Etiket arşivi: Himmet Uç

Salihi’nin Seyahatinden

İhsan Kasım Salihi, birçok hatıraları da anlatır, bunlar kayda değer ve nurların telakkisi konusunda ölçü olacak yorumlardır, cümlelerdir.

Melikin Atiyyelerini Ancak Matiyyeleri Taşıyabilir

Saraybosna’dayken Sungur Ağabey’e dedim ki ; “Mesnevi’de Üstad Said Nursi‘nin kullandığı İmam-ı Rabbaninin  yukarıdaki cümlesinin anlamı nedir. Bu sözden maksat nedir? Cevaben dedi ki “Yani Cenab-ı Hak  davetinin yükünü taşıtacağı kimseleri kendisi seçer. Sonra bana dedi ki, Peki sen nasıl anlıyorsun bu sözü?

Ben de dedim ki, sizin cevabınız güzel, ancak vitrinde görünenler kastedilmiyor, Allah’a davetin  yükünü taşıyanlar gizliliğe önem verenlerdir, ibadetlerinde  ve davranışlarında ve tüm hallerinde riya ve gösterişten çekinenlerdir. Onlar ki olaylar ekranında gölgeleri görünmez. Onlar ki kendilerini hesaba çekerler, ahiret kazançlarını artırmak için tüm güçleriyle çalışırlar.

Bu cümlede buna bir haşiyedir. “Ey ahmak nokta-i sevda Halık’ın efali (işleri) sana nazır değildir. Ancak o’na bakar. Kainatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-ı alemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbani’nin dediği gibi ra Melikin atiyyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir.”

Sungur Abi dedi ki “bu da güzel”

Üstad Said Nursi’nin Boşnakça’ya tercüme edilen Hanımlar Rehberi isimli kitabını tanıtmak amacıyla Bosna Hersek’te Saraybosna’ya davetliydik. Fırıncı Abi ve Salihi’yi birisi karşılar arabası çok hırpanidir. Ona yeni bir araba temini için Fırıncı Abi çalışır. Bu işi üstüne alan Ömer Kardeş isimli birisi ona cevap verir. “Biz kudret diyarında değil hikmet diyarındayız. Siz bir gün içinde yeni bir araç istiyorsunuz?” Ben de derim ki herşey mümkündür ama imkan ile elde edilir. Bediüzzaman’ın kış içinde yazı temenni etmesi gibi . Mümkin imkanınız oranında vakidir.

Bediüzzaman’ın Arap dünyasında tanıtılmasında en fazla emeği geçen Muhammed Said Ramazan El Buti’dir. Said Nursi’nin Düşüncesi ve Daveti diye bir kitap çıkarır, kitabın muhtevasını  Şam’da çıkan İslam Medeniyeti Dergisinde yayınladı. Daha sonra onu Fikirden ve Kalpten  adlı kitabında yayınlar. Marmara üniversitesinde bir konuşma yapar, öğrenciler Risale-i Nur’un Arapça tercümesi hakkında ne diyorsunuz diye sorarlar o da,  “Arapça neşelendirir, Türkü razı eder”  Şam’da düzenlenen Hutbe-i Şamiye konferansında konuşur. Salihi’den Üstad’ın mahkeme müdafaalarını Arapçaya çevirmesini ister. Arap dünyasının buna çok ihtiyacı olduğunu söyler. Salihi müdafaların eserlerde mecvut olduğunu ifade eder.

Nijer, Niamey’de islam Üniversitesinde Said Nursi ve Islah Metodu konferansı yapılır. Öğrencilerden  biri  beyrut baskısı işratül icaz’ı çevirmektedir, kitabın kimin olduğunu da bilmemektedir. Nurların cazibesi aşikar. Bu şahıs Nijerya üniversitesinde Mesnevi-i Nuriye’yi yüksek lisans tezi olarak yapar. Biz nerdeyiz baksana?

Sudan’da Hartum’daki bir üniversitede felsefe hocası olan Dr Şefii  Ahmed eserlerin tanıtılmasında an büyük pay sahibidir. Ene risalesi için de mükemmel bir mukaddeme kaleme alır. Salihi onunla mektuplaşır tahassüslerini paylaşır. Yine Sudan’da Prof Abdülhalim Üveys de Risale-i Nur’un önünün açılmasında büyük gayret sarfetmiştir. Ülkesinde altmıştan fazla kitap yazan bu zat altın madalya ile ödüllendirilmiştir. Burada bir okuyucu Risalelerin okunup geçilmemesini düşünülerek teemmül edilmesini bilmüşahade anlatır. Hartum üniversitesinde Said Nursi ve Modern islam düşüncesinde Rasile-i Nur, ilmin Kaidelerinin yerleştirilmesinde  imam Bediüzzaman Said Nursi’nin  Rölü  ünvanlarıyla iki sempozyum düzenlenmiştir. Lübnan, Trablus’ta Risale-i Nur’un Tercümesi diye bir bildiri sunar Salihi  orada Üstadın bu mutantan hitabını okur. “ işte bunun gibi ben de sesim yetişse bütün küre-i  Arza bağırarak derim ki Sözler çok güzeldir, hakikattır. Fakat benim değildir. Kur’an-ı Kerim’in  hakaikından telemmu etmiş  şualardır. Yani Kur’an’ın  Hakaik-i  İcazını  ben güzelleştirmedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’an’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı güzelleştirdi, ulvileştirdi. Üniversitenin bayan  rektörü eşinin daima Risaleleri okuduğunu söyler.

Salihi İran’da Arapça Risale-i Nur’un ilk defa sunulduğu Tahran Kitap fuarına katılınr. Tahran’da  islam mezhepleri üniversitesi Allame Bediüzzaman Said Nursi ismiyle bir konferans tertib eder. Salihi’nin burdaki sunumu “Said Nursi’ye göre modern dönemde cihad mefhumu isimlidir. Aynı ülkeden Hadi Hüsrev Şahi Abdullah Yeğin tarafından gönderilen risalelerin belgelerini gösterir. İran‘da Kum  kentinde bir şahıs “Biz islam devletiyiz bizim gençlerimiz islam dininden kaçıyorlar, siz ise laik devletsiniz sizin gençleriniz  ise imanı yöneliyorlar. Salihi Bediüzzaman’ın farkını anlatır. Siyaset ve kanuni baskı ile din yerleşmez kalplerin ıslahı lazımdır. Yukardan aşağı değil, aşağıdan yukarı.

