Etiket arşivi: hutbe-i şamiye

Hutbe-i Şamiye paneli Ankara’da yapılacak

Hutbe-i Şamiye paneli Ankara'da yapılacakRisale Akademi’de başlayan ‘Hutbe-i Şamiye Okumaları’ geniş katılımlı bir programla devam ediyor.

“İslam Dünyası ve Avrupa Ekseninde Medeniyet İnşası” başlıklı panel iki oturum şeklinde düzenlenecek.

20 Temmuz 2019 Cumartesi saat 14’te Risale Akademi’nin Ankara’daki merkezinde başlayacak olan panelin    moderatörlüğünü Dr. İsmail Benek yapacak. 

Panelde Prof. Dr. Bilal Sambur, Doç. Dr. Ahmet Yıldız, Doç. Dr. Yasin Yılmaz, Bestami Çiftçi, İsa Ceylan, Mustafa Akça, Cemil Kara ve İbrahim Çevik konuşacak.

Kaynak: Hutbe-i Şamiye paneli Ankara’da yapılacak 

www.NurNet.org

Umuda geçiş zamanı

“Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi (İslâm dünyasını) maddî cihette kurun-u vustada (ortaçağda) durduran ve tevkif eden(sabitleyen) altı tane hastalık var” diyor, Bediüzzaman Said Nursi, “Hutbe-i Şamiye isimli eserinde… Altı hastalığı da tek tek sayıyor: 

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi…

İkincisi: Sıdkın (Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten biri sıdkdır) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede (sosyal ve siyasi hayatta) ölmesi… 

“Sıdk”, yani doğruluk, dürüstlük, samimiyet, ihlâs, ahde vefa: Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten biri. Bu kelimeyi şöyle açıyor, Üstad:

İslâmiyetin esası sıdktır…

“İmanın hassası sıdktır…

“Bütün kemâlâta îsal edici (ulaştırıcı) sıdkdr…

“Ahlâk-ı âliyenin (yüksek ahlâkın) hayatı sıdkdır

“Terakkiyatın (gelişme-ilerleme) mihveri sıdkdır 

“Âlem-i İslâmın nizamı sıdkdır

“Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdkdır

“Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk (üstün) ettiren sıdkdır

“Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin (insanlık mertebesinin) en yükseğine çıkaran sıdkdır

Üçüncüsü: Adavete muhabbet (düşmanlığa dostluk-nefreti sevmek)… 

Dördüncüsü: Ehl-i imanı bir birine bağlayan nuranî rabıtaları (bağları) bilmemek (yahut umursamamak)… 

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden (yayılan) istibdad (antidemokratik baskı ve şiddet)… 

Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek (bütün himmet ve gayretini kişisel çıkar için harcamak)… 

Bu çarpıcı tespitlerle birlikte Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatı’ndaki tüm tespitlerine dikkatle eğilmek gerekiyor. İnanıyorum ki, dünyanın gerçek kurtuluşu aramaya çıktığı bir sırada, Kur’an referanslı fikirler hem revaç bulacak, hem de insanlık âlemine yeni ufuklar açacaktır. Bu bakımdan, Kur’an gerçeğini çağa taşıyan Bediüzzaman gibi değerleri anlamaya ihtiyacımız var. Onun ve eserlerinin etrafında ufuk açıcı tartışmalar yapılması özelde İslâm âlemine, genelde tüm dünyaya büyük fayda sağlayacaktır.  

İslam âleminin son derece önemli problemler yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Mısır başta olmak üzere, Afganistan, Irak, Libya, Tunus, Suriye gibi ülkelerde (ve Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri) ciddi problemler var. 

Hepsi bu kadar da değil…

Batı dünyası acımasız kapitalist yöntemlerin bedelini ödüyor: Yunanistan ekonomik iflâsta, İsveç tökezledi, İspanya ve İtalya yalpalıyor, Fransa ekonomik kıskaca girmemek için Arap dünyasını sömürecek tuzaklarda çıkış arıyor, ABD bir türlü toparlanamıyor ve o hınçla bize sataşıyor, teröristlerle dahi işbirliği yapıyor…

Kısaca söylemek gerekirse, maddeyi öne çıkaran yanlış yapılanma, “Hayat mücadeledir” felsefesine tıkanıp çözülmek üzere… Artık yalnız fertler değil, milletler bile isyan ediyor.

