Etiket arşivi: hicret

Hicret Emri İle Vatanseverlik Birbirine Mani Mi?

Kur’an’da hicret emrediliyor. Bununla birlikte, Hadis olduğu rivayet edilen “Vatan sevgisi imandandır” şeklinde bir ifade de mevcut. Bu iki ifade arasında bir çelişki yok mu?

İnsan dediğimiz varlığın pek çok özelliklerinden biri, hatta birincisi yaratılmış ve kul olmasıdır.

Kul olması nedeniyle de kendisini yaratana karşı olan görev ve sorumlulukları, hayatında birinci derece öneme sahiptir. Daha açık bir ifade ile kulluk görevleri, insanın var edilme sebebidir.

Hicret konusunda da birinci belirleyici etken, içinde bulunulan durumun bu görevlerin yerine getirilmesini engelleyip engellemediğidir.

Bu ölçeğe göre bir belde dört durumda bulunabilir.

1. Eğer İslam’ın asgari şartlarını bile yaşamaya imkân olmayan, bu durumun düzelmesi konusunda bir umut da bulunmayan bir beldede isek, oradan hicret etmek şarttır. Üstelik bunun için elinden geleni yapmamanın vebali vardır.
2. İslam’ın asgari şartlarını yerine getirmede o an için sorun yaşanmasa bile, bu hakkı kaybetmek kaçınılmazsa, yine inancını özgürce yaşayabileceği bir beldeye hicret etmek daha uygundur.
3. İçinde İslam’ın gerektirdiği gibi yaşamanın mümkün olduğu ve Müslüman olmayanlara örnek olunarak İslam’ın yayılmasına vesile olma ihtimalinin de bulunduğu beldede ise kalmak, oradan hicret etmemek daha uygun olur.
4. Son olarak da inancımızın gerektirdiği gibi yaşayabildiğimiz bir beldeden hicret etmemiz, o beldede Müslümanların zayıflayıp zor durumda kalmalarına yol açacak, İslam’ı yaşamalarına mani olacaksa, buradan ayrılmak ihanettir. Asla ayrılmamak gerekir.

Hicretin, insanların İslam’ı rahatça ve huzur içinde yaşamalarını sağlamaya yönelik bir uygulama olduğu görülmektedir. Fakat tek amacın bu olduğunu söylemek konuya biraz dar açı ile bakmak olur.

İslami bir hayatı yaşamakta zorlanan insanlar, hicretle, bunu daha rahat yapabilecekleri yerlere yönlendirilir ve oralarda toplanmaları sağlanır. Bunun sonucunda orada bir birliktelik, bir güç meydana gelir. Yani hicret aslında zor durumdaki Müslümanların bir araya gelip güçlenmesini sağlayan bir mekanizmadır.

Bir başka açıdan düşününce de belki Müslümanları “İslâm Birliğine” yönlendiren İlahî bir sır olabilir.

Rabbimizin emir ve yasaklarını bize uygulamalı olarak gösteren sevgili Peygamberimiz (sav.), hicreti de kendi hayatında yaşamış, bize bununla ilgili ipuçları bırakmıştır.

Sevgili Peygamberimizin hicretine baktığımız zaman, hicretin hangi şartlarda ve nasıl yapılacağını açıkça görebilmekteyiz:

Baskılar iyice artıp cinayetler başlayınca, o öncelikle daha zayıf ve dayanma gücü az olanları gönderdi. İlk hicret de henüz Müslüman olmamasına rağmen, kendilerine zulmetmeyeceğine inanılan Habeş Necaşisinin yanına yapıldı.

Baskı arttıkça, Müslümanlar yavaş yavaş Medine’yi yurt tutmaya başladılar. Bu onlara hem dinlerini gereği gibi yaşayabilme imkânı sağladı hem de birleşerek bir güç meydana getirmelerine yol açtı.

Hazreti Peygamber (sav.) ise kendisine yapılan türlü türlü zulümlere rağmen son ana kadar bekledi. O kadar ki, sahiplerine teslim edilecek emanetleri Hz. Ali’ye bırakıp evinden çıktığı sırada, kapıda suikastçılar bekliyordu.

Hem kulluk ve peygamberlik görevlerini rahatça yapabileceği, hem de Müslümanların bir araya gelip güçlenecekleri bir beldeye yani Medine’ye hicret etti. On yıl sonra da gelip Mekke’yi, hatta savaşmadan alabilecek bir güce kavuştu Müslümanlar. Orada zulüm altında kalanlar da kurtarıldı.

