Etiket arşivi: Hz. Ebu Bekir

Bir mucize mümin: “Hz. Ebu Bekir (R.A.)”

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (c.c.) kâinata koyduğu yasalarından biri de insana doğru yolu göstermesi için peygamberler göndermesidir. Hadislerde geçtiği üzere 124 bin ya da 224 bin peygamber gönderilmiş, Kur’an bunlar içerisinden seçtiği 28 peygamberi bizlere anlatmıştır.

Gönderilen bu peygamberler muhatap oldukları insanların hassasiyetlerine göre çeşitli mucizelerle geldiler. Mesela, Hz. Davud büyük bir hükümranlıkla gelmişti. Oğlu Süleyman’a Allah (c.c.) onlarca mucize vermişti. Hz. Musa sihrin revaçta olduğu bir zeminde böyle mucizelerle geliyor, Hz. İsa Allah’ın izni ile ölülere yeniden hayat veriyor, hastaları iyileştiriyor, cüzamlılara eli ile şifa ulaştırıyordu.

Son Peygamber olan Efendimiz de (a.s.m.) çeşitli mucizeler gösteriyordu. Efendimiz’in (a.s.m.) bir çok mucizesi arasında en büyük mucizesi ise Kur’an’dır.

Peki, Kur’an’ın en büyük mucizesi nedir?

Bu soruyu sorduğumuzda onlarca cevap gelir zihnimize… Kur’an’ın nazmı, belağatı, edebi niteliği, evrensel özelliği, az söz ile çok şey beyan etmesi, korunmuşluğu ve daha birçok özelliği de birer mucizedir.

Bu mucizelerden bir tanesi de şudur: Kur’an’ın insan yetiştirme, terbiye etme ve geliştirme potansiyeli… Daha dün deve çobanları iken, yol kesip şakilik yaparlarken, diri diri kız çocuklarını toprağa gömerlerken, böyle bir toplumdan yeryüzünde ikinci bir örneği olmayan Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı bir topluluk meydana getirmiştir. Öyle bir topluluk ki, kıyamete kadar, kul olma gayreti olanların gaye-i hayalleri olmuştur. Öyle bir topluluk ki, kim onların yolunda yürüse cennete, kim onlar gibi yapmazsa azaba yürüyeceklerdir. İşte bundan dolayı diyebiliriz ki; Nübüvvetin en büyük mucizesi Kur’an, Kur’an’ın en büyük mucizesi Sahabedir.

Peki, sahabenin en büyük mucizesi nedir? Sahabenin en büyük mucizesi ise Hz. Ebû Bekir’dir.

Kırk üç yılllık dostluk

Neden Hz. Ebû Bekir?

Bunun birçok sebebi olsa da, ancak biz sadece bir noktada dikkatlerimizi yoğunlaştıracağız. Hz. Ebû Bekir, Miladi 573’te Mekke’de doğuyor, yani Efendimiz’den (a.s.m.) iki yaş küçük olarak dünyaya geliyor. Efendimiz de (a.s.m.) Hz. Ebû Bekir de Mekke’de oldukları için ta çocukluktan itibaren birbirlerini tanıyorlar. Ama ilk sıcak buluşmaları Efendimiz (a.s.m.) 20 yaşlarında, Hz. Ebû Bekir 18 yaşlarında iken bir erdemliler harekâtı olan Hilfu’l-Fudul’da oluyor. Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana ilkesi ile kurulan bu faziletliler topluluğunda yer alan Efendimiz (a.s.m.) ve Hz. Ebû Bekir, o günden sonra bir daha hiç ayrılmıyorlar. Öyle bir dostluk başlıyor ki aralarında 20 yıl Nübüvvet öncesinde, 23 yıl da Nübüvvet günlerinde tam 43 yıl fasılasız devam ediyor.

Hz. Ebû Bekir ile Efendimiz (a.s.m.) Nübüvvet öncesi tam 20 yıl süren bu dostluklarında, bu ifadeye dikkat edin; hep bir adım önde olan Hz. Ebû Bekir’dir.  Neden mi? Hz. Ebû Bekir o günler iyi bir tüccardır, tam 40 bin dirhemlik bir sermayesi vardır; ama Efendimiz’in (a.sm.) böyle bir imkânı yoktur. O (a.sm.) Hz. Hatice’nin yanında sermaye-iş ortaklığı üzerinden çalışmaktadır. Hz. Ebû Bekir okuma-yazma bilmektedir; ama Efendimiz (a.s.m.) kâğıdı-kalemi hiç eline almamıştır, almayacaktır da… Hz. Ebû Bekir Mekke’nin sosyal yapısı içerisinde söz sahibi biridir. Daru’n-Nedve’ye girme yaşı 40’tır; ancak üç insandan bu zorunluluğu Mekke kaldırmıştır; Bu üç insan Ebû Cehil, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’dir. Hz. Ebû Bekir’in Daru’n-Nedve’de Eşnak diye bir görevi vardır. Eşnak, diyetleri belirlemedir.

Nübüvvet öncesi böyle bir durum ortada varken, yani Hz. Ebû Bekir hep bir adım öndeyken, Miladi 610’da bir pazartesi gecesi vahye muhatap olan Efendimiz (a.s.m.) salı günü Hz. Hatice’yi kadınlardan, Hz. Ali’yi çocuklardan, Hz. Zeyd b. Harise’yi kölelerden kazandıktan sonra o zamana kadar 20 yıllık dostu olan Ebu Bekir’e bu dini arz ettiğinde, Hz. Ebu Bekir hiç tereddüt etmeden, düşünmeden, şüphe duymadan, iman etmiş ve 20 yıldır bir adım öndeyken bir anda bir adım arkaya geçmiş ve 23 yıl boyunca da Efendimiz’in (a.s.m.) hep sağında ama arkasından yürümüştür. Bu bir mucize değil de nedir? Bu İslam’ın, imanın ve tabii ki Kur’an’ın bir mucizesidir. Kur’an’ın insan kazanma ve yetiştirme potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun bir göstergesidir.