Bu gelişmeler de gösteriyor ki, ne sosyalizm, faşizm, kapitalizm gibi yanlışlarla malül beşerî reçetelerde varlık arayan insanlık âlemi, ne de kendi varlık sebebini unutup onları şuursuzca taklit eden İslâm âlemi mutlu değil. Görüntü topyekûn bir tıkanmaya işaret ediyor.

Marks’ıyla, Kant’ıyla, Dekart’ıyla ve Aristo’suyla, Weber’iyle, Durkheim’ıyla tüm Batı tıkandı.

Bu durumda Batı’yı taklit etmeye çalışan İslam dünyasının aynı hastalıkları paylaşması ve sonuç olarak tıkanması kaçınılmazdı. 

Umutlar Türkiye’ye yönelik: Ama bu kargaşa ortamında yıldız gibi parlayan Türkiye’nin de başı dertten kurtulmuyor…

Yeniden dirilip Osmanlı şemsiyesini açmaması için bilerek, isteyerek başına envai çeşit çoraplar örülüyor…

Türkiye PKK’yı gerçekten bertaraf edebilir de Bediüzzaman’ın işaret ettiği hastalıklardan arınabilirse, dünya çapında müthiş bir “inkılâb”a öncülük edebilir.

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Müslümanları Geride Bırakan 6 Hastalık

Bediüzzaman Hütbe-i Şamiyede , Müslümanların psikolojisini ve İslam aleminin sosyal hayatını gözlemleyerek temel altı hastalık teşhis eder.

Bu Hutbe-i Şamiye eseri, Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin otuzbeş yaşında iken Şam’da, Şam ulemasının ısrarı üzerine Cami-i Emevi’de irad ettiği bir hutbedir. Çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması hasebiyle o zaman Şam’da bir hafta içinde iki defa tab’edilmiştir. Bilahare müellif Bediüzzaman Said Nursi tarafından tercümesi neşredilmiştir.

Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddi cihette kurun-u vustada durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır.
Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddi cihette kurun-u vustada durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır.
O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
Üçüncüsü: Adavete muhabbet. 
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı dehşetli hastalığın ilacını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’aniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum.
Birinci Kelime: “El-emel.” Yani, rahmet-i İlahiyeye kuvvetli ümit beslemek.
Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslam cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki alem-i İslamın saadet-i dünyeviyesi, bahusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslamın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış.

Ye’sin burnunun rağmına olarak (HAŞİYE) ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak. Ve hakim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlahi ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş.

Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:
İşte, İslamiyetin hakaiki hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.
Birinci cihet olan manen terakki ise: Biliniz, hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hatta, Rus’u mağlup eden Japon Başkumandanının İslamiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:
Hakikat-i İslamiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslam temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslamın hakikat-i İslamiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve hercümerc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.

Sair dinler ise bilakistir: Yani, salabet ve taassuplarının zaafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salabet ve taassuplarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.

Hem Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakini ile ve İslamiyete tercih etmekle, eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidi bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok.

Dinsiz olmak da başka meseledir. Halbuki, bütün dinlerin etbaları ise; hatta en ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin ve eski Rusların, muhakeme-i akliye ile İslamiyete dahil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım, kat’i bürhan ile İslamiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar…

Kaynak : Risale Ajans

Şamdan Dünyaya Estetik Dersi

Bediüzzaman 1911 senesinin baharında Şam’da bir hutbe okur, Hutbe-i Şamiye . Bu yıllar islam dünyasının özellikle Osmanlının yıkıma doğru gitti yıllardır. 1908 de ikinci meşrutiyet ilan edilmiş, ikinci meşrutiyet hukuki anlamı ile bir çözüm gibi görünürse de Osmanlıyı meydana getiren milletlere meşru çözülme tarihi olarak yorumlanabilir.ikinci meşrutiyetin  ilanından Mondros mütarekesine kadar on yıllık süre imparatorluğunu yıkılma süresidir.On yılda koca bir devlet-i ebed müddet Anadolu’da birkaç vilayetin milleti hakimeye verilmesiyle tarihin gizliliklerine iltica eder.Osman Gazi, MalHatun ve Şeyh Edebali’nin üçgeninde doğum sancıları yaşayan ve Osmanlı beyliği olarak doğan devlet-i aliye-i Osmaniye yine Anadolu’da birkaç vilayete avdet etmiştir. Altıyüz yılı aşkın bir süre geçmiştir.

