Etiket arşivi: himmet

Ya Rabb-el Alemin! (Şiir)

O melun “bana ne” cilik bizleri yakandır,

Milleti perişan ediyor, hayli zamandır,

Bencillikten ötürü, çoğu yerinde sayandır,

Ya Rab, uyuyan milleti Lütfünle uyandır.

 

Çekilsin önümüzden, bu simsiyah perde,

Minare de ki ezan, sokmalı mabedi vecde,

Kusurlu abd, hüşyar gönülle yapmalı secde,

Ya Rab, uyuyan bu halkı, feyzinle uyandır.

 

Kur’an, Mü’minlerin kalbini Nurla doldursun,

İslam satırda değil, onla, gönüller dolsun,

Zerratı cihanda, bu yazı, çok net okunsun,

Ya Rab, bizi dini yaşamak için, uyandır.

 

Müslüman olan, imanın icabını bilsin,

La kayd geçen bütün vaktini, bir anda silsin,

Mücahid olmaya ruhu, pervane kesilsin,

Allah’ım, uyuyan kalpleri hemen uyandır.

 

Asırlarca, çok milele önderdi bu millet,

Geçmişte ki celadeti bize, gene lütfet,

Bir an önce durabilsin, çektiğimiz zillet,

Tarihine yabancı kalanı, sen uyandır.

 

Milletleri nurlatmaya sebep, büyük işler,

Kur’ana feda olma gayretiyle, o genişler,

Lakin nerede bizde, bu kuvvetli sezişler,

Ya Rab, bizi sakın üzme lütfünle uyandır.

 

Rahmetinden kalbimize, nur inmeyecekse,

Feryatları, bir gün yurdumun, dinmeyecekse,

Kara geceler ülkemi ye’se gark edecekse,  

Sen, lütfünle koru, bizi feyzinle uyandır.

 

Kurtar bizi tekrar, küfre dönüş kazasından,

Yıllarca asırlarca, yaşanan kanlı yasından,

Kurtar şehit yurdunu, çekilmez acısından,

Kudretinle yaşat bizi, rüştünle uyandır.

 

Ya Rab, sana teslim olduk, başka yerimiz yok

Bizi çiğneyecek, düşmanların sayıları çok,

Masivanın yardım eline, bizim gözümüz tok,

Ya Rab, Rahim isminle, doyurup bizi kandır.

 

Abdülkadir HAKTANIR

Ümit (Şiir)

Ümittir insanın azm-u gayreti,

Ümitle kırarız engeli seti.

 

Ümitsiz kalırsan hayatın durur,

Bütün emellerin söner ve kurur.

 

Ümittir her zaman kurtaran seni,

Sayamam, kaç defa kurtardı beni.

 

Ümitsiz kalanın yıldızı sönük,

Yelkenleri suda gözleri dönük.

 

Ümidi insanı durdurmaz iter,

Odur ki arkadan devamlı dürter.

 

Kardeşim Allah’tan ümidi kesme,

İşini bırakarak hayattan bezme.

 

Ümitsiz kalmayı din yasak etti,

Gayretli olmak için ümidi seçti.

 

Ümittir insanın öz çekirdeği,

İlerlemenin sağlam zembereği.

 

Ümidin kaynağı Nurlarda yatar,

Odur ki insana gayretler katar.

 

Ümitsiz insanın meçhul dur yolu,

Me’yüsun kapalı sağ ile solu.

 

Ümitsiz kalma sen dinine sarıl,

Nurları oku ve gafletten ayıl.

 

Ümitlinin hali uyanık aslan.

Rahat olmak için ümide yaslan.

 

İmanlının kalbi ümitle dolu,

İslâm’dır insanın bükülmez kolu.

 

Durmuş olan işler ümitle yürür,

İnsandaki  tembelliği o öldürür.

 

Gayretle çalış ki şevkin gitmesin,

Sana kuvvet veren ümit bitmesin.

 

Çok çalış ki şerefin lekelenmesin,

Ümitle yaşa ki gayret sönmesin.

