Etiket arşivi: Hz. Adem a.s

Sevildiğini Bilene Yasak Sökmez.

İnsanın önünde hep bir deniz olur da, bir türlü girmeyi akıl edemez ya… Olur böylesi tuhaf nasipsizlikler. Çok yakın zamanda bir ayetin sonsuz ılık maviliğine dokundu kalbim. Gözlerimin önünde yıllar yılı dururken, bir türlü gönlümü sokamamışım içine… Şimdi girdim mi denize peki? Yeterince daldım mı? Sonsuza temas da sonsuzdur elbet.

İnsan, sonsuzdan nasibini sınırlayabilir mi? Şimdi bu yazıyı “ben keşfettim” edasıyla yazmak bile keşfin “daha daha”sına saygısızlık olabilir. Hiç şüphesiz keşfedilecekler keşfettiklerimizden çok fazladır. Yine de keşfedilen kadarıyla paylaşalım. Birlikte dokunalım bu sözün sonsuz derin maviliğine. Adresini vereyim: Al-i İmran: 31 “De ki...” diye başlıyor. İşte bu “de!” hakkında “de!”necekler var. “De!”meyi Elçisi’ne bırakıyor Söz’ün Sahibi. Niye ki? Çünkü, az sonra Elçi’ye tâbi olmaya davet edecek bizi.

Ama Elçisi yapsın istiyor bu çağrıyı. Kendisi çağırmıyor Elçisi adına. Elçisi çağırıyor. Rabbani nezaketiyle önce Kendisi “ittiba etme” örneği veriyor bize. “De ki, Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittibâ edin ki Allah da size muhabbet etsin…” yerine şöyle de diyebilirdi: “Bana muhabbetiniz varsa Elçime ittibâ edin ki Ben de size muhabbet edeyim….” Hem böylece “De ki…” demeye de gerek kalmayacaktı.

Eğer öyle olsaydı, Elçi’ye tâbi olma çağrısı bu kadar beliğ olmazdı. Çağrıyı Elçi’ye bırakan, Elçi’ye ittiba etme örneği göstermektedir. Oysa Allah -haşa-mecbur değildir ittibaya, mecbur değildir önce Kendisinin ittiba ettiğini ima etmeye… Aslında “siz de mecbur değilsiniz!” mesajını bir dip akıntı olarak saklıyor ayet… Çünkü az sonra anlayacağız ki Elçi’ye itaate biz kullar “mecbur değiliz!” “O da ne?” dediğinizin farkındayım. Ne demekti “mecburiyet”? Zorunlu olmak. İçinde “zor” ya da “icbar” olan bir kelimenin Elçi’ye tâbi olmanın önünde ne işi var ki? Yakışık alır mı? Hele de bu “ittiba/uyum” çağrısının sebebi ve sonucu asla zorlamaya gelmeyen “muhabbet” ise… Gelin, Elçi’ye ittiba etme çağrısının şartına bakalım:

“Eğer Allah’ı seviyorsanız…” Elçi’ye tâbi olmanın sonucuna da bakalım: “ta ki Allah da sizi sevsin…” Ayette iki “sevme” arasında durur “ittiba etmek” Sevmek ile zorunluluk kelimeleri ne kadar da uzaktır birbirine! Zor varsa sevmek yoktur, hatta zorlanırsa insan sevdiğini bile sevmez olur. Muhabbetin olduğu yerde mecburiyete gerek yoktur, icbardan söz edilemez. “Zorla güzellik olmaz” sözünün derininde şu anlam da saklıdır: “Zorla güzellik kalmaz.” Zorlandığında bütün güzellikler tahrip olur.

Güzellik zorlamaya gelmez. Sevmek kalbin eylemidir; kalp ise zorlanamaz, zorlamaya gelmez. (Eğer kasların eylemi olsaydı sevmek, belki zorla sevilebilirdi, mecburen sevenler olabilirdi!) Elçi’ye ‘ittiba’nın iki ‘muhabbet’ arasında durması, bize “sünnet” diye belletilen davranışların içeriksiz kabuklardan ibaret olmadığını, sadece kaslarla değil kalple yapılan işler olduğunu hatırlatması için olmalı. Demek ki, sünnet kasların kasılıp gevşemesiyle değil en başta kalbin katılımıyla gerçekleşiyor. Allah’a muhabbetle başlamayan bir davranış, Allah’ın muhabbetini beklemeyen bir eylem, biçim olarak sünnet davranışına denk geliyor olsa da, özünde “sünnet” denmeyi hak etmiyor.