Hindistan’da Darül Hüda Üniversitesi,  Türkiyede  Risale-i Nur ve islam  adında Said Nursi hakkında bir sempozyum yapılır, Salihi oraya davet edilir. Burada Muhammed es Sekafi  Bediüzzaman’ın lihye –i Şerif hakkındaki mektubunu okur.  Mektubu okuyan sahiferi görünce öpmeye başlar sayfaları.

Bugün Refet Bey’in bir mektubunu aldım, Lihye-i Şerif’e hakkındaki suali münasebetiyle diyorum ki;

Hadis’ce sabittir ki Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam’ın Lihye-i saadetinden  düşen saçların  taneleri mahduddur. Otuz kırk tane  veya elli altmış  tane gibi az bir miktarda iken  binler yerde Lihye-i Saadetin  saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki Liye-i Saadet yalnız Lihye-i Şerif’in  saçlarından ibaret değil. Belki Res-i mübarekinin  traş oldukça hiçbir şeyini  kaybetmeyen  sahabeler ki o nurlu ve mübarek  ve daimi yaşayacak saçları muhafaza etmişler, onlar binlerdir, şimdiki mevcuda müsavi gelebilir.

Yine o vakit hatırıma geldi ki, acaba her camide bulunan sened-i sahih ile bu saç  Hazret-i Risaletin  olduğu sabit midir ki  ona karşı ziyaret makbul olabilsin?

Birden hatıra geldi ki o saçların ziyareti vesiledir. Resul-i Ekrem ASM‘a karşı salavat getirmeye  sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti  o şeyin zatına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. “

Delhi’de yapılan bir sempozyumda Salihi şöyle konuşur” Kardeşlerim ben Risale-i Nur’u aspirine benzetiyorum. İster müslüman olsun ister gayri müslim, ister Türk ister Arap, ister kürt ister hintli farketmez, her insan için uygun. Risale-i Nur  tüm insanlığa ayrım yapmadan  hitap ediyor. Eğer bir kişinin ailesiyle başı ağırıyorsa Risale-i Nur okusun, devletle ilgili bir sorunu varsa yine Risale okusun. Risale-i Nur yalnız müslüman Türkler için değil bütün insanlar içindir,

Ali El Haseni En Nedvi

Bir portre Salihi’nin kendisine takdir ve hürmet beslediği bir alim istanbul’a gelir ilim Yayma Vakfında bir konuşma yayar, Salihi bu konuşmayı özetler.

Vemakane allahu liyüziye imaniküm innellahe binnası  leraufun rahim

Ayetini okudu ve şöyle dedi. “Bu ayet-i kerimeyi her okuduğumda sizi hatırlıyorum. Belki de bundan dolayı  şaşıracaksınız. Size bunun sebebini   Kur’an-ı Kerim’in kendisinden açıklayacağım. Cenab-ı Hak buyuruyor  ki cc   ve kaneebuhüma salihen, iki yetim için Cenab-ı Hak Hızır Aleyhisselamı görevlendiriyor.  Alemlerin Rabbi olan Allah  cc bu duvarı salih bir adamın  çocukları için hazırlıyor. İslam’a altıyüz yıl boyunca hizmet eden ve dünyanın her bir tarafından  islam sancağını  dalgalandıran torunlarını bırakacak mı ? Cenab-ı Hak asla sizi boşa çıkamyacaktır.

Sonra hintlilerin Osmanlıları ne kadar sevdiklerini anlatmaya başladı. Öyle ki anneler Osanlıların kahramanlıklarını kendi dilleriyle Urducayla çocuklarına anlatırlardı. Urduca bazı ninniler söylemeye başladı. Ve bunları Arapçaya tercüme etti.

Ey kıymetli oğul Osmanlı Halifeliğini korumak için nefsini ve canını feda et.

Himmet Uç

Bediüzzaman ve Mehmet Akif

Değişim diye peşine düştüğümüz birçok içtimai reçetenin doktor masasında veya hastanın elinde kaldığı bir dönemde… Birçok insan Osmanlı terbiye ve kültür sisteminden çıkıp batıya endekslendiğimiz dönemde… Karınca kararınca karihalarının yettiği oranda yeni Türk devletini götürecek yeni tipler ve karakterler üretmeye gayret ettiler.  Namık Kemal kahramanlık miti üretirken ihtilalin kapısına dayandı. Ömrü sürgünlerde geçti, sahipsiz, bigane bir adada dünyadan göç etti. Halbuki o “millet dedi millet dedi millet dedi” deyip ama illeti kurtaramayan asil bir adamdı.

Bu milleti kurtarmak için çok insan çalıştı. Enver Paşa kışın zemheri günlerinde Türk ordusunun genç delikanlılarını dağa sürdü. Kumandanları “oğlum Enver bu havada sürme bu çocukları dağa hepsini donduracaksın” dediler ama Enver Paşa’ın ütopist kişiliği buna engel oldu. Dağlarda şehit oldular, şimdi onların kokusunu almak için o dağlara tırmanıyoruz. Hamiyet başka, usul başka.

Akif bir Osmanlı ama Türk olmakla iftihar eden, bin yıl İslam’ın bayraktarlığını yapan bu millete hizmetten teri kurumamış bir azametli adam. Yokluklar içinde geçen çocukluk ve tahsil hayatı, parası olmadığı için yürüyerek baytar mektebine (veteriner fakültesi) giden asil insan, halini arz etmemiş kimseye. Büyük adamlar ancak büyük çilelerle büyük adam olmuşlar. Dosto, Sibirya sürgününde “Tanrı beni romancı yapmak için buraya sürmüş“ deyip kader noktasından bakmış olaya.