 

Abdülkadir Haktanır 

www.NurNet.Org / www.AlbNur.com

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu) İle “Said Nursi”den “Necip Fazıl”a…

TAKDİM

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu), 1932 yılında Erzincan’da, okuma yazma bilmeyen bir anne babanın çocuğu olarak, kitab bulunmayan bir evde dünyaya gelir. Yıllar sonra dedesinin ismi olan Hekimoğlu İsmail mahlasıyla yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı eseri satış rekorları kıracak, eserin sinema uyarlaması ise kapalı gişe oynayacaktır.

İlkokulu bitirdiğinde, ileride geçim sıkıntısı çekmemek arzusuyla memur olmak ister ve bunun için, maddî sıkıntılar içinde ortaokula gider; bir yandan okurken, diğer yandan da fizikî güç gerektiren işlerde çalışmaktadır. Ortaokulu bitirdiği dönemde, gördüğü bir ilân üzerine astsubay olmaya karar verir. Olur da.

Yıl 1950. Bir ikindi vakti Süleymaniye Camii’ne girer. Cemaat iki kişidir. Biri o, diğeri imam. Hoca efendi “haydi kametle” der. Peki kamet nasıl getirilir? Hayatının işte bu safhasında, okumaya ve her şeyi araştırmaya başlar. “Serdengeçti“, derken “Büyük Doğu” ile tanışır. İlk yazılarını Babaeski’de tek odalı bir evde yazar ve mesleğinin nezaketine nazaran, büyük bir cesaretle Üstad Necib Fazıl’a yollar. Görev yaptığı dönemde füze eğitimi için Amerika’ya gönderilir. Türk Hava Kuvvetleri’nden 1972 yılında emekli olur.

1967 yılında yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı romanı sebebiyle defalarca gözaltına alınır ve bir bölümü gönüldaşlarımızla birlikte aynı koğuşta olmak üzere bir müddet de hapis yatar. Pek çok gazete ve dergide yazılar yazmış, yurtiçi ve yurtdışında sayısız konferanslar vermiş, bu süreçte 40’dan fazla esere imzasını atmıştır. Hâlen Zaman gazetesindeki köşesinde yazmaktadır.

Ömer Okçu ağabey, beynine giden damarlarda yaşanan tıkanıklık sebebiyle geçtiğimiz yıllarda felç geçirmiş olup, uzunca bir süredir de tedavi görmekte. Bu kıymetli röportaj için teşekkür etmek, duyduğumuz şükran hissini ifade etmekte âciz kalacaktır. Kendilerine âcil şifalar ve hayırlı uzun ömürler diliyoruz.

Röportaj: Hayreddin Soykan

***

Ömer ağabey, geçirdiğiniz ve hâlen de süren ağır rahatsızlığınıza rağmen, dâvânın ve müminlerin istifadesi söz konusu olan yerde, üstelik son haddiyle mazur olduğunuz hâlde bile nefse bahane tanımayıcı bir vazife aşkıyla röportaj teklifimizi kabul etmeniz, bizleri ziyadesiyle mütehassis ve mahcub etti. Bu heyecanınız, “20’lik ihtiyarlar ve 70’lik delikanlılar” tesbitinin ne derece isabet arzettiğine dair canlı bir şahitlik kıymeti teşkil etti bizim için. Dilerseniz, sohbetimize bu noktadan başlayalım. Bir müslümanın sahib olması gereken “vazife aşkı” hasletiyle ilgili olarak bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Der tarık-ı acz-i mendi lazım amed çar çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!..”

Yani, “Ben aciz, siz acizlere yolumu şöyle çizerim; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, Allah’a karşı aczinizi fakrınızı bilin. Şevk-i mutlak, her durumda çalışın. Şükr-ü mutlak, her halinize şükredin.”

Bediüzzaman 80 yaşındayken, dağın tepesinde ağacın üstüne çıkmış, oturmuş, Risale-i Nurları okuyor, tashih ediyordu. Yani “ihtiyarladım, hastalandım, çalışamam” yok!..

Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri hastalanmıştı. Onu ziyarete gittim. Yere serili bir yatağın üzerinde yorganı sırtına almış, hocam oturuyor… Klasik bir soru, “nasılsınız” diye sordum. Buyurdu ki, “Şu tefsiri bitirip ölmeyi diliyorum Allah’tan...” Gerçekten Allah onun duasını kabul etti. On ciltlik tefsirini tamamladı ve vefat etti.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Zeyrek’te otururdu, biz akın akın oraya giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. “Tövbe edin, ‘Allah’ deyin.” derdi. Acayip bir şeydi onun hayatı… Günahların sel gibi aktığı bir devirde o, büyük bir kaya gibi, günah selinin önüne geçti, gelen çöplükler o kayada yeşerdi… Gezmek yok, tozmak yok, maaş yok, para yok. Kapıdan çıkınca hemen öldürülebilirdi amma o onlarla alâkadar olmazdı. Teslim olmuştu, ne olursa olsun…

Rahmetli Hulusi Yahyagil ağabey… 1928 Dersim hareketinde bölük komutanıydı. Demek ki yaşı 91, 92’ydi ben gördüğümde. Yürüyemiyordu. Onu kucaklar derse götürürlerdi. Ders bitince yine kucaklar eve getirirlerdi. Sorulan sorulara cevap verir, ilmi konuları açıklardı. Hulusi ağabey, içimizde bir abide gibi dururdu.

Yaşar Tunagür hocam; Allah rahmet eylesin, ömrünün sonuna kadar aklını ve kültürünü İslam’a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam’a vakfetti.

Necip Fazıl, benim şeyhimdi… “Geceler bizim!” diye haykırır, sabahlara kadar vazifesi uğruna çalışırdı.

Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,

Aradım bir ömür, arkadaşımı.

Ölsem dikecek yok mezar taşımı;

Halime ben bile hayret ederim.

Yarış atı besleyecek kadar zenginken, öldüğünde mezar taşı diktirecekleri bir parası yoktu. Malını, mülkünü, canını Allah için harcadı…

Biz böyle mübarek insanların yaşayışına hayran olduk…

Onlardan öğrendiğimiz şuydu: Yılgınlık, ümitsizlik ve bahaneler, Müslüman’ın semtine uğrayamaz.

Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse” hikmeti, malûmunuz. Bu bahiste sizlerin tecrübe ve değerlendirmeleri bizler için son derece kıymetli. Genel bir çerçeve dâhilinde, nelere dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?

İsterseniz Asr-ı Saadet’e gidelim. Sahabenin az olduğu devirleri düşünelim. Her tarafı müşrikler doldurmuşken, bir avuç sahabenin durumunu hayal edelim. Bunlardan biri diyebilir ki: “Ben bir insanım. Benim cürmüm ne ki hükmüm ne olsun? Koskoca dünyada İslamiyet’i yayma dâvâsını nasıl güdebilirim?” Ama böyle dememişler. Onlar, “mademki ben Müslüman’ım, öyleyse İslamiyet’i öğrenmeliyim ve yaşamalıyım” diyerek, tek başlarına da kalsalar, İslamiyet’i öğrenmek ve anlamak gayesiyle yaşamışlar. Allah’ın rızasını bunda aramışlar, bu gaye onların hayatını doldurmuş.

Her genç ben ne olacağım demelidir. Ve bir hedef tayin etmelidir. Futbol oyununda gol kelimesinin mânâsı, hedeftir. Yani o oyunda hedef olduğu için oyuncular koşuyor. Hedef olmasa hiçbiri koşmaz. İşte insanın da hayatında hedefler olmalıdır. Mesela gençlik yıllarımda “ben sefil perişan olmayacağım” diye kendi kendime konuşurdum. Bu sebeple gençler kahveye giderken ben derse gittim. Amacım oraya gidenlerden farklı olmaktı. Kendi kendime İngilizce, Osmanlıca öğrendim. Kitaplar okudum, kitapları anlamaya çalıştım. Çünkü benim bir hedefim vardı.