Bediüzzaman Şam’a giderken rastlantı türü bir seyahata gitmiyordu. İslam dünyası Osmanlının halet-i neze geçtiğini biliyor ama bu millete inanıyordu. Onun millete inanması bir ırka inanmak değildi, devlet-i aliyeyi meydana getiren milletin yine kendini toparlayacağına kesin inanmıştı.

“Hakir olduysa milllet şanına noksan gelir sanma

Yere düşmekle cevher sakit olmaz kadr ü kıymetten”

diyen Namık Kemal gibi ümit adamdı. Bedüzzaman ümit adamdır, sadece kendini kurtarmak isteyen bir ümid adam değil, islamı , osmanlıyı , insanlığı kurtarmak isteyen  bir ümid adam. Yeisin , ümitsizliğin durağan çenberinde çırpınıp duran insanlığa alakadar olduğu bütün alanlarda ümit veren bir kişidir. “Elleri bağlı bir adama ordular taarruz ediyor” diyor. Bu çok doğru kendi ifade etmiş bunu .olağanüstü olaysız bir dönemi yok, sıradan olaylar onun yanından geçemez. Bediüzzaman’ın maverası var, bize görünen Bediüzzaman’ın bir perde arkası maverayi hayatı var. Çocukken bir tepeyi tırmanır dağlara gider, gece gelmez veya geç gelir. Aile onun kırklara karıştığını hükmedecek kadar endişelenir. Hayatı boyunca hayatının saklanan bir yanı var, belli bir zaman diliminde kimse ile görüşmez, nelerle kimlerle görüştüğü hangi mekanlara gittiği sadece kendine malum. Bir gün gecenin yarısında anahtar deliğinden Zübeyir Abi içeri bakar kalabalık bir farklı yaratık grubuna konuşmaktadır. Ertesi gün çağırır “ keçeli gece yarısı neden odama bakıyorsun?”diye onu ikaz eder. Van hayatında Molla Hamid’i bir gün gece yarısı kendisi ile dünyalarından birine götürür, ben Molla Hamid’i gördüm, ona hizmet ettim. Nasıl anlatsam onun için ne diyebilirim , çocuk saflığında nurani , azameti ruhiyesi sizi kuşatan bir insan. O götürüldüğü yerden alelacele kaçar eve gelir, yeşil cübbeli insanlar görmüştür, boylu boslu, karanlıkla ışığın  karışımı arasında onları görmüştür. “keçeli niye kaçtın” der, “seni farklı bir dünyaya götürecektim”  der , o da “ hayır , ben korkarım Seyda ” der. Onun maverası onunla gitti, varken fiziksel dünyada , ayağı maveradadır, şimdi ise tam maverada ama yine bize bakan pencereleri olduğunu düşünüyorum.

O maksat ve ruh hali ile gidiyordu. Şama giderken düşündüğü budur, konuşması bir irticalin değil bir mübremiyetin bir zorunluğun eseridir. Peygamberimizin üç defa aynı cümleyi tekrar ederek şamı kutsadığı bilinir. Şam islam dünyasının mimari anlamda bütünlüğünü dinen ve ilmen sağlayan bir merkezdir. Şam , Bağdat ve İstanbul, batı dünyasının Londra Paris ve Roma üçlüsüne benzer bir üçlüdür. Medeniyetler bu üçlü şehirlerde  müştereken doğmuştur. Bediüzzaman islam dünyası içinde Şam’ı biliyor ve özellikle Anadolu’dan Şam’a gidiyordu.

Hutbe-i Şamiye’nin belirgin vasfı ümid aşılamaktır, bir sosyolojik tahlildir. Batılı hiçbir teoriye dayanmadan islam dünyasını etüd etmiş olan yazarının bilmüşahade tahlil ve yorumlarıdır. Klişeleşmiş din yorumları değil tamamen yeni şeyler öne sürer. Burada benim dikkatimi çeken daha yirminci yüzyılın başında yıkılışın bütün sancılarını yaşayan islam dünyasına çareler taharri ederken , sosyolojik tahlillerin arkasından estetik çareler ortaya koymasıdır.islam dünyasının ümidini besleyen şeylerin yanında ilimlerin yorumlanmasında , kainatın yorumlanmasında güzelliği teşhis etmiş ve onun teşhisinin islamın ümid ışıığı ile aydınlanmasına ne faydalar getireceğini ortaya koymasıdır.Şimdi bu estetik ve güzellik metnini yorumlayalım.

