Etiket arşivi: hür adam

Said Nursi: ‘Sineklerime ilişmeyin!’

Said Nursi’yi bir kez daha tartışıyoruz. Aslında Cumhuriyet tarihi boyunca sık sık merhum Said Nursi gündemimize geldi. Bu sefer de hayatını anlatan “Hür Adam” filmiyle gündemde. Filmi henüz izlemedim. Ancak tartışmaların bir kısmını izleme imkânım oldu. Karşıt görüşlerin, önyargıların ve siyasal argümanların sebep olduğu toz-duman içerisinde, yine bu düşünürümüzü sağlıklı olarak tartışamayacağız diye endişe ediyorum.

Onu sadece siyasi kimliği ve duruşu ile tartışmak, ona büyük bir haksızlık. Ben merhumun kültürümüzdeki Mevlana, Yunus Emre ve çizgisinin çağdaş bir iz düşümü olarak değerlendirilmesi taraftarıyım. O siyasi bir hareketin değil, iman merkezli bir hareketin öncüsü idi. Bu niteliğiyle de sadece bizde değil, tüm dünyada okunuyor ve anlaşılmaya çalışılıyor.

Ben onun kozmik evren anlayışının tartışılmasını isterdim. AVATAR filmi bağlamında tartışılması, hepimize ufuk açardı. Bundan dolayı AVATAR’ın onun gözüyle anlaşılmasını ve yorumlanmasını tercih ederdim. İşte o zaman, tıpkı engizisyon döneminin özgün düşünürleri gibi, fikirleri yüzünden hapishane ve sürgünlerle geçmiş bir hayatı anlayabilirdik.

Nasıl ki, Socrates, Guardino Bruno ve Galileo’yu düşünceleri ve muhalif duruşları yüzünden çektiklerini hatırlamadan anmak ve anlamak mümkün değil, Nursi’yi de bütüncül bir anlayışla ele almak ve anlamak lazım. Zira Nursi’nin en önemli yanı, fikirlerinin derinliği, evrenselliği ve güncelliğidir.

NURSİ’NIN EVRENSELLİĞİ VE GÜNCELLİĞİ

Prof. Erich Fromm, 1960′lı yılların başında felsefe kökenli Müslüman bir öğrencisine “Mevlana’nın çağdaş insan için mesajı nedir? Bize ne verebilir?” diye sorar. Bu soru bir doktora konusu olur ve 1964′te yayımlanır. Amerika en çok okunan kitaplar listesine girer. (Türkçe çevirisi: Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş: Kitabiyat Yay.: Ankara)

Tam da bu bağlamda sormamız lazım:

Said Nursi 21. Yüzyıl’da yaşayan bizlere ne verebilir?

Tartıştığımız konulara nasıl bir katkı yapabilir?

Örneğin, şu sıralar farklı kimlikler ve Anadil konusu gündemin diğer sıcak konularının başında geliyor. Bu konular her tartışıldığında ve “ötekini” inkâr eden, yok sayan “tekçi” anlayışları gördüğümde merhum Nursi hatırıma gelir.

Neden mi?

Açıklamaya çalışayım.

Yıl 1935 ve mevsim güz. Nursi 120 talebesi ile Eskişehir Hapishanesi’nde. Çok ciddi ithamlarla karşı karşıyalar. Zira “îdam kastıyla ve muhakkak sûrette mahkûm edilmesi direktifiyle” haklarında dava açılmış.

Talebeleri tedirgin, ancak mütevekkil! Ancak tüm bunların içerisinde, Nursi bulduğu her kağıt parçası üzerine yazmaya devam ediyor. Bu gün çevreci bir anlayışla çok anlamlı olan “Sinek Risalesi”ni de hücresinde yazmış. Anlaşılan hapishanede sinekler çoğalmış, zaten tecrit ve taciz altındaki mahkûmları, bir de sinekler taciz ediyor. Hapishane idaresi sinekleri öldüren bir ilaç kullanıyor.

Tüm mahkûmların memnuniyetle karşıladığı bu olayı, Nursi şiddetle protesto eder. Bununla da yetinmez; günümüzün tabiriyle tam bir “derin ekoloji” anlayışıyla, sinek risalesini yazar. Eko-sistemde sineğin yeri ve anlamını, İslami bakış açısıyla ortaya koyar.

Ancak, daha sonra bu risalenin yayınlanmasını ve dağıtılmasını yasaklıyor. İnsanın kıymetinin olmadığı, farklı görüşlere tahammül edilmediği bir ortamda yanlış anlaşılmaktan endişe ettiği anlaşılıyor.

SİNEKLERE DOKUNMAYIN

Yıllar sonra bir risaleyi buldum ve okudum. Çevreci bir bakış açısıyla risaleyi okuyunca, AVATAR filminin vermek istediği mesajı daha iyi anladım. Keşke James Camaroon bu küçük risaleyi “önceden görseydi” diye düşündüm.

