Etiket arşivi: hz. isa

Hz. İsa Dünyaya Tekrar Gelecek mi?

Peygamber (asm), ahirzamanda meydana gelecek olaylardan söz ederken; Hz. İsa’nın tekrar dünyaya geleceğini, haçı kıracağını, domuzu öldüreceğini, İslâm dini üzere amel edeceğini bildirir. Bu rivayetler, bir kısım ilim ehlince ahirzamanda, Hristiyanlığın mânen İslâm’a dönüşmesi olarak değerlendirilir. Bir kısım ilim ehli ise, Hz. İsa’nın bedenen tekrar geleceğini söyler. Kur’an-ı Kerim âyetlerinde Hz. İsa’nın tekrar gelişiyle ilgili bazı işaretler söz konusudur. Meselâ şu âyetlere bakalım:

“O, kıyamet için bir ilimdir (alâmettir)” (Zuhruf, 61) Âyette ‘o’ zamiri Hz. İsa olarak açıklanır. Fakat aynı âyetin yorumunda, ‘o’ zamirini Kur’an’a raci kılanlar da olmuştur. Çünkü Kur’an, kıyametin gelişinin yakınlığına delalet eder. Veya onunla kıyametin halleri ve dehşetli durumları bilinir. Kurtubî, zamiri Hz. Peygambere raci görür. Çünkü Hz. Peygamber, işaret ve orta parmaklarını gösterip, “ben ve kıyamet bu ikisi gibiyiz” demiştir.

“O, insanlarla hem beşikte, hem de yetişkin iken konuşacak.” (Âl-i İmran, 46) Hz. İsa daha kundakta bebek iken harika bir şekilde konuşmuştur. Mealde ‘yetişkin’ şeklinde ifade edilen kelimenin aslı ‘kehlen’dir ve bu ifade bazı yorumlara göre 35-40 yaşlarından sonrası için kullanılır. Hz. İsa ise, 33 yaşında semaya yükseltilmiştir. Demek ki tekrar gelecek ve o dönemi yaşayacaktır. Ancak ‘kehlen’ kelimesinde böyle bir yaş anlamı görmezsek aynı neticeye varamayız.

“Kitap ehlinden hiçbir fert yoktur ki, ölümünden önce O’na (İsa’ya) iman edecek olmasın…” (Nisa, 159) Bazı yorumlara göre bu âyet Hz. İsa’nın tekrar geleceğine ve ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanların kendisine toptan iman edeceğine işaret eder. Kanaatimizce bu âyeti ‘sekerat hâli’yle açıklamak daha uygun olur. Perdenin aralandığı o anda ehl-i kitaptan olan her fert O’nun gerçek şahsiyetini görecek ve o şekilde inanacaktır. Ama bu iman kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. Zira imtihan bitmiş, iş işten geçmiştir.

“Selâm bana doğduğum gün ve öleceğim gün ve diri olarak kaldırılacağım günde.” (Meryem, 33) Bazı yorumlara göre ‘öleceğim gün’ ifadesi Hz. İsa’nın tekrar geleceğine bir işarettir. Zira O, ölmemiş, semaya yükseltilmiştir. Demek ki tekrar gelecek ölümü tadacaktır. Bu yorum ilk bakışta çok kuvvetli görülse de delil olmaktan uzaktır. Çünkü Maide Suresi’nin son sayfasında anlatılan olayda Hz. İsa’nın vefat etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Konunun hayli ayrıntıları olmakla beraber, şu noktalara işaretle yetiniyoruz:

Kur’an’ın bir kısım âyetleri muhkem, bir kısım âyetleri müteşabihtir. Muhkem, mânâya delaleti açık olan; müteşabih, mânâya delaleti kapalı olan âyetler için kullanılır. Muhkemin te’vili bilinir, mânâ ve tefsiri kolay anlaşılır. Müteşabihte ise, mânânın çok vecihlere ihtimali söz konusudur. Muhkem âyetler, Kur’an ağacının kökü, müteşabih âyetler ise, o ağacın dalları durumundadır.

Müteşabih âyetler, aklı işlettirmek, taklit zulmetinden kurtarmak içindir. Muhataplarına, köklü bir anlayışa ulaşmaları için, lugat, fıkıh gibi ilimlerin tahsiline lüzum hissettirir. Bu tür âyetler, insan aklının daha çok çalışmasını sağlamış, onu aklını kullanmaya zorlamıştır. Müteşabih âyetler ufuk açıcıdır. Ulaşılan her ufuktan ilerde bir başka ufuk kendini gösterir. Böylece, idrak bir ufuktan bir başka ufka açılır, düşünce monotonluktan kurtulur, Kur’an’a yönelenler “ufuk-u âlâ”ya/en yüce ufka doğru yol alırlar.

Müteşabih âyetler sadece iman edilmek için değil, aynı zamanda anlaşılmak için gelmiştir. İslâmî düşüncenin gelişmesi, müteşabih âyetlerin muhkem âyetler rehberliğinde yorumuyla gerçekleşecektir. Muhkem âyetler tefsir, müteşabih âyetler te’vil edilir. Te’vil, “bir delile dayanarak, lâfzın muhtemel mânâlarından birini tercih etmektir.” Te’vilde bir katiyet olmayıp, “mümkün bir ihtimal” söz konusudur. Bu cihetten, müteşabih âyetlerle ilgili te’viller, kanaat verebilirse de kesinlik ifade etmezler. Bunlarla ilgili nihaî hüküm ve söz, Cenab-ı Hakk’ındır. “Doğrusunu Allah bilir” kaydıyla “bu müteşabih âyetten murat bu olabilir” diye göstermek, “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa bazı kalblerde kilitler mi var” âyetinin mucibince amel etmektir. (Muhammed, 24)

Müteşabihatı bütünüyle yorum dışı bırakmak ise, Kamer Suresi’nde beş defa tekrarlanan “Biz Kur’an’ı zikr (öğüt) için kolaylaştırdık. Yok mu düşünen?” âyetine aykırıdır. (Kamer, 15, 17, 22, 32, 40) Muhkem âyetler ‘ümmü’l kitab’tır. Yani, ana kitap veya kitabın anası, esasıdırlar. Meselâ, Allah’a ‘el’, ‘vecih’, ‘gelmek’… isnat eden âyetler müteşabih; “hiçbir şey O’nun misli gibi değildir” âyeti ise muhkemdir. (Şura, 11) Keza, “Meryem oğlu İsa ancak Allah’ın elçisi ve kelimesidir. O’nu Meryem’e ilka etmiştir ve O’ndan bir ruhtur” (Nisa, 171) âyeti müteşabih; “Allah’ın bir çocuk edinmesi olur şey değildir” âyeti ise muhkemdir. (Meryem, 35)

Hz. İsa’nın Allah’ın bir kelimesi, olması, babasız bir şekilde doğrudan ‘kün (ol)’ emriyle yaratılmış olduğu cihetledir. O’ndan bir ruh olması ise,—haşa—Hristiyanların iddia ettikleri gibi, Hz. İsa’nın Allah’tan bir cüz, uluhiyetten bir rükün olması anlamında olmayıp ‘teşrif’ içindir. Her ne kadar bütün ruhlar Allah’ın yaratmasıyla ise de, Hz. İsa’da özel bir durum olduğundan, Cenab-ı Hak, O’nu doğrudan zatına nispet etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah gökleri ve yerde olanları size musahhar kıldı” âyetinin devamında “hepsi O’ndandır” denilmesi konumuza açıklık getirmektedir. (Casiye 13) Gökler ve yerdekiler Allah’tan bir parça olmadığı gibi, Hz. İsa da O’ndan bir cüz değildir.

