Etiket arşivi: hürrem sultan

Tarihin Eskitemediği Hürrem Mektupları

Evlilik ilişkisinde erkek sorgulanamaz ama kadın da sorgulanamaz. Bakın; sormak başkadır, sorgulamak başkadır. Fikrini söylemek başkadır, yargılamak başkadır.

Yargılama ve sorgulama içeren sözlerden seçmeler sunuyorum size: (tavırlı ve buyurgan ses tonuyla) “Saat kaç oldu, nerede kaldın bu saate kadar?” “Telefonla o kadar kiminle görüşüyorsun sen bakayım?” “Bu kadar parayı kime harcadın?” vs.

Bu cümleleri erkek nasıl algılıyor diye hiç düşündünüz mü? Erkeğin bir sözünü kadın nasıl algılıyor diye tüm bunları açıklarken, bir de kadının sözleri erkek tarafından nasıl algılanıyor, buna bakalım şimdi.

Kadın erkeğe bağırıp kızdığında, kadın erkeği yargılayıp suçladığında erkek bilinçaltı sistemi yerle bir oluyor. Ana Yazılım sistemi çöküyor. Erkek ne yapacağını şaşırıyor. Çünkü yukarıdaki ve benzeri kadın sözleri erkek tarafından; “Sen güvenilmez, geri zekâlının birisin”, “Sana güvenmiyorum, her türlü kötülüğü yapacak alçağın tekisin!”, “Senden adam olmaz, zaten adam değilsin”, “Sen kadın düşkünü, sapığın tekisin!”, “Sende aile sorumluluğu diye bir şey yok!” şeklinde algılanıyor ne yazık ki.

Böylesine yargılanan, suçlanan, ötelenen erkekten artık hayır gelmeyecektir. Çünkü müdahale doğrudan Erkeklik Ana Yazılımını hedef almıştır. Ve saldırı başarıyla sonuçlanır: Erkeğin sistemi çöker.

İşte eşlerimizi bu şekilde biz kendi ellerimizle, kendi dillerimizle patolojik yapıyoruz. Hasta ediyoruz. Oysa şifa veren sözleri söylemek de elimizdeyken…

Tüm bunların aksine, erkek özerktir dedik. Özerklik duygusunu erkeğe yaşatacak olan yeryüzündeki tek varlık sadece ve sadece kadındır, kadınıdır, eşidir, sevdiği kadınıdır. Evlilik bu yüzden vardır. Yukarıda örneklerini verdiğim olumsuz kadın sözleri, erkeğin özerklik duygusunu çok zedeler. Hatta erkek, özerkliğinin tehlikeye düştüğü algısıyla evden uzaklaşmak ister. Al sana evden soğutulan erkek modeli. Hayırlı olsun…

Özerklik duygusu onaylanan erkek, evini çok sevecektir. Çünkü iş yerinde ve sosyal yaşamda ne kadar sorun yaşarsa yaşasın, evinde bir nevi yarı imparatordur. Her imparator da en çok sarayında mutludur. Kadın okurlarım özellikle buraya çok dikkat etsinler ki; evini seven erkek karısını da seviyor demektir. Tersini de siz düşünün, olmaz mı?

Kadınların Ana Yazılımında var olan “oyun kabiliyeti” bu maslahat için verilmiştir. Bu ne demek şimdi?

 

Tarihimizden Bir Aşk Manzarası

Tarihimizde oyun, entrika, zekâ, cesaret ve ihtirasıyla nam salmış bir Hürrem Sultanımız var. Padişah Kanuni, Hürrem Sultan’dan olma oğullarından olan Beyazıt’ı bir iç karışıklık nedeniyle öldürmeye karar verir. Hürrem Sultan, oğlunu kurtarmak için Kanuni’ye “Sen ne biçim babasın, nasıl olur da oğlunu öldürmeyi düşünürsün?” demek yerine, “Yüksek ruhlarda kin barınmaz, sen yüksek ruhlu bir insansın. Affet oğlunu,” der.
Kanuni de bu sözlerden etkilenerek Beyazıt’ı affeder. Yani Hürrem Sultan, Kanuni’nin olumlu özelliklerini ön plana çıkararak, beklenmedik bir şekilde onun kararını değiştirmeyi başarır. Aslında Hürrem’in yaptığı, Kanuni’nin özerklik duygularını okşamasıydı.