Estetik bilimi teorik olarak güzellikten bahseder, güzelin kategorilerini sayar, belki örnekler verir, çok zaman onu da yapmaz. Bediüzzaman burada güzelliğin teorik meseleleri ile uğraşmaz,ilimlerin fenlerin casus tedkitatından hareketle güzelliğe gider. Bir biyolog, bir matematikçi, bir kimyacı ve fizikci ve diğer ilimlerin mensupları kendi ilimlerinden hareketle, incelikle araştırmaları ile kainatın nizamında asıl hedefin güzellik olduğunu göremezler, lokal bilimsel meseleler ile meşgul olurlar. İlmin felsefe ve estetik noktasından yorumunu yapmazlar. Ben birçok fen bilimcisi ile konuştum. Kendi ilimlerinin felsefesi bir tarafa estetiği konusunda hiç fikirleri yok. Bediüzzaman sadece dini alana hapsedilen bu insan fen adamlarının hiçbirinin görmediğini onları casus tedkikat ile görmesi ve ondan evrenin asıl maksadının güzellik olduğunu söylemesi ve bunu toplumsal kalkınmanın bir reçetesi olarak görmesi çok yüksek düzeyde bir insan ve alim ve estetikçi olduğunu gösterir. Henüz kırk yaşında olan bir insan islam dünyasının hutbe makamı olan Şam şehrinde nasıl bu yüksek ilmi perspektife vardı, nasıl ve hangi dönemde, nerede bunları okudu ve sonuçlara vardı, hayret doğrusu. Marks’ın estetiğinin bir iki sahifeden oluştuğu söylenir, dünyanın ünlü Marksist estetikçileri onun eserinden ciltlerce Marksist estetik kitapları meydana getirmişler. Bediüzzaman’ın estetik metinleri çok sayfalar tutar, ama yüz yıl evvel islam dünyasının gelişmesinde ve ilerlemesinde estetik bir bilim ve evren yorumu kazanmasını öne sürmesi hayret verici. Aradan geçen yüz yıla rağmen onun bu sosyal-sosyolojik ve felsefi estetik yorumları hala oralarda duruyor.

Markstan başka Kant ,Hegel, Schelling, Spinoza , Leibniz ve daha birçok filozofun estetik konularında ki fikirlerine bak hiçbiri bu boyutta evrensel , gözleme dayalı , bilimleri şahit tutan estetik bakışlar sergilemezler. Bediüzzaman nerede baksan gerçekten dünya çapında olağan üstü bir insan. Lukacs üç cilt belki bin sahifeyi bulan Marksist estetik kitabında konuyu öyle genişletir ki üç sahife den bin sahife çıkar, onun o Marks’a sadakatını görünce bizim halimize bakıp üzülmemek elde değil.

“Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor. Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin o nevideki nizamında mu’cizât-ı kudretini ve hikmetini ve  hakikatini gösteriyor.”

Genel bakış açısından sonra bahsi daha ayrıntılı anlatır. Anatomiden bahseder, yani tıpçıların insan vücudunu öğrenmek için teşrih etmeleri yani vücudu kesip bakmaları , azaların yapısını öğrenmek istemeleri anatomi ilmi, koca koca anatomi atlasları vardır, fakültede okurken ben kitap okurdum tıpçılar anatomi atlaslarını mütalaa ederlerdi. Çok belalı bir dersti. Dünya haritalarından daha ayrıntılı atlaslardı. Bediüzzaman bütün bunlardan haberdar, dünyaca ünlü bir ressam ve heyteltraş ta gider ölülerin vücudunu teşrih eder onların güzelliliğini yaptığı heykellere yansıtırmış. İnsan bedeninin ve hayvan bedenlerinin şerhinden güzeli anlatıyor Bediüzzaman. Hayret hayret,himmet.

Bundan sonra biyoloji, astronomi , zooloji ve bunlara bağlı ilimler, kaç ilim eder bütün bunların tesbitleri doğrultusunda evrenle beraber herşey güzellikle yapılmış. Demek güzeli görmenin ümitsizlikten kurtarması gelişmenin bir nevi itekleyici gücü oluyor.
Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş. 
İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır. Elbette beşer, bu cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek.
Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki, mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini sanatçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve sanatlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor.”