Yaşanılması zor bir hayat

Hz. Ebû Bekir’in hayatı başından sonuna kadar; bu manada hep mucizelerle doludur. Mucize; şahit olanları aciz bırakan, görenleri kendine hayran eden hadiseler demektir. Gerçekten Hz. Ebû Bekir’in hayatı böyle bir hayattır. Bundan dolayıdır ki Hz. Ömer, onun vefatının ardından şöyle demiştir: “Ey Ebû Bekir! Arkanda kalanlara yaşanamaz, yapılması çok güç bir hayat bıraktın.”

Hicri olarak 63 yıl süren bu hayatın her karesi çok farklı hadiseler ve mesajlarla doludur. Öyle bir bereketli hayat ki, hayat defterinin hiçbir sayfasında boşluk yok, boşa geçmiş bir zaman yok, atlayıp dikkate almayacağınız bir vakit yok; bereket var, anlamlı yaşama var, hedef var, büyük bir emel var, gayret var, mücadele var; var da var…

Hz. Ebû Bekir’i birkaç sayfa içerisinde anlatmak nasıl mümkün olabilir ki? Bu çok kolay bir iş değildir. Dolayısı ile biz yazımızın çerçevesini biraz daraltarak Hz. Ebû Bekir’in hayatında çok önemli gördüğümüz ve bizlerin hayatında da ne yazık ki istenilen düzeyde şahit olamadığımız, beş temel kavram üzerinden onu anlamaya çalışacağız. Bu kavramlar: Muhabbet, Sadakat, Teslimiyet, Celadet ve Evveliyet’tir.

Muhabbet

Muhabbet, bu zorlu işin olmazsa olmazıdır. Sevgi deyip geçmeyin, hakkı ile seven, sevdiğinin yolunda olur. Feda eder, feda olur, neyi varsa vazgeçer, gözü sevdiğinden başkasını görmez, hayatını sevgilisinin yoluna kurban eder. Biz bunların hepsini Hz. Ebû Bekir’in hayatında görüyoruz.

Hz. Ali Kufe’de halife iken, bir gün İslam’ın destan yazdığı o ilk günlere şahit olmayan genç nesle: “Söyleyin bakalım insanların en cesuru kimdir?” diye sormuştu. Soruya muhatap olan o günün Müslümanları, cesaret deyince akıllarına hep Ali geldiği için: “Ente Ya Emir’el-Mü’minin/ Sensin Ey Müminlerin Emiri!” demişlerdi. Hz. Ali: “Hayır, ben değilim. İnsanların en cesuru Hz. Ebû Bekir’dir” demişti. Neden Hz. Ebû Bekir olduğunu merak eden o bakışları görünce, Hz. Ali anlatmaya başlamıştı: “Bizler bir avuç iman eden kardeşlerimizle beraber nübüvvetin ilk günlerinde Kâbe’de namaz kılıyorduk. O anda Mekke’nin kara yüzlü adamları bize ve Efendimiz’e (a.s.m.) saldırdılar. Kimi Allah Resulü’nü (a.s.m.) itekliyor, kimi cübbesini çekiyor, kimi üzerine çöreklenmiş O’na (a.s.m.) vuruyordu. Biz ise elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamadan sadece olanları seyrediyorduk. Bir anda baktık ki ötelerden cübbesi rüzgârda savrulan, ama gelişi ile etrafa izzet saçan biri bize doğru yaklaşıyor. Gelenin kim olduğunu merak etmiştik. O yiğitçe gelen, naif bedeni ile o gün bir aslan kesilen Hz. Ebû Bekir’den başkası değildi. Koşa koşa bize doğru geliyor, kendisine engel olanları bir bir deviriyor ve Kâbe’nin duvarlarında yankılanan şu sözü haykırıyordu: “Rabbim Allah’tır dediği için birini mi öldüreceksiniz?” Bu sözleri en gür sedası ile haykıran Hz. Ebû Bekir, gelip kendini o anda Mekkelilerin saldırılarına muhatap olan Efendimiz’in (a.s.m.) üzerine atıyordu. Bu sefer o kara yüzlü adamlar Efendimiz’i (a.s.m.) bırakıyor; Hz. Ebû Bekir’i ortalarına alıyorlardı ve başlıyorlardı onu dövmeye… Yumruklar, tekmeler, hakaretler havada üşüşüyordu… Ağzı, gözü, burnu dağılan Hz. Ebû Bekir daha fazla acılara dayanamıyor; oracıkta bayılıyordu. O anda kabilesi Benî Teym, olaydan haberdar oluyor, gelip Hz. Ebû Bekir’i onların elinden kurtarıyorlardı. Her tarafı kan-revan içerisinde ve baygın bir halde evine taşıyorlardı. Nice sonraları Hz. Ebû Bekir gözlerini açıyor, biraz kendine gelir gibi oluyordu.  Uyanır uyanmaz ağzından çıkan ilk söz “Allah Resulüne ne oldu?” sözü oluyordu. Söyler misiniz böyle bir cesareti ortaya koyarak insanların en cesuru olmayı hak eden Hz. Ebû Bekir değil de kimdir?”

Hz. Ali’nin nübüvvetin ilk yıllarında yaşadığı ve yıllardır unutmadığı bu tablo, Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’e (a.s.m.) nasıl bir sevgi ile muhabbet ile bağlandığının bir örneğidir. O günden sonrada Hz. Ebû Bekir, hayatının birçok sayfasında muhabbetin ne kadar önemli olduğunu hep gösterip durmuştur.