Tam burada yeniden düşünelim “sünnet” ve dahi farzları. Zaten farzlar da Hz. Peygamber’den[asm] çıktığı için de en azından “sünnet” değil mi? “Ya uyarsın, ya yanarsın!” şantajıyla mı çağrılırız Resulullah’a [asm] uymaya? Yüzümüzü yoktan var eden, aynaya baktığımızda bizi kendi kendimize yeniden sevdiren Yaradan niye bizi “zoraki” bir yolda beklesin ki? Kendi varlığımızdan ne kadar memnun isek, gözümüzün üzerindeki kirpiklere ne kadar itirazsız isek, O’nun bize çizdiği “yol”u zoraki bilmeden, zorlanarak değil, mecburiyet olarak değil, o kadar muhabbetle yapıyor olmalı değil miyiz?

Beni ben yokken bile seven, ben beni sevemezken de beni sevip özenerek insan diye var eden Yaradanım, beni niye “sevimsiz”, “lüzumsuz”, “faydasız”, “zoraki” bir yola çağırıyor olsun ki? Sevmeye bağlıdır Elçi’ye ittiba… Sevmene bağlı. Hem de Allah’ı sevmene.

“De ki,eğer sevmeye Allah’tan daha lâyık birisini biliyorsan, bana tâbi olma…” “De ki, eğer Allah’ı değil de bir başkasını sevmek senin için daha kârlı ve faydalıysa, bana uyma…” “De ki, seni hiç yoktan çıkarıp insan olarak var edeni sevmek sana zor geliyorsa, beni izleme…” Yine, “De ki, seni hiç kimsenin anmadığı günlerde anıp da herkesin anmaya değer gördüğü biri olarak seçen Rabbini değil de, yolunu hiç gözlemeyen, yokluğunda seni hiç anmayan bir başkasını daha çok seviyorsan, benim izimden yürüme…” Bir de, “De ki, eğer seni senin kendini sevmenden önce seven Bir’ini değil de, yeryüzünde yüzünün görünmediği binlerce yıl boyunca seni anılmaya bile değer bulmayan birilerini daha çok sevmeye değer görüyorsan, benim değil onların yolunda yürü…”

Sözün özü: Elçi’ye tâbi olmanın ön şartı, sevmek. Sevmekte zorlama yok. Sevmek, ite kaka olmaz, olamaz. Sevmek, yokuş yukarı çıkmak değildir. Bir akıştır. Gönüllü katılıştır. Yokuş yukarı da olsa, gönlünce yürümektir. Sevmekle yorulmaz insan. Sevmekle dirilir, diriltir. Kimseden zorla sevmek beklenmez. Öyleyse, “zoraki” değildir sünnetin hiçbir davranışı. Her ittiba çağrısının ikinci bir sorusu daha vardır: “Uyarsam n’olacak?

Nereye varacağım O’nun izinden yürürsem? Ne elde edeceğim, O’nunla yürüyerek? Rabbimizin buna cevabı da tanıdık ve sevimli: “sevilmek” “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” Yani; “De ki, eğer Allah’tan başkası tarafından sevilmekle daha çok kâr edeceksen, bana itaat etmesen de olur.” Yine, “De ki, eğer Allah’tan başkasının seni sevmesi seni yokluktan, hiçlikten kurtaracaksa, benim izimden yürüme…” Yine, “De ki, hiç kimsenin hatırını saymayacağı, herkesin yokluğunu kanıksayacağı, seni unutacağı, seni unuttuğunu da unutacağı gelecek günlerde, Allah’tan başkası tarafından sevilmek seni toprağın altından çıkaracaksa, benim ardıma düşmesen de olur…” Bir de şöyle “De ki, eğer kusurlarına rağmen senin rızkını hiç kesmeyen, ayıplarını bildiği halde seni kimselere rezil etmeyen Allah değil de bir başkasıysa, bana tâbi olmasan da olur…” Ne güzel ki, ayet cümlesinin son ibaresi, Allah tarafından sevilmeyi zirve bir tasvire çıkarıyor: “öyle sevsin ki Allah sizi, günahlarınızı kusurlarınızı toptan bağışlasın. Adeta görmezden gelsin.” İşte bu yüzden, sanılanın aksine Allah’ın “emir ve yasaklar”ı yoktur. Yani, Allah, bize alışık olduğumuz anlamıyla “emir”ler yağdırmaz. Askeri anlamdaki “ast-üst ekseninde” anlaşılırsa haksızlık ederiz Allah’ın emirlerine ve yasaklarına… Muhabbetin olduğu yerde emir ve yasağa gerek yoktur ki… Muhabbeti hak etmeyenler kuru emirler yağdırır.