Sonuç

İşte, bu tür farklı yorumlara açık olması sebebiyle, bahsedilen âyetlerin Hz. İsa’nın nüzulüne delaleti katiyetten çok, bir kanaat bildirebilir. Bu konuda gelen hadisler esas alındığında ise, Hz. İsa’nın kıyamet öncesi geleceği yorumu çıkar. Hz. İsa’nın nüzulüne inanmak, akideye dahil değildir. İlgili âyetler ve hadisler te’vile açık olduğundan “ben Hz. İsa’nın ahirzamanda bedenen tekrar nüzulüne inanmıyorum” diyen birisi, asla tekfir olunamaz. Zira bu tür bir ifade, âyet veya hadisi inkâr olmayıp, onların muhtemel bir te’vilini reddetmektir. Aynı âyet ve hadislerin başka yorumları da vardır. Müteşabih âyetlerde nihai söz Cenab-ı Hakk’ındır. “O gün sırlar ortaya çıkacak” (Tarık, 9) âyetinin hükmüyle, sırlar kıyamet günü bildirilecek, “Allah kıyamet günü, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size açıklayacak” âyetinin mânâsı görülecektir. (Hacc, 69) … Hem ilgili âyetler ve hem de ilgili hadisler bir arada düşünüldüğünde şöyle bir ortak kanaate varmak mümkündür:

Cenab-ı Hak, Hz. Cebraili zaman zaman insan şeklinde Peygamber Efendimiz ve ashabına göndermiştir. Sahabeden, Dıhye şeklinde görülmesi veya tanımadıkları bir şahıs olarak gelmesi gibi.. Hz. Hızır’ın ara sıra bazı insanlara görünmesi, şehitlerin ruhlarının bazı savaşlarda Müslümanlara yardım için gelmeleri çokça rivayet edilmektedir. Hatta vefat etmiş bazı zâtların ara sıra onlarla alâkalı bazı kişilere göründüğü bilinmektedir. Bu tür olaylardan hareketle, ahirzamanda Hz. İsa’nın bazı insanlara görünmesi, onları irşad etmesi, kendi dinine mensup insanları teslisten kurtarıp tevhide sevk etmesi mümkündür. Bu şekilde geldiğinde, herkesin onu gerçek Hz. İsa olarak bilmesi tanıması gerekmez. Kanaatimizce, herkesçe bilinecek şekilde gelmesi de şu dünyadaki imtihan sırrına aykırı düşmektedir.

Şadi Eren / Zafer Dergisi

Hz. İsa’yı Beklerken..

Hıristiyanlar neredeyse 2000 yıldır Hz. İsa’yı bekliyorlar ve onu bekleyen yalnız onlar değiller.

Bekleme şekilleri, bekledikleri yer ve onun gelme biçimine olan itikadları çok farklı da olsa, bugün yeryüzündeki Müslümanlar da Hz. İsa’yı en az Hıristiyanlar kadar merak ve hasret ile beklemektedirler. Zira, peygamberler zincirinin son halkası Hz. Muhammed (a.s.m.) de, İsa aleyhisselamın tekrar dünyaya teşrif ettirileceğini hadisleriyle haber vermiştir. Dahası, son peygamberin eliyle insanlara bildirilen son Kitab’da da İsa peygamberin tekrar yeryüzüne gönderileceğine işaret edilmektedir.

Yani, Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’e (a.s.m.) iman etmiş herhangi bir Müslüman dahi, Hz. İsa’yı beklemektedir.

KUR’ÂN’A GÖRE HZ. İSA’NIN YENİDEN DÜNYAYA GELİŞİ

Kur’ân’da Hz. İsa’nın ahirzamanda yeniden dünyaya geleceğine işaret eden âyetlerin en önemlilerinden biri şudur: “Şüphesiz o (İsa’nın yeryüzüne inişi), Kıyâmetin yaklaştığının bilgisidir.”(1) Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, bu ifadeler, şu an ruhu ve bedeniyle bambaşka bir âlemde bulunan Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya döndürüleceğini ve bu hadisenin de yaklaşmış olan Kıyamet günü için bir işaret olacağını ima etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın yeniden dünyaya gelişini bir Kıyamet alâmeti olarak hadislerinde belirtmiştir.(2)

HZ. İSA’NIN GÖĞE ÇIKARILMASI

Bir zaman Allah: ‘Ey İsa! Şüphesiz ben seni vefat ettireceğim ve bana yükselteceğim,’ demişti.”(3) Âl-i İmran suresinde geçen ‘vefat’ (teveffi) kavramı üzerinde duran İslâm âlimlerinden Vehb b. Münebbih’e göre, burada sözü edilen vefat, bildiğimiz mânâda bir ölüm olayıdır. Yani Allah Hz. İsa’yı önce vefat ettirmiş ve kısa bir süre sonra da onu göğe yükseltmiştir.(4)

Bu yorumda, hem sahih hadislerin hem de “Seni bana (Kendi katıma) yükselteceğim” mealindeki âyetin doğrultusunda Hz. İsa’nın canlı olarak göğe çıkarıldığı vurgulanmaktadır. Rabî b. Enes’e göre ise, buradaki ‘vefat’ (teveffi) kavramı, uyku anlamındadır. Buna göre, Allah İsa’yı uyutarak göğe çıkarmıştır. Çünkü sahih bir hadiste de geçtiği üzere, “Ölüm ile uyku kardeştirler.”(5)

Nitekim En’âm suresinin 60. âyetinde yer alan “Geceleyin sizi vefat ettiren O’dur” mealindeki ifadede ‘vefat’ kavramı uyku için kullanılmıştır.(6)

Başta İbn Abbas olmak üzere âlimlerin çoğuna göre ise, âyette yer alan ‘vefat’ (teveffi) kavramı, ‘bir yerden bir yere almak’ anlamındadır. Allah, Hz. İsa’yı öldürmeden ve uyutmadan, dünyada olduğu şekliyle, canlı olarak göğe kaldırmıştır.(7)

Ashab-ı Suffa’nın en önde gelenlerinden biri olan Ebu Hureyre, Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya gönderileceğine dair Hz. Peygamber’den naklettiği bir hadiste şöyle demektedir: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın aranıza adaletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları kırıp domuzları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap’tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.

Bu hadisi nakleden Ebu Hureyre, hadisin ifadesini güçlendirmek için der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun [mealen]: “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce onun (İsa’nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa, onların aleyhine şahitlik edecektir.” (Nisa; 159)(8)

Yine Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Peygamber(s.a.s) şöyle buyurdu: “Peygamberler, baba bir kardeşlerdir. Anneleri farklı, fakat dinleri birdir. Ben herkesten çok Meryem oğlu İsa’ya yakınım. Çünkü benimle onun arasında başka bir peygamber yoktur. Onu gördüğünüzde tanımaya çalışın. O, kırmızı ile beyaz karışımı bir tene sahip, ıslak olmadığı halde başından (saçından) sanki su damlıyor.