Sadakat

Sadakat, sözünde ve özünde sadık olma, doğru olmadır. Sadakatin iki önemli vechesi/yüzü var. Biri; doğruluktan asla ayrılmama, başına ne gelirse gelsin, ne kaybederse kaybetsin; doğruluğu hayatın en temel şiarı kılma. İkincisi ise; doğruları tasdikleme, söylenen doğruyu tereddütsüz bir şekilde kabul etme… Biz sadakatin bu iki halini de Hz. Ebû Bekir’in hayatında zirve noktalarda görüyoruz. Zaten zirve olduğu için o Sıddık’tır; sadakat onunla âleme öğretilmiş ve o sıdkın en zirve hali olarak bu işin abidesi olmuştur. Sadece İsra ve Miraç hadisesinde onun tavrı hatırlandığında bu sözlerin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır.

Teslimiyet

Teslimiyet, Müslümanın olmazsa olmaz vasfıdır. Zaten Müslüman demek, hiçbir tereddüde, şüpheye kapı aralamadan teslim olan demektir. Hz. Ebû Bekir’in teslimiyeti söz konusu olduğunda kesinlikle Rûm Süresi’nin nazilindeki tutumunu hatırlamamız gerekir.

Bi’setin beşinci yılı, Milâdi olarak 614 senelerinde iki komşu ve rakip devlet, birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında 2. Hüsrev, Rûm İmparatorluğunda ise Heraklius bulunuyordu. O yıl yapılan son savaşta İranlılar galip gelmişti. Romalıların bu mağlubiyet haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler sevinmişler, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi. Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye ve: “Siz ve Hıristiyanlar Ehl-i kitapsınız; biz ve İranlılar ise ümmiyiz. İranlı kardeşlerimiz, sizin Rûm kardeşlerinize galebe çaldı. Biz de, sizinle muharebeye girişirsek, sizi mağlup ederiz” diyerek şamataya başlamışlardı. Bu hadise üzerine Rûm Süresi nazil oldu ve yakın bir gelecekte Rûmların galip geleceğinin haberini verdi. İlgili ayetler nazil olduğu zaman, Rûm İmparatorluğu öylesine perişan olmuştu ki, Romalıların bir kaç sene zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine katiyetle hükmetmek şöyle dursun, ihtimal vermek bile akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.  İşte böyle bir zeminde inen ayetler Rûmların kısa bir zaman sonra galip geleceklerini haber veriyordu.

Hz. Ebû Bekir, bu ayetleri Efendimiz’den (a.sm.) dinler dinlemez onları, Mekke’nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen müşriklere, “Rûmlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklardır” dedi. Müşrik liderlerden Übey b. Halef bu sözleri duyunca hemen Hz. Ebû Bekir’in yanına geldi ve onunla bahse girmek istediğini söyledi. Allah’ın ayetlerine karşı büyük bir teslimiyet içerisinde olan Hz. Ebû Bekir onun bu teklifini kabul ederek, bahse girdi ve elbette netice Allah’ın dediği gibi oldu. Sadece bu olay bile Hz. Ebû Bekir’in teslimiyet noktasında nasıl bir duruşu olduğunu anlamamız açısından yeterlidir.

Celadet

Celadet, yiğitliktir, kahramanlıktır. Tabir caiz ise Ömerce davranmaktır. Yeri gelince aslan gibi kükremek, yeri gelince masaya yumruk vurabilmek, yeri gelince bakışları ile ödler koparmak, yeri gelince zalimin yüzüne hakkı haykırabilmektir. Bu vasıflar Hz. Ömer’de çok var da sanki Hz. Ebû Bekir’de yok gibidir. Ancak işin aslı böyle değildir. Gerçekten celadet Hz. Ebû Bekir’in de şahsiyetinin en önemli kavramlarından biridir. Onun Efendimiz’in (a.sm.) vefatındaki tavrı, Üsame ordusunu belirlenen hedefe göndermesi, peygamberlik iddiasında bulunanlara karşı ortaya koyduğu mücadelesi, dinden çıkanlara, iman ile zekât arasını ayıranlara karşı başlattığı cihadı nasıl bir celadet sahibi olduğunu bize göstermektedir.

Evveliyet

Evveliyet, ilk olmanın ayrıcalığını ilk günden son güne kadar devam ettirmek, başta heyecan ile başlayıp sonunda yorulmamak, hayırlarda hep yarışmak, her şeyin ilki olmasına rağmen , “hel min mezid” şuuru ile yani; “daha ötesi yok mu?” anlayışı ile yaşamaktır. Hz. Ebû Bekir, hayatı boyunca hep ilklerden, öncülerden oldu. Buna rağmen hiçbir zaman yaptıklarını yeterli görmedi. Her ne yapmışsa hep bir adım ötesine geçmek için gayret gösterdi.

Hz. Ömer Tebûk Gazvesi öncesini anlatıyor: “O günler Hz. Peygamber (a.s.m.) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden ‘Eğer Ebû Bekir’i geçeceğim bir gün varsa o, bu gündür‘ dedim ve malımın hepsini hesaplayarak, tam yarısını getirip, Efendimiz’in (a.sm.) önüne bıraktım. Peygamber Efendimiz bana ‘Ey Ömer! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. ‘Getirdiğim kadar da onlara bıraktım’ dedim. Sonra Ebû Bekir geldi. Meğer o nesi varsa hepsini getirmişti. Peygamber Efendimiz ona da ‘Ey Ebû Bekir! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. Ebû Bekir ‘Ben onlara Allah ve Resulünü bıraktım’ dedi. O zaman kalbimden ‘İmkânı yok, ben Ebû Bekir’i hiçbir zaman geçemeyeceğim’ dedim.”