Bu süreç içinde Medineli Müslümanlara da ayrı bir parantez açmak gerekir. Hicret mekanizmasının işlemesi için gerekli şartlardan biri olan “hicret edilecek belde” tarifine, mükemmelden öte bir örnek getirmişlerdir. Elbette kendilerine hicret eden zatın değeri ile doğru orantılı olarak, beraberinde gelenlere de, bugün sahip olduğumuz kültür ile akıl ve mantığımıza sığdıramadığımız boyutta fedakârlıklar sergilemişlerdir. Bunun sonucunda da İslam tarihi boyunca gıpta ile bakılan “Ensar” olmuşlardır.

Burada, yazının başındaki sorunun içinde kullandığımız “Vatan sevgisi imandandır.” ifadesi ile ilgili de bir not iletelim. Bu ifade pek çok yerde hadis olarak karşımıza çıkmasına rağmen hadis değildir. Ancak güzel bir sözdür.

Sonuç olarak:

Vatan insanın özgürce yaşayabileceği yerdir. Bir şekilde zayıflayarak, başka güçlerin gelip bizi vatansız bırakmasını istemiyorsak, güçlü olmalıyız.

Yukarıda saydığımız, hicreti teşvik eden ilk iki madde, vatanını savunmaktan aciz kalmışlara yöneliktir.
Allah Resulü (sav.) Mekke’nin fethedildiği gün artık Mekke’den Medine’ye hicreti yasaklamıştır.
Aslolan, inançlarımızı ve özgürlüklerimizi kısıtlamak isteyenlerin boyunduruğu altına girmemek, içinde bulunduğumuz toplumun da girmemesi için her türlü fedakârlığı yapmaktır.

Hicret mekanizması ise azıcık sıkışınca vatanını terk edip kaçma emri değil, zaten bir şekilde özgürlüğü elinden alınmışların, birleşip güçlenerek yok olmaktan kurtulmalarını sağlayan bir sistemdir.

Muhiddin YENİGÜN

Sizinde hicri yılınız kutlu ama bu seneki farklı olsun

Her Hicri yılbaşında olduğu gibi bu yılda bol bol iyi temennilerle yeni yılımızı kutlamaya iyi ve güzel temennilerinde bulunmaya ve bu mübarek günü eşimize, dostlarımıza hatırlatmaya çalışıyoruz. Ayrıca hemen her Hicri yılbaşında olduğu gibi özelde kendimize genelde ise tüm İslam âlemine iyi temennilerde bulunuyor ve hayırlar diliyoruz. Ama olmuyor. Hemen her yıl İslam ülkelerinde yaşayanların durumu daha da bir kötüye gidiyor. Sebepleri herkese göre farklı olsa da, ben sadece bir tanesi üzerinde durmak istiyorum.  Hicretin etimolojik anlamı değil belki ama pratik anlamlarından biri insanların can, mal, namus, inanç gibi en kutsal olan insani değerlerinin tehlikeye girdiği bir beldeden daha güvenli bir beldeye göç etmesidir. Yani asıl olan can, mal, namustan sonra inandığı değerleri hayata geçirememedir. Bu anlamda birçoğumuzun inancını, can, mal ve namus güvenliğimiz olmadığından değil daha da tehlikeli bir sebepten konformizimden dolayı (rahatı seven, rahatına düşkün) yaşayamadığını ve yeni nesillere; çoluk çocuğumuza aktaramadığımıza şahit oluyoruz. Çocuklarımıza iyi örnekler olma yolunda çok fazla çabamız olmadığı gibi İslam tarihinden de bi haber olmamız nedeniyle de iyi örnekler vermede sıkıntı yaşıyoruz. Oysa İslam tarihi farklı özelliklere ve yeteneklere sahip farklı şahsiyetlerle, hem bize hem de çocuklarımıza örnek olabilecek şahsiyetlerle dolu.

Mesela:

Vefa vasfıyla öne çıkan Hz. Haticetül Kübra,

Sadakat vasfı ile öne çıkan Hz. Ebu Bekir,

Adalet vasfı ile öne çıkan Hz. Ömer,

Yumuşak huyluluğuyla öne çıkan Hz. Osman,

İlmiyle ve basiretiyle öne çıkan Hz. Ali,

Cesaretiyle öne çıkan Hz. Hamza,

Sebat vasfıyla öne çıkan Hz. Bilal-i Habeşi,

Adanmışlığıyla öne çıkan Hz. Ammar,

Asaletiyle öne çıkan Hz. Mus’ab b. Umeyr,

Feraseti ve keskin görüşleriyle öne çıkan Hz. Sa’d b. Muaz,

Ticari zekâsıyla öne çıkan Hz. Abdurrahman b. Avf,

Mertliğiyle öne çıkan Hz. Mikdat b. Amr,

Emanet vasfıyla öne çıkan Hz. Ebu Ubeyde,

İkramperverliğiyle öne çıkan Hz. Sa’d b. Ubade,

Tebliğ ve irşad vasfıyla öne çıkan Hz. Abdullah b. Mesud,

Sünnete ittiba vasfıyla öne çıkan Hz.Abdullah bin Ömer…

Ve burada adını sayamadığım binlercesi.

