Etiket arşivi: hırs

DÜNYA VE İNSAN NEREYE GİDİYOR ? 1

DÜNYA VE İNSAN NEREYE GİDİYOR ? 1

 

“Dünya, ekserî feylesofların ve âlimlerin dediği gibi, yepyeni bir oluşun eşiğindedir. Dünya, nurunu arıyor.”[1]

İnsan ve insanlık, ilk insanların yeryüzüne ayak basmasıyla beraber tekamül kanunun fitilini ateşlemişlerdir. İnsan ve beraberinde insanlık daima kendisini yenileyerek, bilgi, beceri, kabiliyet cihetiyle tekamülün temelini ve ana çarkını teşkil etmiştir. Çünkü; “insan, Rahman suretinde yaratılmıştır.”[2]

Rahman isminden anladığım bir mana ise, Esma-i ilahiyenin sakfına en yakın iki isim olan Rahman ve Rahimdir. Bu iki esmanın üzerinde de Allah esması var.

“Allah bir ism-i câmi‘ olduğundan esma-i hüsna adedince tevhidler, içinde bulunur.”[3]

“Rahman, Rezzak manasınadır. Rızk, bekaya sebebdir. Beka, tekerrür-ü vücuddan ibarettir.”[4]

Rahman isminin dünyaya bakan veçhesinde Kafir, Münafık, Mürted, Müslüman ayırt etmeden herkese rızık vermek manasına gelir.. Her kim ki Kainat ve içindeki her şeyi halk eden ALLAH’ın koyduğu Adetullah kanunlarına muvafık olarak hareket ederse yaptığı işte muvaffak olacak. Çünkü “insana ancak çalıştığının/kesbinin karşılığı vardır.”[5]

“Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.”[6] Hitabı daima, kainatta Ezan-ı Muhammedi (asv) gibi yankılanmaktadır. Bu tekamül kanunu olan adetullaha kim uyarsa Rahman ismi muktezasınca yaptığı işte muvaffak olacaktır.

İşte Rahman ismi/esmasının dünyaya bakan cihetinde bu var.

Rahman ismi, adetullah’ı nazara verir. Adetullah ise muvaffakiyetin miftahıdır.

İnsanın gayretleriyle hayatını bir şekle soktuğu gibi bu şekil başkalarının hayatını da müsbet/menfi olarak şekle sokacaktır. İnsan sosyal bir varlık olduğu için bu sosyallik diğerkâmlık ve değerkâmlığı da beraberinde getiriyor. Her koyun kendi bacağından asılır; ama onun etkisi sadece o koyunla mahdud kalmaz.

         “Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor.” [7]

Burada mezkur olan açlık kavramını metindeki gibi midevi açlık olarak anlamak ve manevi açlık olan hırs yani açgözlülük olarak da anlamak mümkündür ki her iki mana da caridir.

“Mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.”[8]

* Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. (M.271)

* Hırs, sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir. (M.271)

* hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. (M.366)

* Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırs.. (Ş:173)

* Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. (H.139)

* Hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder. (H.139)

Hırs ile alakalı Yirmi İkinci Mektubun İkinci Makamı ve atıflarına bakılabilir.

İnsanlığın tekamülü hırs ile değil kanaat ile mümkündür. Çünkü hırs ile bir şeye el atan, hırs sebebiyle elini attığı insan mahrum kalır.

 

Peki hırs olmazsa tekamül olur mu? Denilirse

          Derim ki, evet olur nasıl. Bunun ölçüsü de kainatı yaran Halık-ı Zülcelal’in istemiş olduğu tarz olan sünnet-i seniyye kapısından geçerek o kaleye itica etmekle mümkündür.

Sünnet-i seniyye, insanı ve insanlığı ifrat te tefrit olan aşırılıklardan muhafaza eder.

Rabbim, Rızası dairesinde, sünnet-i seniyye çizgisinde dareynde bir ömür nasip etsin inşallah. Amin.. amin..amin..

“Bu sebeble oradaki kardeşlerimizden Risale-i Nur ile çok alâkadar olmalarını rica etmekteyim.”[9]

“Her halde Risale-i Nur‘la alâkadar olanlar arasındaki safvet ve ihlas ile, Risale-i Nur‘un ind-i İlahîdeki derecesine ve hizmetin ulviyetine atf olunur.”[10]

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Tarihçe-i Hayat ( 625 )

[2] Buhari, İsti’zan, Müslim, Birr, 115 Cennet, 28

[3] Sözler ( 395 )

[4] İşarat-ül İ’caz ( 15 )

[5] Necm Suresi 39. Ayet Meali

[6] Hutbe-i Şamiye ( 85 )

[7] Kastamonu Lahikası ( 140 )

[8] Lem’alar ( 122 )

[9] Barla Lahikası ( 35 )

[10] Barla Lahikası ( 305 )

 

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Parçalaştığın Kadar İhlaslısın

Kim kırk sabah Allah’a ihlaslı olursa kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri akmaya başlar.” (Kütüb-ü Sitte, Hadis No: 5753)

İhlas sadece insanın yapmakla yükümlü olduğu birşey değil. Böyle algılarsak yanlış olur. Aslında kainatın çalışma şeklidir ihlas. Muvaffakiyetinin sırrıdır. Başarı formülüdür. Hizmet ettiği bütünlük adına parçalığının hakkını vermeye çalışan herşey bir çeşit ihlasla amel eder. Bu açıdan ihlası ‘salt bir samimiyet’ olarak tarif etmek de yanlış. Samimiyetten aşkın birşeyler var onda. Peki ne? Bencileyin kanaatim odur ki: İhlas gayretin bencillikten arındırılmasıdır. (Ben merkezli bakmayanın gayretinden ancak ihlas ümit edilir.) Amellerin ‘ben’den daha yüce birşey adına yapılmasıdır.

