Etiket arşivi: hulusi yahyagil

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu) İle “Said Nursi”den “Necip Fazıl”a…

TAKDİM

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu), 1932 yılında Erzincan’da, okuma yazma bilmeyen bir anne babanın çocuğu olarak, kitab bulunmayan bir evde dünyaya gelir. Yıllar sonra dedesinin ismi olan Hekimoğlu İsmail mahlasıyla yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı eseri satış rekorları kıracak, eserin sinema uyarlaması ise kapalı gişe oynayacaktır.

İlkokulu bitirdiğinde, ileride geçim sıkıntısı çekmemek arzusuyla memur olmak ister ve bunun için, maddî sıkıntılar içinde ortaokula gider; bir yandan okurken, diğer yandan da fizikî güç gerektiren işlerde çalışmaktadır. Ortaokulu bitirdiği dönemde, gördüğü bir ilân üzerine astsubay olmaya karar verir. Olur da.

Yıl 1950. Bir ikindi vakti Süleymaniye Camii’ne girer. Cemaat iki kişidir. Biri o, diğeri imam. Hoca efendi “haydi kametle” der. Peki kamet nasıl getirilir? Hayatının işte bu safhasında, okumaya ve her şeyi araştırmaya başlar. “Serdengeçti“, derken “Büyük Doğu” ile tanışır. İlk yazılarını Babaeski’de tek odalı bir evde yazar ve mesleğinin nezaketine nazaran, büyük bir cesaretle Üstad Necib Fazıl’a yollar. Görev yaptığı dönemde füze eğitimi için Amerika’ya gönderilir. Türk Hava Kuvvetleri’nden 1972 yılında emekli olur.

1967 yılında yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı romanı sebebiyle defalarca gözaltına alınır ve bir bölümü gönüldaşlarımızla birlikte aynı koğuşta olmak üzere bir müddet de hapis yatar. Pek çok gazete ve dergide yazılar yazmış, yurtiçi ve yurtdışında sayısız konferanslar vermiş, bu süreçte 40’dan fazla esere imzasını atmıştır. Hâlen Zaman gazetesindeki köşesinde yazmaktadır.

Ömer Okçu ağabey, beynine giden damarlarda yaşanan tıkanıklık sebebiyle geçtiğimiz yıllarda felç geçirmiş olup, uzunca bir süredir de tedavi görmekte. Bu kıymetli röportaj için teşekkür etmek, duyduğumuz şükran hissini ifade etmekte âciz kalacaktır. Kendilerine âcil şifalar ve hayırlı uzun ömürler diliyoruz.

Röportaj: Hayreddin Soykan

***

Ömer ağabey, geçirdiğiniz ve hâlen de süren ağır rahatsızlığınıza rağmen, dâvânın ve müminlerin istifadesi söz konusu olan yerde, üstelik son haddiyle mazur olduğunuz hâlde bile nefse bahane tanımayıcı bir vazife aşkıyla röportaj teklifimizi kabul etmeniz, bizleri ziyadesiyle mütehassis ve mahcub etti. Bu heyecanınız, “20’lik ihtiyarlar ve 70’lik delikanlılar” tesbitinin ne derece isabet arzettiğine dair canlı bir şahitlik kıymeti teşkil etti bizim için. Dilerseniz, sohbetimize bu noktadan başlayalım. Bir müslümanın sahib olması gereken “vazife aşkı” hasletiyle ilgili olarak bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Der tarık-ı acz-i mendi lazım amed çar çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!..”

Yani, “Ben aciz, siz acizlere yolumu şöyle çizerim; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, Allah’a karşı aczinizi fakrınızı bilin. Şevk-i mutlak, her durumda çalışın. Şükr-ü mutlak, her halinize şükredin.”

Bediüzzaman 80 yaşındayken, dağın tepesinde ağacın üstüne çıkmış, oturmuş, Risale-i Nurları okuyor, tashih ediyordu. Yani “ihtiyarladım, hastalandım, çalışamam” yok!..

Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri hastalanmıştı. Onu ziyarete gittim. Yere serili bir yatağın üzerinde yorganı sırtına almış, hocam oturuyor… Klasik bir soru, “nasılsınız” diye sordum. Buyurdu ki, “Şu tefsiri bitirip ölmeyi diliyorum Allah’tan...” Gerçekten Allah onun duasını kabul etti. On ciltlik tefsirini tamamladı ve vefat etti.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Zeyrek’te otururdu, biz akın akın oraya giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. “Tövbe edin, ‘Allah’ deyin.” derdi. Acayip bir şeydi onun hayatı… Günahların sel gibi aktığı bir devirde o, büyük bir kaya gibi, günah selinin önüne geçti, gelen çöplükler o kayada yeşerdi… Gezmek yok, tozmak yok, maaş yok, para yok. Kapıdan çıkınca hemen öldürülebilirdi amma o onlarla alâkadar olmazdı. Teslim olmuştu, ne olursa olsun…

Rahmetli Hulusi Yahyagil ağabey… 1928 Dersim hareketinde bölük komutanıydı. Demek ki yaşı 91, 92’ydi ben gördüğümde. Yürüyemiyordu. Onu kucaklar derse götürürlerdi. Ders bitince yine kucaklar eve getirirlerdi. Sorulan sorulara cevap verir, ilmi konuları açıklardı. Hulusi ağabey, içimizde bir abide gibi dururdu.

Yaşar Tunagür hocam; Allah rahmet eylesin, ömrünün sonuna kadar aklını ve kültürünü İslam’a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam’a vakfetti.

Necip Fazıl, benim şeyhimdi… “Geceler bizim!” diye haykırır, sabahlara kadar vazifesi uğruna çalışırdı.

Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,

Aradım bir ömür, arkadaşımı.

Ölsem dikecek yok mezar taşımı;

Halime ben bile hayret ederim.

Yarış atı besleyecek kadar zenginken, öldüğünde mezar taşı diktirecekleri bir parası yoktu. Malını, mülkünü, canını Allah için harcadı…

Biz böyle mübarek insanların yaşayışına hayran olduk…

Onlardan öğrendiğimiz şuydu: Yılgınlık, ümitsizlik ve bahaneler, Müslüman’ın semtine uğrayamaz.

Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse” hikmeti, malûmunuz. Bu bahiste sizlerin tecrübe ve değerlendirmeleri bizler için son derece kıymetli. Genel bir çerçeve dâhilinde, nelere dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?

İsterseniz Asr-ı Saadet’e gidelim. Sahabenin az olduğu devirleri düşünelim. Her tarafı müşrikler doldurmuşken, bir avuç sahabenin durumunu hayal edelim. Bunlardan biri diyebilir ki: “Ben bir insanım. Benim cürmüm ne ki hükmüm ne olsun? Koskoca dünyada İslamiyet’i yayma dâvâsını nasıl güdebilirim?” Ama böyle dememişler. Onlar, “mademki ben Müslüman’ım, öyleyse İslamiyet’i öğrenmeliyim ve yaşamalıyım” diyerek, tek başlarına da kalsalar, İslamiyet’i öğrenmek ve anlamak gayesiyle yaşamışlar. Allah’ın rızasını bunda aramışlar, bu gaye onların hayatını doldurmuş.

Her genç ben ne olacağım demelidir. Ve bir hedef tayin etmelidir. Futbol oyununda gol kelimesinin mânâsı, hedeftir. Yani o oyunda hedef olduğu için oyuncular koşuyor. Hedef olmasa hiçbiri koşmaz. İşte insanın da hayatında hedefler olmalıdır. Mesela gençlik yıllarımda “ben sefil perişan olmayacağım” diye kendi kendime konuşurdum. Bu sebeple gençler kahveye giderken ben derse gittim. Amacım oraya gidenlerden farklı olmaktı. Kendi kendime İngilizce, Osmanlıca öğrendim. Kitaplar okudum, kitapları anlamaya çalıştım. Çünkü benim bir hedefim vardı.