Hiç olmazsa bu Hicri yılbaşında farklı bir şey yapabiliriz. Mesela Hicreti, öncesi ve sonrası ile yeniden okuyabilir ve sıradan insanların, nasıl muhteşem birer tarihi şahsiyete dönüştüklerini ve bunu nasıl gerçekleştirdiklerini okuyarak yaşantımıza aksettirebiliriz.

Daha evrensel olarak da; Hicret öncesinde sadece birer kabile ismi olan ve Hicretten sonra kardeşliğin sembolü haline gelen Ensar ve Muhacir gibi kavramları yerinden yurdundan edilmiş olan insanlarla olan bağlantılarımıza taşıyabilir ve toplumsal yardımlaşmanın bir gereği olan bir aile veya bir muhacire Ensar olabiliriz.

Bu duygularla Hicri yılınız size ve tüm insanlığa hayırlı olsun.

Hicret

İnsanlık O’na ümmet olma borcuna girdi Ve zaman, döne döne, Hicret burcuna girdi!… Evet O!..

Feleklerin yaradılış sebebi, Âlemlerin Rabbinin sevgilisi, Habibi!…

Beklenen En Son Resul, Âdem’den, Nuh’tan beri Kurtuluş Müjdecisi, Nebiler Peygamberi!.. Velâyet tarafıyla, göklerde ismi: Ahmed!..

Risâlet rütbesiyle O, Mahmud-u Muhammed!… Adı her anıldıkça, O’na Salât ve Selâm!..

Nefes verip aldıkça, O’na Salât ve Selâm!..

… Hicret!.. Gâyeye eriş, meyveyi deriş sırrı… Bir habbenin çatlayıp bin sünbül veriş sırrı!..

Resullük hizmetinin özeti, fihristesi, Bir kaç günlük sürede, her çilenin listesi…

Neler çekti o nârin bedeniyle; dayandı, Ruhunda nice volkan tutuştu; sessiz yandı!..

Mâdem hem“Resul” hem“Kul”; kulluk hissesi çile! İmtihan ediliyor elbet, resuller bile…

İlâhî hikmet böyle; vuslat hicretsiz olmaz, Kolaylıklar zorluksuz, Cennet ücretsiz olmaz!..

… Hicret’ten hemen önce: Mekke, mü’mine zindan!..

Her türlü cefâ: tehdit, işkence… dört bir yandan Çâre yok; üfledikçe ateş, alev alıyor, İslâm, bir yangın gibi, çevreye yayılıyor!..

Mazluma kucak açtı önce Habeş diyarı, Ve Medîne…

Çağırdı zulme uğrayanları Hele Allah Resulü!..

Ne olur geliverse!.. O gelse câna minnet; yaparız ne isterse!..

Sahâbeye izin var, ama, Resul gidemez!.. Rabbin emri olmadan yerini terkedemez!..

Ümmetine çok düşkün O Şefkâtli Peygamber, Ricâ etti Ensâr’dan: korunsun Muhâcirler…

Hicret izni gelirse, O’na da kavuşurlar Ahdini bozmayana Ebedî Saâdet var!..

Ve… “Akabe Biâtı”… üstüste kondu eller: Mü’minlere öz vatan olacak uzak iller!..

Medineli yiğitler yemin etti Allah’a: Biz sağken yan bakamaz kimse Resulüllaha!..

“-Sana anam ve babam fedâ Yâ Resulallah!..”

Canım, âilem, obam fedâ Yâ Resulallah!..

O ele sarılmayan, ebedî mahrum kaldı, Gitti Kisrâ ve Kayser; ne Acem ne Rum kaldı!.. Evet…

İlâhi vaâd: zorluklar aşılacak, Hicret edene rahmet yolları açılacak!..

… Mekke’li putperestler toplanıp karar verdi: “Tek çâre O’na ölüm; Uzza’ya zarar verdi!..”

Gün bu gün; O da hicret ederse, kaçar elden, Yalnız kaldı, şu işi bitirelim tez elden!..

Allah Resulü mahzun, elleri hep duâda, Hicret izni bekliyor, bakışları semâda…

Hicretin ilk adımı, belki en zorlu adım Küfür O’nu kuşatmış gözlüyor adım adım!..

Nur yuvası evini gece sarmış gölgeler, Nur pınarı vücuda kastetmiş mızrak, hançer!..

Her oymaktan bir kâtil, kim vurdu bilinmesin…

Bir tuzak ki, eşini kuramaz şeytan ve cin!..