Toparlarsak; biz hâlâ bin yıldan fazladır birlikte yaşadığımız dindaşlarımıza ve vatandaşlarımıza “ana dilini öğrenme” hakkını çok görürken, Nursi 1930′ların Türkiye’sinde sineklerin hakkını savunuyor. “Küçücük kuşlarıma[sineklerime] ilişmeyin” diye ikaz diyor. Hem de tamamen İslami referanslarla!

Socrates’in ünlü savunmasını hatırlamanın yeridir. O idam ile yargılanırken bile, sadece kendini değil, hemşehrilerinin ruhunu da savunan bir tavırla Atinalılara şöyle sesleniyordu: “Sen ki, dostum, Atinalısın, dünyanın en büyük, kudretiyle, bilgeliğiyle en ünlü şehrinin hemşehrisisin; paraya, şerefe, üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın?

Nursi de Eskişehir Hapishanesi’nde “idam” ile yargılanırken, sadece kendi savunmasını hazırlamıyordu; sinek örneğinden hareketle tüm canlıların yaşam hakkını savunuyordu. Assisi’li Aziz Francis gibi, Mevlana ve Yunus gibi tüm varlıkları “kardeşleri” olarak görüyor ve onların korunmasını talep ediyordu.

Bana göre Said Nursi’nin 130′ü aşkın risalesi içinde en önemli olanı “Sinek Risalesi”dir. Varlığı ve tüm canlıları sevgi, şefkat ve muhabbet temelli kucaklayan bir anlayışı görmek için bu küçük risaleyi okumak yeterlidir.

İşte o zaman, biyolojik çeşitlilik gibi, kültürel çeşitlilik ve farklılıkları da korunması gereken bir zenginlik olarak görebiliriz. Evet, Said Nursi’yi tartışalım; ama yeni ve bütüncül bir anlayışla.

Prof. Dr. İBRAHİM ÖZDEMİR – Gazikent Üniversitesi Rektörü

Yeni Şafak – Yayın Tarihi: 16.01.2011

Hür Adam Said Nursi hakkında yazılası 11. Yazı

Eğip bükmeden söyleyeceğim. Senaryosunun son halini filmden önce okuduğum için Hür Adam hakkında kaygılıydım. Bu kaygımı dostlarımla da paylaştım zaman zaman. Çok şükür, uyarılar dikkate alınmış ki, kaygılandığım detaylar büyük oranda kaldırılmış. Ancak Üstadın ağzına konulan aşırı Türklük vurgusu rahatsız edici. Ayrıca, Risale okumamışların yazdığı diyaloglarda “Allah her şeyi yapar” gibi tuhaf sözleri de şık durmamış. M. Kemal’in ölmeden önce söylediği rivayet edilen beyanatının filmde hiç yeri yok. Hele de zındıka komitesi merkezli ilerleyen bir senaryo da bana göre öncelikli değil. Filmin güzelliği eksiklerinden çok çok fazla…

Şüphesiz ki, eksiksiz ve kusursuz bir film olmayacak Üstad hakkında. Üstad’ın gerçek performansına bir filmin erişmesini beklemek hakkımız değil. Bir filmin Üstad’ın gerçek kişiliğini temsil etmesi de haddi değil.

Gelin şimdi burada bir şeyi normalleştirelim. Filmler bir sanat eseridir. Bir insandan çıkan her eser tartışılabilir. Nihai tahlilde, konusu Üstad da olsa, ter dökülmüş bir film var orta yerde. Birkaç dakikalık çekime günlerini ayırmış bir adam olarak bu konudaki emeğe saygısızlık edecek son adamım ben. Ama orta yerde tartışılacak bir film de var. Hakkında ileri geri konuşulabilir bir ürün bu. Eleştirenler kadar eleştirilenler de edep dairesinde kalmalı.

Bu filmi nurcular yapmadı. Nurcular yapsa bile Nurculuk adına yapılmadı. Ağabeylerden onay almış diye filmler kutsanmaz. Ağabeylere sorulmadı diye de aşağılanmaz. Bir sinema filmini ve inşaallah bundan sonra yapılacakları da nurculuğun fonksiyonu olarak görmemeyi öğrenmemiz gerek. Bu bakış hem nurculuğu üzerine düşecek haksız gölgelerden kurtarır hem de yeni yapımcıların işini kolaylaştırır.

Öncelikli derdimiz Üstad’ın incelikli söylemini ortaya koymaktır. Varlığa bakışını dik tutmak olmalıdır. Hapishanede ne kadar üşüdüğü kadar, o hapishanelerden ebedi müjdeler sunan Meyve Risalesi’ni, Otuzuncu Lem’â’yı nasıl da sımsıcak çıkarabildiği üzerinde düşünmemiz gerek.

Üstad’ın kişisel ve siyasal portresi Üstad’ın da öncelediği bir konu değil… Ancak gereksiz de değil. Bu açıdan bakıldığında Üstad bir senaryonun konusu değil, binlerce senaryonun konusudur. Üstad’ı bir “kul adam” olarak düşündüğümüzde, Üstad senaryo konusu değil, senaryo yazarıdır. Bir geçmiş dönem kahramanı hiç değil; aksine şimdiye ve geleceğe dair bakışları inşa eden senaryoların yazıcısıdır.  Hatırlayacağımız adam değil, geleceği inşa eden, önümüz sıra yürüyen adamdır. Sadece Haşir Risalesi’nden onlarca gelecek senaryosu çıkar. Sadece Hastalar Risalesi ve İhtiyarlar Risalesi’nden yüzlerce dramaya ateşli diyaloglar devşirilir. Daha neler neler!