Sevilmeyenlere ve sevmeyenlere mecburen tâbi olunur. Zoraki uyulur. Muhabbetle başlayan ve muhabbetle biten sünnetin hiçbir yerinde “yasak” yoktur; “haram” vardır. “Haram” kelimesi “hürmet” kökünden anlamını alır. Yani müminlerin “yasak”ı “hürmet”ten kaynaklanır. Kuru ve inadına yasağı olmaz sünnetin. Hürmetin her zaman bir hedefi vardır. Muhabbet etmediğine hürmet edemez insan. Kime muhabbeti varsa, kimden muhabbet bekliyorsa, ona hürmet eder. Muhabbet ettiğinin ve muhabbet beklediğinin hürmeti hatırına kendine kimi işleri emreder ya da yasaklar. Bu yasak dışarıdan değildir; içeriden, içten geliyordur. Aynı şekilde, “farz” kelimesini de “zorunlu” olarak tercüme edemeyiz. Zorunlulukta gönüllülüğe yer yoktur; farzda gönüllük vardır. Allah’la yaşayan, Allah’ın hatırını sayar, Rabbine hürmet eder, Rabbine hürmet ederek “yapma!” dediğini yapmaz, “gitme!” dediği yere gitmez, “yeme!” dediğini yemez. Haramın ve emrin konusu olan her iş, o işle ilişki içinde olduğumuz her insan ve her şey, Allah’a tâbi olmanın görünen yüzüdür.

Hatırlayalım: Melekler ve İblis Âdem’e secde etmekle sınandılar; doğrudan Allah’a secde etmekle değil. Allah’a itaatleri Âdem’e itaatleri üzerinden test edildi. Melekler isteneni hemen yaptılar, itaat ettiler, hesap yapmaya kalkmadılar. Ama İblis gerekçe peşine düştü; çünkü Allah’ın hatırı yoktu üzerinde… “Evet ama…”larla kıvırmaya başladı.. “İyi ama, ben ateştenim Âdem topraktan…” demelere davrandı. “Ateş topraktan üstündür, ateş olan toprak olana secde etmez” dedi. İpe un serdi. Oysa, sorun toprak olan Âdem değildi, sorun toprak ya da ateş fark etmez, Âdem’e secde edilmesiydi… Meleklerin imanı, Âdem’in toprağında Allah’ın hatırını gördü; İblis ise Âdem’in toprağından başkasını görmedi. Böylesine kör olanlar ancak kuru emir ve yasaklardan anlarlar. Gönüllerine yer yoktur itaatlerinde.

Bu körlükle, kendisi topraktan Âdem ise ateşten olsaydı, secde eder miydi İblis? Asla! Ya da, kendisi topraktan, Âdem ateşten diye secde etmiş olsaydı, hakkıyla itaat etmiş sayılır mıydı? Hayır! Çünkü bu halde de Allah’a hürmet olmayacaktı. Örneğin bir mümin domuz eti yemez; bu bir haramdır. Bir mümin tesettürlü olmaya çalışır; bu bir emirdir. Domuz etiyle muhatap olurken, domuzla değil “domuz eti yemeyin!” diyen Rabbinin hatırına bakar. Domuz etinin zararlarının bilimsel açıklamalarına vs. dayandırmaz itaatini. Saçını saklarken, güzelliğini herkese göstermemeyi tercih ederken, saçlarının hatırından önce saçlarını ziynet diye veren Allah’ın hatırını görür, gözetir. Allah’ı “gören”in tesettürü gönüllü olur, zoraki değil. Demek ki tesettür tenine örtü örtmekten fazlası, Allah’ın hatırını bilecek kadar iman etmeyi içeriyor içinde. Bunun ise kılık kıyafeti olmaz; hatır bilmek başörtüsü bağlama biçimi gibi tartışılacak, ölçülecek, kesilip biçilecek bir şey değil ki. Allah’ın hatırına yemez, içmez mümin. Allah’ın hatırına örtünür ve saklanır. Bu yüzden tesettür de “iman eden erkek ve kadınlara” emredilir. Allah tarafından görüldüğüne iman edenler bakışlarını, saçlarını ve tenlerini “ziynet” diye bilir çünkü. Yoksa… Emir almaz; kadir bilir; emir telakki eder. Yasaklara aldırmaz; hatır sayar, kendine haram eder. Muhabbet’ten koparılmış her türlü uyum “ittibâ”nın nezaketini ihlal eder. Bu yüzden sevmeyi en çok hak edeni sevmek kadar dolu doludur sünnet. Sevgisiz uymaların her türü insan gönüllülüğünü ihlal eder. Ancak sevildiğini bilenlerin farkında olduğu içten bir nezakettir sünnet.