Ne var ki, en hayırlı tuzak kurucu Allah!..

O Yetim Peygambere her an Korucu Allah!..

Vahiy geldi; her şeyi bildirdi âyet âyet, Kalktı Resul; Bismillâh, Hicret’e etti niyet!..

Alî girdi, örtündü Resulün döşeğinde Uyudu mışıl mışıl, korku yok yüreğinde… Bu nasıl teslimiyet, her yiğitlikten üstün!..

Yiğit o ki, inancı, aşkı bilekten üstün!..

Çıktı Şanlı Peygamber sessizce hânesinden, Dudağında fısıltı: üç beş âyet, Yâsin’den…

Bir avuç toprak saçtı o kararmış yüzlere Ve Allah yerde çekti Nur’u görmez gözlere!.. O geceyi nerede geçirdi?.. Bilinmiyor!..

Allah’a sığınanı O saklamış, çok mu zor!..

Ve ertesi gün… Nebî, Ebu Bekr’in evinde, Tedbir, plân, hazırlık… sebepler âleminde…

… Ebu Bekir’i seçti Rabbimiz O’na yoldaş Onun başı -nebîler dışında- en yüksek baş!..

O bağlılar bağlısı, “Sıdk” tâcının incisi, Rütbesi: “Mağarada İkinin İkincisi”!..

… Hicret’in gözden gizli tohumu “Sevr Mağrası”, Çile çiçeklerinin fideliği, orası!..

Evet… Hicret ışıktan, hicret sudan, havâdan, Mâverâ’ya gömülüş; sıyrılış Mâsivâ’dan!..

Mağra, “Bâtın İlmi”nin Nebevî dersanesi, İç ummân’a seferin mânevî tersanesi…

Bu derin sırrı hangi çelik perdeleyecek?.. Perdenin en incesi yetti: kuş ve örümcek!..

… Üç gün sonra… Kılavuz, develeriyle geldi, Kafile durmaksızın Medine’ye yöneldi…

Dışta, her iş “sebeb’e” bağlanmasaydı eğer, Hiç, kendine kılavuz tutarmıydı “Peygamber”!..

Kudreti Sonsuz Allah, germiş bu ince tülü “İmtihan Sırrı” ile azameti örtülü!..

İç içe bin hikmetle sıralanmış vak’alar, Görmeye çalışalım, Rabbin ne murâdı var…

… “Yüz deve” vâadedilmiş O’nu bulup görene, Ödül büyük, heveslisi çok, iz süren sürene…

Bir fakir Sürâka var, ödül avcılarından Nasibi, daha çokmuş yüzbin deve altın’dan!..

Süraka O’nu gördü, at sürdü üzerine, Ama çöl, bir göl gibi, çekti atı derine!..

Atı ve “nefsi” tutuk; ne güzel bir tutuluş, Hayret, dehşet… ve sonra, inanış ve kurtuluş!..

O’na karşı çıkanlar hep böyle pişman oldu Düşmandı, şimdi artık, düşmana düşman oldu!..

“Emân-nâme” yazıldı bir deri parçasına, Nur’a daldı Sürâka, ayrılmamacasına…

… Kum kum tarayadursun çölleri nasipsizler, Melek kanatlarıyla çoktan silinmiş izler…

Sütsüz koyun süt verdi… Yolda pek çok mu’cize…

Nur Yüzünü her gören, aşk ile geldi dize!..

Sebepler tüketilir, sonra, “inâyet” gelir. İmdâda koşturulur Cebrâil, âyet gelir!..

Âyet!..: “Hiç tasalanma, Allah seninle birlik!..”

Hep O’nunla olana gerçek devlet ve dirlik… Demek ki, bir peygamber ne zaman düşse dara, Rahmetle azaltılır yükü; ilâhî dara!..

… Doğdu “Ayın Ondördü”, bak Vedâ yamacından, İn-cin, ay, güneş titrek, şükür ihtilâcından!..

Arz ve semâ, yepyeni bir devri müjdeliyor İşte Allah Resulü, Medine’ye giriyor!..

Taze bir kırbaç yemiş bir topaç gibi zaman Hızlanıverdi sanki… Açıldı “Âhirzaman”!..

Beşerin son devresi; akrep-yelkovan fır fır Mühürlendi “Ortaçağ” şimdi takvimler sıfır!..

… İlâhî!.. O “Muhâcir Peygamber” hürmetine, Kötülüklerden hicret nasibet ümmetine!..

Bizleri bağışlanmış olanlarla haşreyle… Habîbinin Nurunu bulanlarla haşreyle!..

İbrahim Erdinç Şumnu / Zafer Dergisi

 

Peygamber Çağındaki Sevgiyle..