Gençlere tavsiyem, gelecekteki hayatlarını daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa bugünden hazırlansınlar. Maddî güç olmadan, hizmet de olmaz. Önce eğitim veya sanat üzerinde durmalı ki ekonomik bir sıkıntı yaşamasın. Ayrıca ilim ve irfan için eğitim almalı…

80 Yıllık ömrümde neler gördüm, neler geçirdim… Bir gence ilk tavsiyem şu: Mutlaka alimlerin yanında, yakınında ol. Onların derslerine, sohbetlerine katıl. Bugünün gençleri alimlerin dizinin dibinde oturacak, başka türlü olmaz.

Mevlana Şemseddin Muhammed Rucî Hazretlerine atfen, hepimizin kulağına küpe bir hikmet şöyle: “Şu halk ne garip şeydir! Yarın olsa da bir iş işlesem diye bir lâf eder. Bilmez ki, bugün, dünün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin“. Aynı şekilde, “Erteleyenler, yarıncılar helâk oldu” meâlindeki hadis-i şerîf de malûmumuz. Maddî-manevî kabiliyetlerimizi daha fazla ertelemeden geliştirmemiz ve vazifelerimizi tam vaktinde aşk ve şevkle yapabilmemiz noktasında bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Mesela elimizde bir fidan var. “Ya hu yarın dikerim ben bunu.” diyor adam… Yarına kadar da fidanın kökleri hava alır, kurur. Adam “yarın” fidanı dikince de fidan yeşermiyor. Aynen öyle de, “yarın ben iyi insan olacağım diyen, bugün kötü adamdır.” Niye bugün değil de yarın? “Yarın iyi olacağım” diyoruz; bu emri veren benim! Hayatımızı Kur’an ölçüsünde yaşamaya bugünden başlayacağız. Tren zamanında kalkar, uçak zamanında havalanır, geç kalan yetişemez… Güneş mesaisine bir dakika bile gecikmiyor. Fırtınalar, takvimin söylediği zamanda kopuyor, çiçekler, vakti gelir gelmez açıyor… Bu ilahî nizamın dışına çıkıp, “ vazifeyi sonra yaparım” diyen, gemiyi kaçırır…

Hayat bir imtihan, malûmunuz. Türlü dertle, belâyla ve hastalıkla beraber, muhtelif imkânsızlıklarla da boğuşmak durumunda kalıyoruz. Bir günümüz bollukla geçerken diğer günümüz darlıkla, bir günümüz sıhhatle geçerken diğer günümüz rahatsızlıkla, bir günümüz izzetle geçerken diğer günümüz zilletle, bir günümüz gönül ferahlığıyla geçerken diğer günümüz üzüntüyle geçiyor. Böyle olunca, gönlümüzce bir şeyler yapabileceğimiz o saat bir türlü gelmiyor sanki. Peki, bu dert ve mazeretleri ileri sürmekte hakikaten mazur muyuz sizce?

1950 yılında bir rüya gördüm. Trende gidiyorum. Dediler ki: “Bediüzzaman Said Nursi de, bu trende seyahat ediyor.”

Hemen fırladım, Bediüzzaman’ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstad’ın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:

Sen kimsin?” dedi. Ben de,

Risale-i Nur dağıtıyorum” diye cevap verdim.

Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman’ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şekilde bağırdı:

Elimi öp, şekeri öpme!”

Dikkat ettim, Bediüzzaman’ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman’ın elini öptüm ve uyandım…

Rüyayı kendim tabir ettim: Şimdi ben bu hizmetin şekerleme tarafındayım fakat çileli zamanlar da gelecek

Nitekim öyle oldu…

Mahkemelerde, hapishanelerde, karakollarda dolaştırıldım. Allah’ın lütfuyla tahkikî iman derslerinden geri kalmadım.

Şu anda hasta yatıyorum. Ameliyat oldum. Hastalık, Allah’ın gönderdiği bir hediyedir. Çünkü hastalığı veren Allah’tır. Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur.

Hastanede yatarken dedim ki, “hani insan Ankara’ya gider gelir ya, ben de ahirete gittim geldim. Ahirete gidip gelmenin yorgunluğunu hissediyorum…”

Türlü derde deva buldum ben elimle çok zaman,

Kimse bilmez bir tabibe ben de muhtacım şimdi.