24. Söz’de tasvir edildiği şekliyle, çabuk aradan çekilir bir vücuttur, Makam-ı Reşha’dır. Eğer bir samimiyetten bahsedeceksek böylesi ‘bütündeki yerini kabullenen’ bir samimiyetten bahsedebiliriz. Yoksa, bencilin samimiyetinden ihlas çıkmaz, hırs çıkar.

Daha farklı bir renkte söylersem: Ait olduğu herhangi bir bütünlük adına kendini, çıkarını veya topyekün varlığını ikincil konuma indirebilmiş insanın sergileyebileceği şeydir ihlas. (Allah’ta fena olmak derken de bunu kastederiz. Yok olmak değil. Asıl olmadığını anlamak. Tebeî olmak.) Gerçeği, ‘Rabbü’l-Âlemin’ olan (yani bütünün tek sahibi olan) Allah’ın rızasına uygun hareket etmekle mümkün olur. (Asıllar asılı O’dur çünkü. Vacibü’l-Vücud’dur. Gerisi, mümkini ve masivasıdır. Olmazsa olmaz yalnız O’dur.) Sahtesi ise, insanların ait oldukları daha farklı gruplara ‘örtülü çıkarları’ için verdikleri hizmetlerde kendini gösterir. Kendi parçasını arkada bırakmayı göze alıp bütünü önemseyen her fert bir tür ‘ihlas’ sahibidir. Karşılığını mutlaka görür. Bütünü, eğer dünyevî ise, dünyada görür. Uhrevî ise, inşaallah, ahirette görmesi ümit edilir.

(…) ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ, meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassup ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir.

Mezkûr metinde geçen ‘dalalette bir ihlas’ı da ancak bu şekilde, onu bütünlüğe bağlayarak ve bencillikten kurtararak (veya örtülü bir bencillikle) anlayabiliriz. Yine Şualar’da geçen ve Re’fet ağabeyin sualine cevap sadedinde yazılan Filistin tahlili de bu noktada incelenmeye değerdir:

Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.

Başta ‘ihlasın kainatın çalışma şekli olduğunu’ söylemiştim. Bunun üzerinde biraz daha duralım. Ve bu izahta Bediüzzaman‘ın ihlasa dair dersler verirken kullandığı örneklere yaslanalım. Bunlardan birisi ‘kuru üzüm çubuğu.’ Risale metinleri az-çok bilen herkesin aşinası olduğu bu örnekleme aslında bize neyi anlatıyor? Çubuğun aczini mi? Evet, bir açıdan bunu anlatıyor. Üzüm tanesinin meziyetlerini kuru çubuğunda aramamamızı öğütlüyor bize mürşidim. Fakat bunun yanında, üzümü sulu hale getirirken kendisi kuru kalan çöp, yukarıdaki bakış açısıyla nazar edersek, üzüm bütünlüğü için varlığından vazgeçen, ikincil konumda kalmayı seçen bir ihlası temsil etmiyor mu? Öyle ki, bütün takdiri üzümün tanesi görüyor. Çöpü kimse övmüyor/önemsemiyor. Kuru dal, bir nevi, varlığını üzümün varlığına armağan etmiş oluyor.

Yine Bediüzzaman’ın kullandığı örneklerden birisi:Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyeye geçmiş biliyorum.” Çekirdeğin davranış şekli de tıpkı kuru üzüm çubuğu gibi. Kendisi çürüyor fakat bağrından bir ağaç yetişiyor. Varlığından daha büyük bir maksadın vücuda gelebilmesi için vücudundan vazgeçiyor. Kendisini ikincil bir konuma düşürebiliyor bütünün hatırına.

Vereceğim üçüncü örnekse şu: “Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Hem nar ağacı sâfi bir şarabı hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir, kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.” Burada da bize anlatılan hâl yine bir ihlas tarifi değil mi? Hem hindistan cevizi hem de nar, meyvelerin varlığının devamı için kendi varlıklarından, daha doğrusu, bencilliklerinden vazgeçmiş olmuyorlar mı? Kendileri çamurlu suya kanaat ederken meyveleri (ve sonrasında da o meyveyi yiyen diğer canlıları) saf bir şarapla sevindirmiyorlar mı?

Bediüzzaman’ın, yavruları için canlarını feda eden anneleri anlattığı bölümde; “Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor…” derken kastettiği, yine böyle bir bütüne hizmet için kendi parçandan vazgeçebilme hali değil mi? ‘İhlasa sevkeder’ diye andığı tokatların ismini de ‘şefkat tokadı’ koyması manidar değil mi? Ve yine bu tokatların genelde bir şekilde ‘bencilce hareket etmiş talebelere’ gelmesi anlamlı değil mi?

Arkadaşlar daha böyle alıntılayabileceğim birçok metin var. Hepsinde de aynı sonuca varıyorum: İhlas dediğimiz şey, ancak kendimizden ötede bir bütüne hizmet etmekle ulaşabileceğimiz birşey. Kendimizi arkada bıraktıkça yüzümüze gülümseyen birşey. Bu, Allah’ın rızası olursa, zaten O bütünler bütünüdür, bütünün tek maksadıdır, ihlasın kemali bu oluyor. Hakikati de zaten bu oluyor. Onun dışında güttüğümüz bütüncül gayeler ise bu ihlasın sahtesi. Hatta ehl-i dalaletin bile, eğer bütünlük için kendinden geçiyorsa, dalaleti içinde bir ihlası var. Bu ihlasın bir tesiri var. Risale metinlerinin bana öğrettiği ihlas böyle birşey oldu. Buradan da şehitliğin yüceliğine bir kapı açıldı ki en öz ifadesi şöyle: Şehit zaten hakikatin vücudunun devamı için (i’la-i kelimetullah için) kendi varlığından vazgeçen değil midir?