Bir kişiliği somutlaştırmanın en az iki sonucu vardır. Birincisi ve tehlikelisi, onu taşıyamayacak bir figüre oturtursunuz ki, onun itibarını kredi olarak kullanır ve tüketirsiniz. (Bir zamanlar TGRT’nin acemice yaptığı evliya filmleri gibi) İkincisi ve güzeli ise, unutulmuş  ve susturulmuş iç acılarını ve mesajlarını günün ortasına taşı(r)mış olursunuz. Bu ikincisini yapabilmek için her zaman birinci tehlikeyi göze almak gerekmiştir. Üstad’ın kişiliği için böyle bir tehlike apaçık ortadadır. Ellerine sağlık ki Tanrısever ve ekibi bu tehlikeyi olabildiğince savuşturmaya çalışmışlar.

Bir dava adamının portresini konu alan yapımın dolaylı sonucu ise,  dava adamının bu yapımı üretenlerin sosyal ve siyasal duruşlarına endekslenmesidir. Yani, Said Nursi’nin birilerinin adamı sanılacak olmasıdır. Mehmet Tanrısever’in cemaat dışı olması bu açıdan avantaj. Dediğine göre, Hocaefendi’nin kendisine dair ithafı kaldırmasını rica etmesi çok yerinde olmuş. Ancak Mehmet ağabeyimiz güncel tartışmaların içine çekildikçe bu tehlike artıyor gibi… Dikkat gerekiyor. Bence Mehmet ağabeyimizin susması gerekiyor.

Bir başka tehlike ise, saf Nur Talebelerinin Üstad’ı bir tarihsel kahraman olarak “bizimleştirmesi”. İşte bu Üstad’ı hiç istemediği bir yere oturtur. İlk olarak taraftarlıkların konusu eder Üstad’ı ki, imana dair gündemine muhtaç olan sair cemaat üyelerinin Risale’ye erişimine engel olur. İkincisi, Üstad’ı türbeleştirir ki, Risale-i Nur’un gündemini ikinci plana iter. Oysa Üstad, Kur’ân gündemi adına kendi şahsiyetini itinayla geri çekmiştir.

Filmden kim neyi anladıysa, öncelikle bilmesi gerek ki, nurculuk bir halk hareketidir. Nurculuk, bir sivil duruştur, duru bakıştır. Bir bloğa yaslanamaz. Herhangi bir siyasi duruşa kilitlenemez. Ancak siyasi tavırsız olacak kadar da tepkisiz, kimliksiz, kaygısız ve amorf değildir.Rejimle ve sistemle uzlaşı yolu aramaz; müstağnidir. Ancak anarşistlik etmeyelim diye de sistemle dans etmeye kalkmaz. Müdanaasızdır. Üstad’ın adını ve talebelerinin mesleğini, en çok sakındığı “ücret istemek”le lanse etmek de kimsenin hakkı değildir. Said Nursi, herkese aittir. Herkesin Risale-i Nur’da ve Üstad’da hakkı vardır. Nur talebelerinin herkese, her kesime, her cemaate söyleyeceği sözü vardır. Çünkü gündemleri imandır. İman ise herkesin ekmeği ve suyudur.

Film ve film etrafındaki tartışmaların Üstad’ı ve onun en çok üzerinde titrediği Risale-i Nur’u popüler ve gündemde olan “cemaat” söylemine yaslamasından kaygılıyım. Buna tepki olarak Nur Talebelerinin defilme gelen eleştirileri Üstad’a gelen eleştiriler olarak algılayıp bir filmin taraftarlığına soyunmalarını ya da teşvik edilmelerini arzu etmem. Nur talebelerinin filme olan rağbeti Üstad’a olan rağbete eşitlemeleri yanıltıcı olabilir. Dediğim gibi, ne Üstad bir filmden ibarettir ne filme dair eleştiriler Üstad’ın kendisine yöneliktir. Üstad’ı çekemeyen de laf edebilir filme, Üstad adına kaygılanan da laf edebilir. Birincisi ne kadar göze alınırsa ikincisi de o kadar göz ardı edilmemeli.

Sonuç olarak, Mehmet Tanrısever iyi bir iş yaptı. Üstad’ı herkesin gündemine taşıdı.  Şüphesiz bu sadece Tanrısever’in ve filminin başarısı değil. Bu filme konu olan Üstad’ın duru ve lekesiz hayatının armağanıdır. Bu filmde canlandırılmaya çalışılmış ama gerçekte çok daha mahzun ve yürek parçalayıcı olan Nur kahramanlarının sessiz çığlıklarının yankısıdır.

Asıl film yüreğimizde yıllardır gösterimde… Bu gösterime katkıda bulunan herkes teşekkürü hak ediyor, her emek hürmeti hak ediyor.