Durgun sular, akıntı olmadığında bulanır, rüzgâr esmese hava kirlenir. Hayat bir bütündür. Sağlık hastalıkla, iyilikler musibetlerle çalkalanır. İnsan bazen dünya hayatına o kadar dalıyor ki, ölüm aklına bile gelmiyor. Çevresindeki insanlara ölümü yakıştırıyor fakat ölümün bir gün kendi kapısını çalacağını düşünmüyor. Hastalıklar, musibetler burada devreye giriyor, “Ey insan, ölüm var, ahiret var, aklını başına al” diyor. Geçen zaman geri gelmiyor. Ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutuyor insan. Şimdi ben dönüp maziye bakıyorum, ömrüm bir kuş tüyü gibi uçup gitmiş. Sanki bir gün bile yaşamamışım…

Üstad Necip Fazıl diyor ki,

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük…

İnsan böyle… Yandıkça gelişir.

Bir sırrımı ifşa edeyim… Ne zaman ki Amerika’dan getirdiğim buzdolabını ve teybi hizmete verdim, ondan sonra bende inkişaf başladı… Yani müridi demiş “Şeyhim himmet.” Şeyh demiş “Evladım hizmet…”

Eskiler der ki, “Yok olmayan var olamaz.” Seksen yıllık ömrümde, çeşit çeşit dertler gördüm, sonuç: Minyeli Abdullah…

Koca bir ömrü İslam dâvâsını tebliğe vakfeden, her vesileyle yazan ve gerek sohbet gerek konferans dairesinde insanımızla fikir ve tecrübelerini paylaşan, hatta bu uğurda bir bölümünü gönüldaşlarımızla birlikte geçirmek üzere cezaevinde de yatan bir büyüğümüz olarak, bir dâvâ, bir ideal adamının tesirli olması bakımından en başta dikkat etmesi gereken husus, sizce söyledikleri veya yazdıkları mıdır, yoksa başka bazı hasletleri mi?

Osman Yüksel Serdengeçti, dâvâ adamını şöyle açıklamıştı:

Sofraya yürür gibi, sehpaya gitmeyenler dâvâ adamı değildir.” Hanımı, hapis yattığı yıllarda, çocuğunu tedavi ettirecek para bulamadığı için depresyona girip ayrıldı. Ankara’da Denizciler Caddesi’ndeki dükkânını şöyle tarif ediyor: “Kömürlüğü ömürlük yaptık, yeryüzünden iki buçuk metre aşağıdayız. Ölüm bile bizim için yükseliş olacaktır.” Küçücük bir dükkânda yaşıyordu. Tuvalet ihtiyacı için, caminin tuvaletine giderdi.

İnsan hayatına sığmayacak işler yapan insanlar var… Eski bir binanın taş duvarında, taşların arasından bir filiz çıkıyor ve çiçek açıyor. Bu çiçek, içinde bulunduğu şartları hiçe sayıyor. “Bu duvarda toprak yok, su yok, güneş, rüzgâr beni hırpalar” demiyor. Çiçek, şartlara meydan okuyarak yeşeriyor. Lisan-ı hâl ile diyor ki: “Allah bana ‘yeşer’ dedi, ben de yeşerdim. Sonuç ve şartlar ne olursa olsun…” İşte dâvâ adamı budur!

Yazı yazmak kolay, tesir etmek zordur.

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel“i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlâkı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nur’ları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nur’ları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. ALLAH demenin yasak olduğu devirlerde ALLAH deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Allah razı olsun Ömer ağabey, size çok teşekkür ediyor, tekrar geçmiş olsun diyor, Allah’tan hayırlı, sıhhatli, bereketli uzun ömürler diliyoruz.

 

Aman, ne yapın edin şevkinizi kaybetmeyin!

Şevk, insanlara hayatta itici motor gücü veriyor. Özellikle çeşit çeşit günahların içinde Allah’ın (cc) kurallarıyla hayatını sürdürmeye çalışan Müslümanlar için çok büyük önem arzediyor.

Ahirzamanda “sünneti seniyyeye uymanın elde kor tutmak kadar zor olduğunu” söyleyen Rasusullah (asm) efendimiz, bu nedenle sünnete uygun yaşamakla yüz şehit sevabı kazanabileceğimizi bizlere müjdeliyor.