Ahmet AY

Hırstan Sakınmak

İnsanın istikametten uzaklaşmasına yol açan en tehlikeli bir ahlak-ı seyyie hırstır. Hırs bir şeyi şiddetle istemektir. Hırslı bir kimsede hisler akla galip geldiği için, onun verdiği kararlarda isabet etme ihtimali çok düşüktür. Özellikle ticari hayatta hırsın çok menfi neticeleri görülmektedir. Bir çok iflas olayının arkasında dört temel sebep vardır. Bunlar hırs, israf, faiz ve kişinin kendi hevesine ve kanaatine göre hareket edip istişare etmemesidir. Çoğu zaman diğer sebepler de, birinci sebep olan hırstan kaynaklanır.

Peygamber Efendimiz (sav.) bazı hadis-i şeriflerinde hırsın ne kadar zararlı olduğunu şöyle ifade ederler:

“Bir koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsının dine olan zararından daha ağır değildir.”1

“Ademoğlu yaşlanır, fakat ondaki iki şey gençleşir: Mal üzerine hırs ve ömür üzerine hırs.”2

“Ademoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü ister. Onun gönlünü (gözünü) topraktan başka bir şey doldurmaz.”3

Bediüzzaman Hazretleri, hırsın kanaatsizlik ve şükürsüzlükten kaynaklandığını şöyle ifade eder:

Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekva ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı terk edip; gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.”4

Şükrün mikyası; kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet, hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir.” 5

Öyle ise, kişi, mutlaka zengin olacağım düşüncesiyle hırs göstermemeli, İslam dinine muhalif olan hırs, israf, yalan, hile, kumar, haksız kazanç ve faiz gibi gayr i meşru yollara sapmamalı; aile fertlerine helal lokma yedirme konusunda çok titiz davranmalı, helal dairesindeki kazancına kanaat edip şükretmelidir.

“Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”6

Evet hırs, kişinin gayr-i meşru yollara yönelmesine sebeptir. Hırslı insan dünyadaki ticaretinden bir fayda göremediği gibi, ebedi hayatının da felaketine sebep olabilir. Kazancın en güzeli ve en efdali, kesb-i helaldir. “Helal mal talep etmek, her Müslüman üzerine vaciptir.” ve büyük bir cihattır.

Bu bakımdan, ticaret erbabı olan bir kişi, çok zengin olayım, lüks bir hayat süreyim niyetiyle değil, aile fertlerine helal rızk yedireyim, zekât ve hac görevlerimi yerine getireyim, sadaka vereyim, İ’la-yı kelimetullah için çalışanlara ben de malımla iştirak edeyim niyetiyle zengin olmayı istemeli ve meşru yollarla servet elde etmeğe çalışmalıdır.

Şunu da ifade edelim ki, bir insan, kendi hakkında zenginliğin mi yoksa fakirliğin mi hayırlı olacağını bilemez. Cenab-ı Hak Eyüp (a.s) gibi sevdiği bir kulunu hastalıkla imtihan ettiği gibi, kimi insanı servet ile, kimini makam ile bazılarını da evlat ile imtihan eder. Israrla zenginlik isteyen ve Hz. Musa’nın (as.) yakın akrabası olan Karun’un elîm akıbeti bunun en çarpıcı bir misalidir. Karun, çok fakir biri idi. Her gün Hz. Musa’nın cemaatine katılırdı. Karun birkaç gün cemaate gelmeyince, Hz. Musa gidip sebebini sorar. Karun: “Ya Musa benim giyecek tek bir elbisem var, hanımla sıra ile giyip ibadet ediyoruz. Allah’a dua etsen de bana servet verse” deyince, Hz. Musa: “Belki bu durum senin hakkında daha hayırlıdır, sabret” der. Fakat Karun, Hz. Musa’yı her gördüğünde ısrarla zengin olması için dua etmesini ister. Hz. Musa (as.) onun ısrarları karşında bir gün Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunur ve nihayet Karun çok zengin olur. Malı ve mülkü ile meşgul olan Karun, artık cemaate gelmez olur ve ibadetten uzaklaşır. Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya Karun’dan zekât almasını emreder. Hz. Musa, Karun’a malından dörtte bir zekât vermesini ister. Karun malının dörtte birini ayırır, fakat ayırdığı malın çok olduğunu görünce, Ya Musa bu çok fazla der. Hz. Musa, onda bir vermesini söyler, onun da çok olduğunu ifade eder. Hz Musa bu kez kırkta bir vermesini söyler, fakat o buna da razı olmaz ve “ ben o serveti kendi ilmim ve gücümle kazandım” diyecek kadar haddini tecavüz eder. Artık onun zenginliği onu azdırmış ve felaketine sebep olmuştur. Bu durum karşısında Celalli bir peygamber olan Hz. Musa Cenab-ı Hakk’a niyaz eder ve Karun ile beraber malı mülkü yerin dibine batar. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır:

“Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.’ Karun ise: ‘O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.’ demiştir. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken Karun, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı. Hakikat şu ki o, çok büyük devlet sahibidir.’ dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, şöyle dediler: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükafatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir. Derken biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek taraftarları olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler de: ‘Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı çok da, az da verir. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkârcılar iflah olmazmış.’ demeye başladılar. İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.”7

Zengin olmak için ısrarla Hz. Peygamber’den dua isteyen ve büyük bir servete sahip olduktan sonra ise gözünü mal hırsı bürüyün ve zekatı dahi vermeyip elim akıbete duçar olan Salebe’nin durumu da bu konuda çok ibretamiz bir misaldir.

Medine halkından olan Salebe ısrarla zengin olmak istiyor, hakkında hayırlı mı, yoksa şer mi olacağını hiç düşünmüyordu. Bunun için de üç defa Peygamber Efendimiz’den (sav.) zengin olması için dua istemiş ve sonunda da; “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, beni zengin ederse fakirin hakkını fazlasıyla vereceğim, yoksullara yardım edeceğim. Yeter ki Rabbim istediğim zenginliği bana versin.” demişti.