Yeni gösterimlerde buluşmak üzere…

Senai Demirci

Vakit, Bediüzzaman’ı anlama ve helalleşme vaktidir!

“Hür Adam” filminden dolayı zaman zaman televizyonlarda tartışma konularına rastlıyoruz. Lehte-aleyhte konuşmalar yapılıyor. Lehteki konuşmaların bir çoğu yetersiz. Alayhte yapılan konuşmaların hepsi yanlış. Aleyhte konuşanların bir kısmı Bediüzzaman’ın cahili. Bediüzzaman’ı tanımıyorlar. Bir kısmı dünyevî menfaatlerini aşıp gerçeğe yanaşamıyorlar; korkuyorlar. Bir kısmı da düşman; kin kusuyorlar. Allah, Bediüzzaman’ın cahili olanlara, Bediüzaman’ın âlimi olmayı, üç kuruşluk dünya menfaatleri ellerinden gider diye korkanlara cesur ve samimi olmayı, kasıtlı olanlara da hidayete ermeyi nasip eylesin.

Bediüzzaman bu ülkenin bir gerçeği, aynı zamanda Müslüman camianın vazgeçilmez bir değeridir. Bediüzzaman, nuruyla asrını aydınlatan, başlattığı olumlu iman hareketiyle de çağını çalkalayan bir insandır. O, tam bir Kur’an hizmetkârı ve tam bir Hz. Muhammed (s.a.v) sevdalısıdır.

Onun tek derdi vardı. “Milletinin imanını selamette görmek.” Bunun için değil idam sehpaları, takipler, sürgünler, zindanlar, zehirler, hapisler, tecrid-i mutlaklar; kendi ifadesiyle cehennemin alevleri içinde yanmaya bile razıydı.

O öyle bir Kur’an sevdalısı idi ki: “Kurân’ımız yer yüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem!” diyordu. O öyle bir Hz. Muhammed (s.a.v) sevdalısı idi ki, Onu “kâinatın ruhu”, Kur’an-ı Münezzeli de “dünyanın aklı” görüyordu. Kur’an, dünyadan gitse, dünyanın delirip çıldıracağına, Peygamber ve ahlakı kâinattan çekilse kâinatın vefat edeceğine inanıyordu.

ONUN DAVASI

Onun davası, kendisine çelme atan dar düşüncelerle uğraşacak kadar basit ve küçük değildi. O, kâinat çapında büyük bir davanın, İslam ve Kur’an davasının dellalı idi. Ki bu dava Allah’ın davası idi. Bu dava son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v) davası idi. Kendisi de son Peygamber’in varisi, vekili ve son asrın mebûsuydu. Bunun dışındaki görevler ona dar gelirdi. Onun içindir ki kendisine sus payı olarak teklif edilen milletvekilliği görevini, şark genel vaizliği görevini ve benzeri yüksek maaşlı görevleri kabul etmedi. Tanelerini “cumhuriyetçi” dediği karıncalara verdiği çorbasıyla yetindi, kimsenin minnetini çekmedi. Dine hizmetin karşılığında ne halktan ve ne de devletten bir şey almadı. Daru’l-Hikmet’in üyesi iken aldığı birkaç maaşı da yine millete harcadı.

Dinim beni, Müslüman olmayan birine saygı göstermekten men ediyor diyerek esirken Rus baş kumandanına ayağa kalkmaması, Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse, yoluna gitse halifedir; biz de onun emirlerine itaat ederiz. Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler padişah da olsa haydutturlar!demesi, davasına sadakatinden ve görevinin büyüklüğünden kaynaklanıyordu.

O, İKTİDARI ELE GEÇİRME MÜCADELESİ VERMEDİ.

O, koltuk kapma ve iktidarı ele geçirme mücadelesi vermedi. Çünkü o biliyordu ki, dünyevî makamlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.O, insanları imansızlık ve dinsizlik azabından kurtarma mücadelesi verdi. O, bütün mesaisini imanları kurtarmaya hasretti.

İman insanı insan eder, belki de sultan eder.” “İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” “Dinsiz dünyada hayır yoktur.diyordu. Onun hedefinde dünyaya dini anlatmak ve imanın güzelliklerini sunmak vardı. Bunun için “ikna ve irşad” yolunu, “müsbet hareket” tarzını seçti. Silaha ve şiddete davet edenlere karşı çıktı. Kalemi eline aldı, düşündüklerini kitaplaştırdı. 6000 sayfalık Nur Külliyatını miras bıraktı.

Kimse onun ölmekle işinin bittiğini sanmasın. O hayatta iken bile “Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur, konuşan yalnız hakikattır.” diyor, kitaplarındaki ölmez hakikatı ve o hakikatın kaynağı olan Kur’an’ı hedef gösteriyordu. Kur’an var olduğu ve Onun tefsiri Risal-i Nur okunduğu müddetçe Bediüzzaman hep etkili olmaya ve olumlu inkılaplar yapmaya, dünyanın çehresini güzelleştirmeye devam edecektir.