İşte Hz. Ebû Bekir bu… Salih amellere doymayan biri o…

Muhammed Emin Yıldırım

Moral Dünyası Dergisi

Hz. Ebubekir’in Vefatı

Değerli kardeşlerimiz, Hz. Ebubekir’in (R.A) 23 Ağustos 634 vefatının yıl dönümü, pekala yeterince tanıyormuyuz ?

Cevap; Değerli kardeşimiz;

Hz. Ebu Bekir es Sıddîk (r.a) (571-634), Hz. Muhammed (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğe başlamasından sonra ilk iman eden hür erkeklerin; raşit halifelerin, aşere-i mübeşşerenin ilki. Câmiu’l Kur’an, es-Sıddîk, el-Atik lakaplarıyla bilinen büyük sahabi. Kur’ân-ı Kerim’de hicret sırasında Rasûlullah’la beraber olmasından dolayı, “…mağarada bulunan iki kişiden biri…” (et-Tevbe, 9/40) şeklinde ondan bahsedilmektedir.

Asıl adı Abdülkâbe olup, İslâm’dan sonra Rasûlullah (s.a.s.)’in ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azaptan azad edilmiş mânâsına “atik”; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da “sıddîk” lâkabıyla anılmıştır. “Deve yavrusunun babası” manasına gelen Ebû Bekir adıyla meşhur olmuştur.

Teymoğulları kabilesinden olan Ebû Bekir’in nesebi Mürre b. Kâ’b’da Rasûlullah’la birleşir. Anasının adı Ümmü’l-Hayr Selma, babasının ki Ebû Kuhafe Osman’dır. Künyesi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amir… b. Murra …et-Teymî’dir. Bedir savaşına kadar müşrik kalan oğlu Abdurrahman dışında bütün ailesi müslüman olmuştur. Babası Ebû Kuhafe, Ebû Bekir’in halifeliğini ve ölümünü görmüştür. Hz. Ebû Bekir’in Rasûlullah (s.a.s.)’den bir veya üç yaş küçük olduğu zikredilmiştir. İslâm’dan önce de saygın, dürüst, kişilikli, putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan “hanif” bir tacir olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz. Peygamber’den hiç ayrılmamıştır. Bütün servetini, kazancını İslâm için harcamış, kendisi sade bir şekilde yaşamıştır.

Hz. Ebû Bekir, Fil yılından iki sene birkaç ay sonra 571′de Mekke’de dünyaya gelmiş, güzel hasletlerle tanınmış ve iffetiyle şöhret bulmuştur. İçki içmek câhiliye döneminde çok yaygın bir âdet olduğu halde o hiç içmemiştir. O dönemde Mekke’nin ileri gelenlerinden olup Arapların nesep ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, bunun büyük bir kısmını İslâm için harcamıştır. Rasûlullah’a iman eden Ebû Bekir (r.a.) İslâm dâvetçiliğine başlamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi İslâm’ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanların bir çoğu İslâm’ı onun dâvetiyle kabul etmişlerdir.Hz. Ebû Bekir hayatı boyunca Rasûlullah’ın yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur. Rasûlullah birçok hususlarda onun görüşünü tercih ederdi. Umûmî ve husûsî olan önemli işlerde ashâbıyla müşavere eden Peygamber (s.a.s.) bazı hususlarda özellikle Ebû Bekir’e danışırdı. (İbn Haldun, Mukaddime, 206).

Araplar ona “Peygamber’in veziri” derlerdi. Teymoğulları kabilesi Mekke’de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal temasları ve geniş kültürlülükleri ile tanınıyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in babası Mekke eşrafındandı. Hz. Ebû Bekir, câhiliye döneminde de güzel ahlâkı ile tanınan, sevilen bir kişi idi. Mekke’de “eşnak” diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödenmesi işlerinin yürütülmesiyle görevliydi. Muhammed (s.a.s.) ile büyük bir dostlukları vardı. Sık sık buluşur, Allah’ın birliği, Mekke müşriklerinin durumu ve ticaret gibi konularda müşâvere ederlerdi. İkisi de câhiliye kültürüne karşıydılar, şiir yazmaz ve şiiri sevmezlerdi, daha ziyade tefekkür ederlerdi.

İslâm’ı benimsemesi

Hz. Ebû Bekir, Hira dağından dönen Hz. Muhammed ile karşılaştığında, Rasûlullah (s.a.s.) ona, “Allah’ın elçisi” olduğunu söyleyip “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (el-Alâk, 96/1) diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman hemen ona: “Allah’ın birliğine ve senin O’nun rasûlü olduğuna iman ettim” demiştir. Hz. Hatice’den sonra Rasûlullah’a ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm’ı tebliğinin ilk zamanlarında kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Ebû Bekir şeksiz ve tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bütün insanların imanı bir kefeye, Ebû Bekir’in ki bir kefeye konsa, onun imanı ağır basardı ” diye lâtif bir benzetme de yapmıştır.

Mü’min Ebû Bekir, hayatının sonuna kadar tüm varlığını İslâm’a adamış, bütün hayırlı işlerde en başta gelmiştir.Ebû Bekir Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kişileri İslâm’a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullandı. Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire, Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandır.

Kendisi de Mescid-i Haram’da müşriklerin saldırısına uğramıştı. Ebû Bekir, iman ettikten sonra İslâm’ı tebliğe gizli gizli devam ediyordu. Annesi, karısı Ümmü Ruman ve kızı Esma da iman etmiş, fakat oğulları Abdullah, Abdurrahman ve babası Ebû Kuhafe henüz iman etmemişlerdi. Osman b. Affan, Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah gibi ilk müslümanları İslâm’a dâvet eden odur.