Şüphesiz o, geldiğinde haçı kıracak, domuzu öldürecek, mal çok artacaktır. Zamanında İslâm dini dışındaki tüm dinleri [bu ifadeyi ideolojiler, inançlar şeklinde de anlamamız mümkündür] Allah yok edecektir. Yine Allah, onun zamanında dalalet mesihi olan şaşı gözlü yalancı Deccal’ı da helak edecektir.

Yeryüzünde öyle bir emniyet tesis edilecek ki, arslanlar develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar davarlarla birlikte yayılacak; çocuklar yılanlarla—birbirine zarar vermeyecek şekilde—oynayacaklar. İsa yeryüzünde kırk yıl kaldıktan sonra ölecek, Müslümanlar cenaze namazını kıldırıp onu defnedeceklerdir.”(9)

HZ. İSA NEDEN TEKRAR GELECEK?

Âyet ve hadislerin ışığında, Hz. İsa’nın yeryüzüne tekrar gelişinin ne gibi sebepleri olabileceğini sorguladığımızda, karşımıza pek çok hikmetleri olduğu gerçeği çıkar. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir:

1. Hz. İsa’yı çarmıha gererek öldürdüklerini iddia eden Yahudilerin bu iddiaları çürütülmüş olacaktır. Bunun ne kadar yaygın bir inanç olduğunu bugün ‘haç’ın Hıristiyan inancının simgesi hâline geldiğini düşünerek anlayabiliriz.

2. Hz. İsa’nın yeryüzüne bir insan olarak gelmesi ve normal bir insan gibi eceli gelip ölmesi, Hıristiyanlarca ona isnat edilen ilâhlık iddialarını da çürütecektir.

3. Hıristiyanlık bugün yeryüzünde en çok tâbisi bulunmasına rağmen, tevhid inancından sapmış ve Hz. İsa’ya bir insan ve bir peygamber olduğu halde ilâhlık isnat eden bir dindir. Allah tarafından çok çirkin bir iddia olarak ifade edilen bu sapmanın bizzat o dinin peygamberi tarafından ahirzamanda tashih edilecek olması son derece hikmetlidir.

Hz. İsa (a.s), büyük peygamberlerden biri olmasına rağmen, çok genç bir yaşta, otuz üç yaşında düşmanlarının engellemeleri ve onu öldürme planları yüzünden şânına lâyık bir görevi tam ifa etmeden dünyadan göçüp gitti. Yani Yüce Allah tarafından göklere kaldırıldı. Dünyanın yedi harikasından biri olan Zülkarneyn seddinin harap olması, Ye’cüc-Me’cüc fitnesine karşı hâl diliyle insanları dikkate davet edip kıyametin geleceğine bir alâmet olduğu gibi, Hz. İsa’nın da harika şahsiyetine uygun olarak, ahirzamandaki Deccal fitnesine karşı insanlık camiasını kâl diliyle uyaran büyük bir kıyamet alâmetidir.

Ayrıca, İsa aleyhisselam, İsevîlik din-i hakîkisine yeniden hizmet etmek ve hitam-ı misk olsun diye iki büyük semavî din olan İslâmiyet ile hakikî İsevîlik dinini gerçek tevhid ekseninde birleştirip insanlığı dünya hayatının son demlerinde Yüce Allah’a kulluk etmeye davet etmek üzere yeryüzüne yeniden merhaba diyecektir.

GELDİĞİNDE ONU NASIL TANIYACAĞIZ?

Bu sorunun cevabını da Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’ından okuyalım: “Hz. İsa geldiği zaman herkes onu tanıyamaz. Yalnız onun yakınında bulunanlar ve ferasetli bazı mü’minler iman nuru ve şuuru ile onu tanıyacaklar.

Niyazi Beki / Zafer Dergisi

KAYNAKLAR

1- Zuhruf, 43/61.

2- bk. Alusî, XXV/95; Hamdi Yazır, VI/58.

3- Âl-i İmran, 2/55.

4- bk. Rağıb, (v f y) maddesi.

5- bk. Kurtubî, VI/100.

6- bk. a.g.e, a.g.y ; Rağıb, (v f y) maddesi.

7- bk. Kurtubî, IV/100.

8-Buharî, Buyu’ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242; Ebu Davud, Melâhim,14; Tirmizî, Fiten 54.

9-İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VI/493; Tayalisî, s.335; Ebu Davud, Melâhim,14; Ahmed, II/340; İbn Mâce, Fiten, 33.

İslamofobia’ya Rağmen Müslüman Olanlar Artıyor!

İkiz kulelere yapılan saldırıdan sonra yayılan İslamfobia, ters tepmeye başladı. Çok sayıda insan ile beraber papazlık eğitimi alan Ahmet İsa Wagner’de müslüman oldu.

Malumunuz, Barnabas İncil’i hem Hz.Muhammed’den bahsettiği için ve hem de İslam akidesine uygun bir tevhid anlayışını ihtiva ettiği için Hıristiyan âlemince yasaklanmış bulunmaktadır. Bu İncil’i incelediğimizde bende şöyle bir kanaat oluştu: Hıristiyan dünyası eninde sonunda bu “İncil”de bahsedilen hakikatleri kabul etmek zorunda kalacaklardır. Çünkü Hıristiyan dünyası, mademki, bilimin, aklın ve araştırmaların kaynağıdır ve gerçekleri aramaya devam ediyor. Bu arayış sonunda onları bu “Barnabas İncili”ndeki “hakikata” ulaştıracaktır.

Bu kanaatimizi destekleyen, selefinden aktarılan bir çok İslamî rivayetler bulunmakla birlikte, aşağıda zikredilen kıssalar bu kanaatimize iki önemli temel dayanak teşkil etmekteler:

Birisi; Hz. İsa’nın Barnabas İncili’nde de geçtiği gibi, Benden sonra Allah’ın Elçisi gelecek, bana yaptığınız iftira ve yalanları temizleyecek, sözüdür. Bu ve buna benzer ifadeler ‘Barnabas İncili’nde mükerreren ve Hz. Muhammed’in ismi aşikâr zikredilerek geçmektedir.

Bu sözü İsa (a.s) kime söylüyor? Bu, bence çok önemli bir noktadır. Kendisini takip edenlere, havarilerine, din bilginlerine ve Nasranîlere, yani peygamber olarak gönderildiği kitleye söylüyor. Ve kendisinden sonra gelecek olan zat’ı (a.s.m) ayrıntılarıyla tarif ediyor. Bu tarifler o kadar ayrıntılı ki, hatta ayetlerde geçtiği üzere ehl-i kitap kendi çocuklarını tanır gibi Hz. Muhammed’i tanıyorlardı. Tevrat, İncil, Zebur’da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, ahirde gelecek bir peygamberden bahisler var; çok ayetler var.

Bu hususta daha geniş malumat edinmek isteyenler, Mevlana Cami’nin ‘Şevahidün Nübüvve’ adlı eserine ve Risale-i Nur külliyatından Mektubat adlı eserin 19.Mektup’una (Mucizat-ı Ahmediye) başvurabilirler.

