Etiket arşivi: Hüseyin Eren

Güller Arasında Hayat

Dünyanın karnı yüksek derecede ateşle dolu olduğu gibi başımız üstündeki güneş daha yüksek bir sıcaklığa sahip. Bizse iki ateş arasında hayat sürüyoruz; ateşler arasında açan gül, karanlıklar içindeki aydınlık gibi. Zıtlıklar cevelangahındaki hayat; şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğu kadar düşündürücü, düşündürücü olduğu kadar merak uyandırıcı.

Topraktan yaratılmış insanın düşmanı şeytan, ateşten yaratılmış. “Öfke şeytandandır. Öfkelendiğinizde abdest alın” hadisi ne kadar düşündürücü. Ateşi söndüren su; iki ateş arasında – dünyanın merkezi, güneşin ateşi – arasında hayatın var olması için yağmurların yağması gerekiyor.

Nefis de ateşten; hem öyle bir ateş ki dizginlenmesi, kontrol edilmesi zor bir ateş. Bir taraftan kontrol edilirken diğer taraftan harlıyor; mahalli iman olan kalbi kavuruyor, kurutuyor. Rahman’dan hidayet yağmurları yağmadıkça ubudiyet çiçeklerinin açması zor.

“Ben nefsimi temize de çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder, ancak Rabbim rahmet ederse o başka” diyen Yusuf (a.s.) ateşin büyüklüğü ve dehşetini dikkatini çekiyor olduğu kadar korunma yolunu da ortaya koyuyor.

Dünyanın içi ateşle dolu, bizim içimiz de nefis ateşiyle. Dünyanın dışında güneş ateşi, bizim dışımızda gayb âleminde gizli cehennem ateşi var. İkisi arasında iman hayatı yaşıyorsak, ateşler arasında açan gül gibi Rahman’ın hidayet ikramından, bağışlama Kereminden, affedici Rahimiyetinden.

Hased önce hasidi yaktığı gibi öfke de önce öfkeleneni yakar. İçteki ateş dıştaki cehennem ateşini hatırlatır; ikisinin buluşması birbirini haber verdiği gibi yakınlığını da ifade eder. Cennet ve cehennem ayakkabılarının bağları kadar insana yakındır der Allah Resulü (a.s.m.)

İnsanda âlemler dürüldüğüne, âlemler insanda toplandığına göre dünyanın karnındaki ateş volkan veya depremle öfkesini belirttiğinde ne kadar yakıcı oluyorsa nefis ateşi şeytanın teşvikiyle parlayı versin ne kadar ubudiyet çiçeğini birden söndürüveriyor. Ulülazm bir Peygamber O’na sığındığına göre bizim ne kadar istiaze ve istiğfar etmemiz gerektiğini hep birlikte düşünelim.

Öfkemi yendim, daima nefsimi kontrol ediyorum diyen güçlü bir yiğit, kuvvetli bir pehlivan var mı?

İçimizin ateşiyle cehennemin ateşi ayak bağımız kadar bize yakın dururken nasıl kendimizden emin olur da rahat içinde oluruz? Rahman’ın rahmetine sığınmaktan başka bizi kurtaracak olan nedir? Âdem’in (a.s.) kurtuluş için izlediği yoldan başka bir yol, değişik bir yöntem, farklı bir metot var mı?

Nefis-şeytan ateşi ile insi ve cinni şeytanların şerrinden korunmak, ateşler arasında gül devşirmek, karanlıklar arasından aydınlık yolu bulmak; hidayet güneşinin yansıması, Rahmet yağmurlarının yağmasıyla olacağı, gündüz kadar aşikâr bir gerçek.

Öfke tabiatımızda var, cehennem içimizdeki gerçek; dıştaki ise içimizdekinin yansıması, içimizdeki dıştakinin habercisi.