Onun miras bıraktığı kitaplarda öyle bir cezbe ve cazibe var ki, onları okuyanlar ve anlayanlar hayran oluyor, bir daha da bırakamıyorlar.

Diyordu ki: Hayatınızın lezzetini ve zevkini istiyorsanız, hayatınızı imanla hayatlandırınız, Allah’ın emirleri olan farzlarla süsleyiniz, günahlardan uzak durmakla da koruyunuz.

Makam ve mevkide gözü yoktu. İktidar, makam ve mevkiler kimin olursa olsun, yeter ki iktidarda olanlar, bu milletin değerlerini incitmesin, iman esaslarını sarsmasın, ahlakını dejenere etmesin, yüzünü kıbleden çevirip Batı’ya ve Kuzeye dönmesin, diyordu.

SKOLASTİK BATAKLIĞINA SAPLANMIŞ BİR MEDRESE HOCASI DEĞİLDİ

Bediüzzaman,beni skolastik bataklığına saplanmış bir medrese hocası mı zannediyorlar? Ben modern çağın fen ve felsefesini tahsil ettim”, “eski hal, muhal, ya yeni hal, ya da izmihlal!diyor, her türlü gelişmeye, bilim ve teknolojiye açık bir şahsiyet olduğunu ilan ediyordu. Bediüzzaman da yenilenmeden yanaydı ama mukaddes değerlerden uzaklaşarak yenilenmeyi kabul etmiyordu.

O, medeniyet fenlerini aklın nuru, din ilimlerini de kalbin ışığı görüyordu. İkisinin harmanlanmasından hakikat tecelli eder, öğrencinin gayreti harekete geçer. Bunları birbirinden ayırırsanız, din ilimleriyle meşgul olanlarda taassup, fen ilimleriyle meşgul olanlarda da hile ve şüphe görülür.” diyordu. Bunu demekle kalmadı, etkili ve yetkililerden bu iki tür ilmin beraber okutulacağı okulların açılmasını istedi. Çünkü bir insan ancak, akıl-kalb, din-fen beraberliği ile kâmil insan olabilirdi.

O, dindar bir cumhuriyetten, dindar bir medeniyetten, dindar bir bilim zihniyetinden, dindar bir ahlaktan, dindar bir hayattan yanaydı. Bu haliyle o, kökü mazide olan bir ati idi. Bir ayağı dine bağlı, diğer ayağıyla dünyayı dolaşan bir seyyah, hür ve dindar bir cumhuriyetçi idi.

BEDİÜZZAMAN, SIRA DIŞI BİR İNSANDI.

Onu sıradan biri olarak görenler hep yanıldılar, yanılırlar. O sıra dışıdır. Giyimiyle, kuşamıyla, mücadelesiyle, duası, namazı, evrad u ezkârı, ilmi, orijinal fikirleri ve bıraktığı eserleri, mertliği ve yiğitliği ile sıra dışıdır.

Bir ara siyasete sıcak bakmasıyla, sonra da siyasetin şeytanı melek, meleği şeytan gösteren dejenerasyonunu görerek siyasetten çekilmesiyle sıra dışıdır.

Kurtuluş Savaş’ından önce Kuvay-ı Milliyeyi desteklemesiyle, Kurtuluş Savaş’ından sonra yanlışlar yapmaya hazırlanır gördüğü Ankara’yı, meclis reisini ve o devrin milletvekillerini uyarmasıyla sıra dışıdır.

Hayatının 30 yılını sürgünde, hapiste, zindanda ve tecrid-i mutlakta geçirmesine, defalarca öldürücü zehirle zehirlenmesine ve en ağır muamelelere maruz kalmasına rağmen şiddete  tenezzül etmemesiyle, hattâ şiddete çağıranlara: “Bin yıl İslamiyete hizmet etmiş bir milletin evlatlarına kılıç çekilmez, o yol yanlıştır.” diyerek şiddet yanlılarını uyarmasıyla sıra dışıdır. Kendisine en ağır ve haksız muameleleri reva görenlere hakkını helal etmesiyle sıra dışıdır.

Bir taraftan at üstünde Ruslara karşı vatan savunması yaparken, bir taraftan da tefsircilere örnek olacak İşârâtü’l-İ’caz adındaki tefsirini savaş hengamesinde kaleme almasıyla sıra dışıdır. Savaş sırasında Ermeni gibi gayr-i müslim çocukların öldürülmesine karşı çıkmasıyla sıra dışıdır.

“Düşüncelerini mutlaka İslam’ın temel eserlerine dayandırmasıyla, köklerine bağlı bir alim portresi çizmesiyle, yaşadığı dönemde modern bilimi dışlayan medrese eğitimini şiddetle eleştirmesiyle, dini ve modern bilimleri birlikte ele alan üniversite projesini dönemin sultanlarına taşımasıyla” sıra dışıdır.