Gençlere tavsiyem, gelecekteki hayatlarını daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa bugünden hazırlansınlar. Maddî güç olmadan, hizmet de olmaz. Önce eğitim veya sanat üzerinde durmalı ki ekonomik bir sıkıntı yaşamasın. Ayrıca ilim ve irfan için eğitim almalı…

80 Yıllık ömrümde neler gördüm, neler geçirdim… Bir gence ilk tavsiyem şu: Mutlaka alimlerin yanında, yakınında ol. Onların derslerine, sohbetlerine katıl. Bugünün gençleri alimlerin dizinin dibinde oturacak, başka türlü olmaz.

Mevlana Şemseddin Muhammed Rucî Hazretlerine atfen, hepimizin kulağına küpe bir hikmet şöyle: “Şu halk ne garip şeydir! Yarın olsa da bir iş işlesem diye bir lâf eder. Bilmez ki, bugün, dünün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin“. Aynı şekilde, “Erteleyenler, yarıncılar helâk oldu” meâlindeki hadis-i şerîf de malûmumuz. Maddî-manevî kabiliyetlerimizi daha fazla ertelemeden geliştirmemiz ve vazifelerimizi tam vaktinde aşk ve şevkle yapabilmemiz noktasında bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Mesela elimizde bir fidan var. “Ya hu yarın dikerim ben bunu.” diyor adam… Yarına kadar da fidanın kökleri hava alır, kurur. Adam “yarın” fidanı dikince de fidan yeşermiyor. Aynen öyle de, “yarın ben iyi insan olacağım diyen, bugün kötü adamdır.” Niye bugün değil de yarın? “Yarın iyi olacağım” diyoruz; bu emri veren benim! Hayatımızı Kur’an ölçüsünde yaşamaya bugünden başlayacağız. Tren zamanında kalkar, uçak zamanında havalanır, geç kalan yetişemez… Güneş mesaisine bir dakika bile gecikmiyor. Fırtınalar, takvimin söylediği zamanda kopuyor, çiçekler, vakti gelir gelmez açıyor… Bu ilahî nizamın dışına çıkıp, “ vazifeyi sonra yaparım” diyen, gemiyi kaçırır…

Hayat bir imtihan, malûmunuz. Türlü dertle, belâyla ve hastalıkla beraber, muhtelif imkânsızlıklarla da boğuşmak durumunda kalıyoruz. Bir günümüz bollukla geçerken diğer günümüz darlıkla, bir günümüz sıhhatle geçerken diğer günümüz rahatsızlıkla, bir günümüz izzetle geçerken diğer günümüz zilletle, bir günümüz gönül ferahlığıyla geçerken diğer günümüz üzüntüyle geçiyor. Böyle olunca, gönlümüzce bir şeyler yapabileceğimiz o saat bir türlü gelmiyor sanki. Peki, bu dert ve mazeretleri ileri sürmekte hakikaten mazur muyuz sizce?

1950 yılında bir rüya gördüm. Trende gidiyorum. Dediler ki: “Bediüzzaman Said Nursi de, bu trende seyahat ediyor.”

Hemen fırladım, Bediüzzaman’ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstad’ın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:

Sen kimsin?” dedi. Ben de,

Risale-i Nur dağıtıyorum” diye cevap verdim.

Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman’ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şekilde bağırdı:

Elimi öp, şekeri öpme!”

Dikkat ettim, Bediüzzaman’ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman’ın elini öptüm ve uyandım…

Rüyayı kendim tabir ettim: Şimdi ben bu hizmetin şekerleme tarafındayım fakat çileli zamanlar da gelecek

Nitekim öyle oldu…

Mahkemelerde, hapishanelerde, karakollarda dolaştırıldım. Allah’ın lütfuyla tahkikî iman derslerinden geri kalmadım.

Şu anda hasta yatıyorum. Ameliyat oldum. Hastalık, Allah’ın gönderdiği bir hediyedir. Çünkü hastalığı veren Allah’tır. Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur.

Hastanede yatarken dedim ki, “hani insan Ankara’ya gider gelir ya, ben de ahirete gittim geldim. Ahirete gidip gelmenin yorgunluğunu hissediyorum…”

Türlü derde deva buldum ben elimle çok zaman,

Kimse bilmez bir tabibe ben de muhtacım şimdi.