Müşriklerin eziyetleri çoğalıp müslümanlara yapılan baskılar arttıktan sonra Hz. Peygamber s.a.v Hz. Ebû Bekir’e de Habeşistan’a göç etmesini söylemiş ve Ebû Bekir yola çıkmış; ancak Berkü’l-Gımâd’da Mekke’nin ileri gelen kabilelerinden İbn Dugunne ile karşılaştığında İbn Dugunne onu himayesine aldığını ve Mekke’ye dönmesi gerektiğini belirterek, ikisi birlikte Mekke’ye dönmüşlerdir. Ancak şartlı olarak Ebû Bekir’i himayesine alan İbn Dugunne, Ebû Bekir’in açıktan açığa ibadet etmesi ve inancını yaymaya devam etmesi sebebiyle şartları yerine getirmediğini iddia ederek ona ibadetini gizli yapmasını söylediğinde Hz. Ebû Bekir, onun himayesine ihtiyacı olmadığını, zaten kendisine söz de vermediğini ifade etmişti: “Senin himayeni sana iâde ediyorum. Bana Allah’ın himayesi yeter.

Böylece onüç yıl Mekke’de Rasûlullah’ın yanında kalan Hz. Ebû Bekir, Hz. Aişe’nin rivâyetine göre, Rasûlullah hicret emrini alıp Ebû Bekir’e gelerek ona beraberce hicret edeceklerini söyleyince Ebû Bekir sevinçten ağlamaya başlamıştı (İbn Hişâm, es-Sire, II, 485).

Hz. Peygamber’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e oradan Sidretü’l Münteha’ya gittiği İsra ve Mirâc hâdisesini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir’e yetiştirdikleri zaman; “O dediyse doğrudur.” demiştir. Bu sözünden sonra Ebu Bekir’e; ihlâslı, asla yalan söylemeyen, özü doğru, itikadında şüphe olmayan anlamında, “Sıddîk” lâkabı verildi. Kur’an tâbiriyle, “O, ne iyi arkadaştı ” (en-Nisâ, 4/69) denilebilir.İşte o “Sıddîk” ile o “Emîn”, o iki arkadaş beraberce Sevr dağındaki mağaraya hareket ederek hicret etmişlerdir.

Hicreti

Sevr mağarasına ilk giren Hz. Ebû Bekir, (r.a.) mağarada keşif yaptıktan sonra Rasûlullah içeri girmiştir. Ebû Bekir’in kızı Esma yolda yemeleri için azıklarını hazırlamıştı. Onlar Mekke’den ayrılınca müşrikler her tarafa adamlarını yollayarak aramaya başladılar. Kureyş kabilesinin müşrikleri Ebû Cehil başkanlığında Esma’nın evini aradılar, hakaret edip dayak attılar.Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicret yolculuğuna çıkarken yanına bütün parasını almıştı. Buna rağmen kızı Esma onun nerede olduğunu, nereye gittiğini kâfirlere söylememiştir.

İz süren Mekkeli müşrikler Sevr mağarasına kadar geldiler. Rasûlullah bu sırada Kur’ân’da anlatıldığı biçimde şöyle diyordu: “Üzülme, Allah bizimledir” (et-Tevbe, 104/40). Nitekim Allah ona güven vermiş, göremedikleri askerleriyle onu desteklemiştir; Allah güçlüdür, hakimdir. Kâfirler tüm aramalara rağmen onları bulamadılar. Mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine’ye yönelen Rasûlullah ile Ebû Bekir Kuba’ya vardılar.

Ebû Bekir mağarada kaldıkları günü şöyle anlatır: “Rasûlullah (s.a.s.) ile beraber bir mağarada bulundum. Bir ara başımı kaldırıp baktım. O anda Kureyş casuslarının ayaklarını gördüm. Bunun üzerine, ‘Ya Rasûlullah, bunlardan birkaçı gözünü aşağı eğse de baksa muhakkak bizi görür’ dedim. O, ‘Sus ya Ebû Bekir. İki yoldaş ki, Allah onların üçüncüsü ola, endişe edilir mi?’ buyurdu.

Kuba’da üç gün kalan Rasûlullah ile Hz. Ebû Bekir nihayet Medine’ye vardılar. Medine’de Hz. Ebû Bekir humma hastalığına tutuldu. Hastalık ilerleyip yatağa düştüğünde Rasûlullah, “Allah’ım Mekke’yi bize sevgili kıldığın gibi Medine’yi de bize sevgili kıl, hummayı bizden uzaklaştır’ diye dua ettiği zaman Hz. Ebû Bekir ve hasta olan diğer sahâbîler iyileştiler.

Bu arada Hz. Âişe ile Hz. Muhammed (s.â.s.)’in düğünleri yapıldı. Mescidi Nebî inşâ edildi. Masrafların bir kısmını Hz. Ebû Bekir karşıladı. Medine’de kardeşlik tesis edildiğinde Ebû Bekir’in kardeşliği Harise b. Zeyd oldu.Hz. Ebû Bekir Medine’de Mescidi Nebî’nin inşasına katıldı. Rasûlullah İslâm’ı yaymak ve düşmanlar hakkında bilgi toplamak için seriyye denilen keşif kollarını Medine dışına gönderiyor, bunlara bazen Hz. Ebû Bekir de katılıyordu. Rasûlullah ile birlikte bizzat çarpıştığı savaşlarda (Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te) Ebû Bekir de yer aldı. O, Müreysi, Kurayza, Hayber, Mekke, Huneyn, Taif gazvelerinde de bulundu.

Rasûlullah’ın bizzat idare ettiği harplere gazve denir. Ebû Bekir, bu sözü geçen büyük savaşlardan başka, otuzdan fazla gazveye katılmıştır. Çarpışma olmaksızın Veddan, Buvat, Bedr-i Ûlâ, Uşeyre gazveleriyle de düşmanlar itaat altına alınmıştır. Bütün bu gazvelerde Hz. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın en yakınında yer almış olup onun “veziri” gibi idi.