Aradan 14 asrı kaldırarak… Kendimizi Allah Resûlüne muhatab olan neslin içinde düşündüğümüzde…

Sanki ilk vahyi alıp, tebliğ edeceği ilk insanı ararken bize rastlamışçasına… “Ben Allah’ın elçisiyim. İnsanları Allah’ın tek olduğuna, Muhammed’in Onun kulu ve elçisi olduğuna inanmaya çağırmakla görevlendirildim. Seni inanmaya çağırıyorum” demişçesine… Yani bizi müslüman olmaya çağırmışçasına… İslam’ı bir miras şeklinde devralarak değil, bütün inanç umdeleriyle onunla ilk defa karşılaşırcasına… Bambaşka bir toplum içerisinde, bir inanç tebliğcisinin ilk mü’mini olmaya soyunur gibi… Bütün çileleri Allah Resulü ile tek başına paylaşmaya kendini adarcasına…

Sanki, Erkam’ın evinde, İslam’ın ilk umdelerini bir abı hayat gibi içercesine… Ebû Cehl’in zulmünü tepesinde hissedip buna rağmen “Allah bir. Muhammed O’nun Rasûlü ” diye haykıran dipdiri yüreklere eşlik edercesine… Bilal’i, Ammar’ı, Sümeyye’yi, Yasir’i, Habbab’ı yeniden yaşarcasına… “O’nun ayağına batacak bir diken, gelsin benim yüreğime saplansın” dercesine…

Hicret’te Allah Resülü’nün yatağına ölümü beklemek üzere yatarcasına… O’nunla, sonunu aklına getirmediğin bir yolculuğa çıkarcasına… Evladını, iyalini, malını, mülkünü düşünmeden… İkinin ikincisi olduğun mağarada, yılan deliğine ayağını koyup onun Allah Rasülüne ulaşmasına mani olmak için, bütün zehiri vücudunda yutarcasına…

Tüm Medine halkı gibi, Allah Rasûlü’nün vüsûlünü üzerlerine bir dolunay şavkıması gibi selamlarcasına…

Bedir’de ilk şehitlik için yarışırcasına… İlk şehid… İnanmaktan öte bir adanış bu. Allah Rasûlünü öz nefsinden daha önde sevmek bu. Can pazarını aşmak bu…

Uhud’da, Huneyn’de, bozgunu görüp Allah Rasûlünün etrafında etten bir duvar teşkil edercesine… Ya da ciğerlerine bir Hind canavarının üşüşeceğini düşünmeden şehitliğin kucağına atılırcasına…

Mirac’ı duyduğunda içine kurt düşmeyip, inancı dünyası karıncalanmayıp “Muhammed söylüyorsa elbette doğrudur” diyerek, teslimiyette hiçbir sınır bırakmayan yüce sahabinin sözünü doğrularcasına…

Allah Rasûlü cihada çağırdığında “Yol uzun, hava sıcak” gibi bahanelere yapışmayıp, fermana can sunarcasına… Herşeyini, İslam’ın cihadı için seferber edip, evde ne bıraktığı sorulduğunda “Allah ve Rasûlü’nün sevgisi” diyecek bir kutlu sevdayı tabiat haline getirircesine…

Ya da, kervanını O'(s.a.) nun buyruğu ile teçhiz edilecek bir mü’min ordusuna vakfedercesine… Bundan ulaşmayı ümid ettiği Rıza-yı Bâriyi, dünyalık hiçbir şeyle değişmeme izzetini gösterircesine…

O’nun geçtiği sokakta bir misk ü amber, O’nun saç telinde mübarek bir hatıra, O’nun elinin başını okşamasında, unutulmaz, doyulmaz bir lezzet, O’nun gülümsemesinde tarif edilmez bir haz… O’nun abdest suyunda kevserden bir damla… evet işte o sevda ile severcesine…

O’nun mescidi yanında dikilen ikinci bir mescidi “Dırar” yeri olarak görürcesine… O’nun her sözünde vahyin ışıltısını bulurcasına… O’nun yanında sesinin, O’nun sesini aşma-ması için gerekirse, evine kapanmayı göze alırcasına… En yüksek ses O’nun sesi olsun, en yüksek çağrı O’nun çağrısı olsun, O’nun tebliğini hiçbir ses gölgelemesin diye varlığını sunarcasına…

Bir günah işlediğinde, onun utancı ile Mahşer’de Allah Rasülünün huzuruna çıkmayı en büyük azab gibi görerek, her türlü cezasına katlanıp onu Allah Rasülüne itiraf eden sahabinin açısını duyarcasına…