Senai Demirci

Ne Gözden Iraksın, Ne Gönülden Uzaksın

Kim demişse demiş; ‘Gözden ırak olan, gönülden de uzak olurmuş‘ diye. Kimin için söylenmiş, neden söylemişler bunu? Birileri için doğru olsa da bu söz, Senin için yalan yâ Resulallah. Sen ne gözümüzden ırak, ne de gönlümüzden uzaksın. Gönül evim Seninle, hatıranla dopdolu. Ey uzaklarda zannedilen, Mekke’de, Medine’de aranan Şanlı Nebî. Adınla ve hayatınla gönlümüzde yaşıyorsun. Adını duyduğum ilk andan beri, o küçücük yüreğime sevgin güneş oldu, içime doğdu. En başta anacığımın ve çevremdeki insanların, dillerinden düşmezdi adın. Kimdin Sen, o adı dillerden hiç düşmeyen. En güzel, en seçkin bir kelimeydin, saygıyla söylenirdin. Mübarek adın anıldığında eller kalplere doğru götürülürdü. Bir dua yükselirdi dillerden; ”Allahümme salli ala seyyidina Muhammed.” Küçüktüm, bilemezdim o zamanlar bu sırrı. Büyüdüm, düştüm izinin, sırrının ardına. Anlayanlar anlamışlardı, bütün esrarın anahtarının Sende olduğunu. Düğümleri Sen çözebilirdin, şifreleri Sen açabilirdin ancak. Kimdin Sen, adı dillerden hiç düşmeyen? Adın bile hayatın kadar nurdan bir alev olup, gönülleri tutuşturuyordu. Kimdin? Nasıl biriydin ey Nebî?

Bilemezdim o zamanlar. Sonra, çok sonraları da Seni doğru dürüst anlatana pek rastlayamadık hayatımızda. Fâni bir şahsiyet gibi geçiliyordun. Yaptıklarının üstünde hiç durulmuyordu. Hâlbuki o güzel adın vardı dilimizde, hayatımız kadar kıymetli. Anlamasak da hissediyorduk. Bu her şeyi anlatmaya yetiyordu ama gönlümüz daha fazlasını istiyordu. Bulamıyorduk, öğrenemiyorduk bir türlü. Nice insanlar çıkarıldı karşımıza. Tarihler, kitaplar, birçok meşhur simalardan söz ediyordu uzun uzun ama Sen yoktun onların arasında. Nice maharetli eller, nice bin ustalıkla bir yerlere atıvermişlerdi Seni. Tarihin tozlu sayfalarında unutturulmaya çalışılıyordun. Onlar gizledikçe aklım ve kalbim el ele verip, Senin hayatını en ince noktasına kadar öğrenmenin ve bilmenin heyecanına düştüler. Ve sonra gökyüzü kadar berrak bir mavilik içinde, bembeyaz pamuk gibi bulutlarla çerçevelenmiş bir hayat çıktı karşıma.