Bedir’de, oğlu Abdurrahman müşrikler safında yer aldığında Ebû Bekir oğluyla çarpışmıştır. Sadece o değil, Bedir’de birçok sahâbî, oğlu, kardeşi, babası, dayısı ile çarpışmıştı. Bedir savaşı, müslümanların İslâm’ı herşeyden üstün tuttuklarını, Allah için en yakınları olan müşrikleri kan bağı veya kabile taassubu içinde kalmadan, başka insanlardan ayırdetmeden öldürdüklerini göstermektedir.

Rasûlullah’ın bir amcası Hamza, İslâm ordusu safındayken öteki amcası Abbas, düşman safındaydı. Yeğeni Ubeyde kendi yanındayken, öteki yeğenleri Ebû Süfyan ve Nevfel müşriklerle beraberdi. Hattâ kızı Zeyneb’in eşi Ebû’l-As da Rasûlullah’a karşı müşriklerle birlikte savaşıyordu.

Hicretin 9. yılında Medine’de büyük bir kıtlık oldu. Bu arada Bizans İmparatoru, Şam’da Hicaz bölgesini istilâ etmek üzere büyük bir ordu hazırladı. Rasûlullah, bu orduya karşı İslâm ordusunu hazırlarken, kıtlık sebebiyle zorluklarla karşılaştı. Ebû Bekir malının hepsini bu ordunun hazırlanmasında kullandı. Onuncu yılda “Vedâ Haccı”nda bulunan Allah’ın Rasûlü, onbirinci yılda hastalandı.

Hicrî onbirinci yılda hastalanan Rasûlullah (s.a.s.) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632) vefât etti. Onun vefâtını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama o da bir ölümlüydü. Hz. Ömer, onun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O’nun için “öldü” diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefât haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlullah’ı alnından öptü ve “Babam ve anam sana fedâ olsun ya Rasûlullah. Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şânın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Yâ Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım …” dedi.

Sonra dışarı çıkıp Ömer’i susturdu ve; “Ey insanlar, Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed’e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah’a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah’ın şu buyruğunu hatırlatırım: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Âl-i İmrân, 3/144). Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz” (İbn Hişâm, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III, 197,198).

Hz. Ebû Bekir bu konuşmasıyla orada bulunanları teskin ettikten sonra Rasûlullah’ın teçhiziyle uğraşırken, Ensâr, Benû Sâide sakifesinde toplanarak Hazrec’in reisi olan Sa’d b Ubâde’yi Rasûlullah’tan sonra halife tayini için bir araya gelmişlerdir. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen Benû Saîde’ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde’nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey’at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebû Bekir’in konuşmasından sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir’e bey’at etti ve, “Ey Ebû Bekir, müslümanlara sen Rasûlullah’ın emriyle namaz kıldırdın. Sen onun halifesisin ve biz sana bey’at ediyoruz. Rasûlullah’a hepimizden daha sevgili olan sana bey’at ediyoruz” dedi.

Hz. Ömer’in bu âni davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir’e bey’at ettiler. Bu özel bey’attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî’de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe okudu ve resmen ona bey’at edildi. Rasûlullah’ın defni salı günü gerçekleşirken, onun nereye defnedileceği hakkında da bir ihtilâf meydana geldiğinde Hz. Ebû Bekir yine ferasetini ortaya koydu ve “Her peygamber öldüğü yere defnedilir” hadisini ashaba hatırlatarak bu ihtilâfı giderdi. Rasûlullah’ın cenaze namazı imamsız olarak gruplar halinde kılındı. Bütün bunlar olurken, Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’nın evinde Haşimoğulları ve yandaşları ile toplandığı ve bey’ata ilk zamanlar katılmadığı nakledilir. Hz. Ali rivâyetlere göre, el-Bey’atü’l-Kübrâ’ya bey’at edildiği haberini alır almaz, elbisesini yarım yamalak giydiği halde evden fırlamış ve gidip Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmiştir (Taberî, Târih, III, 207).

Onun aylarca Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmediği haberleri gerçeğe uygun olmasa gerektir. Çünkü onun Ebû Bekir’in üstünlüğünü bildiği, onun hakkında yaptığı konuşmalar ve tarihin akışı, diğer rivâyetlere aykırıdır.Râsulullah’ın en yakın ashâbı arasında -hattâ Ebû Bekir ile Ömer arasında- zaman zaman ihtilâflar, görüş ayrılıkları meydana gelmişse de ilk iki halife zamanında da görüldüğü gibi dâima birliktelik devam ettirilmiştir. Anlaşmazlık gibi görünen hâdiselerin birçoğunda huy ve karakter farklılığı rol oynuyordu.

Meselâ Ebû Bekir yumuşak ve sâkin davranırken, Ömer sertlik yanlısıydı. Ama her zaman birlikte hareket ettiler. Ebû Bekir’in yönetiminde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde savaşlarında kararların içinde, namazlarda Ebû Bekir’in arkasında yer almışlardır (İbn Kesir, el-Bidâye ve’n Nihâye, V, 249).

Hz. Ali, Rasûlullah’ın bir vasiyeti olsaydı ölünceye kadar onu yerine getireceğini söylemiş (Taberî, a.g.e., IV, 236) ancak, İbn Abbas’ın Rasûlullah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri çevirmiştir. Yani Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine karşı kimseden bir çıkış olmamıştır. Zaten tabii, fıtrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeliğidir. Hz. Peygamber ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış, ancak Hz. Ebû Bekir’in faziletine dair Mescid’de konuşmuş, hasta yatağındayken onu ısrarla çağırtmış ve yerine İmam tâyin etmiştir.Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlullah’ın mirasından pay almak için gelen Hz. Fâtıma’ya, “Rasûlullah’ın yaptığı hiçbir şeyi yapmaktan geri durmam” diyerek, Fâtıma’nın peygamberin kızı olmasını dinin üstün tutulmasından daha önemsiz görmüş ve Rasûlullah’ın yanındayken ondan ne duymuş, ne görmüşse onu tatbik etmiştir (Taberî, III, 220).