Durgun sular, akıntı olmadığında bulanır, rüzgâr esmese hava kirlenir. Hayat bir bütündür. Sağlık hastalıkla, iyilikler musibetlerle çalkalanır. İnsan bazen dünya hayatına o kadar dalıyor ki, ölüm aklına bile gelmiyor. Çevresindeki insanlara ölümü yakıştırıyor fakat ölümün bir gün kendi kapısını çalacağını düşünmüyor. Hastalıklar, musibetler burada devreye giriyor, “Ey insan, ölüm var, ahiret var, aklını başına al” diyor. Geçen zaman geri gelmiyor. Ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutuyor insan. Şimdi ben dönüp maziye bakıyorum, ömrüm bir kuş tüyü gibi uçup gitmiş. Sanki bir gün bile yaşamamışım…

Üstad Necip Fazıl diyor ki,

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük…

İnsan böyle… Yandıkça gelişir.

Bir sırrımı ifşa edeyim… Ne zaman ki Amerika’dan getirdiğim buzdolabını ve teybi hizmete verdim, ondan sonra bende inkişaf başladı… Yani müridi demiş “Şeyhim himmet.” Şeyh demiş “Evladım hizmet…”

Eskiler der ki, “Yok olmayan var olamaz.” Seksen yıllık ömrümde, çeşit çeşit dertler gördüm, sonuç: Minyeli Abdullah…

Koca bir ömrü İslam dâvâsını tebliğe vakfeden, her vesileyle yazan ve gerek sohbet gerek konferans dairesinde insanımızla fikir ve tecrübelerini paylaşan, hatta bu uğurda bir bölümünü gönüldaşlarımızla birlikte geçirmek üzere cezaevinde de yatan bir büyüğümüz olarak, bir dâvâ, bir ideal adamının tesirli olması bakımından en başta dikkat etmesi gereken husus, sizce söyledikleri veya yazdıkları mıdır, yoksa başka bazı hasletleri mi?

Osman Yüksel Serdengeçti, dâvâ adamını şöyle açıklamıştı:

Sofraya yürür gibi, sehpaya gitmeyenler dâvâ adamı değildir.” Hanımı, hapis yattığı yıllarda, çocuğunu tedavi ettirecek para bulamadığı için depresyona girip ayrıldı. Ankara’da Denizciler Caddesi’ndeki dükkânını şöyle tarif ediyor: “Kömürlüğü ömürlük yaptık, yeryüzünden iki buçuk metre aşağıdayız. Ölüm bile bizim için yükseliş olacaktır.” Küçücük bir dükkânda yaşıyordu. Tuvalet ihtiyacı için, caminin tuvaletine giderdi.

İnsan hayatına sığmayacak işler yapan insanlar var… Eski bir binanın taş duvarında, taşların arasından bir filiz çıkıyor ve çiçek açıyor. Bu çiçek, içinde bulunduğu şartları hiçe sayıyor. “Bu duvarda toprak yok, su yok, güneş, rüzgâr beni hırpalar” demiyor. Çiçek, şartlara meydan okuyarak yeşeriyor. Lisan-ı hâl ile diyor ki: “Allah bana ‘yeşer’ dedi, ben de yeşerdim. Sonuç ve şartlar ne olursa olsun…” İşte dâvâ adamı budur!

Yazı yazmak kolay, tesir etmek zordur.

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel“i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlâkı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nur’ları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nur’ları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. ALLAH demenin yasak olduğu devirlerde ALLAH deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Allah razı olsun Ömer ağabey, size çok teşekkür ediyor, tekrar geçmiş olsun diyor, Allah’tan hayırlı, sıhhatli, bereketli uzun ömürler diliyoruz.

 

Dersim İsyanı ve Hulusi Yahyagil

1938’de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi: ‘İmha!..

Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire.

“Bunların çoğu Rafızî (Alevi) idi. Fakat bu tarz bir muamele ile, bunlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıt’a komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler.

“Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir’ dediler.

“Müthiş bir hüzün ve ızrıdap içinde idim. Hz. Üstad benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim? Bu ızdırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim? Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad Kastamonu’dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu:

Hulusi’nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur’un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.“[Kastamonu Lahikası s.10]

Az sonra isyân olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgesi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet-i İlâhîye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.