İşte şevk bunun için çok önemlidir. Şevki olan insan her amelini uçar gibi yapar. Şevksiz insan ise üzerinde tonlarca ağırlık varmış gibi yerinden bile kalkmak istemez.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerin ilk talebelerinden; Merhum emekli albay Hulusi Yahyagil ağabey anlatıyor.

Şevkin ne olduğunu anladım. Hayrünnas olan kimsede şevk olur. Şevki olan ancak başkalarına birşeyler anlatmak ister. Şevk bize bir ikramı ilahidir.” diyor.

Ayrıca her canlıda da bir büyüme gelişme ve çoğalma şevkin neticesidir.. Şevk bilinç ameliyesi ve tezahürüdür. Yapılan kavli ve fiili dua ile neticeyi hayra, menfaate ve müsbete döndürmektir.

D. Mehmet Doğan Türkçe sözlüğünde şevkin karşılığı olarak şunları yazmış:

Şiddetli arzu, aşırı heves, neşe ve keyif.”

Büyük Lügat ise şu karşılıkları vermiş “Bir şeyi bir şeye sağlamca bağlama, memnun, Şaduman” daha geniş bilgi için de himmet maddesine bakınız diyor.

Şevk; daima yenilenen, kuvvetlenen ve inkişaf eden bir iman ve idrakin tezahürüdür. Şevk bir yerde şükrün tatlı meyvesidir. İnsanı ibadette daim kılan bir unsurdur.

En büyük misali Peygamber Efendimiz (asm), Sahabeler, Bediüzzaman Hazretleri, Nur Talebeleri ve diğer takva sahipleri teşkil eder. Memletin manevi kış mevsimlerine girdiği demlerde tüm ehl-i imanın bataryası, moral gücü Nur Taleberi olmuştur.

Memleket üzerinde kara bulutlar dolaşırken insanımıza ümit kaynağı; Risale-i Nurlardan nebean eden iman hakikatleri ve bu hakikatleri herşeye rağmen bir arı gayretiyle ve karıca sa’i (çalışması) ile topluma bir yağmur bereketiyle veren şevki doruk noktasına ulaşmış Nur Taleberidir.

Hiç bir peygamber yoktur ki şevkle çoşmuş olmasın.

İşte bu şevk unsuru idi Peygaberimizle (asm) bir saat görüşüp iman ettikten sonra Çin’e, Hind’e arakasına dönüp bakmayı erlik saymadan giden güzide sahabe Efendilerimizdi.

Şevkin kaynağı kemale ermiş bir imandır. Huzur-u daimi, tevekkül, musalaha, kendisi ile ve başkaları ile barışık olma halidir..

Diğer canlılarda ise tevekkülvari bir çalışmadır. Bu sebeble , kışın su demiri betonu çatlatır, bitkiler ve ağaçlar yazın ve baharda taşı , betonu delip çıkar veya toprağın derinliklerine kök salarak iner.

İşte böylesine önemli bir şeydir şevk.

Aman, ne yapın edin şevkinizi kaybetmeyin…

Erdoğan AKDEMİR

Kaynak: Nurdergi.com

Bir kimsenin kıymeti, himmeti nispetindedir

Himmet, insanın sahip olduğu vücudunu, güç ve kuvvetini, duygu ve latifelerini, dikkatini, idrak ve iştiyaklarını… kısacası bütün mevcudiyetini bir veya birden çok amaca ve hedefe yöneltmesi ve sarfetmesidir. İnsanın hayata bakış açısı, hayatı algılama ve yorumlama şekli, hayattan beklentileri, bu dünyada yaşamakla neyi elde etmeyi, kazanmayı amaçladığı gibi hususlar, o kişinin hayat tarzını, karakter ve seciyelerini, söz ve davranışlarını belirleyen temel faktörlerdir.