Akif‘in babası Temiz Tahir Efendi Fatih Camiinde müderrislik yapmış. Babası için “o benim hem babam hem hocamdır ne öğrendiysem ondan öğrendim“ diyor. Babası ona yolda yürürken lügat ezberlettirir. O camiye girince küçük Akif aşıkane koşar hasırlar üstünde.

Mehmet Akif bir eleştirmendir. Toplumun aksayan yönlerini anlatır. Otuza yakan manzum hikayesinde aristokratlar yoktur. Sıradan insanları bazan da vasat yaşayan aydınları anlatır. Hasır‘da mahallede ölen kadının bir hasıra sarılıp kabre götürülüşünü hazinane hikaye eder. Bediüzzaman da ölüm hakikatini anlatır, insanın bu bütün grandiozing fizyoloji ile farelere yem olmasının Allah’ın şefkat ve merhametiyle büyüttüğü büyük eserine merhametsizlik olacağını düşünür. “Kabir alem-i ahirete açılmış bir kapıdır, ön ciheti zahmet, arka ciheti ise rahmettir” der. Biri olayı öbürü felsefesini yapar.

Anam elinden tesbihi düşmeyen bir abid kadındı. Öldüğünde mezara koydular ben dua ettim “Allah’ım onun münkir nekirle karşılaşmasını bana göster, sen semi ve basirsin.” Melekler geldiler sınıfa girer gibi, annem tesbihini onlara vurdu onlar kayboldular. Cenazesini iki mübarek arkadaşı yıkadılar. Büyük bir güzel koku yayılmıştı, onlar da “Evliya kadın ya ne olacaktı ki“ dediler. Mahallede çocuklara elifba öğretir karakola götürürler. “Bacı seni kodese atarız” demişler. Anam “kodes ne demek” demiş. Onlar da “yani mapıshane” deyince anam “ne yaptım ki” demiş. Ağabeyi “çocuklara karabaş okutuyormuşsun” demiş. “E bunda ne var çocuklar öğrenmesin mi, sen ölünce çocuğun sana Fatiha okumasın mı poles kardaş” demiş. “Karışmayız valla bir daha yakalarsak iyi olmaz” demiş polis. Annem korkusuz, eve gelmiş. Babam rahmetli “Rüveyde ehtiyat et” deyince o da “olur efendi olur” demiş. Asıl ehtiyatsızlık onlara bir şey öğretmemek.

Akif, İslam tarihinden olaylar anlatır. Koca Karı’da Hz. Ömer bir yoksul kadının çocuklarına çorba pişirmesi için imaretten sırtında un taşır. İbni Abbas da yağ taşır. Getirir çocuklara çorba pişirir onları mutlu eder. Meyhane ve Mahalle Kahvesinde toplumun heba olan ömrünün hikayesini anlatır Akif. Hala öyledir ya, eskiden akşam zikre gidenler şimdi sabaha kadar tavla oynar ruhsuz eve döner. Çocuk babasını görmez, akşam geç gelir sabah erken kalkar gider. Meyhanede çocuklarının iaşesini temin edemez, serseri bir koca anlatılır, kadın kapıya dayanır ona serzenişte bulunur, o da kadını orada boşar kadın düşer bayılır.

Bediüzzaman altı iman rüknünü sağlama almak için eserler yazar. Onun eserleri inanan insanın ayağını yere sağlam basmasını öğretir. Herşey onun üstüne bina edilir. Kainatı yaratanı tanımayan O’na teşekkür etmeyen, kazancını garibanlarla paylaşmayan bir insan ne dini ne de içtimai bir karakter edinemez. Ayet’ül Kübra isimli eseri Türk edebiyatında örneği olmayan bir eserdir. Bir adamı alır kainatı seyrettirip düşündürerek inançlı hale getirir.

Recaizade Bihrüz’e saçma bir aşk öğretir. Bediüzzaman da bulutları, yıldızları, gezegenleri, güneşi, toprağı, topraktan çıkan hadsiz nimetlerin felsefesini yapar. Onları düşünmeye sevkeder. Nice imansız kimseler onun eserleri ile Allah’a kul olmuştur. Hiçbir derde deva olmayan teşeffi için yazılmış sayısız eserler çocukların elinde dolaşır. Kime bir faydası olmuştur onların ama Bediüzzaman’ı anlamamaya devam eder devlet-i ebed müddet. İmparatorluk kültür krizinden battı. Cumhuriyet aynı akibete maruz kalmasın. Öğrencilerin elinde en muzır eserler dolaşır, öğretmenlerin kafası dalalethane, ölen birkaç askerdir, onun dışında kimse korkusundan ve menfaatinden olur kaygısıyla bir şey söylemez. Denetim yok, takip yok, dağ başında üniversiteler.

Bediüzzaman meleklerin varlık gerekçelerini anlatır. Onların nasıl kainatın inşasında ameleler gibi çalıştığını nazara verir, büyük meleklerin azametli görevlerini akli şekilde anlatır. Akif ise şeytanlaşmış insan örneklerini taşlayarak anlatır. İkisi birbirini tamamlar biri kötü örnek diğeri iyi örnek vermenin yolunu gösterir. Akif “Edebiyatta ve felsefede Victor Hugo’lar Şhakespeare’ler Bediüzzaman’ın talebesi olamaz” der. Dünyanın büyük sanat felsefecileri gelsin ilahi sanatın felsefesi nasıl yapılır öğrensinler Bediüzzaman’dan.

Akif de Bediüzzaman da milli mücadelenin başarısı için çalışırlar. Akif elinde Sırat-ı Müstakim klişesi ile Anadolu’yu dolaşır. Millete vatanı kurtarmanın zaruretini anlatır. Savaş sırasında İstiklal Marşını yazar. Savaşan askere “Korkma sönmez bu şafaklarda“ der. “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” der. Milletin ezeli, ebedi kimliğini anlatır. Kahraman ırktır ümmeti Muhammedin reisi Türkler. Bin yıl İslamın bayraktarlığını yapmış  bir millettir. Cihana ilmi öğretmiş bir milletin çocuklarıdır bu topraktakiler. Bediüzzaman Bitlis’te Ermenilere, Ruslara karşı savaşır. Ermenilerin yaşlı ve çocuklarını iade eder, onlar hayret ederler Bediüzzaman’a.

