış olduğunu görünce tepki göstermiş, “Siz de mi duvarlarınıza perde asıyorsunuz” diye sitem etmişti. Abdullah b. Ömer, “kadınlarla basa çıkamadık” kabilinden bir cevap verdiğinde; “Pek çok kimse kadınlarla basa çıkamasa da senin basa çıkamayacağını ummazdım. Ben ne sizin evinize girer, ne de yemeğinizi yerim” diyerek geri dönmüştü. Aynı tavizsiz hatta korkusuz tavrı, Şam’a seyahat edip Muaviye’nin yanına gittiğinde de görmek mümkündür. Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun değerli eserinde ayrıntısını bulabileceğiniz bu ziyaret, gördüklerinden ziyadesiyle rahatsız olan Ebu Eyyub’un, “Senin mekanında sünnet-i Muhammediye’nin yerini bidatların tutmuş olduğunu gördüm. Sana yalnız takvayı tavsiye ederim. Bir daha da senin meclisine gelmem” diyerek Basra’ya İbn Abbas’ın yanına gittiğini biliyoruz.

Şimdi bunları niye hatırladım. Hepimiz büyük bir acı sarmalının içinde kıvranıyoruz ne zamandır. Ümmet dediğimiz büyük ailemizin her yerinden kan sızıyor. Dinmeyen yaramız Filistin, Afganistan, Irak, Afrika, Türkistan, Arakan ve Suriye. En çok Suriye.. Gözümüzün önünde açlıktan kıvrana kıvrana öldü masum çocuklar, bıçaklarla kesildiler, kimyasallarla boğuldular, varillerle bombalanıp betonların altında can verdiler. Soğuktan kas kastı kesildiler, üşüyerek öldüler. İzledik biz. Belki bir parça infak ettik, dua ettik, ama içimizin acısını dindiremedik. Daha dün, üç dört yaşlarında bir çocuğun ‘ne olmak istiyorsun’ sorusuna verdiği cevabı izledim. “Şehit olmak istiyorum” diyordu çocuk, nedeni sorulduğunda da, “çünkü açım, şehit olursam cennete giderdim, cennette ekmek var” dediği bir dünya burası. Boğazınızdan geçen ekmek lokmaları boğazınıza dizilmiyorsa vicdanınızı kontrol edin.

Şehrin en görünür yerindeki billboardlarda iki kare görüyorum ne zamandır. Birinde masum bir çocuk yüzü var, ‘Sana ihtiyacım var’ diyor.. Bir yardım kampanyasına ait bu ilanın yanı başında ise ‘Maldivler’e akın var’ yazıyor. Maldivlere akın varsa bu çocuklar kim ve neden açlıktan ölüyorlar, bu çocuklar açsa ve açlıktan ölüyorlarsa Maldivlere nasıl akın edilebiliyor?

Projenin sahibi, renkli gömleği, tatil şortuyla Maldivler’de verdiği pozun yanında projesini açıklıyor, ilk cümlesi ‘Müslümanın hayattaki gayesi’ne dair bir hadis paylaşımı şeklinde gerçekleşiyor. Sonra dünyada yüzbinlerce sahil oteli olduğu halde Müslümanlara uygun plajı olmayanlara ne kadar içerlediğini anlatıyor. Oysa her Müslümanın hakkı helal plaj.. Ve bu hakkı savunmanın kendilerinin ana sayesi olduğunu vurguluyor. Bu proje için yüce Allaha şükrederek devam ediyor. Gelelim tatil adasının isminin sırrına. Şaka değil, cümleler aynen şöyle; “Hz Eyyub El Ensari nasıl ki, kötüden iyiye geçiş anlamına gelen hicret günü peygamber efendimiz SAV’i evinde misafir ettiyse, önümüzdeki hicret gününden itibaren, tüm dünya Müslümanlarını Maldivlerdeki Eyyub El Ensari’nin Evi’nde misafir olmaya davet ediyoruz.”

Mevlana et döner, Şems tuhafiye, Adab mayo, Mekke pazarı, Medine giyim, Hiranur Börek, Sefa Merve moda, 1453 iç giyim. Alıştık artık bu ‘marka’lara değil mi. Din tüccarlarına. Değer sömürücülerine. Ama bu kadarına pes. Ebu Eyyub El Ensari’nin Maldivlerdeki evi… Sanki bir aş evi açmışlar da, fakirlere yemek dağıtacaklar. Sanki bir ilim evi açıyorlar da, peygamberin hatırasını yaşatacaklar. Sanki bir yetimhane, sanki bir “fakirhane”. Hayır, sadece zenginleri çağırdıkları evin ismi bu. Helal plajlarda binlerce Euro harcayacak Müslümanlara özel bir ev. Dünya nimetlerinden sonuna kadar faydalanmak isteyen, onlardan ne eksiğimiz var, diye kıvrananlara özel. Nasıl bir zihin yapısıdır bu. Nasıl bir cüret?

İşin kötüsü biliyorum, kış günü bronz bronz gezen tesettürlü ablaların ‘Maldivlerden geldik’ dediğine çok şahit olmuşumdur. Peynir ekmek gibi satacaklar bu evleri. Hizmet ettiklerini düşüne düşüne satacaklar. Birileri de helal helal alacak. Para benim, diyecek. Sen ne karışıyorsun diyecek. Buna benim dinimi, değerlerimi, peygamberimi ve onun yıldızlarını alet edecek. Kimse de dur demeyecek. Bildiğim bir şey daha var, tüm bunlar olurken birileri açlıktan can veriyor olacak yine. Birileri su bulamayacak. Birileri komşusu açken tok yatacak. Helal parasıyla israf edecek. İsraf helaldir diyecek sonra. Ve inananlar çıkacak buna. Biliyorum.

 19/02/2014

© 2013 karakalem.net, Nuriye Çakmak