İkincisi; Hz. Muhammed’in hadisleridir. Bu hususta da Rahle yayınlarından çıkan ‘Nüzul-i İsa (a.s)’ adlı kitabı öneriyorum. Bu kitapta 84. hadis-i Şerif ve 13 Ayet-ı Kerime ile Hz. İsa’nın ahirzamanda geleceği ve İslam’a tabi olacağı gayet makul ve mukni bir şekilde açıklanmıştır.

Binaenaleyh, bu kadar müjde ve işaretler, ayetler ve hadisler, hem o zamanın bir derece evliya ve arif-i billah olan bir kısım insanların tevatür derecesindeki ihbarları elbette doğrudur ve tahakkuk etmiş bir hakikattir. Bu hakikate binaen, ehl-i kitabın İslam’a biat edeceğine olan kanaatimizi yukarıda belirtik. Zaten son yıllarda bilhassa Avrupa’da İslamiyet’in hızla yayılması, Kilise dâhil, özellikle aydın kesimce sahiplenilmesi de bu kanaatimizi güçlendirmektedir. Bakınız şu olay bu kanaatimizi yeterince perçinlemeye kafi değil midir?

“Rotterdam İslam Üniversitesindeki bir heyet tarafından Flemenkçeye’de çevrilen Haşir Risalesinden, Utrecht ve Rotterdam’daki bazı papazlar (22 Papaz) haftalık olarak kendi aralarında ders okumaya başladılar. Papazlar, “Zira ahirete iman hepimizin ihtiyaç duyduğu birşey” diyorlar.”

“Geçtiğimiz günlerde İstanbul’a gelen Filipinler Mindanau Otonom Bölgesi Yüksek Öğretim Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Nora Şerif ve onun kızı ve yardımcısı olan Dr. Noraliyn Şerif Risâle-i Nur’un Filipinler eğitim sisteminde ders kitabı olarak okutulacağını söyledi.”

Moses adını taşıyan ve Evangelist bir papaz olan ve 1993 yılında gördüğü bir rüya üzerine İslâm`ı seçerek Afrika`da İslâmî çalışmalar yürüten Sierra Leoneli Musa Bangura, Müslüman olduktan sonra 500`ü papaz olmak üzere 4 bin 402 kişinin İslam`la tanışmasına vesile oldu.”

Papazlık ve Felsefe eğitimini alan Christof ; Hazret-i İsa’nın, Hazret-i Muhammed’in geleceğini müjdelediği sözleri Hıristiyanlar için çok tehlikeli addedilmektedir. Hazret-i İsa da dahil tüm peygamberleri gönderen Yüce Yaratıcının vahyettiği Kur’ân-ı Kerim’de “sözde” İsa’nın takipçilerinin durumu çok açıkça gözler önüne serilmiştir. İşte, bu gerçekleri görüp de Müslüman olmasınlar diye “İslâmiyet“le ilgili tüm bilgiler Hıristiyanlardan uzaklaştırılmaktadır. Yani Hıristiyan okulları talebelerine İslâmiyeti öğretmeye korkuyorlar. Kur’ân İnsan sözü değil. İlahi metinler konusunda yıllarca eğitim almış birisi olarak şunu tüm benliğimle söyleyebilirim ki, Kur’an-ı Kerim insan elinden çıkmış bir metin değil. Kur’an’ı okuyan her insaf sahibi Kur’an-ı Kerim’in Allah Kelamı olduğunu kabul eder. Bunu anlamak için yıllarca eğitim almaya gerek yok. Bu hakikat yakında tüm Avrupayı saracaktır. Gidişat o yöndedir.” (Medya Haberleri)

Bizim de anlatmak istediğimiz budur. Biz de Papazlık eğitimini aldıktan sonra müslüman olan AHMED İSA WAGNER’in şu temenni cümlelerine gönülden amin diyoruz:

“11 Eylül olayı olumsuz bir süreç başlatmıştır, maalesef bunu kabul etmek lazım. Fakat bu olumsuz durum yine Müslümanların lehine dönmüştür. Böyle olumsuz bir olayla bile olsa insanların gündemlerine İslâm girmiştir. İslâm hakkında sorular soran ve bu soruların en güzel cevaplarını İslâm’da bulan binlerce insan her geçen gün Müslüman olmaktadır. İslâm artık daha fazla konuşuluyor. Dünyada konuşulan iki şeyden biri. Önceden Kapitalizm ve Komünizm konuşuluyordu. Komünizm hâlledildi gibi görünüyor. Şimdi ise Kapitalizm ve İslâm konuşuluyor. Gelecek hakkın, yani İslâm’ındır. Bizim kurtuluşumuz ise, bu kervanın içinde bulunmakla mümkündür. Kervan bir yol bulup hedefine varacaktır. Yüce Allah bizi bu kervanın içinde olanlardan eylesin, gerisinde kalanlardan olmaktan korusun.”

Evet dünyada zahiren İslamın aleyhinde gibi cereyan olaylar ve Batı’nın ‘İslamofobia’ olarak ileri sürdüğü her olumsuz hareket ve hadise geniş dairede tedrici olarak islamın lehine işlemektedir. “Sizin şer olarak gördüğünüz şeyde umulur ki onda hayır vardır” kuralınca, Cenab-ı Hakk zemini ve mekanı İslamın istikbal etmesine müheyya etmektedir. Üstadın dediği gibi:

Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya

Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma.”

Hiç şüphesiz bir şekilde, gerek istikbâl semavatı, gerekse Avrupa ve Asya İslâm’ın parlak eline beraber teslim olacaklardır. Bu müjdeler şimdiden çıkmaya başladı elhamdülillah.

Recai ALBAY

Risaleleri sadeleştirme konusunda kim haklı?

Muhyiddin ibnü’l -Arabi Hazretleri, özellikle Futuhat-ı Mekkiye’de sık sık “Fekad evhallahu ileyye” (Allah bana vahyetti) der. Sonra da “Lestu ene nebiyyen’ (Ben Nebi değilim) diye ikazda bulunur.

O zaman insanın aklına şu soru geliyor. “Sen nebi değilsen neden ‘Allah bana vahyetti!’ ” diyorsun. Bu mesele uzun süre zihnimi aklımı meşgul etti. Sonra birden fark ettim ki, o mübarek zat, esasında Kur’an’ı  ve hadisi yüceltiyor.

Çünkü kendisine gelen ilhamın veya sunuhatın hak ve hakikat olduğunda zerre kadar şüphesi yok. Yani kendisine gelen bilgilerin de Kuran’ın vahyedildiği kaynaktan geldiğini biliyor. Anacak, kendisinin ‘sadrı’, Nebi’nin sadrı gibi mücella, pak ve berrak değil. Oraya düşen hikmet, aynı paklık ve berraklıkla dışarıya taşmıyor. Bilgi, nefsinin arızalarını da yüklenip dışarı çıkıyor. O yüzden de kendisine gelen bilginin saf ve hakikat olduğunu biliyor ama onu aktarırken kullandığı lisan ve manalara giydirdiği elbiselerin, tam da uygun düşmediğini görüyor. O yüzden de ‘Bana Allah vahyetti’ derken kendisine verilen bilgiye saygı gösteriyor, ‘Ama ben peygamber değilim’ diyerek de, o bilgeleri aktarırken hata etmiş olabileceğini beyan etmiş oluyor. Bunu, not edelim şimdilik ve zihnimizde tutalım.