Efendimiz (sav.) ise her defasında ona; “Ey Salebe! Şükrünü eda ettiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.” diyerek ikazda bulunuyor, fakat Salebe’yi zengin olma sevdasından vazgeçirmek mümkün olmuyordu. Nihayet Peygamber Efendimiz (sav.): “Ya Rabbi! Salebe’yi istediği mala kavuştur.” diye niyazda bulundu.

Birkaç koyundan ibaret olan Salebe’nin sürüsü kısa zamanda öylesine çoğaldı ki, mescitten çıkmadığı için kendisine “cami kuşu” adı verilen Salebe, koyun sürüsünün peşinde koşmakta ve artık cumalara dahi gelmemekteydi. Allah Resulü (sav.) zaman zaman Salebe’yi soruyor: “Çölde koyun sürüsünün peşinden ayrılmıyor.” denince de “Yazık oldu Salebe’ye!..” diyerek üzüntüsünü izhar ediyordu.

Bu sıralarda zekâtla alâkalı âyet nazil oldu. Hz. Peygamber (sav.) zengin olanlara zekât toplayan memurları gönderdi. Salebe’yi çölde sürüsünün peşinde bulan zekât memurları, gelen ayetin emri olarak zenginlerin malının kırkta birini zekât olarak almaya geldiklerini söylediler. Salebe, vaktiyle vermiş olduğu sözü unutmuş olacak ki; “Mal benim, çöllerde bu sıcaklarda dolaşıp kazanan benim. Size ne oluyor ki benden haraç ister gibi koyunlarımın kırkta birini istiyorsunuz?” dedi.

Salebe’nin bu söylediklerini duyan Rasulullah Efendimiz (sav.) gene:

“Yazık oldu Salebe’ye. Keşke o, zengin olmayı ısrarla istemeseydi de‘Hakkımda hayırlısı ne ise onu ver ya Rab’ diyebilseydi.”

buyurdular. Bu olay üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:

“Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, O da bu yaptıklarının sonucunu kıyamet gününe kadar yüreklerinde sürüp gidecek bir münafıklığa çevirdi.”8

Bu ayetin nazil olmasından sonra Salebe’nin bir yakını hemen onun yanına gitti ve zekâtını vermediği takdirde münafıklardan biri olarak damgalanacağı ikazını yaptı… Akrabasının zorlaması sonunda zekâtını alıp Hz. Peygambere (sav.) getiren Salebe: “Yoksulların hakkını getirdiğini” söyleyince, Peygamber Efendimiz (sav.): “Artık senin yardımını alamam Salebe!” buyurarak onun zekatını kabul etmedi.

Bu hâl çok dehşetli ve ibret verici bir durumdu. Salebe’nin: “Sizin yaptığınız haraç istemekten başka bir şey değildir.” sözü Allah Resulüne çok dokunmuştu. Peygamber Efendimizin ebedi âleme irtihallerinden sonra da Salebe, sırasıyla, Hz. Ebu Bekir (r.a.) Hz. Ömer ve Hz. Osman’a (r.a.) zekâtını kabul ettirmek için müracaat etmiş, ama hepsinden de; “Rasulullah’ın kabul etmediğini biz nasıl kabul edebiliriz?” cevabını almıştır.

Hz. Osman (r.a.) zamanında vefat eden Salebe son anlarını yaşadığı sırada kulaklarında Hz. Peygamber’in (sav.): “Şükrünü yaptığın az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır. Salebe!” ikazları yankılanıyordu, ama artık iş işten geçmişti. ‘Cami kuşu’ diye bilinen Salebe’nin zenginliği onun felaketine sebep olmuş ve zekâtı kabul edilmeyen zengin olarak anılmasına sebep olmuştur.

Karun ile Salebe’nin bu elim akıbeti, her Müslüman’a ders olmalıdır.

Öyle ise, kâmil bir mümin;

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”9

hakikatine uygun yaşamalı, elinden geleni yapıp, sebepleri bihakkın yerine getirdikten sonra neticeyi Cenab-ı Hakk’tan beklemeli ve kısmetine razı olmalıdır. Zaten tevekkülün gereği de budur.

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hakk’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.” 10

Dipnotlar:

1 Tirmizî, Zühd, 30.
2 Mâce, Zühd, 27.
3 Buhârî Tercemesi, 2025 nolu hadis, Tizmizi, Zühd, 19.
4 Nursî, B.S Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a.
5 Nursî, B.S Mektubat.
6 Nursî, B.S Sözler, Altıncı Söz.
7 Kasas Suresi, 28/76-83.
8 Tövbe Suresi, 9/75.
9 Nursî, B.S Mektubat.
10 Nursî, B.S Sözler.

Yazar: Mehmed Kırkıncı

Dünya Ticaretinin Ahiret Boyutu

“Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelaline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerim`lerine kavuşacaklar.” (Mektubat)

Bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:

 “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe, 9/111)

Buna göre dünya bir yönüyle ticaret yeridir.

Bütün mülk Allah’ındır. İnsan nevi bu mülkte emaneten tasarruf etmektedir.

Öte yandan, Allah Resulü (asm.)  

“Dünya ahiretin tarlasıdır.”

buyururlar. Bu tarlanın mahsulleri, öte âlemde, cennet yahut cehennem olarak tezahür edeceklerdir.

İnsana cüz’i irade verildiği için, dünya tarlasına dilediği şeyleri ekip biçmekte serbest bırakılmış. Keza,  nefsini ve malını Allah’a satıp satmamakta da serbest bırakılmış.  

Nefsini, yani ruhunu, bedenini ve bunlara takılı bütün maddî ve manevî cihazlarını Allah’a satan insan, çok farklı ekimler yapmakta ve bunlardan yine çok değişik mahsuller derlemekte, kazançlar elde etmektedir.

Bir iki örnek verelim:

İnsanın bakışları bir sermayedir. İnsan bir ömür boyu, nazarını helal yahut haram dairelerde dolaştırır. Her bakış bir ekimdir;  cennet veya cehennem hesabına bir mahsul verir.