Öfke, gadap ikisini buluşturuyor; ateşler arasında açan gülleri solduruyor, kalbi karartıyor. Tevvab ve Vahhap olan Rahman’a iltica etmekten başka hidayet ışıklarıyla aydınlanmamız, gül gönüllere dönüşmemiz mümkün değil.

Öfkeden uzak, gadaptan ırak, ateşten ayrı bir ömür geçirmeniz duasıyla…

Hüseyin Eren – hicbisey.com

Okunacak takvim

KÂBE’NİN PUTLARINA kırmaya giden yol hicretle başlar. Taif’te taşlanmak, ondan önce üç yıl boyunca şehirde dışlanmak; hicrete hazırlık talimleri.

Cihattan önce gelir Hicret. Nefsaniyeti terk etmeyen cihada çıkamaz. Yerini, yurdunu, işini, aşını, zevkini, lezzetini, masivayı bırakmayan nasıl muhacir olur, nasıl mücahit olur?

Tazyiklere dayanmak zor, terk ediş zor, yol zor; fetih kolay mı, putları kırmak basit mi?

İmanın akla yerleşmesi, kalbe oturması, latifelere hâkim olması, azalara hükmetmesi, hale taşınması, hayata yansıması, medeniyete dönüşmesi; zaman ister, zahmet ister, ıstırap ister, acı ister, dışlanmak ister, taşlanmak ister, sonra Mekke fethedilir, sonra Kâbe putlardan arındırılır, sonra Medine’leşilir, sonra medeniyetleşilir, sonra şehirler fethedilir.

Hicret ne kadar zorsa ondan sonraki süreç de o kadar kolay değildir. Bedir tecrübesi, Uhud hüznü, Hendek hengâmesi yaşanır, Hudeybiye bocalaması aşılır; eleklerden, süzgeçlerden geçilir, barikatlar aşılır; arınma tamamlanır, safilik kazanılır; Mekke’nin kapıları, kalbin kapıları ondan sonra açılır.

Hicret, geçmişte kalmış bir yolculuk, tarihselleşmiş bir seyahat değil; hakikat arayıcılarının, hikmet âşıklarının her gün okudukları bir takvim, her daim soludukları bir hayat, her daim yaşadıkları bir haldir.

Hicret hayattır, hayatın kaynağına yolculuktur, hikmetin mihverine gidiştir, hakikate vuslattır, öze yürüyüştür, öze dönüştür, eve erişmektir, evi arındırmaktır.

Güneş ışımaya, ay parlamaya, yıldızlar yanmaya, bulutlar akmaya, yağmur yağmaya, rüzgar esmeye, elektron dönmeye, zerreler harekete, toprak berekete, çiçekler renklere, galaksiler dönmeye, akıl akletmeye, basiret görmeye, kalp şuur ile hissetmeye devam ettikçe hicret hakikati vardır ve ruh hicretle kanatlanır, hürriyetine kavuşur, elest yolculuğunu devam ettirir. Zira zaman içre zamansız, mekân içre mekânsız yolculuk hicret…

Elestte başlayan ebede giden yolculuğu hatırlatır, göğün, arzın, dağın kabullenmediği “emanetin” taşınması ve temiz iade yolcuğunu düşündürür Hicret.

Bir çiçeği, bir yıldızı, bir atomu, bir insanı okuyan, onlardaki isim ve sıfatları talim eden, O’na yönelen, ondan gayrısını terk eden muhacirdir, mücahit adayıdır; isterse dağ başında olsun, isterse şehirde, ister küçük bir odada…

Lezzeti terk, zevki terk, malaniyeti masivayı bırakmak, oyuncaklarla oyalanmamak; arınmak ve hakikat evine erişmek adına bir adım atmak, bir odadan diğer bir odaya, bir mekândan bir mekâna gitmek de Hicrettir, o yolculuğu yapan mücahit yolculuğuna çıkmış bir muhacirdir.