Son Şahitler 1

Milyonların Temel Taşları Barla Sıddıkları

Bediüzzaman, Barla’ya sürgüne gönderildiğinde tek başınaydı. Barla’ya gelen kutlu misafirin haberini alanlar ona hizmet için gelmeye başladı. Bir avuç seçilmiş insandı onlar. Bir büyük iman inkılâbını gerçekleştirmek üzere Bediüzzaman’ı Barla’ya gönderen kader, onları da Bediüzzaman’ın etrafına toplamıştı. Bediüzzaman onlara “Barla Sıddıkları” dedi. Bugün milyonlarca insana ulaşan Kur’an hizmetinin temelini onlarla attı Bediüzzaman.

Bediüzzaman Said Nursi, Barla’ya ilk geldiğinde tek başına sürgündeydi. İkamet etme mecburiyetinde kaldığı karakolda, askerler, geceleri uyumayıp ibadet eden bu zatı burada daha fazla tutamayacaklarını anlayarak, onu imam olan Muhacir Hafız Ahmed’in evine “O imam, bu hoca. İkisi iyi anlaşırlar” diyerek gönderdiler.

Bediüzzaman Said Nursi’nin ilk talebelerinden olan Muhacir Hafız Ahmed’in ruhu, misafirle gelen müjdeyi sezmişti. Hanımına “Allah bizim başımıza bir devlet kuşu kondurdu” diyordu.

Barla’ya gelen kutlu misafirin haberini alanlar ona hizmet için gelmeye başladı. Bir avuç seçilmiş insandı onlar. Bir büyük iman inkılâbını gerçekleştirmek üzere Bediüzzaman’ı Barla’ya gönderen kader, onları da Bediüzzaman’ın etrafına toplamıştı.

Dünya şartları itibarıyla bakıldığında, Bediüzzaman ile tanışmaları, onlar için, çileli bir hayatın başlangıcı demekti: Takipler, işkenceler, sorgular, tevkifler, hapisler, gittikçe şiddetini arttıracak ve sonu hiç gelmeyecek baskılar…

Fakat insanın yaratılışındaki cevherleri ortaya çıkaracak şartlar da böyle ardı arkası kesilmeyen sıkıntılar değil mi? Kendi hallerinde kalsalar öylesine yaşayıp gidecek olan o mütevazı insanlar, onca çilelerin arasında bir sadakat destanı yazdılar, yüzyıllara damgasını vuracak bir iman inkılâbının vücuda gelmesine vesile oldular. Bediüzzaman onlara “Barla Sıddıkları” adını verdi.

Ve onlarla geçen yıllarını, hayatının en mesut günleri olarak yad etti. Bediüzzaman, Barla Sıddıkları hakkında şöyle demektedir: “Cenab-ı Hakka şükrediyorum ki, böyle hâlis, muhlis ve başkalara hüsn-ü misal olan sadık şakirtleri Risale-i Nur’a vermiş ki, daimî hakta hulûs ile ve Nur hizmetinde sabır içinde şükrediyorlar. O Meyvecinin civarında, ismini söylemediğim malûm ve çok alâkadar olduğum kardeşlerim, hususan Barla sıddıkları, beni çok defa hayalen eski zamana ve o memlekete celb ediyorlar, Barla ve dağlarında gezdiriyorlar. Ben, onlarla ve o yerleriyle çok alâkadarım, unutmuyorum.

Bugün dünyanın herhangi bir yerinde Risale-i Nur vasıtasıyla bir insanın kalbine bir iman ateşi düştüğü, yahut onun marifetullah ve muhabbetullah dolu bahislerinden bir bahis okunduğu zaman, Barla Sıddıklarının zaferlerine bir zafer daha ekleniyor. Onlar, burada adı geçenlerden ibaret değil elbette. İsimleri bilinen ve bilinmeyen daha niceleri var.

Ruhlarına Fatiha’lar.