İkisi Dar’ül Hikmet’ül İslamiye’de çalışırlar. Bir akademidir orası. Bediüzzaman asli üye Akif ise katibi umumidir. Birlikte çalışmış, birlikte çabalamış, bu büyük milleti hezimetten, ataletten kurtarmışlardır. İki büyük adam rahmetin kucağında mutludurlar, bize de bir gün sıra gelir.

Kaynak: RisaleHaber

Sanat Eğitimi ve Bediüzzaman

Calib-i hayret bir durum. Eserlerinde 500 değişik sanat kelimesini ve kullanıldığı yerleri, ve terimin nasıl kullanılması gerektiğini nereden tahsil etti Bediüzzaman? Bini aşkın sadece sanat kelimesini çok farklı yerlerde kullanan, buna bağlı olarak sanatlı yaratıcı anlamında Sani kelimesini kullanan ve Sani kelimesinden türetilmiş Sani-i Hakim, Sani-i Zülcelal gibi bileşik tamlamalar kullanan Bediüzzaman.

Fiil olarak sanat menşeli kelimeler mesela tezyin, müzeyyen ve müştakları. Kainat okumaları tasavvufcular gibi ezbere değil ayrıntılı okumalar.

Mesela ikici kelimede vahdehuyu izah ederken ne kadar sıravari birbirinin mantıklı devamı olan bir sanat faaliyetini anlatır. Bu tanzimi yapmak ne kadar geometrik düşünen ve her şeyi yerinde terimi ile izah eden büyük bir görsel zekanın ve yazma kudretinin olduğunu gösteriyor.

“Biz gözümüzü açtıkca kainat yüzüne nazarımızı saldırdıkça, en evvel gözümüze ilişen amm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil hassas bir mizandır görüyoruz. Herşey dakik bir nizam ile, hassas bir mizan ve ölçü içindedir. Daha bir parça dikkat-i nazar ettikçe yeniden yeniye bir tanzim ve tezyinat gözümüze çarpıyor. Yani birisi intizam ile o nizamı değiştiriyor ve tartı ile o mizanı tazelendiriyor. Herşey bir model olup pek kesretli muntazam ve mevzun suretler giydiriliyor. Daha ziyade dikkat ettikce o tanzim ve tezyin altında bir hikmet ve adalet görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor. Bir hak bir faide takib ediliyor. Daha ziyade dikkat ettikce gayet hakimane bir faaliyet içinde bir Kudret’in tezahüratı ve herşeyin her şenini ihata eden gayet muhit bir ilmin cilveleri nazar-ı şuurumuza çarpıyor. Demek bütün mevcudattaki şu nizam ve mizan umuma amm bir hikmet e adaleti ve o hikmet ve adalet bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek bir Kadir-i Külli şey ve bir Alim-i Külli şey şu perdeler arkasında akla görünüyor.“

Bu bahis devam ediyor.

Şu paragrafta bu ifadeler dört defa tekrar ediliyor;
Biz gözümüzü açtıkca
Daha bir parça dikkat-i nazar ettikce
Daha ziyade dikkat ettikçe…

1-Amm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil hassas bir mizandır görüyoruz.

2-Yeniden yeniye bir tanzim ve tezyinat gözümüze çarpıyor.

3- Daha ziyade dikkat ettikçe o tanzim ve tezyin altında bir hikmet ve adalet görünüyor

4-Daha ziyade dikkat ettikçe gayet hakimane bir faaliyet içinde bir Kudret’in tezahüratı ve herşeyin her şenini ihata eden gayet muhit bir ilmin cilveleri  nazar-ı şuurumuza çarpıyor

Nizam, mizan, tanzim, tezyin, hikmet ve adalet, Kudret ve İlim.

Kelimeler iki koldan gidiyor, nizam ve mizan.

Mizanla tanzim akraba, nizam ile tezyin akraba, çünkü nizamsız süsleme tezyin olmaz.

Mizan, adalet aynı fiilin başka görüntüleri, mizan denge, adalet de denge biri fiziki diğeri manevi.

Bütün bu iki koldan giden fiilleri bir dört basamaklı ve gittikçe yakınlaşan bir kamera gözle anlatmak… Burada bir ayet metni yok tamamen muhakeme ve muakele. Burada anlatılan Allah’ın ilmi ve kudreti bu sıralamadan sonra geliyor. Bediüzzaman‘ın eşya, olay ve tabiat okumaları imanın inşasını sağlar, hem de ne inşa.

Bütün bu kelimeler sanat felsefesinin beşeri sanatlarda da geçerli kelimeleri, bir resim tablosu da bir heykel parçası da bu sıralamalara dikkatle olabilir.

Fiillerin aklen, mantıken devamlılığını bu ön cümlelerle sağlıyor, onları gözlemleyen gözün bu mantıki ve berahine uygun zihin sarfları her kudreti beşerin işi değil. Büyük bir hafıza hayal, müşahade kudreti gösteriyor.

Yukardaki metni daha da açarak anlatsak bir sinema olur.

Risale-i Nur’u anlamakta zorlanan kelime ve mana yapısını, sentaksını anlamayan insanların yanında yüz elli yıl öncenin edebi metin telakkilerini günümüze transfer etmeden anlatmanın ne anlamı var? Biz iman ve kainata bakış açılarını temel gaye edinmişiz, neden böyle aslı maksadın çok uzağındaki konularla kendimizi meşgul ediyoruz hayret.

Bu toplumun Kur’an’ın hakikatlerine yeni bakış açılarına ihtiyacı var, biz onlarla meşgul olmuyoruz.