Her Müslüman’ın her sıfat (ve eylemi) Müslüman olmadığı gibi; her kâfirin de her sıfat ve sanatı kâfir olmaz. Binaenaleyh, Müslüman bir sıfat ve sanat (kâfirin elinde de olsa) güzel bulup almak neden caiz olmasın? diyerek kâfirin elinden alınabilecek güzel şeyler olabileceği gibi; nefse ve şeytana uyan bir Müslüman’ın elinden de çirkin işler çıkacağına dikkat çekmesiyle sıra dışıdır.

Namüsait şartlar altında kitaplar kaleme alan, okuyucusunun kafasındaki bütün tereddüt ve şüpheleri gideren, tekrar tekrar okunmasına rağmen usandırmayan 6000 sayfalık  bir eser külliyatı ortaya koymasıyla sıra dışıdır.

Halk tabakalarının her kesiminden müntesiplerinin olmasıyla, Kur’an’ın etrafında en kalabalık cemaat oluşturmasıyla, en çok okunan ve dünya dillerine çevrilen kitaplar yazmasıyla, sıradan insanları aydın yapması ve alimleştirmesi, alimleri kendine hayran bırakmasıyla sıra dışıdır.

Asrımıza düşmüş bir sahabi tavrı ve duruşuyla, medenilere karşı seçmiş olduğu mücadele tarzı olarak “ikna” usulünü ve üslubunu seçmesiyle, Peygamberimizin ahlakına, çilesine, affına, gönülleri fethedişine ve başarısına benzer ahlakı, çilesi, affı, gönülleri feth edişi ve başarısıyla sıra dışıdır.

Böyle bir insan çok nadir yetişir. Böyle bir insanın bizim ülkemizden çıkması Allah’ın bir lutfu, belki de mazide İslamiyet’e hizmet etmiş bir milletin torunlarına Allah’ın bir mükâfatıdır. Bu nimet ve mükâfat küfre ve küfrana değil, şükre ve şükrana layıktır.

VAKİT, BEDİÜZZAMAN’LA HELALLEŞME VAKTİDİR

Efendiler! Kavga zamanı geçti. Şimdi Bediüzzaman’ı anlama, bu mazlum ve mağdur insandan özür dileme, onunla helalleşme dönemindeyiz. Allah’a şükür ve ona teşekkür borcumuz vardır.

Şimdi, onun eserlerini okuyarak imanı ve imanları kurtarma zamanıdır.

Şimdi, Peygamberi öldürmeye giden, gittiği yolda Kur’an’dan duyduğu ayetlerle kendisinin gezen bir ölü olduğunu anlayan, kılıcı kınına sokup Peygamber’in huzuruna çıkan, geçmişinden utanan, mazisine ağlayan, Efendiler Efendisi’nden özür dileyen ve Onun huzurunda dirilen, Ömer gibi olma zamanıdır. Yevmülfasl ve yevmülhak gelmeden, ölüm sekeratı uyandırmadan önce uyanma ve Bediüzzman’la helalleşme vaktidir.

Ölüm haberi gelmeden / Azrail hamle kılmadan

Can bedenden ayrılmadan /Gel gidelim Dost’a gönül.

“Hür Adam”da buluşma dileklerimle!…

Vehbi Karakaş
Kaynak: Risale Haber

İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et

Said Nursî, altmış beş sene evvel Van’da Vali Tahir Paşanın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekât Nazırının İngiliz Meclis-i Meb’usanında elinde Kur’ân’ı göstererek, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız, veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır.

Kur’ân’ın bir mucize olduğunu ispat ederek her tarafa neşretmek ve kâfirleri tam susturmak ister, buna kat’î karar verir. Van’da bulunduğu on beş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı seksenden ziyade kitabı ezbere devrettiği gibi, âlem-i İslâmın hal-i hazırda durumu hakkında da gerekli her türlü malûmatı elde eder.

Nazirsiz bir allâme olan Bediüzzaman, daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi, sair emsalleri fevkinde, kendisine ayrıca hikmet-i Kur’âniye talim edilmişti. Kendisi, asr-ı hâzırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur’ân’ın mucize olduğunu ispat ve herkesi ikna edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu.

Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhuru, kudret-i İlâhiyeyi açıkça gösterdiği gibi; maddî hiçbir kuvvete sahip olmayan, bilâkis mazlum ve bir nevi elleri, kolları bağlı bir vaziyette Bediüzzaman’ın çekirdek-misal hayatı ve hizmetiyle tarihin en dehşetli bir devrinde hem Anadolu, hem âlem-i İslâm, hem dünyanın ekserîsine de maddeten tesir edecek ve zihniyetlerini değiştirecek mânevî, küllî ve cihanşümûl bir inkişafın zuhuru, aynen bir kudret-i mutlaka ve istihdam-ı İlâhî ve sevk-i Rabbanî ile olduğu akla ve kalbe görünmektedir.

Filhakika, bir eserinde tahdis-i nimet suretinde hizmet-i imaniyeye ait inayet-i İlâhiyeden bahsederken şöyle der:

Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.

Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.

Mektûbat

Bediüzzaman’ın mektubunun anlamı

Türkiye hâlâ Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu muhakeme çerçevesini müzakere ediyor. Din-Devlet-Toplum ilişkilerindeki tartışma da bu eksende. 88 yıl sonra bile bu değerlendirmeler ihmal edilemez bir ehemmiyet taşıyor.