Hürrem Sultan, bildiğiniz üzere, Osmanlı tarihinde inanılmaz derecede etkili bir kadındır. Bu etkisinin nedeni ise Kanuni’yi kendisine âşık etmeyi başarmasıdır. Koskoca Kanuni, Hürrem karşısında basireti bağlanmış, sıradan bir insan olmuştur bazı zamanlarda. Şehzade Mustafa ve Pargalı İbrahim Paşa’nın öldürülmesinde baş aktör kuşkusuz Hürrem’dir. Bırakın Kanuni’yi, Osmanlı İmparatorluğu’nu ve tüm siyasetini derinden etkileyen bu kadının aslında kendisi de Kanuni’ye âşıktır. Ve aslında aşkını hatta hayat-ı bekasını korumak için inanılmaz entrikaları sahneye koyan çok güçlü bir kadındır. Tarihi kaynaklarına göre güzel bir kadın dahi olmayan, hatta çirkin bir kadın olan Hürrem Sultan tüm bunları nasıl başarmıştı?

Kanuni sefere gittiğinde hâliyle birbirlerinden aylarca uzak kalırlardı. Bu uzun ayrılıklarda mektuplaşırlardı. Yine uzun bir sefer sırasında Hürrem, seferdeki Kanuni’ye mektup yazar. İşte bu mektuptan bir kesit:

“(…) Sana kavuşabilmek için sabahlara kadar dua etmekteyim. Biliyorum, şu an Allah adına seferdesin. Zafer kazanmak ve cihadı yüceltmek için yollardasın. Muvaffak olmanı dilerim. Fakat sana kavuşmak en büyük dileğimdir. Sen; gamlı, kederli yüreğimin tek ilacısın. (…)

(…) Yüzümü yere koyup kutsal ayağınızın bastığı toprağı öptükten sonra, benim devletimin güneşi ve sermayesi sultanım, eğer bu ayrılığın ateşine yanmış ciğeri kebap, göğsü harap, gözü yaş dolu, gecesini gündüzünden ayırt edemeyen, özlem denizine düşmüş, çaresiz, aşkınız ile divane, Ferhat ile Mecnun’dan beter tutkun kölenizi sorarsanız, ne ki sultanımdan ayrıyım. Bülbül gibi ah ve feryadımı dinmeyip ayrılığından (öyle) bir hâlim var ki, Hak kâfir olan kullarına dahi vermesin. (…)”

Bu mektupta Hürrem, Kanuni’ye özerklik duygusunu muhteşem bir şekilde yaşatmayı başarmıştır. Oysa Kanuni, bırakın özerk olmayı, bir Cihan Padişahıydı. Ama Osmanlı padişahıydı. Osmanlı padişahı olmak başka, Hürrem’in yaşattığı padişahlık duygusu bambaşkaydı.

Kadınlara sır veriyorum, hadi toplanın, işte söylüyorum:

“Erkeklere özerklik duygusunu yaşattığınızda kendisini, yarı padişah hissedecektir. Erkekler, kendisini yarı padişah olarak gören kadına sırılsıklam âşık olurlar.”

Selahattin Yaylamaz

cocukaile.net

Hürrem Sultan’ın Suçu Ne? Şehzade Mustafa Neden Katledildi?

“Tarihimizdeki aktörlerin sirkteki hayvanlardan farkı ne?” diye sorsam garipser misiniz?

Kanuni ve Hürrem’e tıpkı sirk hayvanlarına layık gördüğümüz muameleyi yapıyoruz. Onları arzularımızın esiri olarak görmek ne yalan söyleyelim hoşumuza gidiyor.

Hürrem Sultan’ın Kanuni’yi avucunun içine aldığı ve aşkını kullanarak Mustafa’yı öldürttüğü iddiası da böyle. Aşk, entrika, kan, intikam, gözyaşı. Tekmili birden bu hikâyenin içinde.

Hurafeler arasında gezmeyi kesip dürbünümüzü ayarlamaya Hürrem’den başlayalım. Leslie Peirce, ona gelinceye kadar bir padişah eşinin ancak tek bir erkek evladı olabildiğine dikkat çekiyor. Her anneye tek şehzade ilkesi diyebiliriz buna. Ancak saltanatının daha başlarında 2 oğlunun ölmesi üzerine Kanuni’nin, üstelik tek eşli yaşamayı seçtiği için Hürrem’den birden fazla oğulun doğmasına izin verdiğini biliyoruz.