Sen kitaplara sığamayacak kadar büyüktün, onu anladım çok şükür. O Sendin işte, O Senin hayatındı. Bulutların arasından doğan bir güneş gibi içimi ferahlattın. Kalbimdeki sıkıntıları bir bir yıktın attın. Varlığım varlığınla anlam kazandı. Şefkat ve rahmet ülkene misafir oldukça çoğaldım, büyüdüm, geliştim. Kısacık ömürde hiç kimsenin yapamayacaklarını yapmıştın. Küçük büyük herkes sevdalındı Senin. Anasından, babasından, nefsinden, her şeyinden çok sevmişlerdi Seni insanlar. Hak ediyordun bunu çünkü. Sen de onları herkesten çok seviyordun. Bütün insanların bütün zamanlardaki dertleri için çırpınmıştın. Akıl almaz çileler çekmiş, binbir cefaya göğüs germiştin bir melek safiyeti içinde. Çok şükür kavuştum aradığıma. Buldum artık Seni, bırakmam peşini. Çocukluğumda kulağıma öpüşle fısıldanan adın, nakış nakış ninnilerle ruhuma işlenen o güzel ismin, bir tohum gibi büyüdü içimde. Vaktini bekliyordu açmak için. Sen biricik Gönül çiçeğim, iç huzurum oldun benim. Ne tarihlerin ne de onların anlattığı gibi değildin. Okudukça, tanıdıkça hayatına hayran kaldım. Asla asla değildin. Hoyrat ellere yüreğimi iyi ki de bırakmamış büyüklerim. Senin sevgine açıkmış kalbim ve bekliyormuş yıllardır.

Seni beklemişim, Seni özlemişim. Ey Sevgili, her şey o güzel adınla başladı hayatımda. Adını günde beş defa okunan ezanlarda da duya duya büyüdüm. Adı güzel, kendi güzel Muhammed’im. Bir gün bir sözüne rastladım. ‘Benim adım Tevrat’ta Ahyed, İncil’de Ahmed, Kur’an’da Muhammed’tir’ diyordun adını unutturmaya çalışanlara. Senden önce gönderilen kitaplardan ismini silmeye, yok etmeye çalışanlara inat doğru adresi gösteriyordun. ‘Getirin eski kitaplarınızı, açın sayfalarınızı, onlarda benim adım var,’ diyordun. Kendilerince değiştirdiler, çıkardılar, attılar, ama adını silemediler, unutturamadılar. Onlar Seni sadece bir isimden ibaret zannettiler. İşte orda yanıldılar. İşaretlerini, sıfatlarını göremediler. Nice lüzumsuz işlerin ve şifrelerin peşinde koşup ömürlerini tükettiler bir hiç uğruna. Kâinatın bütün şifrelerinin, esrarlarının ve anahtarlarının Sende olduğunu bilemediler. Ömürlerini boş yere tükettiler. Arayanlar buldular, işaretlerini okudular. Bilenler bildi, görenler gördü Seni. Şifrelerini çözdüler. Şeytan ve cahil nefis insanların içindeki merak duygusunu sahtesine çevirmekte hiç boş kalmadılar. Ama hangi hakikat var ki unutturulmak istendikçe açığa çıkmamış olsun, gizlenmek istendikçe aşikâr olmasın. Rabbin bu oyunları bozdu, boşa çıkardı. Senin için hazırlanan her tuzağı yerle bir etti. Adının yanıbaşında yükseltti adını. Doğmamış ruhlara aşıladı, kalplere kazıdı, tüm kâinata taşıdı. Sana gelen Sana çıkan yollar, varmak isteyenler için çok kolay.

Yeter ki bir adım atsın insanlar. Yaradan Seni methetmiş getirdiğin

 kitapta. Adınla, risaletinle, elçiliğinle bu son kitabını mühürlemiş. Kim Allah’ın bildirdiğinden başka mana çıkarırsa hüsrandadır, ziyandadır. Çünkü bütün şifrelerin anahtarı Sendedir. Peygamberlik halkasına son noktayı Seninle koymuş Rabbim. Hatemennebî’sin Sen. Yüce görev Seninle tamamlanmış ya Resulallah. Senden sonrası hüsran, Senden başkası yalan. Ey canlı güneşimiz! Sen varken, mumların ışığı altına girer miyiz biz. Azdırmak, saptırmak şeytanın işi, aldanabilir aklıselim olmayan kişi. Kur’an ile yolumuzu aydınlattın ışıl ışıl. Yolun, en doğrusunu gösterdin bize. Ben Senin getirdiğin bu kitabı nasıl okumam, nasıl sevmem ya Resulallah. Kur’an’ın ve kâinat kitabının en büyük âyetisin Sen. Kur’an’ınla kendini, kendinle beni bağladın. Adınla yüreğimi dağladın ya Resulallah.