Bediüzzaman Said Nursi’nin “Duacınız Said-i Kürdi” imzasıyla 23 Kasım 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı ve “Çok mühim bir mektup” notu düşülerek Cumhurbaşkanlığı Arşivinde saklanan bir mektup, Güntay Şimşek tarafından Habertürk gazetesinde yayımlandı.

Bediüzzaman’ın mektubu, “Ey şanlı Gazi” hitabından sonra, temsili sorumluluğundan yola çıkarak, “İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, bir meselede 10 sözünü, tavsiyesini birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum” ifadesiyle başlıyor.

Mektubun hemen girişine, “İnessalate kanet alel mü’minine kitaben mevkuta – Şüphesiz namaz belli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.” (Nisa Suresi , 103) ayeti konmuş.

Sonra 10 tavsiye geliyor. Mektubun özü, “namaz ve hayatın İslam ölçülerine göre tanzimi” etrafında şekillenmiş.

Mektuba bugünden baktığımızda, onda, bir İslam âliminin, bir devlet reisine -ki, o dönemde Mustafa Kemal Paşa, mutlak iktidar sahibi bir konumdadır – yönelik ikaz üslubunun  çerçevesini görmekteyiz. Mektup aynı zamanda, Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet reisine İslam’la ilgili bir hatırlatmada bulunmanın yadırganmadığını ortaya koyması bakımından ilginçtir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu mektubundan bazı bölümleri sizlerle paylaşmak ve kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Şu hatırlatmaları yapıyor Bediüzzaman Hazretleri, Mustafa Kemal Paşa’ya:

1 ) Allah’ın verdiği olağanüstü bu başarılar, bir teşekkür ister ki sürekli olsun, artmaya devam etsin. Eğer nimet, şükür görmezse gider. Madem Allah’ın yardımıyla Kuran’ı düşmanın saldırılarından kurtardınız, Kuran’ın en açık ve kesin emri olan “namaz” gibi farzları yerine getirmeniz gerekir. Böylece namazın feyzi (ilmi, bolluğu, hazzı) şahane işleriniz için sürekli bir şekilde üstünüzde olsun ve devam etsin.

2 ) İslam dünyasını mutlu ettiniz, sevgilerini ve yakın ilgilerini kazandınız. Ancak o yakın ilgi, alaka ve sevginin devamlılığı, İslami yaşamın gereklerini yerine getirmekle olur. Çünkü Müslümanlar, İslamiyet adına sizi severler. Siz de İslami yaşantınızla ahretinizi güçlendirin ve İslamiyet’e bağlılığınızı ortaya koyunuz.

3 ) Başta yüce şahsiyetiniz olmak üzere siz ve silah arkadaşlarınız olan kahramanlar, bu dünyada Allah dostları (evliyaullah) hükmünde olan gazi ve şehitlere komutanlık ettiniz. Kuran’ın kesin emirlerini uygulamak ve uygulatmakla öteki âlemde de nurlu gruba önder olmaya çalışmak, sizin gibi büyük yardıma mazhar olanlara layıktır. Aksi takdirde burada kumandanken orada bir neferden yardım dilenme zorunda kalabilirsiniz.

4 ) Bu milletin Müslüman toplulukları, o kadar ki bir cemaat namazsız kalsa, sapkın günahkâr olsa bile yine de başlarındakini dini bütün görmek ister. Hatta bütün Kürdistan’da, görev verilen tüm memurlara yönelik ilk önce sorulan soru şudur: “Acaba namaz kılıyor mu?” Namaz kılan memura kesinlikle güvenirler, kılmayan memur da ne kadar başarılı ve etkili olsa bile onlara göre suçludur. Bir zamanlar “Beytüşşebap” aşiretlerinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya (hırsız, haydut) idiler.

5 ) …Doğu’yu ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir. Doğu’yu uyandırdınız, hak ettiği yere getirdiniz, o halde tabiatına uygun davranınız. Aksi halde bütün emeğiniz ya boşa gider veya başarılarınız çok yüzeysel kalır.

6 ) …İttihatçılar o kadar harika, gayretli, istikrarlı olmalarına ve fedakârlık göstermelerine rağmen, hatta İslam’ın uyanışına sebep oldukları halde, dinde kısmen laubalilik tavrı gösterdikleri için içerideki millet onlardan nefret etti ve değersiz görüldüler.

7 ) ….İslâm âlemi içinde önemli ve devrim niteliğinde bir iş yapmak, ancak İslamiyet’in kurallarına teslimiyetle mümkün olabilir. Aksi olamaz ve olmamıştır. Olsa dahi kısa sürede sönüp gitmiştir.

8 ) ….Napolyon’a değil belki Selahaddin-i Eyyubi gibi İslâm kahramanlarına tabi olmanız gerekir.