* * *

Bilindiği gibi nübüvvetin iki ayağı vardır. Yani bir peygamber hem velidir hem nebi. Ama nübüvvet vazifesi velayet hakikatiyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksektir. Nübüvvet-i Ahmediye açısından Hz. Muhammed bir peygamberdir ama aynı zat, Velayet-i Muhammediye adıyla da bir velidir. Nübüvvet bir tensib-i ilahidir. Velayette kesp de vardır. Nebinin vazifesi irşat ve tebliğdir. Velinin vazifesi ise ıslah! Bazen mürşîd ve mühdî de olabilir. Bu yönüyle ‘Nebinin varisi’ olur.

Peygamberimiz, Alimler, nebilerin varisleridirler buyurmuş. Vukuat bize göstermiş ki âlimler dahi iki sınıftır. Birisi eşyanın ve hadiselerin hakikatini anlamamıza yarayan ama mürşit olmayan müspet ilim erbabı. Diğerleri ise, onların bulgularından da yararlanarak, tevhidi anlatan ve insanları Allah’a çağıran, mürşid vazifesi de yapan âlimlerdir. Zaman içinde toplum, ilkine alim demiş, diğerine şeyh, meşayih demiş.

Pekâlâ, büyük âlimler gelmiş ama bir tane bile ‘müritleri’ olmamış. Onların ilimlerinden herkes istifade etmiş ama onların üslup ve meşreplerini yaşayıp yaşatacak cemaatleri olmamış. İmam Gazali ve benzeri birçok âlim böyledir. O zatların çabası, aklın ihyasıydı. Meşayih dediklerimiz ise, insanın gönlünü imar ve ihya etmişler…

İlk sınıf medreselerde kümelenmiş, diğerleri ise tekke adı altında teşkilatlanıp insanları aydınlatmaya devam etmişler.  Ve insanlara kainattan, âfâktan ve enfüsten deliller getirerek onları  Artık dileyen Rabbisine varacak bir yol bulsun ayetinin emri çerçevesinde Hakka vardırmaya uğraşmışlar….

Özü, ‘Allah’ın var olduğunu, insanın öldükten sonra dirilip hesaba çekileceğini ve hayatın onun otoritesi altında cereyan ettiğini bilip hayatını ona göre şekillendirmek’ olan hikmeti inşa etmişler.

Kimisi ‘kalben seyr u sülüku olan’ ‘tarikat yoluyla menzil almış, kimisi kudret yolunu seçip afakî putları kırarak (huzura mani olan halleri dağıtarak) devran geçmiş.  Kimisi ‘üveysi’ takılmış. Bu üç sınıfın da bariz vasfı ‘Rabbin hesabına mevcudu yok saymak’ olmuştur… Mevcudu, maddeyi, zihnen aşamadıkları için onu yok saymayı yeğlemişlerdir.

Bu yüzden de uzun yıllar medrese erbabı olan âlimler, velayetin meyvelerinden istifade etmek için Tarikat erbabına müracaat etmişler, en büyük bir medrese âlimi, en küçük bir tarikat şeyhinin elini öpmeye kendini mecbur bilmiştir, iman hakikatlerinin hazzını almak için. Her meşrebin kendine göre bir hakikati ve her yolun milyonlarca yolcusu olmuş. Her yoldan da hakka varanların haddi hesabı yok.

Sonra bir dönem gelmiş ki insanlık, ilk defa bir yaratıcının olmayabileceği fikrini bile tartışmaya başlamış. İnsanı, Allaha vardırması gereken bilgi ve eşya, O’nu yok saymanın vasıtası yapılmış.

Ve insan müşriklikten daha beter olan ‘ate’ (Yaratıcısızlık) olabilmiştir. Müşrik, münkir değil, Yaratıcıya ortak koşandır. ‘Ate’ ise onu yok saymaktır. Bu yeniçağ/ bu yeni anlayış (18. Yüz yıldan itibaren), maddeyi ezeli sayıyor ve ‘Tanrıyı’ inansın bir tasarımı kabul ediyordu. Ve hızla insanlığı sarıyordu. Nitekim 19. Yüzyıla gelindiğinde nerede ise tüm dünyada bütün dinler ve kutsal savunmaya çekilmiş durumdalardı bu düşünce karşında.

Tam da ahir zamanda olacağı haber verildiği gibi… İnsanlar kendiliğinden ve bir icbar olmadan dinlerinden, mukaddeslerinden ve ahlaklarından soyutlanabiliyor, küçücük bir dünya menfaati için dininden diyanetinden vaz geçebiliyordu.

Bu bir deccaliyet haliydi. Yaşananlar da Deccal’e atfedilmiş hallerdi… Artık İslam dahil eski tüm inanışlar tehlikedeydi. Tüm kutsallar sarsılmış, tüm dinler çaresiz kalmış ve insanlık hızla inkâr-ı ulûhiyetin pençesine sürükleniyordu. Eski tevhid delileri ve tevhide götürme yolları artık etkili olamıyordu. Yeni bir yol bulmak, yeni bir anlatı getirmek gerekiyordu insanı uyandırmak ve yeniden Rabbi ile buluşturmak için…

İşte Bediüzzaman, tam da böyle bir ortamda ortaya çıktı. ‘La mevcude ilahu diyerek’ varlığı Allah hesabına yok sayan eski anlayışları bırakarak, Varlığın kendisinden Allah’a giden bir yol olduğunu insanlara göstermeye koyuldu. Kuran’ın sadefinden doğrudan hakka varan bir tünel bularak en safi, en kestirme, en halisane yoldan hakikat bilgisine ulaşmış ve bunları insanlarla paylaşmaya başlamıştı.

Geçmişin aksine, sürekli kainattan ve ilimden örnekler getirerek, kalbinin ulaştığı benzillere aklını da götürerek, ispat ve ikna yolunu kullanıyordu. Bu çıkış medrese (yani ilim) adına da önemli bir çıkıştı.

Sadece kalp yoluyla değil, aklı da beraberinde götürmeyi esas alan ilim ayağıyla hakikate varmanın muazzam bir kapısını açmıştı.  Öyle ki günümüz felsefesinin ve tanrı tanımaz pozitivist düşüncesinin ‘Tanrı tanımazlığına’ vasıta yaptığı ‘maddeyi’; alıp tevhid delilleri haline getiriyordu. Her bir yerde ve her bir şeyde doğrudan Zat-ı Akdes’e varacak pencereler, menziller, menfezler ve koridorlar açmıştı.

Eşyadaki tevhidi; yani Allah’ın var ve tek olduğunu o kadar ikna edici delillerle gösteriyordu ki hiçbir akla kaçış yolu bırakmıyordu. Bilimi, tanrı tanımazlıklarına dayanak yapmaya çalışanları kendi yuvalarında vuruyor, dayandıkları noktaları yıkıyor, en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde, tevhid nurunu gösteriyordu…  Kainatın her âleminde; atomda, hücrede, gezgen sistemlerinde, kuazarlarda, toprakta, yerde ve insan nefsinde, tabiatta ve zerratta, inkâr-ı ulûhiyet fikrini savunanları takip ederek, en uzak sığınaklarını dahi bozuyordu. Her yerde, huzura (Rabbin var ve tek olduğuna dair) bir yol gösteriyordu.