Barla Sıddıkları:

Hulusi Yahyagil (Emekli Albay)

(1895-1986)

Birinci Dünya Harbinde, Çanakkale ve Kafkas Savaşlarında bulundu. Üç yerinden yaralandığı Çanakkale’deki günlerini, “Pilav yemeye gider gibi bir hevesle harbe gitmiştik” diye anlatır. Yüzbaşı rütbesiyle Eğirdir’de görev yaparken Üstad ile tanışmıştır. İlmi, irfanı, keskin zekâ ve kavrayışıyla Bediüzzaman’a seçkin bir muhatap olmuş, Risalelerden birçoğu onun soruları üzerine yazılmıştır.

(Santral) Sabri Arseven

(1893-1954)

Eğirdir’in Bedre Köyü imamı. Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur talebelerine Hulûsi Bey ile birlikte örnek olarak gösterdiği şahsiyet. Yazılan risaleler, Hoca Sabri Efendi vasıtasıyla yurdun dört bir tarafına dağıtılıyor, tashih için gelenler yine onun vasıtasıyla Üstada intikal ettiriliyordu. Son derece tehlikeli şartlar altında yıllarca devam ettirdiği bu fedakârca vazifesi sebebiyle Üstad onu “Nur İskelesi,” “Santral Sabri,” “Risale-i Nur’un kaptanı” ve “Sıddık Sabri” ünvanlarıyla anardı.

Hafız Ali

(1898-1944)

İslamköy’de dünyaya geldi. Bir yandan imamlık yaparken, bir yandan da talebe yetiştiriyordu. Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde bile onun talebeleri hiçbir zaman eksik olmadı. Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra ise, meşguliyetlerine bir de Risalelerin yazılması eklendi. Her nefesi Allah yolunda harcanmış bir ömrü Denizli hapsinde şehidlikle tamamladı. Vefatıyla Bediüzzaman’ı en çok ağlatan isimlerden biri, belki de birincisiydi Hafız Ali.

Refet Barutçu

(1886-1975)

Emekli Yüzbaşı. Beykozlu bir “İstanbul beyefendisi.” Sualleriyle pek çok meselenin Bediüzzaman tarafından açıklanmasına vesile oldu; bir kısım risaleler onun sualleri üzerine telif edildi. Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde Bediüzzaman ile beraber bulundu. Emekliliğinden sonra Beşiktaş Vişnezade Camiinde imamlık yaptı. Ondan gelen bir mektubun başına, Üstadın eklediği takdim cümlesi şöyle: “Şu fıkra aklen Hulûsi, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde olan Refet Beyin mektubudur.

Ahmed Hüsrev Altınbaşak

(1899-1977)

Isparta’nın Senirce Köyünde dünyaya geldi. İstiklâl Harbinde savaştı, esir düştü. 1931’de Bediüzzaman’ın hizmetine girdi ve Risale-i Nur’un en önde gelen talebelerinden biri oldu. Üstad ile beraber Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde yattı. Özellikle Kur’an hattını muhafaza ve gelecek nesillere aktarma hususunda emsalsiz hizmetlerde bulundu. Bediüzzaman’ın tarifi üzerine yazdığı tevafuklu Mushaf, bugün halk arasında en çok beğenilen hat olma özelliğini koruyor.

Hakkı Tığlı

(1875-1968)

Risale-i Nur’un ilk talebelerinden. Hulûsi Beyin yakın arkadaşı. Eskişehir Hapishanesi’nde Bediüzzaman ile beraber yattı. Lakin o hapis günleri, kendi ifadesiyle, hayatının en mesut günleriydi. Bediüzzaman onun için şu ifadeleri kullanmıştı: “Hakkı Efendiye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.” “Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip teselli buluyorum.

Muhacir Hafız Ahmed

(1894-1948)

Macaristan muhacirlerinden. Bediüzzaman’ın medresesinin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidinin imamı. Üstadın Barla’daki ilk ev sahibi. Barla’ya ayak bastığında, Üstad yirmi gün kadar onun evinde misafir kaldı. Hanımı, iki kızı, oğlu ve damatları ile birlikte, Risale-i Nur’a ve Bediüzzaman’a büyük hizmetlerde bulundu. Bediüzzaman, ikâmet etmek üzere evine gönderildiğinde hanımına “Allah bizim başımıza bir devlet kuşu kondurdu” demişti.