Mekân ve zaman devam ettikçe Hicret çıkılacak bir yolculuk, okunacak bir takvim, yaşanılacak bir hayattır.

 04/11/2013

© 2013 karakalem.net, Hüseyin Eren

Hayâ ile kuşanmak

BAŞÖRTÜLÜ ÇOK da mütesettir az. Bezle, kumaşla örtünen çok fakat edeple örtünen, Settar ismine ayinedarlık eden az. Kendini belli edici, dikkatleri üzerine çekici, nazarları davet edici sözüm ona başını örtenler tesettürün neresinde, edebin hangi deminde, şeairi ilan etmenin hangi şuurunda?

Kıyafetler dünya ehline benzediği gibi tavırlar, davranışlar, haller de benzer oldu? Çelişkiler keşmekeşinde savunmasız duruşumuz bizi savruk kılıyor; zihnimiz açık, aklımız açık, hislerimiz açık… Birkaç metre elbise örtmüyor bu kadar açıklığı.

Başörtüsü diye bir kavram var mı İslam literatüründe? Açık bir şekilde tesettür emri var. Zihni süzgeçler, kalbi kapılar olmayınca “başörtüsü” diye bir acube giriveriyor içeri… Başörtüsü, başörtüsü diye diye örtünmek başı örtmekten ibaret algılanıyor ve uygulanır oluyor. Sokak manzaralarını tarife ve tasvire gerek var mı?

Zahirdeki elbiselerimiz, kıyafetlerimiz, hallerimiz; batınımızın keyfiyetini haber veriyor. Kalbe kök salmayan, akla yerleşmeyen, vicdana işlemeyen, şuura şevk vermeyen iman; dışa aynıyla yansıyor, ne kadarsa o kadar görüntü veriyor.

İman önceliğini koruyor; yenilenmek, geliştirilmek, genişletilmek istiyor. Akıl aç, kalp aç, latifeler aç, ruh aç… Bu kadar açlıkla sokağa çıkılırsa “başörtüsü” gibi kavramlara yem olunur, açık yanlarımız bir bir ortaya çıkar.

Sefahat rüzgârlarının şiddetle estiği, cazibedar fitnelerin kasırga gibi kavurduğu, uyutucu avutucu oyuncakların çoklukla bulunduğu, dünyevileşmenin silindir gibi ezdiği şu zamanda hayayı kuşanmak, edeple tesettüre bürünmek büyük kahramanlık ister.

Evet, alevleri göklere yükselen yangın sönmedi. İçinde aklımız yanıyor, kalbimiz yanıyor, latifelerimiz yanıyor, evlatlarımız yanıyor, sevdiklerimiz yanıyor… Korunaklı elbise giymeden, imani tesettüre bürünmeden, kalbi şüphelere karşı örtmeden, o yangını söndürmeğe koşmak mümkün mü ve ne derece netice verir?

Gönül yaşları ile söner o ateş; kavak ağaçlarının rüzgârda savrulmasından ağlayan gönülle, okulun bahçesinde bayramda oynayan gençlerin elli sene sonraki hayatını gören gönülle, gözümde ne cennet sevdası ne cehennem var korkusu var diyen gönülle… Feragati, fedakârlığı hayatının şiarı yapan şefkatli gönülle…

Biz de kavak ağacı görüyor yanından geçip gidiyoruz, imana uymayan hal görünce kınayıp geçiyoruz, gülenlerin halini görüyor ağlayamıyoruz… Kınamak kolay, kendi kalbine bakmak, ayıplarını kusurlarını görmek zor…

Edebe bürünmek, hayâ ile kuşanmak için zoru başarmaktan başka çare var mı?

11/09/2012

© 2012 karakalem.net, Hüseyin Eren

 

Dördüncü meseleyi enfüsi okumak

DÖRDÜNCÜ MESELE kaç cephe ile okunmalı? Değişik pencerelerle, farklı bakışlarla bakmalı, yeniye bugüne dair anlam katmanları oluşturmalı değil mi? Dünya cephesinde değişen bir şey yok; isimler ve resimlerin dışında aynı şeyler, benzer hadiseler bugün de cereyan ediyor, yarın da edecek.