Hiçbir şeye, Rabbin varlığını perdeleme;  ‘huzura’ (Allahın her yerde hazır ve nazır olduğuna) mâni olma imkânı bırakmamıştı. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ve eşyayı yok saymaya (La mevcude illa hu demeye) gerek duymamış, aksine kâinatı O’nun varlığını temaşa etmek için bir ayna, geniş bir huzur dairesi yapmıştı ki hakka gitmeye çalışan sâlik, hangi yöne bakarsa orada onu Rabbine vardıracak deliller görsün diye…

Tabii kendine has bir lisan kendine has bir üslup ile…

Bediuzzaman, evet tarikat ve tekke mensubu değildi. Kendisini hoca olarak diye nitelendiriyordu ama en az eski meşayihler kadar etkili ve etkileyici –hatta daha da fazla- bir lisan kullanıyordu. Kelimelerinin içinde ışık, karışıkmış gibi görünen cümlelerinin içinde bir bedahet, uzunmuş gibi görünen kalıplarının içinde bir fesahat vardı. İlk anda tam anlaşılmasa da gönüllerde derin ve içe huzur veren bir tad bırakıyordu.  Rahmani ve mucizevî bir üslup içinde hiçbir kelimesini atamayacağınız ve değiştiremeyeceğiniz icazlı bir metin inşa etmişti.

Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi ‘bana vahyedildi’ demiyordu ama onu dinleyenler, eserlerini okuyanlar, bu diziliş ve anlatışın hiç de aklın ve karihanın eseri olamayacağını hemen anlıyorlardı. O, gönlüne damlayanları  ‘katre’, ‘şemme’ ‘reşha’ vs gibi isimlerle ‘sünuhât’ diye niteliyordu onların hak canibinden geldiğini göstermek için. Ama kendisini sürekli hiç ender hiç mesabesinde tutarak… “Ben dellalım’  -Kürtçede delal güzel anlamın ada gelir tıpkı Bedi gibi- diyerek kendisini, ‘Kur’an eczanesinin çırağı’ diye niteliyordu.

Yazdıkları, adeta ‘ayetin ayeti’ oldular. Çünkü o, ‘üç külli ayet’ dediği Kainat, Kuran ve konuşan delil olarak nitelediği Resullulah’ı anlatarak çağımızın tağutlarını dağıtmaya ve dalalete sürüklenmiş insanlığı yeniden Rabbiyle buluşturmaya çalışıyordu..

Evet, Kur’an, Arş-ı Azam’dan inen Kelam-ı Ezeli, risaleler ise o Kelam-ı Ezeliden damlayan/sızan reşhalar  ve parıltılardı. Akılları basmayan yahut kıskançlıkları gözlerini kör edenler gerek ehli tarik, gerek ulema ona çamur attılar. Çünkü o daha önce görülmedik bir üslupla meselelere yaklaşıyordu. Ülemaya, ‘malayani malumatlarla Kur’an’ın önüne duvarlar örmüşsünüz’ derken tekke ehlini de çizgiden çıkmakla eleştiriyor ve her ikisini de yeniden Kur’an’ın hakikatine çağırıyordu. Onlar ise onunla baş edemedikleri için çamur atıyorlardı.

Bu çamurlar ona zarar vermedi. Aksine bugün tüm dünyada ve tüm hüşyar kalplerde imanın yeniden ihya ve inkişafının mimarı olarak saygı görmekte ve daha da artarak saygı göreceği anlaşılmaktadır. Aklın hükümran olacağı gelecekte, her hükmünü akla ispat ettirmiş olan Kur’an hükmedecektir dediği gibi, kendisi dahi hergün daha bir saygıya layık bir islam alimi olarak dünya gündemine oturmaktadır.

Onun getirdiği hakikatlerle koca bir rejim baş edemedi.  Tek tük sataşmalar ne yapabilirdi ki. Nitekim muarızları hep geriledikleri halde onun getirdiği nur hakikati hep yükseldi, yayıldı.

Fakat şimdi elim bir sıkıntı yaşanıyor. Güya daha çok insana ulaşın, daha çok insan ondan istifade etsin diyerek iyi niyetle onun üslubuna ve lisanına ilişilmek isteniyor.  Bugüne kadarki hiçbir badire nurlara zarar vermedi ama korkuyorum ki bu yeni girişim onlara zarar verecek! Çünkü bu kere tehlike suret-i haktan görünüyor!

Çünkü bu kere ilişenler, güya bu risaleleri rehber edinenlerdir ve onu hizmet edenlerdir. Diyorlar ki ‘daha iyi anlaşılması için’ sadeleştirilmesi lazım’.  Bir kısmı da diyor ki sakın ha sakın!

Ben ‘o haksız, bu haklı’ diyemem. Ama hem Türk, hem Arap, hem Fars Dilleri ve Edebiyatları eğitimi almış, özelikle yazma eserlerin edisyon kritiği üzerinde çalışmış, en sağlam metinlerin bile zamanla –sadece yazım hataları sebebiyle–  nasıl farklılaşıp tahrif olduğunu bilen biri olarak fikrimi söyleyecek olursam derim ki, bu risaleleri bitirir! Büyük bir edebiyat tarihçisi ve Arap Dili uzmanı rahmetli hocam Nihat Çetin’in iki yıl süren özel eğitimi sırasında şuna şahit oldum ki bir metnin ruhuna ve lafzına ilişilmişse onun zaman içinde yok olması ve bulanması kaçınılmazdır.

Zaten ilahi metinlerin tahrif edilmesi de böyle başlamıştır. Zaman içinde o metinleri anlamakta güçlük çeken insanlar güya herkesin onlardan yararlanması için o metinleri kendi zekâlarının seviyesine indirmek isterler.  Öyle bir metne bir kere ilişildi mi artık önünü almanın imkânı kalmaz.

Şimdi bir kısım insanların Risalelere yaptığı da -niyet ne kadar semimi olursa olsun- budur.  Bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Esasında Bediuzzaman kendisi hayatta iken de böyle birkaç denemeye şahit olmuş, sadeleştirme yapmak isteyenlere “Tamam kardeşim, yap ama altına kendi adını yaz. Bu Saidindir deme’ buyurmuş.

Eserleri ve lafızları konusunda bu kadar titiz davranmış mübarek bir zatın eserlerini alıp, güya ‘sadeleştirelim, gençler de anlasın’ deyip ilişmek, en basit haliyle Bediuzzaman’a haksızlık ve hürmetsizliktir.

Ben Risale-i Nur’u okumak isteyip de anlamamış hiç kimse görmedim. Tabii ki anlamak isteyen…  Ama siz ona lakayt bir şekilde yaklaşır lalettayin bir ders kitabı, bir roman gibi yönelirseniz, o da size perdesini açmaz. Nitekim Hoca Efendi de, bir konuşmasında risaleleri, kıskanç bir geline benzetmiş  ‘risale-i nur, yüz görümlüğünü vermeden size yüzünü açmaz!’ buyurmuştu

Nitekim, insan bazen, tüm kelimelerini bildiği halde de bir cümleyi veya eseri anlayamaz. Çünkü eserdeki mantık ve yüksek zekâ ve onun kurduğu cümlenin yapısı, sizin kametinizi aşıyordur. Bildiğiniz halde kelimeleri, anlayamazsınız. Araplar, Arapça biliyor diye Kuran’ı anlayabiliyorlar mı? Hayır.