Sıddık Süleyman Kervancı

(1898-1965)

Bediüzzaman Barla’ya sürgün gönderildiğinde, onun hizmetine koşan ilk kahramanlardan. Bediüzzaman’ın hizmetine girdiğinde otuz yaşında ve iki kız çocuğu babası idi. Geçimini, tarlasında yetiştirdiği sebzeleri satarak sağlıyordu. Dürüstlüğüyle tanınan ve herkes tarafından güvenilen bir kimseydi. Sekiz sene boyunca Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a fedakârca hizmetlerde bulundu. “Sıddık” ünvanını ona Bediüzzaman verdi. Ankara’da vefat etti; Barla Mezarlığı’na defnedildi.

Şamlı Hafız Tevfik Göksu

(1887-1965)

Üsküdar’da doğdu. Babası Yüzbaşı Hafız Veli Beyin vazifesi sebebiyle yıllarca Şam’da kaldığı için, “Şamlı” lakabıyla anılır oldu. Barla’daki Çeşnigir Camiinde imam hatiplik yaptı. Bediüzzaman buraya sürgün olarak geldiğinde, ona talebe oldu ve kâtiplik yaptı. Risalelerin gerek ilk olarak yazılmasında, gerekse çoğaltılmasında büyük hizmetleri geçti. Eskişehir ve Denizli hapislerinde Bediüzzaman ile beraber yattı. Barla’da vefat etti ve Barla mezarlığına defnedildi.

Bedrettin Uşaklıgil

(1920- )

Öğretmen. Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerinden Refet Barutçu’nun üvey oğlu. Bediüzzaman tarafından da manevî evlat kabul edildi. Şu ifadeleri Bediüzzaman onun için kullanmıştır: “Bedreddin’in küçüklüğüyle beraber, büyük talebeler dairesine dâhil etmişim. O, küçüklerin büyüğüdür. Ve inşaallah Cenab-ı Hak onun emsalini çoğaltsın. Bedreddin’in validesine dua ediyorum. Elbette Bedreddin’in hüsn-ü terbiyesinde en mühim hisse onundur. Çünkü onun en birinci üstadı odur.”

Mustafa Çavuş (Güvenç)

(1882-1939)

İstiklal Harbi ve Çanakkale gazisi. Hayatının on sekiz senesi askerlikte geçti. Barla yıllarında Bediüzzaman’ın yakın hizmetinde bulundu. “Harika sadakati” ile Bediüzzaman’ın örnek gösterdiği bir Risale-i Nur talebesi idi Mustafa Çavuş. Uzun zaman yanına hiçbir ziyaretçi kabul etmeyecek olsa, bu kaidenin üç dört istisnasından biri Mustafa Çavuş olurdu: “Kalben rahatsızlığım dolayısıyla, Kurban Bayramına kadar Süleyman Efendi, Şamlı Hafız Tevfik, Abdullah Çavuş ve Mustafa Çavuş’tan başka kimseyi kabul etmiyorum. Affedersiniz, gücenmeyiniz.

Hafız Halid Tekin

(1891- 1946)

Barlalı. Öğretmen ve imam. Risale-i Nur’un telif edildiği yıllarda Bediüzzaman’ın müsvedde kâtipliğini yaptı. Bediüzzaman ondan “âhiret kardeşim” şeklinde söz eder. On Yedinci Mektup olan Çocuk Taziyenamesi, Hafız Halid’in sekiz yaşındaki oğlu Enver’in ölümü üzerine telif edilmiştir. Barla Lâhikasında da Hafız Halid’in Risale-i Nur’u ve Müellifini anlatan bir mektubu yer almaktadır.

Abdullah Çavuş (Yavaşer)

(1892-1960)

Bediüzzaman’ın Barla’daki komşusu. Yıllarca onun en yakın hizmetinde bulunan birkaç kişiden birisi. Denizli hapsinde de Bediüzzaman ile birlikte yattı. Bediüzzaman’ın mektuplarında Abdullah Çavuş ile ilgili ifadelerden, onun, pek az kimseye nasip olacak bir şekilde Said Nursî’ye yakınlığının bulunduğu anlaşılmaktadır.