Hürrem, Mahidevran gibi oğluyla birlikte sancağa gitmeyip sarayda kaldı. İstanbul’da kalması onun hem istihbaratın, hem de güç ve servetin içinde bulunmasını sağladı. Saraydaki ağırlığını artırdı. Siyaset üzerindeki etkisinin arttığını söylememize gerek yok. Kanuni, Hürrem’i nikâhına almakla bir ilki gerçekleştirmişti ki, bu, ona sevgi kadar güven duyduğunu da gösterir.

Bütün bu ilklerin Osmanlı iktidar zembereğine yüksek dozda kıskançlık ve rahatsızlık aşılaması anlaşılır bir durum. Sarayda dengeler değişiyor ve padişahın ailesi damatlarıyla birlikte iktidara ağırlığını koyuyordu. Neden diğer kadınlar değil de Hürrem? Koskoca padişah bir kadına neden bu kadar yüz veriyor, yükselmesini neden önlemiyordu? Gözden kaçan nokta, hanedan ailesinin kız kardeşler, eşler, damatlar ve kızlarla siyasetin içinde yer alma geleneğinin başladığıydı. Aile artık siyasetin aktörlerinden oluyordu. Hatice-İbrahim çifti olsun, Mihrimah-Rüstem çifti olsun, Hafsa Sultan olsun bu siyasî değişimin ayakları haline gelmişlerdi. Mahıdevran ve Hürrem’in dışarıda kalması mümkün değildi. Onlar da tez zamanda pozisyon almak gereğini hissedeceklerdi.

Bu değişimi içine sindiremeyenlerin bulunması ne kadar tabii ise, hanedan içinde olup bitenlerin kamuoyuna faş olması da tabiiydi. Yani Hürrem-Mahıdevran mücadelesinin halkın diline düşmesinin esas sebebi, hanedanın dışa açılmasıydı. Daha önce kapalı kapılar ardında olup bitenler şimdi tartışılıp konuşulabiliyordu.

Kanuni’nin asıl gözdesi, genç yaşında Manisa’da ölen Mehmed’di. Cihangir hastalıklıydı; mücadele Mustafa, Selim ve Bayezid arasında geçecekti. Ancak asıl mücadele Mustafa-Bayezid arasında geçecek ve Selim kenardan seyredecekti. Mahıdevran’ın da, Hürrem’in de ellerindeki kozları sonuna kadar oynadıklarını bilmemiz lazım. Ancak Hürrem’in avantajı başkentte, Mahıdevran’ın dezavantajı Amasya’da bulunmasıydı. İkisi de oğullarının tahta çıkması için hazırlanıyorlardı.

PADİŞAHA HATA ATFEDİLİR Mİ? 

Kanuni, dedesi Bayezid’in, babası tarafından devrilmesinde rol oynayanlardan biriydi, yani bir padişahın hangi yöntemlerle tahttan indirilebileceğini iyi biliyordu. Öte yandan oğlu Mustafa’nın asker arasında sevildiği bir sır değildi. Navagero’nun raporuna yansıyan, ‘Mustafa’nın babasına karşı bir darbeye girişeceği’ bilgisinden gafil olması mümkün müydü?

Dedikodular yayıldıkça yayılıyordu: Kanuni ihtiyarlamış (halbuki 59 yaşındaydı), savaşacak takati kalmamış, eşi, kızı ve damadı onu avuçlarının içine almışlar vs. Venedik elçisi Bragadin, Mustafa’nın büyük karışıklıklar çıkarmaya hazırlandığından söz ediyordu. Yavuz nasıl asker üzerindeki nüfuzunu kullanarak babasını tahttan indirdiyse Mustafa’nın da aynı yolun yolcusu olduğunu Tebriz’den Draç’a kadar müthiş bir casusluk ağı kurmuş olan Kanuni’nin gözden kaçırması mümkün müydü? Mustafa Âli gibi tarihçilerin Mustafa’nın ölümüne kadınların ve ‘namussuz damadın (Rüstem) komplosu’nun sebep olduğunu yazmaları nedendi peki? Peirce’e göre insanlar Hürrem ve Rüstem’e aile bireyi oldukları için değil, “sultanın mahremiyetini bilen dostları” olarak tepki gösteriyor, padişahın kişisel bağlılıklarının hükümranlığını tehlikeye attığını düşündükleri için endişeye kapılıyorlardı. Oysa Kanuni tek başına değil, yetkilerini çevresindeki insanlara dağıtarak yönetmeyi tercih ediyordu. Bir hata işlediklerinde cezalarını gözünü kırpmadan vermesini de biliyordu.