Sonraları Hz. Ali’nin hilâfeti zamanında Fâtıma’ya -ki, Ebû Bekir’e gidip miras isterken onu savunmuştu- mirastan hiçbir şey vermemesi de ashâbın Rasûlullah’ın sünnetine nasıl itaat ettiklerinin delilidir (İbn Teymiye, Minhâc’üs-Sünne, III, 230).

Hz. Ebû Bekir “Rasûlullah’ın Halifesi” seçildikten sonra Mescid’de yaptığı konuşmada, “Sizin en hayırlınız değilim, ama başınıza geçtim; görevimi hakkıyle yaparsam bana yardım ediniz, yanılırsam doğru yolu gösteriniz; ben Allah ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz, ben isyan edersem itaatiniz gerekmez…” demiştir (İbn Hişâm, es-Sire, IV, 340-341; Taberî, Târih, III, 203).

Mürtedlerle Mücadele

Irak ve Suriye Fütühatı, Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’ın halifesi olduktan sonra, onun vefâtıyla Arabistan’da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalancı peygamberlere, “namaz kılarız, ama zekât vermeyiz” diyenlere karşı savaş açtı. Esvedu’l-Ansı, Müseylemetü’l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış, zekât yeniden toplanmaya ve Beytü’l-Mal’e konulup dağıtılmaya başlanmıştır. Rasûlullah’ın hazırladığı, ancak vefâtı sebebiyle bekleyen Üsâme ordusunu Ürdün’e yollayan Ebû Bekir, Bahreyn, Umman, Yemen, Mühre isyanlarını bastırmıştır. İçte isyancılarla mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparatorluğun, İran ve Bizans’ın ordularıyla karşılaşılmıştır. Hîre, Ecnâdin ve Enbâr, savaşlarla İslâm diyarına katılmış, Irak fethedilmiş, Suriye’nin de önemli kentleri ele geçirilmiştir. Yermük savaşı devam ederken Hz. Ebû Bekir vefât etmiştir.

Onun ordusuna verdiği öğütlerde şu ibareler vardır: “Kadın, çocuk ve yaşlılara dokunmayın, yemiş veren ağaçları kesmeyin, ma’mur bir yeri tahrip etmeyin, haddi aşmayın, korkmayın.” Gerçekten İslâm ordusu fethettiği yerlerde kimseye zulmetmemiş, adaletiyle düşmanların takdirini kazanmış, müslüman olmayıp da cizye vererek İslâm’ın himayesine giren milletler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in Toplanması “Mushaf”ın Meydana gelmesi

Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve kurrâ’nın birçoğunun şehid olması üzerine, Hz. Ömer’in Kur’ân’ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sonra ona hak vererek, Kur’ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Rasûlullah zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce ceylan derilerine, beyaz taşlara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashâbın çoğu da Kur’ân hâfızı idi. Ancak, yazılı olan âyetler dağınıktı, kurrâ da azalınca Kur’ân’ın muhafazası hususunda endişe edildi. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Ayrıca şâhitlerle âyetler doğrulanıyor, kurrâ’ ile te’kid ediliyordu. Böylece bütün âyetler toplandı ve “Mushaf” meydana getirildi.Bu Mushaf Ebû Bekir’den Ömer’e, ondan da kızı Hafsa’ya geçti ve Hz. Osman zamanında çoğaltılarak Dârü’l-İslam’ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.

Vefâtı

Hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müddet sürmesine rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti büyük bir gelişme göstermiştir. Hz. Ebû Bekir Hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine’de yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce yerine Ömer’in namaz kıldırmasını istedi. Ashâbla istişâre ederek Hz. Ömer’i halifeliğe uygun gördüğünü söyledi. Hz. Ömer’in sert ve kaba oluşu gibi bazı itirazlara cevap verdi ve hilâfet ahitnamesini Hz. Osman’a yazdırdı. Ebû Bekir (r.a.) de, çok sevdiği Rasûlullah gibi altmışüç yaşında vefât etti. Vasiyeti gereği Rasûlullah’ın yanına -omuz hizasında olarak- defnedildi. Böylece bu iki büyük insanın, iki büyük dostun, kabirlerinde de birliktelikleri devam etti.

Kişiliği ve Yönetimi

Tâcir olarak geniş bir kültüre sahip olan Hz. Ebû Bekir, dürüstlüğü ve takvâsı ile ashâb içinde ilk sırada yeralır. Karakteri; yumuşak huyluluk, çok düşünüp çok az konuşmak, tevâzu ile belirgindi. Hz. Âişe’nin rivâyetine göre, “gözü yaşlı, gönlü hüzünlü, sesi zayıf” biri idi. Câhiliye döneminde müşrikler ona güvenir, diyet ve borç-alacak işlerinde onu hakem tanırlardı. Rasûlullah’ın en sadık dostu olan Ebû Bekir’in Mirâc olayında sergilediği sonsuz bağlılık örneği ona “es-Sıddîk” lâkabını kazandırmıştır. O bu olayda “O ne söylüyorsa doğrudur” demiştir.

Cömertlikte ondan üstünü de yoktur. Bütün malını mülkünü İslâm için harcamış, vefât ederken vasiyetinde, halifeliği müddetince aldığı maaşların, topraklarının satılarak iâde edilmesini istemiş ve geride bir deve, bir köleden başka birşey bırakmamıştır. Dört eşinden altı çocuğu olan Ebû Bekir, kızı Âişe’yi Rasûlullah ile hicretten sonra evlendirmiştir (Tabakat-ı İbn Sa’d, VI, 130 vd.; İbnu’l-Esir, II, 115 vd).