Konuşma ayrı bir sermayedir. Ağızdan çıkan her kelime bir tohum gibidir, ondan ya sevap çıkar, ya günah. Bunlar ise insana ya kâr getirirler, yahut zarar.

Düşünme bir başka sermayedir. Doğru fikirler büyük bir kâr kaynağı iken, yanlış düşünceler birer zarar menbaıdır.

Öte yandan,  her bir hissimiz,  “sevgimiz, nefretimiz, korkumuz, merakımız, gıptamız,…” ayrı birer  sevap yahut günah kaynağıdırlar.

Bütün bu saydıklarımız ayette geçen “nefis” kavramı içine giriyor.

“…Hakiki terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”  (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Bunların dışında kalan ve haricî âlemde sahip olduğumuz “mallarımız, makamlarımız,…” da ayrı birer kazanç yahut zarar kaynağıdırlar.

İşte insan, bütün bunları rıza çizgisinde kullandığı taktirde  Allah’a satmış olur ve bu ticarette kendisine verilen kâr, Allah Resulünün “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de beşerin kalbine gelmemiş” diye tarif ettiği o eşsiz saadet menzili olan Cennettir.

Ayette çok önemli bir mesaj var:

“Allah sadece müminlerin nefislerini ve malların satın alıyor.”

Şu var ki, müminin nefsini Allah’ın satın alması için o nefsin mümine yakışır bir nefis olması gerekir. Aynı şekilde müminin malı da “mümin malı” vasfını taşımalıdır.

Bir mümin nefsine ve şeytana uyarak birtakım gayr-ı İslamî sıfatlar taşıyabiliyor; yalan söylemek, kumar oynamak gibi. Aynı şekilde, meşru olmayan mallar da edinebiliyor; faiz ve stokçulukla elde ettiği varlıklar gibi. İşte bunların hiç biri cennet mukabili satın alınmayacaktır.

Çürümüş, bozulmuş, asliyetini kaybetmiş ve cennetle hiçbir ilgisi kalmamış nefisler ve mallar satın alınmazlar. Aksine bu iki büyük sermayeyi yanlış kullanmanın hesabı ahirette sorulur.  Cehennem, bu hesabı veremeyenleri azap diyarıdır.

Her insan imtihandadır, her insan dünya tarlasında ahiret namına bir ekim yapmaktadır ve yine her insan bu dünya ticarethanesinde ebed yurdu namına bir şeyler kazanmakta yahut kaybetmektedir. Bununla birlikte, ayette geçen “satın alma” kavramı ticareti hatırlattığı için konunun ticaret erbabına bakan yönü üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu hadis-i şerifte haber veriliyor. Yine Nur Külliyatında rızık için üç temel yolun “ziraat, sanat ve ticaret” olduğu, memuriyetin ise hizmetkârlık olduğu vurgulanıyor. Yani, memuriyet bu üç temel faaliyetin yürümesine yardımcı olan bir “destek hizmettir.”

Her işte olduğu gibi ticarette de insan, öncelikle, kul olduğunu unutmayacak, bütün işlerini helal dairesinde yapması gerektiğinden gaflet etmeyecektir. Aksi halde, bu fani dünyada elde edeceği cüzi bir kâra karşılık, ebedî hayatını tehlikeye atabilir.

Allah, insanı arza halife, kendisine muhatap, cennetine aday, iman, marifet ve muhabbete kabiliyetli müstesna bir mahluk olarak yaratmıştır.  Bu büyük şerefe, zengin olsun fakir olsun, amir olsun memur olsun her insan mazhar olabilir. Görevini yerini getirip dünyadan iman ile göçen bütün müminlere “dünyadan daha geniş ve  baki bir mülk” ihsan edilecektir.

İnsan ticarî hayatında ne kadar başarılı olursa olsun bütün dünyaya sahip ve hakim olamaz.  İnsanın mülkünün, servetinin, makamının kâinattaki yeri ise  görülmeyecek kadar küçüktür. Ticaret yaparken bu küçük servet ve makam uğruna o büyük ve sonsuz saltanatı kaybetmek akıl kârı değildir. Bir ticaret erbabı bu noktayı daima göz önünde bulundurmalı, her iki dünya saadetini birlikte elde etmenin yolunu tutmalıdır.

“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” (Şualar)

Her işte olduğu gibi ticarette de niyetin büyük bir önemi var. Ömrümüzden ve rahatımızdan fedakârlıklar yaparak elde ettiğimiz o servetin, ahirette boynumuza yük olmaması için dikkat etmemiz gereken çok önemli bir faktör “niyettir.”

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.” (Mesnevî-i Nuriye)

Ticarî hayatta insanın niyeti, en azından, “aile fertlerine helal rızık yedirmek” olmalıdır.

Niyette bir ileri safha, zekât ibadetini yapabilecek bir servete sahip olmakla hem bu ibadeti yapma şerefine nail olmak, hem de Allah’ın kullarının maişetine yardımcı  olmaktır.  

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyrulur:

“Kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır. Sonra nafilelerle (farz ve vacip dışında kalan ibadetlerle). … (Sonunda kul öyle bir noktaya gelir ki,)  ben onun gören gözü işiten kulağı olurum.” (Buhârî,  Rikak 38.)

İşte zekât da kulu Rabbine yaklaştıran en önemli bir farzdır.

Zekât, fakirin hakkı olarak zenginin uhdesinde bulunan bir maldır. Bunun verilmemesi bir hakkın gasp edilmesidir. Alimlerimiz, zekâtın  verilmesini sehavet,  yani cömertlik saymazlar. Çünkü, zaten fakirin  hakkı kendisine iade edilmektedir.

Bununla birlikte, zekât vermemin sevabı da hiçbir sadakayla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Çünkü zekât farzdır, onlar ise nafilelerdir. Binlerce nafile bir farzın yerini tutmaz.