Kanuni’nin saf ve dolduruşa getirilmeye müsaitmiş gibi algılanmasının sebebi buydu. Güvendiğine tam güveniyordu. Tabii ki bu güven-ihanet ilişkisini açıklamak tarihçiler için kolay değildi. Sultanın bunca güvendiği vezirleri yeri gelince gözünü kırpmadan idam ettirmesini ‘hata’ diye sunmak tarihçiler için kolay değildi. Padişah’a hata atfetmeye Osmanlı geleneğinde çok nadir rastlanır. Suç, daima başkalarınındır.

Mustafa’nın katlinde suçlu Padişah olamayacağına göre bir günah keçisi seçilmeliydi. Rüstem-Hürrem-Mihrimah üçlüsünün padişahı kandırdığı, evlat katline sebep oldukları söyleminin kaynaklarda genişçe yer tutmasının sebebi buydu. “Rüstem öfkeyi üzerine çekti. Padişahı da Mustafa’nın ortadan kaldırılmasının doğrudan sorumluluğundan korudu.”

HÜRREM VE NEFRET

Peki Hürrem neden hep nefret edilen biri oldu? Cevabı Leslie Hanım veriyor: “Hürrem, Mustafa’yı taht savaşında tasfiye etmeye ve bu işte kendine müttefik bulmaya çalışırken, bir şehzade annesinden beklenen oğlunu koruma rolünü yerine getiriyordu. Onun Mustafa’nın adaylığını bozma çabaları Mahıdevran’ın oğlunun başarısını garantiye alma çabalarıyla paraleldi. Ama Mahıdevran, oğlundan yana çabaları nedeniyle övülürken, Hürrem kötüleniyordu.”

Hürrem’in diğer padişah eşlerinden farkı, göz önüne çıkmasına izin verilmesiydi. Oysa Mahıdevran’ın yaptığı manevralar taşrada bulunduğu için fazla göze çarpmıyordu. Öte yandan Hürrem’in oğlu Bayezid’i korumak için çırpınması, halk tarafından Kanuni’nin otoritesini zayıflatmak şeklinde algılanıyor ve tepki uyandırıyordu. Velhasıl hem kocasının otoritesini, hem de oğlunu koruyacak altın bir formülü bulamamasıydı Hürrem’in trajedisi.

Unutmayalım ki, mücadeleyi Mustafa kazansa yalnız Bayezid değil, Selim, hatta Cihangir de öldürülecek, bugün Hürrem’e yapılan ithamlar Mahıdevran’a yöneltilecek, Kanuni yine otoritesini kuramamakla suçlanacaktı. Onlar hem anne, hem de eşti. Annelik güdüsüyle hareket ettiklerinde başka, eş olarak hareket ettiklerinde başka seçenekler çıkıyordu önlerine. Mustafa babasını devirmeye hazırlanıyordu (Halil İnalcık da aynı kanaatte). Kanuni’nin hafızasında dedesini devirmek için babasının safında verdiği mücadele canlanmıştı. Navagero, aylar önce Kanuni’nin oğlu Cihangir’e şöyle dediğini aktarıyordu: “Oğlum, Mustafa padişah olunca hepinizi öldürecek.” Kanuni’nin saf olmadığını, hele bir kukla hiç olmadığını ne zaman anlayacağız dersiniz?

Mustafa Armağan / www.mustafaarmagan.com.tr

İftira Romanlarına En Güzel Cevap Osmanlı Kadınefendi Mimarisi

Onları Romanlardan Değil Kendi Eserlerinden Tanıyın !!!

Fırsat bulduğum zamanlarda muhakkak kitapcılara giderim. Yeni çıkan kitapları inceler faydalı bulduklarımı alıp okumaya çalışırım. En sevdiğim kitap türü ise tarihi içerikli olanlardır. İlmi, araştırma, gezi ve tarihi romanlar. Bu konuda gördüğüm hemen her kitabı alan ben, artık ne yazık ki tarihi roman türüne daha temkinli yaklaşıyorum. Çünkü birkaç yıldır ülkemizde başlayan ve Osmanlı Kadınefendilerini konu alan tarihi roman furyası ile birlikte tarihin nasıl bu kadar acımasızca karalanabileceğini ve masum insanlara nasıl bu kadar kolay iftira atılabileceğini görmüş bulunmaktayım.

