Etiket arşivi: Hz. Meryem

Kur’an-ı Kerim’deki “Hz. Meryem”

Peygamberler bütün insanlardan süzülmüş insanlardır.” Gerçek şu ki Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini birbirinden gelen tek zürriyet halinde bütün insanlardan süzüp onlara üstün kılmıştır. Allah her şeyi hakkiyle işitir, mükemmel tarzda bilir. (3-33-34)

İmran’ın hanımı karnındaki çocuğu Allah’ a adar, doğan çocuğun adını Allah koyar ve Zekeriya onun eğitimini üstlenir. “ Hani bir vakit İmran’ın hanımı şöyle demişti” Ya Rabbi karnımda taşıdığım çocuğumu sana adadım, her türlü bağdan azade olarak senin yoluna hizmet edecektir. Adağımı lütfen kabul buyur. Şüphesiz duaları işiten niyetleri bilen yalnız sensin. Derken onu doğurunca da “ ya Rabbi dedi ben bir kız doğurdum” Zaten Allah ne doğurduğunu pek iyi biliyordu, erkek evladı elbette kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum. Onu da onun neslinden gelecekleri de o melun şeytanın şerrinden korumanı niyaz ediyorum”(3,33-34)

Meryem seçilmişti” Hani melekler demişlerdi, ey Meryem Allah seni seçti ve tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti. 3/42-43)

Rabbi onu güzelce kabul buyurdu ve pek güzel bir tarzda yetiştirdi. O’nu Zekeriyya’nın eğitim ve himayesine verdi. Zekeriyya onun yanına Mabede ne zaman girse beraberinde yiyecekler bulurdu. “ Meryem bu yiyecekleri nereden buluyorsun” deyince de “ O “ bunlar Allah tarafından gönderiliyor. Muhakkak ki Allah dilediğine sayısız rızıklar verir” derdi.(3-35-37)

Meryem kitapta anılmayı hak etmiştir; Kitapta Meryem’i de an. Hani o ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekiliverdi. (19-16)

Ey Meryem, Rabbine ibadet et, secdeye kapan O’nun huzurunda eğilenlerle beraber sen de eğil (3/43)Melekler Meryem’e hitaben İsa(a.s) hakkında sözlerine devam ettiler. Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek. (3-48)

Allah Meryem’in olayını anlatır Hz Peygamber’e; Resulüm bunlar bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi  Meryem’i himayesine alacak diye  kura çekmek üzere  kalemlerini atarlarken  sen onların yanında değildin, onlar bu yüzden çekişirken de yanlarında değildin (3/44)

O başka şeylere de layık olmuştur. ;Bir de İmran’ın kızı Meryem’i misal getirir. Meryem iffet ve namusunu korudu. Biz ona Ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti ve gönülden itaat edenlerden oldu. “(66-12)

Allah ona olan farklı muamelesinin anlatır; Onlarla kendisi arasına bir perde gerdi. Bir de ona ruhumuzu gönderdik de ona kusursuz, mükemmel bir insan şeklinde görünüverdi. (16-17)

Cebrail Meryem’e gelip ona çocuk müjdeler. ; Ruh (Cebrail) ben dedi Rabbinden sana gelen bir elçiyim. Meryem “ Nasıl oğlum olabilir ki bana eli değen bir erkek bile olmamıştır. İffetsiz bir kadın da değilim !. Ruh, öyledir ama Rabbin “ Bu iş bana pek kolaydır. Çünkü biz onu insanlara kudretimizin bir alameti ve tarafımızdan bir rahmet kılacağız ve arık bu hükme bağlanmış, olup bitmiş bir iştir.” Sonra çocuğuna hamile kaldı ve bu haliyle uzakça bir yere çekildi.

Derken doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaya zorladı. “ Ay dedi, n’olaydım, keşke bu iş başıma gelmeden öleydim, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım.

Derken Ruh(Cebrail) ona ait taraftan şöyle seslendi. “ Sakın üzülme “ dedi. Rabbin senin alt yanında bir su arkı meydana getirdi. Haydi hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine taze hurmalar dökülsün. Artık ye iç gözün aydın olsun eğer herhangi bir insana rastlarsan “ Ben Rahman’a oruç adamıştım, de o sebeple bugün hiç kimseyle konuşmayacağım. Onu kucağına alıp akrabalarına getirdi. “ Kız Meryem dediler sen ne tuhaf bir şey yapmışsın öyle “(16-22-27)

 O Meryem İsa’yı babasız doğurdu. Gün geldi melekler ona “ Meryem Allah kendisi tarafından  bir kelime vereceğini  sana müjdeliyor. Adı İsa, lakabı Mesih, sıfatı Meryem oğludur. Dünyada da ahirette de itibarlı, Allah’a en yakın kullardan olacaktır. Meryem, “ Yarabbi bana hiçbir erkek eli değmediği halde nasıl olur da çocuğum olabilir?” deyince Allah şöyle buyurdu” Öyle de olsa Allah dilediğini yaratır, zira o bir şeyin var olmasına hüküm verince sadece ol der, o da derhal oluverir. “

Allah yanında İsa’nın durumu, aynen Âdem’in ki gibidir. Allah Adem‘i topraktan yaratıp ol dedi, o da derhal oluverdi. (3-45-47-59)

Biz ona ruhumuzdan üfledik, hem onu, hem oğlunu cümle âlem için ibret yaptık. (21/91)Meryem ırzını korudu biz de on(rahmine )un ruhumuzdan üfledik (66-12)

Meryem’in oğlunu ve annesini birer ibret vesilesi kıldık ve onları suyu akan ve yerleşmeye elverişli bir tepeye yerleştirdik.(23/50)