Mesele daha da ayrıntıya girer, güzel ve çirkin gibi bahislere girer. Çirkin estetikte uzun zaman kategoriye girmemiş, ondokuzuncuncu yüzyılda ana bir yer vermişler sen de gel demişler ama Bediüzzaman gibi çirkini önemli bir kategoriye sokmamışlar. Banal telakki edilen çirkin Bediüzzaman’ın elinde şeytan ile beraber yorumlanmış. Güzelin ortaya çıkmasında çirkinin rolünü anlatır. Şeytanın da müsabaka için insanın eylemlerine müdahale eder. Şeytanın tarihinde böyle bir yorum yok demonik edebiyat şeytansıyı çok sonralar bulmuş hâlbuki şeytansız olmaz. “ Şeytanın vücudunda cüzi şerler ile beraber pek çok makasıd-ı Hayriye-i külliye vardır” demesi estetik tarihinin ihtilal gibi bir cümlesi .Hem şeytanı kurtarır ve hem çirkini kurtarır, Bediüzzaman’ın yorumları .

Estetik lügatinde çirkini alalım. “Biçimsiz  yada uyumsuz olan. Yapısında tutarsızlıklar bulunan  Yeniçağa kadar çirkin olan herşey estetik dışı sayılmıştır. Bugünkü anlayışa göre çirkin güzelin bir başka görünümü, güzelin tümleyeni gibidir. Çağdaş estetikte ne kadar değişik bir anlam versek de çirkin uyumsuz olan ve değişmeyendir.” Bak Bediüzzaman’ın külli yani tümel bakış açısı yok. Ne kadar ilerde yani  kıyas unsuru olarak çirkin  ne kadar gerekli, ama bilim cüzde kalır külli bakamaz. Gariplik bu ya.

Bediüzzaman sadece yorum yapmakla kalmaz bütün hayatı estetik ve güzele endeksli . Van da ermeni mezaliminin yıktığı vanı görünce üzülür  önce daha sonra baharın çiçekler ve ağaçlar üzerindeki güzelikleri görünce birden çirkin den güzele geçer, bütün ilk gördüğü olumsuz levhalardan  güzelliğe hemen geçiş yapar. Münacaat güzel tabiat levhaları okumalarıdır, çok zaman okuduğum bu metinde kaotik ama güzellik olan yorumlara hayret eder, her okuduğumda yeni şeyler bulurum , bir sanat mektebi gibi metin.Güzel sanatlar müzesi olan kainatı nasıl tek tek güzel yorumlar. Bu güzellikleri herkes okusun hissetsin değil mi? İmparatorluğun yıkım öncesi durumu islam dünyasının hali perişanisi durumunda güzel görerek güzeli görerek insanları ümide taşır, Hutbe’deki tavrı budur. Ölüm döşeğinde bahtsız hafiyelerin tarassudu karşısında yine güzeli görür ve geleceğin güzel günler getireceğini söyler, büyük talebeleri ellerinde kitaplarla ağlarken o son deminde bile güzel bakış a çıları ile onların ruhlarını tatyib eder. “Biraz sıkıntı çekeceksiniz ama zafer sizin olacak ” yollu sözler söyler.

Bu metine kitaplar yazılır, …

Himmet Uç

Müslümanların En Büyük Üç Düşmanı

Bunlardan birincisi ‘cehalet‘tir. Cehaleti bilgiyle, hikmetle, ilimle yenmeliyiz. İslam dini cehaletle birlikte varlığını sürdüremez. İslam dini bir ilim ve medeniyet merkezidir. İkinci büyük düşman ‘fakirlik‘tir. Küfürle fakirliği eşdeğer kabul etmiştir. Bu düşmanı yenmemizin yolu üretmekten ve çalışmaktan geçer. Üçüncü büyük düşman ise ‘tefrika‘dır. Ayrılık ve gayrılıktır. İslam kardeşliğini yeniden ihya ederek her türlü tefrikayı ortadan kaldırmalıyız.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Eyüp Sultan Camiinin açılışındaki konuşmasından bir kesitti.

Bediüzzaman Said Nursi, Şam Emevi Camiinde vermiş olduğu hutbede, bundan 100 yıl önce söylediği sözü aktarıyoruz. Ayrıca Hutbe-i Şamiye, eserinden ulaşabilirsiniz.

Bizim düşmanımız cehalet, zarûret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san′at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.