Bir insanın hayattan beklentileri ve bu dünyada yaşamakla elde etmeyi düşündüğü kazanç veya ulaşmayı murat ettiği hedefler o kişinin davasıdır. Dava, kişinin bu dünyadaki varlık nedeni ve hayattan beklentilerinin bütünüdür. Bediüzzaman Said Nursi “Bir kimsenin kıymeti himmeti nisbetindedir.” Derken insanların büyüklüğünün veya küçüklüğünün “davasının büyük” olmasına bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Davası büyük olan insan, “büyük adam”dır. Hayattan beklentileri küçük olan, küçük menfaatler peşinde, basit amaçlar uğrunda, değersiz küçük meselelerle ömrünü tüketen insanlar küçük adamdır… Daha doğrusu adam değildir.

Bediüzzaman, kainattaki en yüksek makamın “Rıza Makamı” olduğunu ifade eder. Öyle ise insanlığın en yüce davası “Rıza Makamına” kavuşabilmektir. Yani “İnsanın, kul olarak Yaratıcısını tanıması, Yaradanını sevmesi, Ona itaat ve ibadet etmesi, yaşadığı dünya hayatı ile Yaratıcısını memnun etmesi” dir. En büyük dava. Huzur-u İlahi de Rabbimizin “Kulum ben senden razı oldum.” demesidir makamların, saadetlerin en yücesi. Rıza makamına kavuşmayı kendine dert ve dava edinen iman ve gönül erleri, dünyayı Allah’ın rızasının kazanılabileceği bir hizmet ve ubudiyet meydanı olarak telakki edip; Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşamak, Allah’ın muhabbetini kazanacak güzel işler yaparak,kendilerini Allah’a sevdirebilmek uğrunda harcarlar ömür sermayesini.

Davası büyük olan bu büyük insanlar “Eğer O (Allah) razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok; eğer O (Allah) razı olmasa bütün dünya dost olsa yine ehemmiyeti yok…” anlayışı içerisinde yaşarlar ve bu anlayış yön verir söz ve davranışlarına. Said Nursi, her insanın başına açılan büyük bir davaya dikkat çekmektedir. Bu büyük dava istisnasız her insanın başına açılmıştır. Bu öyle büyük bir davadır ki, her insan dünya dolusu malı olsa ve aklıda varsa, başına açılan o müthiş davayı kazanabilmek için hiç tereddütsüz sarfedecektir bütün servetini.

O müthiş, büyük dava her insanın sonsuz, sınırsız bir cennet saadetini kazanma veya kaybetme davasıdır. Ebedi cennet saadetini kazanamamanın alternatifi, sonsuz bir cehennem azabı ile cezalandırılmaktır. İşte akıl ve şuur sahibi her insanın en büyük meselesidir başına açılan bu müthiş davayı kazanmak. Çünkü bir insan, kulluk imtihanını kaybetse, sonsuz cennet saadetinden mahrum kalsa ve sonsuz bir cehennem azabına maruz kalsa, acaba bu kaybettiği şeylerin yerini ne doldurabilir.

Dünyanın sultanlığı o bedbaht insana verilse kaybettiği şeyin yerini doldurabilir mi? İnsanların, başlarına açılan büyük davayı kazanabilmeleri; imanlarının selametine, Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşamalarına, Kur’an hakikatlarını akıl ve kalplerine nakşetmelerine, Allah Resulünün Sünnet-i Seniyyesine uygun yaşamalarına bağlıdır.

Öyle ise; akıl, şuur ve vicdan sahibi her insanın bu dünyadaki en önemli meselesi; Allahın rızasına uygun bir hayat yaşamak, cehennem azabından kurtulmak, cennet saadetine mahzar olmak; ve başkalarının da Allah’ın rızasına uygun yaşamalarına, cehennem azabından kurtulup, cennet saadetine mahzar olmalarına gayret etmek, çalışmaktır.

Yani, en büyük dava hem kendisinin, hem de başka insanların imanlarının selametine çalışmaktır. En büyük dava; hem kendisinin hem de başka insanların sonsuz cennet saadetine kavuşmalarına çalışmaktır. En büyük dava; Allah’ın rızasını kazanmak ve başka insanların da Allah’ın rızasını kazanabilmelerine yardımcı olmaktır.

*  *  *

A.Faruk NİZAMOĞLU