Safiye Sultan ile başlayan; Bir Hürrem Masalı, Nurbanu, Hatice Sultan ve Kiraze ile devam eden bu karalama kampanyasında, Osmanlı Kadınefendilerinin çıkarcı, maddeci, makam ve mevki düşkünü, gayri ahlaki tavırlar içinde gösterilmeleri doğrusu beni çok şaşırttı. Bu kitapları kaleme alanların ciddi birer tarihci olmamaları bir yana, Dünyayı yöneten bir sarayın mensuplarına ithaf edilen akıl almaz hafifliklerde aslında gerçeklerle bağdaşmıyordu. Çünkü romanlarda bu kadınefendilere yakıştırılan tavırlar, Osmanlı Harem Sistemi denilen ve çoğu sözlü kurallara bağlı disiplinli bir müessesede sergilenmesi mümkün olmayan şeylerdi. Valide Sultan idaresindeki haremde padişah bile gönlünce hareket etme özgürlüğüne sahip değildi.

Osmanlı Sarayında yaşayan kadınlara atılan iftiralar bir yana, genel manada toplumun içindeki kadında bu saldırılardan payını alıyordu. Bu tarz çarpıtmalara göre O, hep evinde oturan, sokağı ancak kafes arkasından seyredebilen, sosyal hayatta hiçbir söz hakkı olmayan ikinci sınıf bir varlıktı.

Gerçekte bu eserleri kaleme alanların yaptıkları şey, hayallerindeki çirkin sahneleri sadece kağıda geçirmekten başka bir şey değildi. Onlar olanı değil, kendilerine göre olması gerekeni yazıyorlardı. Bu piyasa eserleri çok satınca arkası geldi. Üzücü olan şey ise, okuyanların bu romanlarda anlatılanları gerçekleşmiş vakalar olarak kabul edip böyle değerlendirmeleriydi. Peki işin aslı acaba neydi? Osmanlı Kadını gerçekten de eli kolu bağlı, iradesini kullanamayan bir konumda mıydı?

Sorunun cevabı gözlerimizin önünde duruyor. Belki adlarını defalarca duyduk, belki önünden yüzlerce kez geçtik. Onlar, Osmanlı Kadınının, değil toplumun dışında, bilakis sosyal hayatın tam ortasında olduklarını, arzu ettiği taktirde neleri yapabileceklerini ve Osmanlı Devlet anlayışında kadına verilen değeri gösteren en güzel semboller. Onlar Osmanlı Kadın Yapıları.

Yazının başından beri yanlışlığını anlattığımız bu romanların yazarları, eserlerini kaleme alırken başlarını kaldırıp da sadece İstanbul’un sokaklarına baksalardı, yazdıkları ile gerçek hayatın ne kadar büyük bir tezat oluşturduğunu göreceklerdi. Çünkü gayri ahlaki tavırlar içinde gösterdikleri Osmanlı Kadınları, en büyük hayır kurumları ve camileri inşa ettirmiş, para ve makam düşkünü karalamalarına karşı Onlar, dev külliyelerle toplumun hayatına hayat olmuş, cahil ve evinden çıkamaz iftiralarına karşı da en büyük okulları inşa ederek cevap vermişlerdi.

Kendisini sadece evinin değil halkının da anası olarak gören Osmanlı Kadınefendileri, toplumun ihtiyacı olan şeyleri yapmakta öncelikli olarak kendilerini vazifeli saymış ve elindekileri harcamak konusunda hiçbir tereddüt göstermemişlerdir.

Gelin şimdi sizlerle beraber sadece İstanbul sokaklarında gezerek bu anlattıklarımızı doğrulayalım.

Büyük bir toplumun ihtiyaçlarına toptan cevap veren en önemli yapılar şüphesiz külliyelerdir ve Osmanlı Kadınları da tarih boyunca birçok külliye inşa ettirmişlerdir. İşte onlardan biri Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultandır. Kendisi daha gençlik yıllarında Üsküdar iskelesinin karşısına, Mimar Sinan’a, içinde medrese ve imareti de olan bir külliye inşa ettirmiştir. Bugün bu medrese dispanser, imaret ise kütüphane olarak kullanılmaktadır. Mihrimah Sultan Külliye içindeki camiyi karanlık bulmuş, onun bu hoşnutsuzluğunu unutmayan Sinan, Mihrimah Sultan’ın yıllar sonra Edirnekapı’da yaptıracağı ikinci külliyenin camisini şimdiye kadar hiçbir camide yapmadığı kadar aydınlık olarak inşa etmiştir.

Bu külliyenin hemen karşısında halkımızın Yeni Valide Cami dediği, dev yapılar topluluğunu da 3.Ahmet’in annesi Emetullah Gülnuş Sultan yaptırmıştır. Bugün bu mübarek kadın, Osmanlı kadınına gösterilen değeri anlatırcasına, yaptırdığı külliyenin yola bakan kıyısında üstü açık bir türbede, o çok sevdiği beyaz güllerin arasında yatmaktadır.