Peki, şimdi bu kıskanç geline ne oldu ki peçesini yırtarak mahremini görmek  istiyorsunuz. Bu reva mı?

Yıllarca kasıtlı/kasıtsız okumayı ihmal ettikleri için anlamakta güçlük çeken bir takım insanların hatırı olsun diye Risaleleri sadeleştirmeye kalkışmanız, bir vefasızlıktır. Kim ne derse desin yanlıştır. Değil sadeleştirmek, Bediüzzaman, metnin beraberinde kelime manalarının bile verilmesine yanaşmamıştır.

Dolayısıyla o eserleri sadeleştirmeye kalkışmak doğru değildir. Arkasındaki niyet ne kadar saf ve âli himmet olursa olsun yanlıştır. Çünkü uzun vadede metinlerin bozulmasına ve zamanla içine hurafelerin girmesine zemin hazırlar.

Pavlos, Hz. İsa öğretisini ve zatını putperestlere sevdirmek için başlangıçta onların arzu ettiği yol ve yöntemi benimsiyor. Resuller Kitabında ifade ettiği gibi, herkese ‘yeni öğretiyi’  kabullendirmek için nabzına göre şerbet verdiğini itiraf eder.

Peki ne oldu? Evet, Pavlos, sonunda ‘İsa’yı –hazret demedim- ve öğretisini putperestlere sevdirmişti ama artık o öğretinin içinde ne tevhid kalmıştı ne de Hz. İsa’nın nübüvveti. Ortada bir din vardı ama o Pavlos’un tasarladığı bir dindi. O dine sonradan Hıristiyanlık dendi ve içinde ne şeriat kalmıştı ne sünnet!  Nitekim buugünkü Hıristiyanlık onun eseridir, Hz. İsa’nın değil!

İşte telaşım bundandır. İşin oraya varmamasının garantisi yoktur. O yüzden de eğer birileri Hoca Efendiye rağmen bunları yapıyorsa müdahale etmeli . Buradaki tehlikeyi en iyi idrak edecek de ‘rikkati en yüksek olan o mübarek zat’tır yine de.

Pavlosluğa ve Pavloslara fırsat vermemeli!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

“Deccal” ve “Süfyan” Hakkında Bilgi Verir Misiniz?

Ahirzamanla alakalı rivayetlerde geçen önemli şahıslar: Deccal, Mehdî ve Hz. İsa… Birincisi din, îman, ahlâk, fazilet ve insanlık namına ne varsa tahrip eden, istibdat, zulüm ve terör estiren, diğerleri de ona karşı çetin bir mücadele veren üç insan… İşte Deccalın icraatını ortaya döktüğü böyle korkunç bir dönemde Mehdî ve İsa (a.s.) iştiyakla beklenmeye başlar. Bu mânevî kurtarıcılar inançsızlığa büyük darbeler indirerek inananlar için en büyük dayanak; güç, moral ve ümit kaynağı olurlar.

Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) hem Büyük Deccal, hem de İslâm Deccalı Süfyan’dan bahsetmiştir. Halbuki bunların özellikleri, sıfatları ayrı ayrıdır. Rivayetlerde bir sınırlama olmadığı, mutlak bırakıldığı için birkısım râvî ve âlimler birini diğerine karıştırmış, birini öteki zannetmişlerdir. Bu bakımdan müteşabih hadis hükmüne geçmektedir.

Deccal

Rivayetlerde Deccalın çıkışı, kâinatın en korkunç hadiselerinden birisi olarak gösterilmiştir. Bundan dolayıdır ki Peygamberimiz (a.s.m.), ümmetine özellikle onu haber vermiş, fitnesinden sakınmış ve ümmetini de sakındırmıştır. “Hz. Adem’in yaratılışından itibaren Kıyamete kadar geçen süre içerisinde Deccaldan daha büyük bir hadise (diğer bir rivayette daha büyük bir fitne) yoktur.“(1) buyurmakla da, onun tahribatının dehşet ve büyüklüğünü nazara vermiştir. Başka bir hadis-i şeriflerinde ise onun şerrinin şeytandan daha etkili olduğunu bildirirler.(2) Sadece Resûl-i Ekremin (a.s.m.) değil, istisnasız bütün peygamberlerin ümmetlerini ondan sakındırması,(3) Firavunların, Nemrudların fitnesinin onun fitnesi yanında küçük kalacağına dikkatleri çekmek içindir.

Deccalın şerri öylesine büyüktür ki, Peygamberimizin bildirdiğine göre o çıktığında, korkudan, onun şerrinden kurtulmak için insanlar dağlara kaçma zorunda kalacaklardır.(4)

Şer ve fitnesinin büyüklüğü, dehşeti sebebiyledir ki, Allah Resûlü çoğu zaman olduğu gibi, ana hatlarıyla İslâmın bir özetini verdiği Veda Haccında okuduğu Veda Hutbesinde de Deccaldan bahsetmeyi gerekli görmüş, diğer peygamberler gibi, o da ümmetini uyarmıştır.(5)

Deccal, Arapça bir kelimedir, “decl” kökünden gelir. Sözlüklerde verilen mânâya göre Deccal, “yalancı, hîlekâr; zihinleri, gönülleri, iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı karıştıran, bir şeyi yaldızlayıp gerçek yüzünü gizleyen, bucak bucak her yeri dolaşan müfsid ve mel’ûn bir kişidir.

Bir hadis-i şerifte, özellikle onun, “yalancı, dalâlete sürükleyici“(6) özelliğine dikkat çekilmiştir.

Deccal, aldatıcı ve inkârcı, dehşetli fitne dolaplarını döndüren bir kimsedir. Fitnesinin en dehşetli tarafı, dinsizliğe dayalı bir sistem kurup insanları îmansız yaparak hem dünya, hem de ebedî hayatlarını mahvetmeye çalışmasıdır. O, ateizme, ahlâksızlığa, yalana dayanan saltanatını tek başına değil, kendisine gönül veren komitesiyle, temsil ettiği kâfirane ve münafıkâne sistemiyle birlikte yürütür.

Deccala, “Mesih” kelimesi eklenerek Mesih-i Deccal da denilir. Onun bu unvanla anılmasının sebebi, gözlerinden birinin silik olmasıdır. Sözlüklerde Mesihe değişik bir çok mânâlar verilmiştir. Deccala sıfat olabilecek tarzdaki bu mânâlardan bir kısmı şöyledir: Yüzünün bir tarafında kaşı ve gözü olmayan, yaratılıştan bozuk, kötü, uğursuz, yalancı, çok öldüren.