Yirminci mektup en büyük muhakemat. Bütün bahisler akla durgunluk verecek bir mantık, akıl, hayal, anlatım daha neler içinde bunlara dikkat çekelim. Pencereler risalesinde kaç çeşit tabiat levhası ve insana nisbite yapılmış onları yapalım.

Münacaat Risalesi nasıl öyle teknik bir şekilde bütün kainatı kucaklar şekilde anlatıldı. Ayet’ül Kübra geleneksel roman konusunda zavallı Türk yazarlarına bir örnek. Karanlığın Yüreği romanını bir Amerikalı yazmış, felsefi roman. Bu Ayet’ül Kübra ve Haşir için nerde o Amerikalı hayret.

Joseph Conrad 19. yüzyılın sonunda yazdığı Karanlığın Yüreği tarihin en kanlı asırlarından bir tanesine damgasını vuran savaşlar, gelişen teknolojinin açtığı uçurumlar, modernliğin allak bullak ettiği toplumlar gibi konulara bir üvertir niteliğini taşıyor Marlov Afrika’da medeniyete ve kendisine olan güvenin parçalandığını hisseder. Dönemin değer yargılarını hem de emperyalizmin meydana getirdiği tahribatı resmediyor. Eser Afrika’yı bir sembolik imge olarak Avrupalıların zihnine nakşetmiştir.

İnşaühü lizake yine bir mantık ve akıl, editasyon harikası. Şu cümleden doğmuş: “Malik ül Mülkü zülcelal alem-i ekberi bahusus Küre-i Arz yüzünü öyle bir surette inşa ederek yapmıştır ki birbiri içinde hadsiz daireler olup her bir daire bir tarla hükmünde olup vakit bevakit mevsim bemevsim asır beasır eker biçer mahsülat alır.“

Şu cümlenin daha sonraki bahis tafsilatı vakit ve asır, mevsim üçlüsünden icraat-ı ilahiyeyi anlatıyor. Allah’ım ne harika bir rububiyet ve uluhiyyet temaşası, gelin bunları anlatalım.

Himmet UÇ – risalehaber.com

Mevlid, Bediüzzaman ve Halide Edip Adıvar

Bediüzzaman eserlerinde edebiyatımızdaki eserler ve şahıslar hakkında hükümler verir. Ama bir eseri tamamiyle gözden geçirip hükümler, yorumlar yaptığı zannedersem tek eser Süleyman Çelebi’nin Mevlid’idir. Bediüzzaman  Miraç hakikatı ile birlikte Mevlid hakkında sitayişkar beyanlarda bulunur, onu adeta alkışlar. Halide Edip, Mevlid’i romanında bir bahis haline getirmiştir. Onun icrasını anlatır, bir sinema sahnesi gibi. Üstelik bu eser Amerika’da yazılmış, hem ülkesine hem de kültürüne ve dinine olan hasreti hissettirir. Halide Edip, Mevlid’e “doğum şarkısı” der, Bediüzzaman ise çok tarif ve takdir cümleleri sarfeder ama en harikası “Müsamere–i Ulviye–i Diniye“ terkibidir. Bir sinema sahnesi gibi cümle. Miracı dinlemeyi anlatır Süleyman Efendi’den. ”İşte böyle bir zatın Mevlid ve Miracını dinlemek  yani terakkiyatının mebdei  ve müntehasını işitmek  yani tarihçe-i hayat-ı maneviyesini  bilmek, O Zatı kendine reis ve seyyid ve imam  ve şefi telakki eden  müminlere ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neşeli, hayırlı bir  müsamere-i ulviye-yi diniye olduğunu anla” 330

Halide Edip Adıvar birçok roman yazmış buralardaki tipler ayağı yere basmayan Avrupa ayarına akord edilmiş kişiler. Bu romanlarda  yazar henüz bir arayış içinde değil, ne zaman ki Halide Onbaşı olarak savaşa gider, ama savaşa sokulmaz. Daha sonra  kurucu kadronun batıyla ilişkilerini tercümeleririni  yapar, arkasından devlet kuruluşu sırasında bir takım kültürel konularda anlaşmazlıklar olur, Halide  Edip  kaçar gibi Avrupa’ya gider. Zor günler geçirirler, eşi bir arkadaşı ile bir paltoyu münavebeyle giyerler. İktisadi sıkıntı çekerler. Halide Edip  dersler vermeye başar , arkasından Amerika’ya gider. Orada meşhur bir yazardır artık. Konferanslar verir, üniversitelerde dersler verir. Orada Clown of Daugter adıyla bir İngilizce roman yazar.

Halide Edip artık bir sentezcidir. Bu romana kadar gelen kadın tipleri, kopya tiplerdir. Ama bu romanın kahramanı Rabia, İlhami Efendi  isimli bir imamın torunudur. İmam onu hafız olarak yetiştirmiş, kızcağız Sinekli Bakkal semtinde mukabele okur, sesi güzeldir, meşhur olur. Eser Osmanlı toplumunu ve değerleri iyi anlatan bir romandır. Mevlevilik, Galata Mevlevihanesi, Hazreti Mevlana, Vehbi Dede romanın kültürel artistik dini ortamını oluştururlar. Eser bir tasavvuf yorumudur da . ”Evren yaratıcı ressamın durmaksızın çizip bozduğu her an  yeni baştan yarattığı hayaller ve gölgeler geçidi. Buna inandıktan sonra herhangi bir hayat fırtınasını sessizce seyretmek gerekirdi. Soru sormayan inancını bulmak gerekirdi.”253

Halide Edip fikirleri uğruna sürgünü ihtiyar etmiş büyük bir insan. Büyük çilelere katlanmak her babayiğidin karı değil. Giordano Bruno , Hristiyanlığa başkaldırmış bir büyük adam, özellikle üçlü teslis yani tanrı inancını kabul etmez, düşündüklerinden hiç taviz vermez, Protestanlarla , Luthercilerle arası açılır, sonunda engizisyonun eline geçer. Yakılır. Günahta direnen  pişman olmayan  inatçı dik kafalı bir sapkındır. Ölüm gününün tanığı ölüm kararını dinlerken hiçbir zayıflık belirtisi göstermediğini söyler. Onlara şöyle cevap verir” Belki de siz bana ölüm kararını bildirirken  benim ölüme uğramamdan  daha fazla korkuyorsunuz” der. 17 Şubat 1600. Roma Campodi Fiori . Bundan önce sekiz yıl da  zindanda yaşamıştır.