Her birimizin başına dünya genişliğinde ebedi bir dünyayı kazanmak veya kaybetmek davası açılmış. Dünya durdukça, biz yaşadıkça değişmeyecek gerçek, sabit bir hakikat bu. Onunla meşgul olmak bütün meşguliyetlerin üstünde, onu öncelemek bütün önceliklerin önünde, bu dava ile hemhal olmak bütün davalardan önemli.

Kalp dairesinden uzak bütün işler küçük, bütün meseleler in önemi az; ne kadar kuvvetli ve akıllı da olunsa bütün kuvvet ve akıl bu değişmez gerçeği değiştiremez; Ömür az, lüzumlu işlerse çoktur. Ebedi saadet; bu kısacık ömürde, deni dünyada kazanılacaktır.

Mahalli iman olan kalbi lüzumundan fazla meşgul eden bütün işler – dünya savaşı da olabilir, mahallede olup bitenler de – önem sırası sonlarda olan işlerdir. Dün radyoya kulağına dayayıp acaba ne olacak diye ibadetini ve ubudiyetini halel getirmek ne ise bugün benzer teknoloji aletleriyle iştigal, aynı neticeyi veriyorsa aynı şeydir. Radyo ile TV ile internet ve benzeriyle iman ve Kur’an hizmetinde kullanmak, ümmetin hidayeti, insanlığın kurtuluşu için çalışmak; kalemle Risale çoğaltma hadisesini yeşerterek sürdürmektir.

Dedikoduları dinlemek, söz düellosuna kulak kabartmak, zanlı konuşulan meclislerde bulunmak, mesai arkadaşının kusurlarıyla meşgul olmak, kimin hangi tarafta olduğunu araştırmak; dünya savaşını gidişatını takip etmekten ne farkı var? İkisi de asıl davadan ve dava vekilinden alıkoyuyor, ikisi de nazarları dağıtıp aklı ifsat, ruhları sersem ediyor. İki siyasetten biri afaka, diğeri enfüse bakıyor, netice ise değişmiyor; bol günahlar, boş hezeyanlar, boşa giden zaman ve enerji.

Nasıl ki zalimlerin satranç oyunlarına takip etmekle ister istemez birine taraftar olma zulmüne düşülür, öyle de nefsi kutuplaşma ve çatışmaları takip etmek de birine taraf olmakla sonuçlanır ki bu da bir nevi zarardır. Zan, gıybet, kolay yaftalama ve yargılama meclislerinden uzak durmak; en isabetlisi, diğerinde ise kimin isabet ettiği kimin zulmettiği belirsiz ve şüpheli. İster istemez zulme girme ihtimali yüksek.

Bu bağlamda “Dördüncü Mesele” içsel ve enfüsi okunmayı bekliyor. Her on beş günde bir okunması müellifince tavsiye olunan “İhlas Risale” gibi Dördüncü Mesele” de zaman zaman okunmayı bekleyen bir başka Risale. Bekleyen dertlerimizi dağıtmak, yığın olmuş kederlerimizi çözmek, önümüzü tıkayan elemleri delmek için ihtiyaç öncelikli okumak, okuduklarını içselleştirerek enfuse taşımak deva olan okuma olsa gerek.

Evet, Dördüncü Meseleyi enfüsi okuma ve müzakere etmek; acil okuma listesinin başında geliyor.

© 2010 karakalem.net, Hüseyin Eren

Devamlı Deva

YİRMİ DÖRT devayı geride bırakan, onu özetleyen ve özümseyen bir ifade ile başlar Yirmi Beşinci Deva: “ Gayet nafi ve her derde deva ve hakiki lezzetli kudsi bir tiryak isterseniz “imanınızı inkişaf ettiriniz”.