Zekât en alt sınırdır. Burada kalmayıp sadakayı artırmakla hem daha çok sevap kazanmak, hem de fakir kulların yardımına daha fazla koşmak gerekir.

Bir başka niyet, Bediüzzaman Hazretlerinin, “Bu zamanda İ’la-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır.” diye ifade ettiği büyük hizmeti yapabilmek, yani “Allah kelamının nice gönüllerde hükmetmesi, İslam’ın daha da yücelmesi” için servet sahibi olmayı istemektir. Bu niyette samimi olan kimse, istediği noktaya gelemese bile bu halis niyetinin karşılığını mutlaka alacaktır. O noktaya varırsa yapacağı hizmetlerin sevabını ayrıca alır.

“Her bir mü’min İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.” (Tarihçe-i Hayat)

Bir diğer niyet, bir Müslüman olarak İslâm ülkelerinin geri kalmışlığını içine sindiremeyip, bundan üzüntü duymak, bu konuda bir şeyler yapılması gereğini vicdanının derinliklerinde hissetmek ve elinden geldiği kadarıyla bu sahada gayret göstermektir.

Maddeten terakkinin çok önemli bir boyutu da şudur:

Bir zengin, elbisesi kırk yamalı, aç ve susuz bir fakirden nasihat dinlemeye yanaşmadığı gibi, bu günün maneviyata susamış,  ateizmin ve sefahatin kucağına düşmüş batı insanı da bu hastalıkların ilacını fakir bir Müslümandan almak istemiyor ve perişanlığı devam ediyor.

Öte yandan, “Biz doğru islamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu fiillerimizle göstermediğimiz” takdirde bizden bu nurları almaya müşteri olmuyor.

Buna göre, “maddeten terakki” ile “İslâm’ı fiilen yaşamayı” birleştirdiğimiz gün, dünyanın her yanındaki manevî hastalara ulaşma imkânını yakalamış olacağız.

Bu noktaya kadar insana manevi kârlar getirecek “niyetler” üzerinde durduk. Niyetin bir de yanlış kullanımı ve hatalı yapılışı  var. Meselâ, bir insan “meşhur olmak, yahut zenginlikte rakiplerini geride bırakmak, başkalarına üstünlük taslamak” gibi nefis ağırlıklı niyetler taşıyorsa, o kişi dünyada başarıya ulaştığı taktirde zaten ücretini de peşin olarak almış oluyor. Artık ahirette her hangi bir karşılık görmesi, ücret alması söz konusu olmuyor.

Canını tehlikeye atarak harp meydanına koşmak büyük bir  cihat ve yine büyük bir sevap kaynağı olduğu halde, bunu yapan kişinin asıl maksadı ganimet elde etmek ise bu cihattan hiçbir sevap kazanamıyor. “Nasıl bir yiğit olduğumu herkese göstereyim.” şeklindeki bir niyet de, aynı şekilde, o kişiyi cihat sevabından mahrum bırakıyor.  

* * * 

Biraz da ticaret yapan kişiyi bekleyen tehlikelerden söz edelim:

Ticaret erbabının karşısında birbiriyle ilgili ve biri diğerini doğuran altı büyük tehlike mevcut:

“Hırs,” “faiz,” “haset,” “kul hakkını çiğnemek,” “meşveretsiz hareket etmek,” “emaneti ehline vermemek.”

Birinci ve temel tehlike hırstır. Hırs kanaatin zıddıdır. Kanaat, tevekkülle yakından ilgili bir kavramdır.

Bediüzzaman Hazretleri, “Tertib-i mukaddematta “tefviz” tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.” der ve şöyle devam eder: “Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.” (Mektûbat)

Buna göre tevekkülü doğru değerlendirmek, başarı için gerekli şartları eksiksiz olarak yerine getirmek ve çıkacak sonuca da kanaat etmek gerekiyor. Mevcut imkânlarını yeterli bularak tembelce oturmak ise “himmetsizlik” olarak, “hamiyet zaafı” olarak nazara veriliyor.  

Bu ölçüden saparak, “Mutlaka şu noktaya gelmeliyim, şunları ne pahasına olursa olsun elde etmeliyim.” diye hırs gösteren kişi, umduğunu bulamayınca, ruh âleminde, birtakım manevî hastalıklara kapıyı açmış ve kadere itiraz için nefsine büyük bir fırsat vermiş olur. Bu tehlikeli yola giren kişi,  hayalindeki  neticeyi  “olmazsa olmaz” bir hedef olarak belirleyince, şeytanın kendisini meşru olmayan yollara sevk etmesine de büyük bir pirim vermiş olur.

Ve artık bu hırslı adam, faiz tehlikesiyle karşı karşıyadır. Biraz sonra onunla el ele verecek, derken onunla kucaklaşacak ve bu büyük haramı rahatlıkla işleyecek kadar kalbi ve ruhu zafiyet gösterecektir.

Zekâtı, “sermayesini azaltan, rekabet gücünü zaafa uğratan ve hedefine ulaşmada ona engel olan” bir faktör olarak görmeye başlayacak ve İslam’ın beş şartından biri olan bu büyük farizayı işlemekten uzaklaşacaktır.

Faiz alıp veren kimselerin o büyük hesap günündeki halleri Allah Kelamında şöyle ifade ediliyor:

“Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar.” (Bakara, 2/275)

Faiz gibi, temeli hırsa dayanan önemli bir tehlike de “hasettir.”

Haset, başkalarında olan servet, makam ve diğer imkânların ortadan kalkmasını, onların elinden alınmasını hırsla istemektir. Haset eden kişi, o nimetlere kendisinin kavuşmasını hiç nazara almadan, sadece rakibinden alınmasını arzu eder. “Hasetle gıptanın farkı” da buradadır. Gıpta da “rakibindeki imkânlarının kendisinde de olmasını istemek” esastır; “onun olduğu gibi, benim de olsun” mantığı hakimdir. “Hasette ise benim olup olmaması çok önemli değil, yeter ki onun olmasın.”düşüncesi ağırlık kazanır.