Bizim de elimizde böyle bir kahraman var. Çarın elinden kurtarır Allah onu, sonra 31 Mart’ta Hurşit Paşa’nın zulme ayarlı mahkemesinden, devrin enönemli adamına “Namaz kılmayan Hain” dir der. Ölümle  burun buruna yaşamış ama yine hayatını bednamların eline vermemiş. Böyle bir kahraman bin yılımızda  yok arkadaş. Hani o anlatamadığımız adam. Kütrtlerle Türklerin birlikte yaşama iradesini savunan insan.  

Rabia hem hafızı Kuran hem de Mevlithandır. Alaturka musiki bilir. Tam ideal bir Müslüman kadın modeli. Biz edebiyat fakültelerinde böyle tipler yetiştirip insanların milletin arasına bırakabilirdik. Tekke, Halk ve yeni edebiyatı bilen öğrencilerimiz musiki de bilip mevlidler yönetebilirlerdi. Hani nerde… inşallah olur.

Rabia, Mevlid okuyucusu olmanın heyecanını yaşar.” Bugünlerde  Rabia’ya heyecana benzer bir şey veren  Vehbi Efendi’nin  ona baştan başa Mevlud okuyabileceğini söylemesi oldu. Şimdiye kadar hep ilahi okumakla kalmıştı. Genç yaşında Mevlüd okuyucusu olmak, gururunu okşayan bir şey. Fakat buna da sanatçılığının  yaratıcılığı  duygulanışlar karışıyor. Şimdiye kadar onun şöhreti  ve başarısı mukabele okumakta olmuştu. Hep yarım ve çeyrek seslerle hep ağır , derin tecvitli musiki .

Mevlid  Türkçe  sabahları rahlesinin üstüne  pembe kaplı  Mevlid’ini açıyor, özellikle doğum kısmını  dikkatle okuyor. Bunu herhangi Mevlud okuyan  gibi okumayacak  hazin değil tevcitli değil. Sevinçle , zaferle , gümbür gümbür atan bir üslupla  kimsenin okuyamadığı gibi okuyacak. Sabah saatlarında bütün varlığı ile Mevlid için yeni bir makam  düşünürken hep Peregrininin vaktiyle çaldığı şeyleri de hatırlamaya çalışıyor.

Rabia’nın anası Pembe, akşamları kızının yatsıyı kılışını seyreder sonra yatar. Anası Pembe de bir başka dünyadır. Cinler periler, dirilerle daha sıkı ilişkide , her dakika her evin içinde , her işle ilgiliydiler.Tezveren Dede’ye gider, konuşur onunla “Güya adın Tezveren hani ya? Cinler periler daha çabuk iş görüyorlar. Tevfik beni alsın diye sana kak defa mum adadım. Herifi bir de sürgüne yollattın. Bari herifi çabuk getir, ben Çingeneyim diye yapmıyorsan Rabia’yı düşün. Beş vakit namazında bir hafız. Romanda namaz da  bir değişmez ubudiyet tarzı.

Osmanlı konağında , Osmanlı istanbul’uda Mevlid okumak özel bir iş.Bunlar ilahi bir musikinin araçları canlı insanlar. İkinci mabeyincinin   konağında  her yıl Mevlid okuyan  Hafız Peyami Efendi ölmüş. Vehbi dede  beni tavsiye etmiş , ilk Mevludumu okuyacağım. Rabia’nın zihni Mevludu yeni bir makamda  kendi bulduğu  bir üslupta okumayı düşünüyordu. Bir zafer bir şevk nağmesi bulmak  gerekti.Bu alemde doğumdan büyük bir zafer var mıydı- Hele Peygamberimizin doğumu –Süleyman Çelebi nasıl tasviri resimler tiyatro gibi anlatır.

İndiler gökten melekler saf ü saf
Kabe gibi kıldılar evim tavaf

Hem hava üzre döşendi bir döşek
Adı Sündüs, döşeyen anı melek

Çün göründü bana bu işler ayân
Hayret içre kalmış idim ben hemân

Yarılıp çıktı divardan nagehan
Geldi üç huri banâ oldu ayan

Bazıları derler ki ol üç dilberin
Asiye´ydi biri ol meh-peykerin

Biri Meryem hatun idi aşikâr
Birisi hem hûrilerden bir nigâr

Geldiler lutf ile ol üç mehcebin
Verdiler bana selam ol dem hemin

Çevre yanıma gelip oturdular
Mustafayı birbirine muştular

Üç alem dahi dikildi üç yere
Her birisin edeyim nerden nere

Dediler oğlun gibi hiç bir oğul
Yaradılalı cihan gelmiş değil

Bu senin oğlun gibi kadri cemil
Bir anâya vermemiştir ol Celil

Ulu devlet buldun ey dildare sen
Doğuserdir senden ol hulki hasen

Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır
Bu gelen tehvid-i irfan kânıdır

Bu gelen aşkina devreyler felek
Yüzüne müştakdürür ins ü melek

Bu gice ol gicedir kim, ol şerif
Nur ile alemleri eyler latif

Bu gice şâdân olur erbâb- dil
Bu giceye can verir eshab-ı dil

Rahmeten lil´alemindir Mustafa
Hem şefiu´l-muznibindir Mustafa

Rabia Mevlid’i nasıl okuyacağınadair alıştırmalar yapar. ”Sesi heyecanan kısıldı. Amine Hatun’un  ağrı çekerken  söylediklerini o hiçbir peygamber doğumuyla , ilgili diye düşünmemişti.Bütün doğuran hayatı çoğaltan  kudretlerin realitesi analığın realitesi . Bu onun yüreğıinin bam teline dokunmuştu.Bütün varlığını bu realite titretmişti. Eğildi ilk satırları önce gözleriyle  okudu. Sonra başını kaldırdı. Her kelimeyikendi yazmış gibi sesi özlemle kandinden geçerek  zaferle dalgalanarak söyledi.