… Ve O’nun göç gününü gördüğünde “Kim Muhammed öldü derse, boynunu vururum” gibi bir sevgi çağlayanına düşercesine… Ya da böyle konuşanın yakasına yapışıp “Kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki o ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah hayy’dır. Ebedi diridir. Ölmez” diye, Allah Rasûlü’nün sevgisini, O’nun davası ile ebedileştiren bir başka sevgi çağlayanında yıkanırcasına…

Sanki 14 asır dürülmüş de iş başına dönmüş gibi… Bütün insanlar bir meydanda toplanmış da, O’na ümmet olma, O’nun sesine ses vere O’nun sevgisinde sınanma noktasına gelmiş gibi…

Zaman dürülecek ve bütün çağlar bir araya gelecek. İlk asırla nice 14 asırlar -ta Kıyamete kadar- Peygamber çağındaki neslin sevgisiyle sınanacak. Peygamber’in huzurunda. Mahşer’de. Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali, Hatice, Ayşe, Ebû Zerr, Bilal -Allah onlardan razı olsun- ve daha nice gönlü Allah ve Rasülüne bağlılıkla yoğrulmuş sahabi ile yanyana geleceğiz. Bir yanda Ebû Bekir’in sevgisi, bir yanda 14 asır sonra yaşamış, adı müslümanlar içinde geçen filan oğlu filanın sevgisi…

Şüphelerin kemirdiği bir sevgi… Allah Rasûlünün mübarek sözlerini tartışa tartışa yaralanmış bir sevgi… Vahiyle sünnet arasında kıyaslamalar yapacak ve arada değer farkları araştıracak bir cür’eti gösterirken, varıp varıp ilahi vahyin duvarına çarpan ve dağılan bir sevgi..

Oysa vahyin sahibi, vahiyle peygamberin hayatını adeta bütünleştiriyor. Allah sevgisi ile peygambere itaati birbirinin mütemmimi kabul ediyor.(1) O’nun her sözünde vahyin ışığını aramamızı hatırlatıyor.(2) Hatta Allah’la Peygamberin arasında ayrılık gözetmeyi “gerçek bir küfür” olarak niteliyor.(3)

Vahiyde, Allah Rasûlüne sevgiyi sınırlayacak bir nokta dahi yok. Allah Rasülünün sözünde ve hayatında ihmalimize zemin hazırlayacak tek bir harf yok. Aksine O’nun bize sunduğunu almamız, yasakladığından kaçınmamız buyuruluyor.(4) O’nda “güzel bir örnek” bulunduğu belirtiliyor.(5) Hatta Alah Rasülü, insana ilahi bir lütuf gibi takdim ediliyor:

“Allah mü’minlere kendilerinden onlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufla bulunmuştur. Oysa onlar daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.”(6)

Evet, Peygamber Allah’ın bir lütfudur. İnsana ilahi buyruğu sunan onu arındıran, kitabı ve hikmeti öğreten… Vahyin tesbiti bu. Ve elhak doğru. Âmenna ve saddaknâ.

“Rabbine yemin olsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyla boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.”(7)

“Kendisine doğru yol açıklandıktan sonra kim peygamberle ayrılığa düşer ve mü’minlerin yolunun dışında bir yol takip ederse onu gittiği yolda bırakırız. Ve cehenneme atarız.”(8)

“Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman O’nun hükmünü Allah’a ve peygambere havale edin. Bu daha hayırlıdır ve netice bakımından da daha güzeldir.”(9)

“Onlar ’emrine uyduk’ derler. Yanından ayrıldıkları zaman da onlardan bir topluluk senin söylediklerinin aksini geceleyin kurarlar. Allah onların geceleyin ne kurduklarını yazar. Onlara aldırma ve Allah’a güven. Allah vekil olarak yeter.”(10)

İşte vahiy bu. Peygamber karşısında insanı, müsbeti ve menfisiyle vahiy böyle yerleştiriyor. O’nun verdiği hükme, O’nun tebliğine içinde en ufak bir “sıkıntı” duymadan uyacak mü’min. Dilleriyle O’na uyduklarını söyleyip şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında başka şeyler kuranlar gibi olmayacak. Bir konuda ihtilafa düştüğünde hükmünü O’ndan soracak. Peygamber’le ayrılığa düşmeyecek…

Peygamber, Allah’ın insanlara rehber olarak seçtiği insandır. Sünnetullah böyle. İnsan yaratılmış, dünyaya gönderilmiş ve ona ilahî bilgi peygamber vasıtasıyla ulaştırılmıştır. Peygamber, diğer adıyla elçidir. Allah katından geleni algılayabilen, ama insanla da teması olan bir varlıktır peygamber ve onu bu yapısıyla Allah “terbiye etmiştir.”(11) Sade insanın, peygamberle Allah arasındaki hukuku, anlatılanın dışında bilmesi mümkün değildir. Vahyi de bütün boyutlarıyla kavraması mümkün değildir. İnsan belki, Allah-melek-Peygamber ve İnsan münasebetinin böyle olmasının zaruretini anlayabilir. Oysa Allah için bu başka türlü de olabilirdi. Bunun ötesi, iman alanıdır. Allah’a ve peygambere iman.