Hicret sırasında mağarada iken ayağını bir yılan soktuğunda ve ayağı acıdığında o sırada dizine yatıp uyumuş olan Peygamber’i uyandırmamak için sesini çıkarmaması, ağlarken Hz. Peygamber uyanıp ne olduğunu sorduğunda, “Anam-babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah” demesi olayı Ebû Bekir’in Rasûlullah’a olan bağlılığının örneklerinden sadece biridir. Hz. Ebû Bekir’in beyaz yüzlü, zayıf, doğan burunlu, sakallarını kına ve çivit otuyla boyayan sakin bir adam olduğu rivâyet edilir (İbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, II, 419-420).

Rasûlullah’tan sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebû Bekir’dir. O, Hz. Peygamber’in veziri, fetvâlarda en yakını idi. Rasûlullah’ın, “İnsanlardan dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim” (Buhâri, Salât, 80: Müslim, Mesâcid, 38: İbn Mâce, Mukaddime, II) ve “Herkeste iyiliklerimin karşılığı vardır, Ebû Bekir hariç” demesi ve son hutbesinde, “Allah, kullarından birini dünya ile kendi katında olan şeyleri tercih hususunda serbest bıraktı; kul, Allah katında olanı tercih etti” diye Ebû Bekir’i övmesi ve mescide açılan tüm kapıları kapattırıp yalnız Hz. Ebû Bekir’in kapısını açık bırakması (Buhari, Fedailü’s-sahabe, 3) ona verdiği değeri gösterdiği gibi, ilk halife olacağına da işaret etmektedir. (bk. Fethu’l-bari, Umdetü’l-kari, ilgili hadisin şerhi)

Hz. Ebû Bekir’in nasslara aykırı hiçbir görüşü bize ulaşmamıştır, çünkü böyle bir reyi yoktur. Ebû Bekir nâsih sünneti çok iyi biliyor, Rasûlullah’ı herkesten çok tanıyordu. Bu yüzden hilâfetinde kendisine karşı içte muhâlif bir hareket olmamış ve fitneler görülmemiştir (Buhâri, Fedâilü’l-Ashâbı’n-Nebî, 3 ). İhtilâf veya ihtilâflarda çözümsüzlük, bid’atler onun devrinde yaşanmamıştır. “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” buyuran Rasûlullah’ın haberi sanki lâfızda ve mânâda Hz. Ebû Bekir’de zâhir olmuştur (İbn Teymiye, Külliyat Tercümesi, İstanbul 1988, IV, 329).

Kaynaklarda onun, “Ben ancak Rasûlullah’a tâbiyim, birtakım esaslar koyucu değilim” diye kararlarında çok titiz davrandığı zikredilir (Taberî, IV, 1845; İbn Sa’d, III, 183). Bir meseleyi hallederken önce Kur’ân’a bakar, bulamazsa Sünnet’te araştırır, orda da bulamazsa ashâbla istişâre eder ve ictihad ederdi. Ganimetin bölüşümü meselesinde Muhâcir-Ensâr eşitliği’nin ihtilâfa yol açmasında Ömer’in Muhâcirlere daha çok pay verilmesini savunmasına rağmen ganimeti eşit olarak bölüştürmüştür. O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çıkmadı.

Rasûlullah ve kendisi, bir mecliste bir anda verilen üç talâkı bir talâk saymışlar, bu daha sonra-birçok “maslahat gereği” diye yapılan değişiklik gibi- üç talâk sayılmıştır. Yani Ebû Bekir, Rasûlullah’ın tüm uygulamalarını aynen tatbik etmek istemiş; bazen -kalpleri İslâm’a ısındırmak istenenlere toprak vermesi gibi- maslahat gereği veya zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesini söyleyen ashâbına uymuştur. Müslümanlar henüz otuzsekiz kişiyken Mekke’de Mescid-i Haram’da İslâm’ı tebliğ eden ve müşriklerce dövülen Ebû Bekir’e hilâfetinde “Halifet-u Rasûlillah” denilmiş, sonraki halifelere ise “Emîrü’l-Mü’minîn” denilmiştir.

Mâlî işlerini Ebû Ubeyde, kadılık ve kazâ işlerini Hz. Ömer, kâtipliğini Zeyd b. Sâbit ve Hz. Ali, başkumandanlığını Üsâme ve Halid b. Velid yapmıştır. Medine Dârü’l-İslâm’ın başkenti olmuş, Mekke, Taif, San’a, Hadramevt, Havlan, Zebid, Rima, Cened, Necran, Cureş, Bahreyn vilâyetlere ayrılmıştır. Yönetimi merkezî olup, ganimetlerin beşte biri Beytü’l-Mal’de toplanmıştır.Hz. Ebû Bekir, Mukillîn denilen çok az hadis rivâyet eden ashâbdan sayılır. O, yanılıp da yanlış birşey söylerim korkusuyla yalnızca yüz kırk iki hadis rivâyet etmiş veya ondan bize bu kadar hadis rivâyeti nakledilmiştir.

Hutbe ve öğütlerinden bazıları şöyledir: “Rasûlullah vahy ile korunuyordu. Benim ise beni yalnız bırakmayan bir şeytanım vardır… Hayır işlerinde acele edin, çünkü arkanızdan acele gelen eceliniz var… Allah için söylenmeyen bir sözde hayır yoktur… Herhangi bir yericinin yermesinden korktuğu için hakkı söylemekten çekinen kimsede hayır yoktur… Amelin sırrı sabırdır… Hiç kimseye imandan sonra sağlıktan daha üstün bir nimet verilmemiştir… Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz .(Ayr. bk. Ebû Nuaym, Hilye, l )

Ahmet AGIRAKÇA & Sait KIZILIRMAK