Şimdi, bir gece yarısı dağdayım. Mekke’yi seyrettiğin yerdeyim. Pırıl pırıl parlayan o büyük mucizeni, işaretini okuyorum ayın parlak yüzünde. Hira’dayım, yıllardır hasretini çektiğim yerdeyim, oradayım. Seni misafir eden o dağın, Hira’nın misafiriyim bu gece. Gökyüzüne bakıyorum, kâinatı heceliyorum. Mekke’yi, Kâbe’yi okuyorum buradan. Sırlar seninle çözülüyor. Şifreler anahtarsız çözülmüyor. Bütün esrarın anahtarları Sendedir ya Resulallah. Sen bize Yaradan’dan armağansın, bu sevinç yeter de artar bize. Zaman zaman gölgelense de nurun, ebediyen silinmeyecek adın. Silemeyecekler. Yaradan’ın yazdığı silinir mi hiç. Sen Muhammed’sin, Mustafa’sın. Sevgilimizsin, Efendimizsin. Yâ Resulallah, adını anmadığım zaman uzak, çok uzak çöllerde tek başına kalmış bir yolcu gibi şaşkın ve biçareyim. Ümidini yitirmiş bir divaneyim. İnsanların çektiği sıkıntıların nedenini anlayabiliyorum. Senden uzak olmak, güneşten mahrum kalmak demek, ışıksız yaşamak demek. Karanlık bir gecenin, bir anın ızdırabı bile yeter insanı çıldırtmaya. Bizim cılız ışıklarımız, evlerimizi ve şehirlerimizi aydınlatmaya yetmezken, Senin nurun kâinatı aydınlatıyor, gönülleri ışıldatıyor. Usul usul girdin hayatıma, güneş gibi kırmadan, incitmeden yâ Resulallah. Yer ettin gönlümde ebediyen.

Seni sevmek de bir ibadetmiş adını söylemek de, onu bildim onu anladım bu gece. Bu gece oradayım, Hira’dayım. Bir kutlu gecede bir şeref payesi sunsun biz gibi dertli gönüllere. Korkutan karanlıklar silindiler. Kâinatla kardeş oldum, vahşetten kurtuldu ruhum. Kimsesizlikten, yalnızlıktan kurtuldum. Allah’ım, Sen varsın. Sen varsın ya başka şeyler hiç olmasa ne gam. Habibin, Sevgilin var ya yeter bize. Sen nasıl gözden ırak, gönülden uzak olabilirsin ki ya Resulallah. Ey şanlı Nebî. Miraç gecesinde dualarının içinde selâmımızı unutmayan gönül sultanı. Bu iyiliğin bile ebediyen hatırlanmayı hak etmiyor mu? Saçtığın ışığın, gönüllerde yaktığın parlak ateşin yanında her ışık sönük kaldı. Battı, gitti nice ışıklar, nice güneşler, nice aşklar, o aşkın yaktığı mecnun âşıklar gitti birer birer. Bir tek Sen kaldın ey Sevgili. Gönül semamızda sönmeyen, batmayan ebedi Güneşimiz. Sen varken uzaklık yok. Gönül ki, Senin için. Diller ki, Senin için var. Uzaklık mı olur, mesafelerin hükmü mü kalır, sevgimizin Sana ulaşan hızının, süratinin yanında.

Ah ya Resulallah. Perişan, harap bir haldeyiz. Bir yanımız yıkık Seni özlüyoruz. Medine’ye, evine misafir olduğum gün ettiğim duayı Rabbim kabul etsin. Amin. Yanımda, gönlümde, dilimde adları yazılı olanlarla beraber. Sevdiklerimle. Bugün bir daha Seni yeniden anladım, Seni yeniden tanıdım. En küçük bir hatıranı dahi özlemişim. Yanına yaklaştığımda, huzuruna vardığımda fark ettim bunu. Şefkatli yüreğinin atışını duydum bizler için. Bütün insanları, Senin kadar kim sevebildi, başka kim sevebilir ki? Sen Rahman ve Rahim olan Allah’ın yeryüzündeki son elçisi, Rahmet Peygamberisin. Yakînin olmak, bu duyguları tekrar tekrar huzurunda yaşamak, bir daha misafirin olmak ne büyük şeref. Sakladığım o inci tanelerini burada döküyorum, Sana elimi uzatıyorum, biat ediyorum. Davana baş koymak ne şeref. Mademki ümmetinin onca derdine, sıkıntısına kefilsin, bizleri düşünmeden asla edemezsin. Derdimizle dertlenmeden yapamazsın, şefkatinin kanatlarını üzerimize germeden duramazsın. Bizi Senden başka kim anlayabilir ki ya Resulallah.