9 ) Sizin bu başarınızı, yüce hizmetinizi takdir eden ve sizi canı gönülden sevenlerin çoğunluğu inananlardır ve özellikle halk tabakasıdır ki, bunlar da sağlam Müslüman’dırlar……. Siz dahi Kuran’ın emirlerini uygulayıp, onlara bağlanıp dayanmanız, İslam’ın yararı adına gereklidir. Yoksa İslamiyet’ten soyutlanmış olan bedbaht, milliyetsiz Avrupa düşkünü, Batı taklitçilerini Müslüman halka tercih etmek İslam’ın yararına aykırı olduğundan İslam âlemi bakışını başka tarafa çevirmeye ve başkasından yardım istemeye mecbur kalacaktır.

10 ) ….Bu büyük inkılabın temel taşlarının sağlam olması gerekir. Bilirsiniz ki ebedi düşmanlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın gerekliliklerini tahrip ediyorlar. Öyle ise mecburi göreviniz İslam’ın gerekliliklerini yaşatmak ve korumaktır. İslam’ın değerlerini hafife alma, milletin zayıflığını gösterir, zayıflık ise düşmanı durdurmaz, bilakis cesaretlendirir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin mektubu “Hasbunallahu ve ni’me’lvekîl, ni’me’l-mevlâ ve ni’me’nnasîr – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” (Al-i İmran Suresi, 173). O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır” (Enfal Suresi, 40)  ayetleri ile bitiyor. Mektubun altında  “Duacınız Said-i Kürdi” imzası var.

Neyi hatırlatıyor bir İslam âlimi, kudretli bir devlet yöneticisine, onları alt alta sıralamakta yarar görüyorum:

Namaza itina etmek. Muhakemesi şöyle: Madem Kur’an’ı saldırılardan kurtardınız, öyleyse onun üzerinde en hassas şekilde durduğu namaza da itina edin. Ki namazın bereketi üzerinize yağsın.

Müslümanca yaşamaya itina etmek. Muhakemesi şöyle: İslam dünyasını sevindirdiniz, onlar sizi İslam’a göre yaşadığınız için severler. Öyleyse hayatınızda İslami ölçülere riayet ediniz.

Kur’an ahkamına riayet etmek, ettirmek. Muhakemesi şöyle: Siz bu dünyada şehitlere gazilere komutanlık yaptınız. Kur’an ahkamına riayet etmezseniz, ahirette, erlerden yardım istemek zorunda kalabilirsiniz.

Kürtlere namazlı niyazlı yönetici göndermek. Muhakemesi şöyle: Kürtler, kendileri namaz kılmıyor, hatta sapkın ve günahkâr olsalar bile yöneticilerinin namaz kılmasını önemserler. Kürtlerle doğru iletişim kurmak için buna önem vermek gerekir. Doğu’yu ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir.

İttihatçılara benzememek. Muhakeme şöyle: Onlar da büyük fedakârlık sahibi idiler, ancak dinde laubalilikleri sebebiyle halk onları sevmedi. Halk tarafından sevilmek istiyorsanız, dinde laubali olmayın.

İslam’dan yola çıkmak: Muhakeme şöyle: İslam dünyasında bir büyük hizmet üretmek istiyorsanız, İslam’dan yola çıkmalısınız. O zaman halk sizi destekler. Bu noktada, Napolyon gibi bir Batılı lideri örnek almak yerine, Selahaddin-i Eyyubi gibi bir İslam komutanını örnek almak gerekir.

Müslüman halka dayanmak. Muhakemesi şöyle: Sizi canı gönülden seven ve destekleyenler halk tabakasıdır, onlar da inançlı Müslümanlardır, bundan dolayı, siz de onların desteğini önemseyin, Avrupa düşkünü kesimlere yönelmeyin, öyle yaparsanız halk sizden soğur.

Sağlam bir inkılap için İslam gerekli. Muhakemesi şöyle: Büyük bir inkılap için sağlam temel taşlarına ihtiyaç vardır. Ebedi düşmanlarınız, İslâm’ın gerekliliklerini tahrip ediyorlar. Öyle ise sizin İslam’ın gereklerini yaşatmanız ve korumanız gerekir. İslam’ın değerlerini hafife alma, milletin zayıflığını gösterir, zayıflık ise düşmanı durdurmaz, bilakis cesaretlendirir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Mustafa Kemal Paşa’ya ilettiği düşüncelerin kendi içinde bir mantığı var.

Bunlar, büyük ölçüde Müslümanlık coşkusunun iştirakiyle yürüyen Millî Mücadele sonrasında, Türkiye’nin yeni yol arayışında, büyük bir özgüven içinde ifade edilebilen düşünceler.

Türkiye hâlâ, bu eksende tartışmalar yaşıyor. Ve bir anlamda Bediüzzaman Hazretleri’nin ortaya koyduğu muhakeme çerçevesini müzakere ediyor. Din – Devlet – Toplum ilişkilerindeki tartışma da bu eksende, Kürt sorunu çerçevesindeki tartışma da bu eksende…

Doğrusu ben, aradan geçen 88 yıldan sonra bile, bu değerlendirmelerin ihmal edilemez bir ehemmiyet taşıdığı inancındayım.

Ahmet Taşgetiren

Kaynak: Aksiyon Dergisi