Bazılarının yerden yere vurduğu, Peygamber Aşığı 1.Ahmet’in eşi Kösem Sultan’ın Üsküdar sırtlarındaki Çinili Camisi, medrese, hamam ve İstanbul’daki en büyük kervansaray tipli iş merkezi olan Büyük Valide Han’ı da bu valide sultanın alicenaplığı hakkında sanıyorum bizlere gerekli malumatı vermektedir.

Çinili Camiye gelmişken hemen yanındaki dev Atikvalide Külliyesini görmeden geçmek olmaz. 2.Selim’in karısı olan Nurbanu Valide Sultan, Mimar Sinan’a uzun uzun nasıl bir eser yaptırmak istediğini anlatmış ve Koca Sinan’da Üsküdar’ın bu sivri tepesine bir mimarlık harikası olan yapıyı; mektep, medrese, darüşşifa, darülkurra, imaret, kervansaray, hamam ve camisiyle birlikte inşa etmiştir.

Üsküdar Atik Valide Külliyesinden aşağıya inerken Kavsara Mustafa Baba Camisiyle karşılaşıyoruz. Kavsara Mustafa Baba tarafından yapılan ve 100 yıl kadar sonra yıkılan caminin Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmi Alem Valide Sultan tarafından yeniden inşa ettirildiğini görüyor ve Osmanlı kadınlarının sadece eser inşa ettirmediğini, yapılanları da koruduğunu anlıyoruz.

O güzelim boğazın üzerinden karşıya, Eminönü’ne geçelim. Eminönü iskelesinde bizi tüm haşmeti ile Yeni Cami karşılayacaktır. Bu büyük yapı herşeyi ile tam bir Osmanlı kadın mimari eseridir. Caminin inşaatını, Sultan 3.Murat’ın hanımı Safiye Sultan başlatmış fakat ömrü vefa etmemiş, inşaatı 4.Mehmet’in annesi H.Turhan Sultan tamamlamıştır. Ne yazık ki, 3 ciltlik Safiye Sultan romanını yazanlar, roman içinde bu kadın efendiyi, hayır için yaptırdığı Mısır Çarşısına sokarak türlü melanetler işliyor göstermekten çekinmemişlerdir. Halbuki Kahire’de yaptırmış olduğu hayır eserlerinden Yeni Cami ve Külliyesine kadar tüm bu yapılar, onların karalamalarına en güzel cevabı fazlasıyla vermektedirler.

Sultan Ahmet’e doğru yürüyelim. Kadırga Sırtlarında yine Mimar Sinan’a ait şirin bir külliye ile karşılaşacağız. Bu yapının şahsında Osmanlı kadınlarının sadece kendileri için değil, eşleri için de hayır kurumları inşa ettiklerini görmekteyiz. 2.Selim’in kızı İsmihan Sultan çok sevdiği kocası Sokulu Mehmet Paşa’nın vefatı sonrası bu külliyeyi onun adına inşa ettirmiş, hatta bu mabedi farklı kılmak için, caminin özel birkaç yerine Hacer-ül Esved taşının parçalarından koydurmuştur.

Kadırgaya gelmişken meşhur kadırga parkına da giriyor ve bugün İstanbul Surları içinde ayakta kalan tek namazgahı görüyoruz. Altında kare planlı çeşmesi olan ve merdivenle üst katına çıkılan namazgah 1.Abdülhamid’in kızı Esma Sultan’a ait. Bu yapının ışığında, namazgah inşa eden bir padişah kızının, Ortaköy Yalısındaki yaşamına ait çarpıtmaları hatırlıyor ve iftiranın bu kadarına pes demekten kendimizi alamıyoruz.

Sultan Ahmet yanından Gülhane’ye doğru inerken yine bir kadın mimari yapısıyla karşılaşıyoruz. 3.Ahmet’in kızı Zeynep Sultan Camisi ve bu caminin arkasında bugün de İlkokul olarak kullanılan mektebi. Fakat ne yazık ki yol yapım çalışmaları sırasında kaldırılan türbesi bir daha inşa edilmediğinden Zeynep Sultan’ın naşı, caminin bodrumunda yeni türbesinin inşa edileceği günü beklemektedir.