Ey şefkatli Resul, bir Sen varsın yakınımız, yeryüzündeki rahmetinin tecellisi olan Rabbimizin. Biz kendimizden bile habersizken, bizi düşünen o incelerden ince, gözü yaşlı dualarla bizim için atan kalbin şimdi bize emanet. Makam-ı Mahmud’un adına, Rabbimizin katındaki o yüce merteben hürmetine, rahmetinle yıka içimizi. Tertemiz et bizi. Terkedilmişler, bir kenara itilmişler, öksüzler, yetimler, binbir dertle inleyenler adına ne olur yetiş imdadımıza. Her şey Senin gelişini bekliyordu, Sana hazırdı, muntazırdı. Gelişinle dünyayı şereflendirdiğin o kutlu gecenin sabahında dünya bir daha yeniden yaratıldı Seninle. Âdem babamız bile ‘Gel ey evlat yetim kaldık, anlat kâinatın sırlarını, anlat da kurtar bizi dertten‘ diye Senin cennet kapılarında yazılı olan adını görüp dualar ediyordu. İlk peygamberin dualarında Senin adın vardı. Adın O’nun da dilindeydi. O’ndan binlerce sene sonra dünyaya teşrif ettiğin halde Hz. Âdem’e bile uzak değildin, bizden mi uzak kalacaksın ya Resulallah. Ne gözden ne de gönülden ırak ve uzak değilsin Sen. Kâinatın sırlarını açtın, âyet âyet okuttun gizli kalmış ne varsa. Bir damlacığım ben de, Rahmet denizine ulaşmaya çabalıyorum. Sana varamamış bir damlacık, çöllerde kurumaya mahkumdur.

Kalbimden, ruhumdan gözüme, gözlerimden elime düşen bu bir damlacığı da, o güzel adını Hira’da andığım şu anda umman olan şefkatine, rahmetine katıver gitsin. Seninle çoğalmayan, gösterdiğin pencereden bakmayan gözler ışığı göremiyor. İçimizdeki şefkat ateşini yakıyor, yandırıyor o zaman. Bir damlayı ummanına kat. Coşkun bir deniz olup çağlayayım Ebubekir gibi. Bütün insanlar adına cehennemin içinde bile yanmaya razı olabilelim o kahramanlar gibi. Cehennemden betermiş şefkat ateşi. Onu Söndürecek Sensin, Marifetullahtır ancak. Yetiş imdadımıza ey Resul, yetiş. Yanan kalbe devasın Sen Bulunmaz bir şifasın Sen Habib-i Kibriya’sın Sen Muhammed Mustafa’sın Sen… Yâ Resulallah! Yanmak mukaddes bir gaye uğruna, gösterdiğin yolda yanmak, tutuşmak güzelmiş meğer. Senden uzak kalmak, Senden ırak olmak nasipsizliğin en beteridir. Su Sende, şifa Sende, serinlik, ferahlık Sende.

Adını bir kerecik olsun anınca sönüyor yüreğimizdeki ateş, diniyor sızılar yâ Resulallah. Kim demişse demiş ama biz demedik; ‘Gözden ırak olan gönülden de olurmuş’ diye. Bu söz kim için, hangi zaman ve hangi mekânda söylenmiş olursa olsun asla doğru diyemiyorum. Senin için ise büsbütün yalan yâ Resulallah. Senin için yalan Sevgilim. Biz Seni unutmadık ya Resulallah. Sen bize içimize çektiğimiz bir nefes hava kadar yakınsın. Farkında değiliz, dört bir yanı kuşatan ışığının. O uçsuz bucaksız rahmetinin farkında değiliz. Rabbim Senin elinle, dilinle uzatmış rahmetini bize. 124 bin peygamber arasından, Sana ümmet etmiş bizi. Bu şeref yeter bize, yeter de artar ya Resulallah. Biz Seni hiç unutmadık. Sen gönül tahtımızın tek sultanısın. Ne gözden ırak, ne de gönülden uzaksın yâ Resulallah. Sen bize bu kadar yakınsın işte…

Selim Gündüzalp