Atık aradığı ahengi, zaferi, şevki  istediği gibi ifade edebilecek.

Merhaba ey asi ümmet melcei

Merhaba eş çaresizler eşfei.

Artık gözlerinden buruşuk yanaklarına yaşlar yuvarlanıyor.”

Rabia Mevlid’i okumaya başlar. “Rabia’ya orta salonda pencerenin önünde bir yer yapmışlar.Bir damasko yer minderi önünde rahle ve mumlar. İkbal Hanım onu ‘”destur, destur“ diye yol açarak götürürken , beyaz başörtülüler  sağa sola eğilerek  yüzünü görmeye çalıştılar.Arkasında krem zeminli mor laleli  yüzlü bir entari, aynı kumaştan  dikişli bir hırka . Orada hiç kimse böyle giyinmiş değil. Hepsinin etekliği , bluzu yahut entarisi az çok zamanın  modasına uygun. Fakat kimse onun elbisesiyle meşgul değil . Kumral ince derisi yüzünün kemiklerine yapışmış gibi , gözlerini şakaklarına çekiyor gibi. Bal rengi gözlerinin yeşil ışıkları  gerçi yanıyor , fakat kendisi olanca iradesiyle  dimağını cemaatten ayırmak , okuyacağı şeye bağlamak istiyor.

Dudaklarından  ilk dökülen perdelerle , beyaz baş örtülü cemaat , papatya tarlaları gibi dalgalandı. Hafif iç çekmeler tek hıçkırklar, konser halinde ağlaşıyor. Rabia bunlardan haberdar değil gibi , ağrı çeken bir kadının heyecanlarını ,  doğuran  bir ananın zaferini  kendi yarattığı makamda söylüyor.

Beyaz başlı cemaatin bu akşamki heyecanı dini olmaktan çok insani idi. Hepsi ve her biri ağrı çeken kadın heyecanını , doğurmanın zaferini  ya yeniden tattılar, veya geleceklerinin en büyük realitesi olacağını hissettiler. Doğum kısmı bitti..

Mevlutcu Vefat’a başlamadan sağındaki salonun sonunda bir perde gördü.Oradan birdenbire Ederun takımı ilahiler  okumağa başladı.Rabia’nın yıpranmış sinirlerini  bu musiki dinlendirdi. Biraz Vehbi Efendi usülünde heyecansız fakat insanı  murakebeye   vardıran bir üslup ,Erkekler hep böyle okuyorlar. Sanatlarında  kişisellik damgası yok. Rabia böyle düşünüyordu.

Gülsuyu , öd ağacı kokuları havayı ağırlaştırdıkça ağırlaştırıyor. Işıkhevnkleriyle beyaz başlar  arasında hafif bir duman var. Genç kızlar ellerinde gülabdanlar , herkesin eline gül suyu serpmek için e ğiliyorlar.Ta karşıda kalabalığın arkasında  üç iskemle var. Üstündekiler belli yere oturamayacak  kadar alafranga belki de ..Ortada oturanı Rabia nerede görmüştü? Mermer gibi bir baş , beyaz alnında altın kaküller.. kaşın biri kalkık..

Enderunlular susmuştu, Rabia hemen Vefat’a başladı.Cemaatin üstüne ölüm gölgesini salmış gibi . Geleneksel  pesyarım sesler, çeyrek seslerle ağır ağır , bir ilahi gibi okuyor. Peygamber için  ağlıyorlar.Belli ki kendileri  için ağlıyorlar.Belki de kendileri için  ölümü tatmak , yok olmak hepsinin , her birinin alnına yazılmış olduğu için ağlıyorlar.

Rabia sanatını ruhunu  son zirvesine kadar cemaata dağıtmıştı. Küçük bir odaya götürdüler, ancak orada yanındakilerin yüzüne baktı.

Bedeiüzzaman Mevlid’i toplumuzdaki yerini anlatırr ve takdir eder.

”Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması, gayet nâfi ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtîf ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir. Belki, hakaik-i imaniyenin ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki, imanın envârını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyiç ve müessir bir vasıtadır. Cenâb-ı Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin. Ve Süleyman Efendi gibi Mevlid yazanlara Cenâb-ı Hak rahmet etsin, yerlerini Cennetü’l-Firdevs yapsın amin.

Halide Edip ve Bediüzzaman hep bu vatanın selameti için çalışmışlar, kader onları çok sevdikleri yerlerden yadellere atmış, ama onlar yılmamış, yine millete ümmete hizmet etmişler.

Himmet Uç

NurNet.Org

Müsbet Hareketin Tenevvüü

Hz Peygamber, Hz Ali’ye “ ben Kur’an’ın tenzili için harbettim sen de tevili için harbedeceksin” demiş. Tevil islamın telakkilerini, emirlerini, toplumsal ve ferdi ilişkilerini en münazaasız şekilde  yorumlamak demektir. Çünkü iki kişi arasındaki bir mesele hakkında yapılan tevil bir terazi dengesi gibidir, tevilde yorumda farklılık iki tarafı birbirine düşürür. Eğer tevil ve yorumu müsbet davranışı belirlemek çok özneli ve taraflı meselelerde olursa tevilde yapıcı ve müsbet olmak daha da zorlaşır. Osmanlı milel-i müteaddideyi, ümmeti islamiyeyi nizasız denebilecek kadar bir meharetle müsbet tutumları ile idare etmiştir. Halep’da Osmanlı halifesinin hilafet cübbesini Yavuz’a giydirmesi Osmanlı’nın arka planda Türk’ün idarede müsbet olanı uygulamadaki başarısıdır. Hilafet kaldırmak islam ümmetlerini anaları ölmüş civcivler gibi ortada bırakmış her  bir civciv Osmanlıdan sonra Avrupa canavarlarının boğazına gitmiştir. Bugün islam ülkelerinin çoğu bağımsız gibi görünse de hala Avrupa’nın nevalesi olmaktan kurtulamamıştır.