Ayasofya ve Sultanahmet Camisi arasında uzun ve kubbeli bir yapı dikkatimizi çekiyor. Bugün halı müzesi olarak kullanılan bu yer İstanbul’un en büyük hamamı olan ve Mimar Sinan’a yaptırılan Hürrem Sultan Hamamıdır. Kanuni Sultan Süleyman’ın hanımı Hürrem Sultan’ın, burayı kendi imkanları ile inşa ederken nasıl sıkıntılar çektiğini, Irakeyn Seferinde olan Kanuni’ye yazdığı mektuplardan öğreniyoruz.

Çemberlitaş’ta anıtın hemen yanında bulunan ve İstanbul’da yabancıların en çok rağbet ettikleri yerlerden biri olan Çemberlitaş Hamamı da bir başka valide sultan’ın, 2.Selim’in karısı Nurbanu Sultan’ın vakfiyesidir.

Yeniden Eminönü’ne doğru geliyoruz. Eminönü Karaköy arasını bağlayan meşhur Galata Köprüsü, bizlere yine başka bir Osmanlı Hanımefendisini hatırlatıyor. Burada köprünün olmadığı dönemlerde insanların karşıya geçmek için katlandıkları binbir sıkıntıyı gören Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmi Alem Valide Sultan, 1836 yılında buraya ahşap bir köprü yaptırıyor. İnsanlığa hizmet maksadıyla yaptırıldığından köprüye “Hayratiye” adı veriliyor.

Galata Köprüsünün Karaköy ayağına geçmişken bir sonraki Haliç Köprüsüne, Unkapanına doğru yürüyoruz. Unkapanı Köprüsünün Azapkapı ayağında İstanbul’un en muhteşem çeşmelerinden biriyle karşılaşıyoruz. 1.Mahmut’un annesi Saliha Sultan’ın yaptırdığı çeşmenin inşa hikayesi ise bir hayli ilginç.

Yıllar önce o civarda yaşayan fakir bir ailenin kızı olan Saliha Sultan, elinin testisiyle su doldurmaya gider. Fakat testi elinden düşer ve kırılır. Küçük kız başlar ağlamaya. Oradan arabasıyla geçmekte olan saray mensubu bir hanım bu manzarayı görerek arabadan iner ve ağlayan kıza testinin parasını vererek artık ağlamamasını söyler. Fakat Saliha Sultan’ın verdiği cevap karşısında şaşkına döner. Saliha Sultan “Testinin kırıldığına değil bir testi su dolduramayacak kadar beceriksiz olduğuna”ağlamaktadır. Saraylı hanım bu zeki kızı saraya aldırır. Harem’de yetişen Saliha Sultan ileride 2.Mustafa’nın eşi olacak ve o günün hatırası olarak da oraya bu muhteşem çeşmeyi yaptıracaktır.

İşte bu tarihi vak’a bizlere, hem Osmanlı toplum yapısında kadının yerini, hem saraya en alt tabakadan da birilerinin girip yükselebileceğini, hemde harem’in bir kadın okulu olduğunu anlatmaktadır.

Osmanlı Kadın yapıları denilince akla ilk gelen hiç şüphesiz Şifahanelerdir. Başta da söylediğimiz gibi toplumun bir nevi annesi olan bu müşvik padişah anaları, halkın sağlığı için dev hastaneler vücuda getirmişlerdir. İşte vatan ve millet caddelerinin arasında, neredeyse bir şehir genişliğinde olan Gureba Hastanesi. Sultan 2.Mahmud’un hanımı Bezmi Alem Valide Sultan, halkının içinde bulunan tüm garipler için yaptırmıştır Gureba’yı. Ayrıca hiçbir hastadan da kesinlikle ücret alınmamasını emretmiştir.

İstanbul’un bir başka ünlü hastaneside Haseki’dir. Kanuni’nin eşi Haseki Hürrem Sultan’ın yaptırdığı dev külliyenin bir parçası olan bu şifahane bugün Haseki semtinde yine insanlara sağlık dağıtmayı sürdürmektedir.

Gelelim Anadolu yakasının meşhur hastanesi Zeynep Kamil’e. Mısır’a çalışmaya giden ve orada katiplik yapan Kamil Bey, Kavalalı ailesinden Zeynep Sultan’a aşık olur. Karşılık bulan bu sevgi evlilik ile sonuçlanır. Evlenirler evlenmesine ama Osmanlı ile zıtlaşan aile, çifti birbirlerinden ayırır. Uzun bir ayrılıktan sonra İstanbul’da tekrar bir araya gelen çift, İstanbul’u hayır eserleri ile donatırlar. İşte Zeynep Hanım ve Kamil Bey’in yaptırdıkları Zeynep Kamil Hastanesi. Bugün de, Osmanlı Devletinde çiftlerin birbirlerine olan derin muhabbetini anlatırcasına bu hastanenin bahcesinde beraberce yatmaktadırlar.