Bir hadis-i şerifte ondan, “Mesihü’d-Dalâle,” “Sapıklık Mesihi” diye söz edilir.(7)

Süfyan

Bir hadis-i şerifte, “Âhirzamanda bir adam çıkacak ve ona Süfyan denilecek”(8) buyurulmaktadır. Mahiyeti ise : “Sahih hadislerde bildirildiğine göre âhirzamanda gelecek ve ümmete karanlık günler yaşatacak, şeâir-i İslâmiyeyi tahribe çalışacak dehşetli ve münafık bir şahıstır.“(9)

Çoğu kere onun harikalıklarından bahsedilir. Bu arada komutanlığına da dikkat çekilir.(10)

Büyük Deccal, dinsizliği program edinip daha çok Hıristiyanlığa savaş açarken, İslâm Deccalı Süfyan, Allah katında yegâne hak din olan İslâma hem de açıkça savaş açmaktadır. Onun için de daha dehşetli görülmüştür. Elbette, yürürlükten kalkmış ve tahrif edilmiş bir dini terk etmek hak, ebedî ve hükmü devam eden bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmayacaktır.(11)

Deccal hakkında tevatür var

İlim adamlarının çoğu Deccal hakkında tevatür bulunduğunu, inkârının mümkün olmadığını söylerler.(12) Hatta bu konuda Allame Şevkanî, Beklenen Mehdî, Deccal ve Mesih Hakkında Gelen Rivayetlerin Tevatür Derecesine Ulaştığının Açıklanması adında bir kitap bile yazmıştır. Şevkanî, bu eserinde Mehdî ve İsa Aleyhisselâmın inişi hakkındaki hadislerin olduğu gibi Deccal hakkında rivayet edilen hadislerin de tevatüre ulaştığını anlatır.(13)

İbni Mende, Deccalın çıkışına inanmanın vacip olduğunu söyler.(14) Onun geleceğini inkâr etmek ise en azından dalâlettir.

Süfyanla ilgili hadis var mıdır?

Şüphesiz. Hem de pek çok vardır. Yoktur demek ya cehaletten, ya da kasıttan kaynaklanır. Bediüzzaman, mahkemede savcının, “Süfyan’la ilgili hadis yoktur” şeklindeki iddiâsını cevaplandırırken bu gerçeğe dikkat çekmişti:

‘Süfyan’a dâir hiçbir hadis yoktur; varsa mevzûdur’ diyen müddeî, hiç hadis kitaplarını okumadığı, belki Kur’ân’ın sûrelerinin ne kadar olduğunu bilmediği halde, biri bir milyon, diğeri beş yüz bin hadisi hıfzına alan İmam-ı Ahmed İbni Hanbel ve İmam-ı Buharî gibi müçtehidlerin, böyle küllî ve umûmî bir tarzda cesaret edemedikleri halde, o müddeî, küllî bir sûrette ve umûmî bir tarzda ‘Süfyan hakkında hiçbir hadis yoktur, varsa mevzûdur’ demesiyle, haddinden binler defa tecavüz edip, büyük bir hatayı irtikâb etmiş. Farz-ı muhal olarak, hadis de olmasa, ümmet-i İslâmiyede bir hakikat-i içtimâiye ve müteaddit defalar eseri görülmüş, vâkî ve hak bir hâdise-i istikbaliyedir.“(15)

Deccalların sayısı çoktur. Her asrın deccalları vardır. Bir hadis-i şeriften bunların sayısının otuzu bulacağını öğreniyoruz.(16)

Bunlar arasında âhirzaman deccallarının ap ayrı yeri vardır. Çünkü daha dehşetlidirler. Bunlar da iki tanedir. Biri, büyük Deccal’dır, dünya çapında çıkar; diğeri de İslâm Deccalıdır. Buna —ki Hz. Ali(17) ve birkısım ehl-i tahkik Süfyan demişlerdir(18) ve Hz. Ali hep bu Deccalden bahsetmiştir.(19) Süfyan Müslümanlar içinde çıkacak ve aldatmakla iş görecektir.

Deccalla ilgili Buharî ve Müslim dahil birçok hadis kitabında çokça sahih hadis bulunmaktadır. Doğrusu Deccalın vasıfları ve icraatı hariç geleceğiyle ilgili hiçbir tartışma bulunmamaktadır.

Öyleyse Deccalın geleceği ne kadar kesinse Mehdî’nin gelişi de o ölçüde kaçınılmazdır. Çünkü zehir panzehirsiz düşünülemez. Nemrudu Hz. İbrahim’siz, firavunu Hz. Musa’sız düşünemeyeceğimiz gibi Deccalı da Mehdîsiz düşünemeyiz. Deccal varsa Mehdî de vardır.

Hiç akıl kabul eder mi ki, Deccal meydanı boş bulup alabildiğine at oynatsın, maddî ve mânevî istediği her türlü tahribatı yapsın, bâtılları yerleştirmeye çalışsın da onun karşısında duracak, onunla mücadele edecek, tahribatını engelleyip hakkın yerleşmesini sağlayacak kimseler bulunmasın. Bunu akılla, mantıkla, ilimle, dinle bağdaştırmak mümkün değil, âdetullaha da ters düşer. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Cenab-ı Hak kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddit veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevî Mehdî hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesadı izâle edip, milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor; âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem Mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât–ı nurânîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.”(20)

Şaban Döğen / Sorularla İslamiyet
—————————-
(1) Müslim, Fiten: 126.
(2) Ramûzü’l-Ehadis, s. 518.
(3) Buharî, Fiten: 26; Müslim, Fiten: 101.
(4) Müslim, Fiten: 125; Tirmizî, Kitabü’l-Menakıb: 70.
(5) Buharî, Kitabü’l-Meğazî: 64.
(6) Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I-VI (Kahire: 1313), 5:372.
(7) el-Heytemî, Mecmaü’z-Zevâid-I-VIII (Beyrut: 1403/1982), 7:348.
(8) Hakim en-Nisaburî, Ebû Abdullah Muhammed, Müstedrek, I-IV (Beyrut: Dâru’l-Marife, ts.), 4:520; Kenzü’l-Ummal, 14:272.
(9) Alâeddin el-Müttekì bin Hüsameddin bin İsmail el-Hindî, Kenzü’l-Ummal (Beyrut: 1989), 11:125; Bursalı İsmail Hakkı, Ruhu’l-Beyan fî Tefsîri’l-Kur’ân, I-X (İstanbul: 1330), 8:197.
(10) Müslim, Fiten: 125.
(11) Nursî, Sözler, s. 158.
(12) el-Münavî, Feyzü’l-Kadîr (Beyrut: 972), 3:537; Said Havva. el-Essas fi’s-Sünne-İslâm Akàidi. çev. M. Ahmed Varol, Orhan Aktepe v.d. (İstanbul: Aksa Yayın-Pazarlama, 1992), 9:335.
(13) Sıddık Hasan Han, el-İzaa, s. 114; Said Havva, el-Essas fi’s-Sünne, 9:335-336.
(14) Sarıtoprak, A.g.e., s. 67.
(15) Şuâlar, s. 360.
(16) Buharî, Fiten: 25; Menakıb: 25; Müslim, Fiten, 84; Ebû Davud, Fiten: 1.
(17) Gazalî, İhyâü Ulûmiddin, 1:59
(18) Berzencî, el-İşâa fî Eşrâti’s-Sâa, s. 95-99; Muhtasar u Tezkireti’l-Kurtubî, s. 133-134; Şuâlar, s. 501, 504.
(19) Şuâlar, s. 501.
(20) Mektûbât, s. 425