Muallim Ahmet Galip Keskin

(1900 – 1939)

İlim ve sanat ehli, yüksek ruhlu bir zat. Divan sahibi. Ayrıca çeşitli edebî eserleri var. Barla’da öğretmenlik yaptı. Bediüzzaman ile beraber Eskişehir’de mevkuf kaldı. Bediüzzaman’ın Muallim Ahmet Galip Bey hakkındaki sözleri şöyle: “Bu zat, sadıkane ve takdirkârane, risalelerin tebyizinde çok hizmet etti ve hiçbir müşkülat karşısında zaaf göstermedi. Ekser günlerde geliyordu, kemâl-i şevkle dinliyordu ve istinsah ediyordu.

Abdullah Kula

(1901 – 1987)

İslamköylü Nur Postacısı. Risale-i Nur’un büyük kısmının telif edildiği Barla döneminde, Bediüzzaman ile yurdun çeşitli yerlerindeki talebeleri arasında haberleşmeyi temin eden bahtiyarlardan. Ovalara, dağlara akşam çöktü mü, onun mesaisi başlardı. Çantasını omzuna atar, o dağ senin, bu tepe benim, Barla yoluna koyulurdu. Sabah vakti Üstadına ulaşır, emanetleri teslim eder, namazını onunla beraber kıldıktan sonra istirahate çekilirdi.

Mübarek Süleyman (Köse)

(1898 – 1963)

Çam dağlarında, insanlardan uzakta, uzun tefekkür gecelerinden birinde Bediüzzaman’a misafir olma arzusu düşmüştü Süleyman’ın içine. Bir tepedeki ağacın dalları arasında buldukları bir ekmek için “Bu ekmek bize helâl olur mu?” diye sorması üzerine Üstad “Vay mübarek vay!” demiş, ondan sonra da adı “Mübarek Süleyman” olarak kalmıştı.

Risale-i Nur, kibrit kutularına yazıldı, duvarlarda saklandı

Bediüzzaman’ın “Yaz kardeşim” sözüyle kalemler yazmaya başladı. Dağda, evde, bahçede, yolda… “Yaz kardeşim” sözü üzerine yazmaya başlayan kalemler gece gündüz sessizce yazdı. Sessizce işleyen matbaalar kuruldu köylerde kasabalarda. Yüklüklerin ardında tezgâhlar kuruldu. Bazen hanımlar mum tuttu, beyler yazdı, bazen hanımlı, çocuklu, büyüklü herkes çalıştı. Yazılan Risaleler tashih edilmesi için gizlice müellifine ulaştırıldı. Sonra yüz binlerce Nur Risalesi, gizlice dağıtıldı yurdun her köşesine. Nur santralları arasında postacılar dolaştı. Çantalar sırtlarda gece boyu yol tepildi. Kuş uçurtmayan takip ve baskı altında hiç sekmeyen bir saat gibi çalışıldı.

Bu yıllarda en çok sıkıntısı çekilen şey kâğıt oldu. Kâğıdın değeri daha çok anlaşılıyor bulunmadığında. Risale-i Nurlar sigara kâğıtlarından kibrit kutularına, yırtık defterlerden parmak kadar kâğıt atıklarına kadar yazıldı.

Kâğıdın yokluğu bir sorun, yazılanları muhafaza ise ayrı bir sorundu. Denetim ve baskı had safhadaydı. Bin bir güçlükle yazılan Risalelere yapılan baskınlar sonucu el konuyordu. Hafız Ali, gecesi ve gündüzünü Risalelerin yazılmasına adamış, Bediüzzaman’dan gelen eserleri el yazısıyla yazıyordu. Sıkıntı ve baskılar Hafız Ali’ye bir çözüm yolu geliştirdi; teneke kutular yaptırmak ve eserleri bunlara koyarak duvarlar içine saklamak. Hafız Ali, yaptırdığı teneke kutulara eliyle yazdığı Risaleleri koyarak duvarlara yerleştirdikten sonra kutuların üzerine tekrar duvar ördü. Bir gün gelecek, elbette duvarlar yıkılacak, eserler meydana çıkacaktı.

www.moraldergisi.com