Osmanlı Kadınefendilerinin eğitime ve öğretime de önem verdiklerinden bahsetmiştik. Bir kere hareme gelen her bayan, orada en az bir müzik estrumanını çalmayı öğrenir, güzel konuşma, el becerisi, aşı yapma vb. birçok konuda ders alır, bunların yanında en az bir yabancı dili de iyi derecede konuşurdu. Bu eğitimli hanımefendiler, teb’alarının da eğitimini önemsediklerini göstermek amacıyla imkanları ölçüsünde çevreye okullar yaptırmayı da ihmal etmemişlerdir.

Eyüp’te 3.Selim’in kızı Şah Sultan’ın yaptırdığı Külliye içindeki mektep, Cağaloğlu’nda Bezmi Alem Sultan’ın yaptırdığı İstanbul Kız Lisesi, Aksaray’da Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevnihal Valide Sultan’ın kendi adıyla anılan camisinin yanında inşa ettirdiği Pertevnihal Lisesi ve 2.Mahmud’un kızı Adile Sultan’ın Haliç kıyısına okul olarak yaptırdığı ve Cumhuriyetten sonra Halk Kütüphanesi olarak kullanılan yapı, Osmanlı Kadınlarının inşa ettirdikleri okullardan sadece birkaç tanesidir. İstanbul’da sadece saraylı hanımların değil, gündelikci olan kalfaların bile yaptırdıkları okullara rastlamak mümkündür. Divanyolundaki Cevri Kalfa İlköğretim Okulu buna en güzel örneklerden biridir.

İnsanlığın ihtiyacı olan cami, okul, çeşme, hamam, hastane vb. hayır eserlerini vücuda getiren valide sultanlar, onların karınlarının tokluğu ile de yakından ilgilenmiş, ülkenin birçok yerine aşhaneler kurmuşlardır. Bugün Eyüp’teki, 3.Mustafa’nın hanımı Mihrişah Sultan tarafından kurulan imaret, inşasının üzerinden 300 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen her gün onlarca insana yemek dağıtmaktadır.

Görüldüğü üzere bugün sadece İstanbul’da, küçücük bir turda gözümüze takılan kadın yapılarının sadece bir kısmını sizlere anlatmaya çalıştık. Bu kadarı bile bizlere Osmanlı Devletinde ve haremde kadının yeri ve o mübarek kadın efendilerin haleti ruhiyesi hakkında bilgi vermektedir.

Bir büyük zatın; yanına gelen gençlerin kendisine muallimlerinin Allah’ı anlatmadığından şikayet etmeleri üzerine, “Sizin okuduğunuz her fen kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsetmektedir. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” demesi gibi, bizlerde bazı insanlarımız tarafından tarihi birer hakikat gibi görülen ve geçmişimize çamur atmaktan başka bir vazifesi olmayan bir kısım romanlar yerine bizzat tarihin kendisine kulak vermenizi istiyoruz. Göreceksiniz o koca koca taşlar dile gelecek ve sizlere neler neler anlatacaklardır.

KAYNAKLAR :

– Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, C.9, Ötüken Yay, İstanbul 1994,
– Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı Yurt Yay, İstanbul 1997
– Haluk Dursun, İstanbul’da Yaşama Sanatı, Ötüken Yay. İstanbul 2000
– Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları, M.Çağatay Uluçay, Ufuk Kit. İstanbul 2001
– Dersaadet, Münevver Ayaşlı, Timaş Yay. Mart 2002
– Bilinmeyen Osmanlı, Ahmet Akgündüz, OSAV Yay. İstanbul 1999
– Harem-i Hümayun, Leslıe P.Peırce, Tarih Vakfi Y.Yay. İstanbul 2002
– The Topkapı Palace , İstanbul 1988
– İstanbul The Cradle Of Cıvılızatıons, Revak Yay. İstanbul 1998
– İmparatorlukların Başkenti İstanbul, Jane Taylor, Arkeoloji ve Sanat Yay. İstanbul 2000
– Tarih ve Düşünce Dergisi, Safiye Sultan Masalı, Eylül 2000
– Asitane, A.Ragıp Akyavaş, C.1, Türkiye Diyanet Vakfı Yay.Ankara 2000

Talha Uğurluel

www.talhaugurluel.com