Hasedin iki önemli zararı vardır: Birisi şahsın iç alemini huzursuz kılması, diğeri de gıybete ve düşmanlığa  yol  açması.

“Hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)

“Gıybet;  nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.” (Mektûbat)

Burada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerini nakletmek isterim:

“Ümmetimden müflis (iflas etmiş kişi) odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından (sevaplarından)  şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.”  (Müslim)

Kul hakkına riayet, bütün Müslümanların görevi olmakla birlikte bunun en fazla ihlal edildiği saha, İslâmî esaslardan uzak olarak yapılan ticarettir.

Hırs ve rekabetle hisleri akıllarına ve vicdanlarına galip gelen kişiler kul olduklarını unutur ve Allah’ın kullarına haksızlık yapmaktan geri durmazlar. Karşılarındaki kişiler şahsi güç ve imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koyacak halde değillerse, onlara acımasızca zulmeder, haklarını çiğnerler.  Halbuki, bu kişilerin Allah’ın kulları oldukları hatırlansa ve onlara yapılacak bir haksızlığın hesabının mutlaka sorulacağı dikkate alınsa nefisler dizginlenir, heveslere engel olunur ve zulüm ortadan kalkar.

İslâmda kul hakkının özel bir yeri vardır. Samimiyetle tövbe eden bir kişinin bütün günahları affedilmekle birlikte kul hakkı bundan istisna tutulur. Kul hakkının affı, kulun kendisine bırakılmıştır. Şehitlik dahi kul hakkını ortadan kaldırmaz.

Hacca giden bir kişi, Arafat’tan indiğinde bütün günahları affedilir. Eğer bu konuda bir şüpheye düşse ve “Acaba günahlarım affedildi mi?”diye tereddüt geçirse büyük günah işlemiş sayılır. Bunun sadece iki istisnası vardır: Kul hakkı ve kaza namazı.

Her ikisinin de telafisi mümkündür. Biricisinde kulun hakkı ödenecek ve kendisinden helallik alınacak, ikincisinde ise kılınmamış namazlar kaza edilecektir.

Kul hakkı ikiye ayrılıyor: Maddî ve manevî hukuk-u ibad.

Kişinin malına, servetine, makamına verilen zararlar onun maddî hukukunu çiğnemektir.  Gıybetinin yapılması, iftira atılması, haset edilmesi, su-i zanda bulunulması gibi günahlar ise manevî hukuka tecavüzdür.

Devlet malından haksız yere menfaat elde etmek ise bütün bir milletin hukukuna tecavüzdür ve cezası da o nispette büyüktür.

Asr-ı Saadetten ibretli bir tablo:

Sahabeden biri harpte öldürülen arkadaşının şehit olduğunu söyler.  Bunun  üzerine Allah Resulü müdahalede bulunur ve şöyle buyurur:

“Hayır!  Ben onu ganimetten haksız yere aldığı cübbe veya abaya bürünmüş olduğu halde cehennemde gördüm.” (Riyâzu’s-Sâlihin, I, 252, 268)

Devlet malını gasp ederek kısa zamanda zengin olanlara bazılarının heveslendiklerine ve “Adam işini becerdi, köşeyi döndü.” gibi sözlerle bir bakıma onları takdir ettiklerine şahit oluruz. Burada dikkate alınmayan önemli bir nokta var:

Kazanılan bir  menfaat, kişinin ruhunu alçaltıyorsa, kalbini yaralıyor, vicdanını bozuyorsa, imanına ve ahiretine zarar veriyorsa bu zehirli menfaate heveslenmek akıl kârı değildir.

Bir mağazayı soyanlar, ceplerine bir şeyler koyarlar ama ruhları “hırsız” damgasını yer. Dışardan bakanlar o ruhların perişan halini görmezler de ceplerinin kabarıklığına ilgi duyarlar.

Eli bombalı anarşist gençlerin silahlarına el koyup, kendilerine en lüks elbiseler giydirirseniz, bu defa karşınıza ihaleye fesat karıştıran bir “hırsız şebekesi” çıkar. Kalpleri bozulmamış kişiler, o birincilerden nasıl nefret ediyorlarsa, bu ikincilerden de en az o kadar nefret ederler.

Başarının üç temel unsuru:

Bediüzzaman hazretleri terakki ve asayişin üç mühim esasını şöylece tespit eder:

“Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.” (Lem’alar)

“Terakkiyat,” terakkinin çoğuludur. Ticaretteki terakki de bunun bir şubesidir ve bu üç esas ticarî hayatımız için de aynen geçerlidir.

“Mesailerin tanziminin” en güzel örneği kendi vücudumuzdadır; büyük örneği ise kâinatta.

Her organın belli özellikleri ve bununla başaracağı belli işler vardır. Bunlar İlâhî taktirle tayin edilmiştir. 

Toplu olarak icra ettiğimiz bütün işlerde mesai tanzimi ön plana çıkar. Ancak, kişiler, çoğu zaman, kendi kapasitelerini tam tespit edemez, his ve hevesin karışmasıyla, güçlerinin çok ötesindeki görevlere talip olurlar.

Bunu engellemenin yolu, meşverettir. Herkesin kapasitesi test edildikten sonra meşveretle görev taksimi yapılır. Bu iş ne kişilerin kendi heveslerine bırakılır, ne de şirket yetkililerinin münferit kanaatlerine.

Bir kişinin fikri ve tedbiri her konuda yeterli olmayabilir.  Tek çıkar yol meselelerin ihtisas sahibi ehil kişilerle meşveret edilmesidir.   

 “Aralarındaki emniyetin tesisi” şartı, özellikle şirketleşmelerde büyük önem kazanır. Bu emniyetin olmadığı ortamlarda, sermayeler birleşmez, herkes kendi gücüne göre yol alır. Kazanç asgarî seviyede kalır ve herkes  “kârdan zarar” eder.