Bediüzzaman nerede nasıl yapıcı olunur konusunda eserlerinden anlaşılan büyük bir meharet göstermiştir. Çünkü müsbet hareket çok yönlü tutumlar toplamıdır. Müsbet hareket eserlerindeki iç dengedir, adeta hiçbir konuda genel müsbet hareket tarzını bozan bir yorum ve değerlendirme yoktur. Kendi de onu bozmamak için en itinalı bir tutum takınır. Müsbet hareket adeta binalardaki demir aksamın binanın içine yerleştirilip daha sonra kendini  farkettirmemesidir. Risale-i Nur her binası işte böyle tesis edilmiştir.

Müsbet hareketin zihinde hazırlanması için gerekli şeyler vardır. Bunlar özellikle bilginin  elde edilmesi ve süzülmesi , elenmesi. Hazırlanış yıllarında  bir çok eseri okumak ve onları dehasının deposuna doldurması ve elemesi ,zihinsel olarak yapıcı bir tutumundan dolayıdır.  Bir diğer özellik eleştirel bir zekanın var olmasıdır. Eleştirel olmayan zekalar sadece bilgiyi depolarlar , ama bilgiye sürümde  yenilik yapamazlar, söylenmişi söylerler, felsefede ve ilimde çok insan böyledir. Bediüzzaman fevkalade bir eleştiri  kabiliyeti ile çok meselede ihtilafları  çözümlemiştir. Müsbet hareketin bir lazımı da  gözlemlerin olmasıdır. Bediüzzaman’ın gözlemleri genel olarak iki çeşittir.

Biri tabiat gözlemleri diğeri ise toplumsal yani sosyolojik gözlemlerdir. Dini anlamaktaki zihinsel ve akli , hayali tıkanmaları özellikle gözlemleri ile müsbet ve yapıcı noktaya getirmiştir. İbni Sina’nın ve islam ülemasının haşir konusunda akıllarının tıkanması, İbni Sina’dan Marksa geçen , oradan batı felsefesine yayılan bu telakkinin Bediüzzaman sayesinde çözümlenmesi ve Abdullah Cevdet gibi bir sapığın okuyunca ahireti gözle görür gibi anlatmış deyip, aczini kabullenmesi Bediüzzaman’ın ne kadar büyükbir müsbet inşacı olduğunu gösterir.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki muhatap  tabakaları büyük bir üniversitenin farklı sınıfları gibidir. Kaç bahis varsa o kadar sınıf var, Bediüzzaman o sınıflarda en ideal yapıcı tutumları sergiler.uhuvvet sınıfı, gıybet sınıfı, hırs sınıfı, ve başkaları . Arızaları iyitesbit etmiş ve onları  rehabilite etmekde büyük bir hassasiyet göstermiş ve yapıcı tutumu ortaya koymuştur.

Batı medeniyetin ilerlemesi karşısında gerileyen ve hatta sefalette olan islam dünyasını toparlamak için sosyolojik gözlemleri ile Hutbe-i Şamiye’de en müsbet toparlanmanın esaslarını vermiştir.

Tarihi ve siyasiolaylar  da en zor müsbet hareket tarzları ortaya koymuştur Son yüzyılın Osmanlı siyasetinden batı tarzı siyasete geçiş dönemlerinden, cumhuriyetle dağılmış birlikteliği toparlamak için gösterdiği tevhid edici siyasi vetarihi söylemleri başlı başına müsbet hareket zincirleridir.Bu konu topyekün olarak araştırılmamıştır, Bediüzzaman büyük bir siyasi dehadır, birlleştirici bir siyasi dehadır, yoksa sokak siyasetinin dedim oa dedi baası gibi değil.

Sosyolojik gözlemleri ile gündelik dini yaşayışın ve toplumsal dini yaşayışın kırılma  noktalarını  tedavi etmiştir. Tevhid inancının inşasında en az iki yüz yönden Allah’ın varlığını aklın anlayacağı boyuta taşımış, islam dünyasında asırlardır tekrar edilen tek  düze tevhid inancını  batı felsefesi ve ilminin karşısında  onları darmadağın edecek kadar müsbet tutumu sergilemiştir.Yine peygamberimizin varlığını yüz değişik perspektiften müsbet bir şekide anlatmış,  nübüvvetin ve  risaletin bayrağını en müsbet noktaya dikmiştir.ubudiyetin zorunluğu ile ibadetin gereği konusundaki izahları tenbel ve rehavet   içindeki  nefsi müsbet bir duruşa getirmiştir.

Ortaçağın tarihi olaylarından Fransız ihtilaline , bizdeki siyasi keşmekeşleretanzimata , otur bir marta daha nice tarihi olaylara tarihçi gibi değil , tarih felsefecisi gibi  sentezleyici ve özümseyici yorumlar getirmiştir. Onu eleştirenler bu meselelere  hiç girmeyip, kıskanç tutumları ile  onu eleştirmişlerdir.

Hakaik-i imaniyedeki müsbet tutumu  aklı gözüne inmiş batı felsefesinin sapıklıklarını en müsbet şekilde tedavi etmiştir.iman hakikatlerine mantık, görsellik ve müşahade getirmiştir.

Mektupları ile talebelerinin siyasi sosyal ve kişisel ilişkilerini ve hizmet durumlarındaki tıkanmalara en müsbet duruşlar getirmiştir.

Kur’an a ve hakaikına karşı saldırıları metin çözümlemeleri ile yorumlamış.Kur an kültüründen mahrum ve dili bozulmuş bir topluma  öğretici  bir bakışla onları kuranı anlamada olumlu ve yapıcı bir anlama düzeyine getirmiştir. 

Bediüzzaman’ın müsbet hareket tarzı çok yönlü bir tutumdur.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org