Onun için İslam dairesine iki “kabul’le girilir. İki iman umdesi:

Allah’tan başka ilah olmadığına iman. Muhammed’in onun kulu ve Rasülü olduğuna iman. İnsan önce inanacak. İmanını her türlü şüpheden arındıracak. Allah ile peygamber arasındaki hukuku didiklemeyi bırakacak: İmanın gereği, teslim olmaktır. Bir kere teslim olduktan sonra yapılacak olan “Allah Rasûlünün bize verdiğini almak, yasakladığından da kaçınmaktır.” Allah Teala, peygamberlerine karşı mü’minlerin böyle yapmasını emir buyuruyor çünkü.

Peygamberin verdiğini almanın ölçüsüne gelince… Dinî davranışlarını mı alalım sadece, yoksa onun dünyaya ilişkin davranışları da örnek almaya değer miydi? İnsanın sevdi-ğine karşı böylesine sorularla uğraşması ne kadar da giren geliyor. İmam Ahmed b. Hanbel, Hazreti Peygamber’in nasıl karpuz yediğine dair bir rivayet bulamadığı için ömrü boyunca karpuz yememiş. Hoca Ahmed Yesevi, Hazreti Peygamber 63 yaşında vefa etti diye, kendisine yer altında çukur kazdırıp 63 yaşından sonra o çukurun içinde yaşamış… Bunlar da sevgi ölçüsü… Çağımızın insanı gibi, din ile dünyayı birbirinden ayırmaya şartlandırılmış nesillere bu sevgi ne kadar abartılmış gelirse gelsin sevgi budur… İslam muhaddisleri, Hazreti Peygamber’in hayatından velevki görüp de tebessüm ettiği, sustuğu, yapılmasını yasaklamadığı bir şey olsun, onu tesbit etmek için kıtalar aşmışlar. Deve sırtında veya yaya olarak… Uçaksız, otomobilsiz, vapursuz, trensiz…

Hazreti Peygamber’in hayatından en küçük bir “detayı”, tesbit etmek için… Tıpkı, Hazreti Peygamber traş olurken, saçının veya sakalının bir teli yere düşmesin diye çırpınan sahabi gibi…

Bize düşen, Hazreti Peygamberi, hayatının en ince ayrıntılarına kadar öğrenmek ve onunla edeblenmektir. Gülmemiz gerekiyorsa, O’nun gülüşüne özenmek.. Uyumak gerekiyorsa, O’nun gibi güzel uykulara niyetlenmek.. Namaz kılarken O’nu, oruç tutarken O’nu, çocuklarla ilgilenirken O’nu anmak. O’nun davranışlarını hatırlamak, yaşamak… 14 asrı dürüp O’nunla bütünleşmek… O’nu, O’nun çağındakiler gibi sevmek. Bir mahşer günü, O’nun sancağı altında toplanabilme tutkusuyla…

Dipnotlar: 1) Ali İmran, 31 2) Necm, 3 3) Nisal50-151 4) Haşr, 7 5) Ahzab, 21 6) Al-i İmran, 164 7) Nisa, 65 8) Nisa.115 9) Nisa, 59 10)Nisa, 81 11) Keşf’ül Hafa I/70
Sahabede Peygamber Sevgisi

İslamı öğretmeleri için bir muallim heyeti isteyen Hüzeyl kabilesi, gönderilen 6 kişilik muallim kafilesini hunharca katletti. İçlerinden Zeyd İbn’ud-Desinne’yi satmak için esir olarak götürmüşlerdi. Babasını öldürdüğüne karşılık olarak öldürmek için onu Safvan ibn-i Ümeyye satın aldı. Öldürmek üzere karşısına diktiği zaman Ebû Süfyan alaylı bir tavırla sordu:

– Sana Allah’ın adını vererek söylüyorum Ya Zeyd, söyle, şimdi senin yerine Muhammed’in elimizde olup onun boynunun vurulmasını ve sen de ailenin yanına dönmeyi istemez miydin?

Zeyd ona şöyle cevab verdi:

– Vallahi ben ailemin yanında iken Muhammed Aleyhissalatü veseslam’ın ayağına bir diken batmasına bile razı olamam!

Ebû Süfyan beyninden vurulmuşçasına haykırdı:

– Muhammed’in ashabının Muhammed’i sevdikleri kadar arkadaşları tarafından sevilen bir kimse görmedim!..