İmanı inkişaf ettirmek, kemalat mertebelerinde ilerlemek, marifetullahta yükselmek, lezzet-i ruhaniyi kazanmak bütün meseleleri önünde ve üstündedir çünkü keder kementlerine maruz, musibete giriftar, acz ve fakrla sarılı insan için hakiki teselli, gerçek deva, kuşatıcı şifa ondadır ve onunladır. 

İhlâs safi imanın neticesidir ve yine imanı safiyete götürür. Onu kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir sebebi “rabıta-i mevt ve tefekkür-ü imani” olduğundan bahseder Bediüzzaman ikinci ihlâs risalesinde. 

Hayatın ölümsüz hakikati ölümü hatırlamak deni dünyanın sufli zevklerinden uzaklaştırdığı gibi ulvi hislere karşı heyecan oluşturur, gayb kapılarını aralar.

Kâinat kitabını esma talimiyle okumak, hayatı o esma şifreleriyle çözümlemek ve özümsemek; yaşamı renklendirdiği gibi, her şeyde ve her bir şeyde güzellikleri görmeye sevk eder. Huzur-u daimiyi kazandırır, o huzurdan da uzaklaştırmak istemez.

Musibete maruz kalanlar derecelerine göre bu iki iksirden bolca istifade ederler, dertten devaya, hastalıktan şifaya giden yolu bulurlar. 

Yirmi beşinci devaya dönersek, “imanınızı inkişaf ettiriniz” derken bunun pratiğini, hayata dönük uygulamasını da sunar asrın şefkatli Tabibi; “ Tevbe ve istiğfar ile namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsi olan imanı ve imandan gelen ilacı istimal ediniz.” 

Tevbe ve istiğfar ile O’na sığınmak, namaz ve ubudiyetle sığınmayı daha canlı kılmak, dışa dönük ifadelendirmek; bedeni canlandırdığı gibi ruhu hafifletir, kalbi hüşyar kılar, latifeleri adiyattan elini çektirir, aklın yönünü uhraya döndürür. Küçük dünyanın küçük işleri, gelip geçici olayları onu kederlendirmez, üzmez. Üzülecek bir şey varsa Kudreti nihayetsiz, Rahmeti sonsuz dünya ve ahiretin Malik-i Hakiki’sinin rızasına uygun davranışlarda yeterince bulunamamak, hayatının bütününde olduğu gibi her karesinde de O’nu hatırda ve sadırda sürekli taşıyamamak, yeteri şekilde şükürde bulunamamak, ibadetin ve zikrin azlığı… 

“İman ilacı ise; feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor” dedikten sonra gaflet ve sefahatin o ilacın tesirini izale ettiğini söylüyor Said Nursi ve devam ediyor; “Hastalık, madem gafleti kaldırıyor; iştihayı kesiyor; gayrı meşru keyflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakiki imanın kudsi ilaçlarından ve nurlarından Tevbe ve istiğfar ile dua ve niyaz ile istimal ediniz.”

Böylesi müjde ile son buluyor Yirmi Beşinci Deva. Üslup tatlılığı, ifade rahatlığı, anlam kolaylığı ile hikmeti arının petekleri şifalı balla doldurması gibi kalb peteklerini iman balı ile dolduruyor. Öyle bir bal ki her derde deva olduğu gibi kabrin arkasında, uzun ahiret yolculuğunda, mahşerin şiddetinde, dehşetli dönüşümlerde, sıratın üstünde tesirini devam ettiriyor bu ilaç, sahibini de cennete kadar götürüyor. Yeryüzü bahçesine bu imanı devşirmek için gelmişiz; musibetler ise en fazla ürün alma zamanı.

Öyle bir imana sahip olun ki devanız devamlı, şifanız daimi, şükrünüz sürekli olsun.

 Hüseyin Eren

 Karakalem.net