“Teavün (yardımlaşma) düsturu” her sahada gerekli olmakla birlikte, bunu “zor durumda olan şirketlerin yardımına koşma” şeklinde anlamamız, ticarî noktada,  daha yerinde olur.

sorularlaislamiyet.com

İhtirasa çağrı

Kanaatsizlik aslında kötü bir huy değildir; ait olmadığı yerde kullanılmak onu kötüleştirir. Yerli yerinde kullanıldığı zaman ise, kanaatsizlik, övgüye en çok lâyık insanî özelliklerin gelişimi için bir vasıta olur. Lâkin biz çoktandır doyumu yanlış yerde aradığımız için, onun peşi sıra pek çok kavram da yer değiştirdi, bu arada kanaat ve hırs kavramları arasında da bir becayiş cereyan etti. Şimdi biz hırs gösterilmesi gereken yerde kanaat ediyor, kanaat etmemiz gereken yerde de hırslarımızın peşinde koşturuyoruz.

Hatânın başı, hadiste belirtildiği gibi, “dünya sevgisi” idi. Dünyaya karşılıksız bir aşkla bağlandıktan sonra, bütün hazlarımızı dünya hayatında aramaya başladık. Çok geçmeden de kendimizi bir fasit dairenin içinde buluverdik:

Doyum için dünya zevklerinin peşine düşüyorduk; ama eriştiğimiz her zevk, doyumun daha ötelerde bir yerde olduğunu bize gösteriyordu. İçtikçe susadık, susadıkça içtik dünya zevklerini. Önceki nesiller bir yana dursun, kendimizin dahi birkaç sene önce hayal edemediği imkânlara eriştikse de, aradığımız doyum ve huzur aksi istikamette yer aldığı için, onlarla aramızdaki mesafeyi kapatıyoruz zannıyla daha fazla açtık.

Oysa aradığımız şey bize çok yakındı.

Sadece bir yerde, kendi irademizle tayin edeceğimiz bir yerde ağzımızdan çıkacak tek bir söze bakıyordu bütün huzurumuz:

“Yeter” diyebilseydik, bu bize yeterdi.

***

kanaatBu sözü nerede ve ne zaman söyleyeceğimizden daha önemli olan şey, onu söyleyebilmiş olmamızdır. Kimi bir lokma-bir hırkayı yeterli bulurken, kimi bu çizgiyi bir ev-bir araba seviyesinde, kimi de bunun biraz daha ilerisinde çizebilir. Yeter ki bir çizgi çizilsin ve “Buraya kadar olanı bana yeter” densin. Eğer bu çizgi çizilmezse, insanın ebedî bir hayat için yaratılmış duyguları bu fâni dünyada tatmin yolları arar, fakat aradığını bulamadığı gibi aramaktan da vazgeçmez. Nihayet insan, başarısız arayışlarla hebâ edilmiş bir hayatı ömrünün tek mahsulü olarak geride bırakıp dünyaya veda etmek zorunda kalır.

Maddî hazlarda “yeter” çizgisini çizen ve buna kararlı bir şekilde riayet eden insan ise, kendisini huzura ve tatmine ulaştıracak olan yolun önündeki en büyük engeli kaldırmış demektir. Artık o, maddî hırsların baskısından kendisini kurtarmış halde, manevî hazların peşine düşebilir. İşte burası, kanaatsizliğin ve hırsın geçer akçe olduğu bir mübarek ülkedir.

***

Almaya doyamayanların istilâsı altında can çekişen dünyamızda, bir de vermeye doyamayanlar var; hattâ dünya onlar sayesinde ayakta duruyor desek mübalâğa etmiş olmayız. Ama onlar gürültü çıkarmadıkları için varlıklarından pek az kimse haberdar oluyor. Fakat bu sessizlik içinde, asıl yaşanacak hayatı onlar yaşıyor.

Çünkü onlar Rablerinin kereminden iki şekilde nasipleniyorlar:

Bir yandan Rableri onları nimet ve ihsanlarıyla yaşatırken, onlar da Ondan gelen her nimetin farkında olarak, Onun hususî ihsanlarına mazhar olmanın hazzını şükür vasıtasıyla yaşıyorlar.

Bir yandan da, Allah onlara nasıl ihsanda bulunduysa, onlar da başka kullara ihsanda bulunmak suretiyle, “kerem” denen o yüce vasfın nasıl birşey olduğunu yaşayarak öğreniyorlar. Onlar bu İlâhî sıfatın cazibesine tutuldukları zaman, dünyanın maddî hazları, uzak bir gezegenin çekimi kadar bile onlar üzerinde bir tesir bırakmıyor.

***

İns ve cin şeytanları, insanı böyle büyük bir nasipten alıkoyabilmek için onun bütün dünyasını oyuncaklarla doldurdular. Ama ondan daha önce, bir kelimeyi ona yasakladılar:

“Yeter” sözünü bir küfür kelâmı olarak ilân edip hayattan bütünüyle dışladılar. Böylece, çağın en kutsal değeri olarak, tüketim tutkusu, hayatımızın merkezine yerleşti ve oradan bize hükmetmeye başladı.

Bu bâtıl dini tahtından indirmenin yolu, girdiği kapıdan onu çıkarmaktır. Ona ve beraberinde getirdiklerine “Yeter!” deyin, kâfidir.

Ondan sonra, iman kendi değerleriyle hayatımıza yerleşecek, orada hükmünü icra edecek ve bizim hırs ve ihtiraslarımıza asıl hedeflerini gösterecektir.

İşte bundan sonrası, her adımı bir huzur çağrısı olan bir doyumsuzluk yarışıdır.

“Nereye kadar?” diyecek olursanız:

“Mü’min Cennete girinceye kadar hayra doymaz.” (Tirmizî, İlim: 19.)

Ümit Şimşek