Ahmet Kurt/Zafer Dergisi

Hicri Yılbaşı Nedir? (Yeni Yılınız Hayırlı Olsun)

Hicri takvim, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlamış olmaktadır. Bu tarih, 16 Temmuz 622’dir. Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne dayanılarak düzenlendiği için una (Hicri Kameri” veya “Sene-i Kameriye” gibi adlar verilmiştir. Hicri takvim, Peygamberimizin vefatından sonra, günlerin hesaplanmasında ortaya çıkan bazı karışıklıklar üzerine düzenlendi.

Hicri takvim ayın hilâl şeklinde göründüğü ilk geceyi ay başı olarak kabul eder. Ayın tekrar görünüşüne kadar geçen süreyi bir ay; on iki ay da bir yıl sayılır. Bu takvime göre ayın dünya çevresindeki dönüşü yirmi dokuz buçuk gün olarak kabul edilir. Bu sebeple bir ay 29, bir ay da 30 gün olarak kabul edilir. Böylece miladi takvimde bir yıl 365 gün, Kameri’de de 354 gün olarak hesaplanır. Bu yüzden hicri aylar miladi aylardan her yıl on bir gün önce gelir. Bu durum, hicri ayların mevsimlere denk düşmesine sebep olur. Bu yüzdendir ki, hicri takvimin bir ayı olan Ramazan, bazen kış, bazen de yaz mevsimlerine veya diğer mevsimlere rast gelerek, yılın bütün mevsimlerini, haftalarını, aylarını ve günlerini dolaşır. 36 yıl oruç tutan biri de yılın her ay ve günlerinde oruç tutmuş olur.

Hicri takvimde yılbaşı Muharrem ayının 1. günüdür. Muharrem ayını, Safer, Rebiyülevvel, Rebiyülâhır, Cemaziyelevvel, Cemaziyelâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayları takip eder.

                                                         *                                          *                                         *

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, Sahabiler Hz. Ömer (r.a.) devrinde Müslümanlar için bir takvim tesbit ederken, daha birçok önemli olay arasından Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarihi esas almaları çok büyük bir önem arz etmektedir.

Diğer taraftan Hicret, İslâm inkılâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicrete kadar geçen dönem zulüm ve işkence altında yaşanan eşi görülmemiş bir sabır ve metanet devresidir. Hicret, bu sabır ve metanetin İslâmın kutsal değerlerine olumsuz etkilerden başka birşey getirmeyeceğinin anlaşılması ve Cenab-ı Hakkın izniyle gerçekleşmiştir.. Böylece Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslâmı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır.

Gerçekten Hicretle hem Müslümanların hayatları kurtulmuş, hem de şahıslarında İslâmiyet kurtulmuştur. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni mü’minlerle kısa zamanda güçlenme imkânına kavuşmuştur.

Hicret eden mü’minlere “Muhacirler” ismi verilmiş ve bunların faziletleri ifade edilmiştir. Bu sebeple Hicretin İslâm tarihinde yeri büyüktür. Herkes bu fazilete sahip olma arzusunu içinde taşımıştır.

Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hicretin sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere bağlı bir fazilet olarak kalmaması, daha sonraki insanların da bundan nasiplenmesi için “Hicret”i önemli bir İslâmî kavram olarak değerlendirmiştir:

“Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınan, onları terk eden kimsedir.” (2)

“Hicret, kötülüğü terk etmendir.” (3)

“Gerçek muhacir, hata ve günahları terk edendir.” (4)

“Gerçek muhacir, Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.” (5)

Bir seferinde hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamın verdiği cevap şu olmuştur:

“Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir.” (6)

Görüldüğü gibi Hicret mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarih olayı olarak kalmamış, bir irşad kavramı olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bir gerçeği çok daha açık ifade etmektedir:

“Mekke fethinden sonra hicret yoktur, ancak aynı derecede sevap olan cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman severek koşun.” (7)

Bu sebepledir ki, Sahabiler tarih tesbitinde Hicret üzerinde görüşbirliği içindedirler. Müslümanlar o günden bu güne yılbaşını bu eşsiz olaya dayandırarak gelmişlerdir.

O günden bu güne 1400 yıl geçti. Dalâletten hidâyete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kudretine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir.

İslâmın 15. asırda 1 milyarın üzerinde Müslüman aynı davaya gönül vermekte ve hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.

(1) – Bakara Suresi, 189.
(2) – Buhari, Rikak: 26.
(3) – Müsned. 4:114.
(4) – Ibni Mace, Fiten: 2.
(5) – Ebu Davud. Vitr: 12.
(6) – Müsned. 2: 160, 191.
(7) – Müslim, imaret: 85.

(Kaynak: Sorularlaİslamiyet )