 Yahudiler Meryem’e iftira attılar. Yine inkârları ve Meryem deyince müthiş bir iftira atmaları… Onu kucağına alıp akrabalarına getirdi” Kız Meryem dediler sen ne tuhaf bir şey yapmışsın öyle! Ey Harun’un kardeşi baban kötü bir insan değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi. Meryem bana değil çocuğa sorun dercesine çocuğu gösterdi” Nasıl olur da derler beşikteki bebekle konuşuruz? Derken bebek “ Ben Allah’ın kuluyum. Dedi o bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi. Nerede olursam olayım beni kutlu mübarek kıldı, yaşadığım müddet bana namazı ve zekâtı farz kıldı. Anneme saygılı hayırlı evlat kılıp, asla zorba bedbaht ve hayırsız biri eylemedi. Doğduğum gün öleceğim gün de kabirden kalkıp dirileceğim gün de selam üzerine olsun. İşte hakkında şüphe ve tartışmalara girdikleri Meryem oğlu İsa konusunda gerçeğin ta kendisi olan Allah sözü budur.( 19/27-34)

Peygamberler zincirinin önemli bir karakteridir Hazreti Meryem, Kur’an’da bütün canlılığı ile anlatılmıştır, Bediüzzaman Kur’an‘daki olaylara sinema levhaları der gerçekten anlatım tam bir sinema netliğinde ve canlılığındadır. Ve Müşahit anlatımdır, sanki olay şimdi oluyormuş gibi anlatır Allah (C.C). Bediüzzaman bu canlılıktan dolayı Kur’an‘ın anlatımına müşahit anlatım der.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

İffetiniz Kadar İbadetten Zevk Alırsınız!

“İffet insanda günahların temel noktasıdır. Bu konudaki günah sair günahların tetikçisidir. En önemlisi de bu konudaki günah kişiyi ibadetten uzaklaştırır. O bakımdan iffet ibadet için önemli bir noktadır. İffetiniz kadar ibadetten zevk alırsınız ve ibadet etmekte zorlanmazsınız.”

Yazar Nuriye Çeleğen, Hz. Hacer’i anlattığı “Aşk-ı Sükun” kitabında kullandığı uslup ile damaklarda çok hoş bir tat bırakmıştı. İtiraf etmeliyim ki Çeleğen, Hz. Meryem’i anlattığı yeni kitabı “İffet-i Kalp”te kullandığı uslup ve kurgu ile damaklarda tarifi imkansız bir tat bırakmaya devam ediyor. Kitabının her bir sayfası altı çizilmesi gereken cümlelerle dolu…

İffet-i Kalp, günümüzde sadece “namus” boyutuna indirgenmiş iffet kavramına yeni açılımlar getiriyor. Çeleğen kitabında aynı zamanda kulluğun iffeti, düşüncenin iffeti, kalbin iffeti gibi kavramlardan bahsediyor. Bu yeni kavramları sorduğumuz Çeleğen, ilginç ve düşündürücü cevaplar verdi.

Kitabınızın ismiyle başlamak istiyorum: İffet-i Kalp… Hz. Meryem için yazılan bir kitaba daha farklı ve kitabın konusunu yansıtan isimler verilebilecekken bu ismi tercih etmenizin sebebi nedir?

Bu şimdiye değin kullanılmamış bir terkip. Kalp, ayine-i Samed’dir. Oraya O’ndan gayrı olan herşey namahremdir. Kalbe giren her namahrem iffet-i kalbe halel verir. Bu namahremin geniş bir yelpazesi var. Bir su-i zan, bir haset, bir kin; bunlar da kalp için namahrem olan duygulardır. Her insana verilen ömür denen gizli sırda iffet-i kalbe ulaşıp O’nunla olan ilişkimizde araya giren tüm namahremleri bertaraf ederek O’na yakınlaşmaktır asıl mesele. 70 bin hicapların temel açılım ve kaldırılım noktasının iffet-i kalple başladığını düşünüyorum.

Bir önceki yazdığınız romanınız Aşk-ı Sükun’da Hz. Hacer vardı ve anneydi. Yeni kitabınız İffet-i Kalp’te Hz. Meryem de anne. İki anneyi yazarken neler hissettiniz? İki peygamber annesini yazmak sizde nasıl duygular oluşturdu?

Onlar kulluk sınavları büyük iki önemli hanım. Beni onları yazmaya sevkeden husus onların hayat sınavlarındaki duruş şekilleri ve kulluk bilinçleri oldu. Yazma süreci her ikisini de yakinen ve daha detaylı tanımayı netice verdi. Bu annelerimizi tanıdığımızı zannediyordum, ama kifayetsiz olduğunu gördüm. Tanımak hayata geçirmeyi netice veriyor. Onların ruh halini yakalamaya çalışmak gibi bir güzellik oldu.

Kişi düşündüğüyledir. Düşüncenin gücü var. Yoğun bir şekilde düşündüğün kişiyle hemhal olabiliyorsunuz. Şunu gördüm, onlar manen hayattalar. Onlarla ilgilenmek irtibat sağlatıyor. Her ikisini yazarken farklı duygular ön plana çıktı. Mesela Hacer’de sabır, tevekkül ve teslimi daha çok hissedip hayatımda yaşamıştım. Hz. Meryem’de ise ibadet, tesettür ve kaçınma hisleri daha çok kendini aşikâr etti.

İki peygamber annesinin ortak özellikleri var mıydı? Hangi noktalarda birbirleriyle buluşuyorlardı?

Ortak noktaları ikisinin de niyetinin kulluk olması. Dünyayı dünya cihetiyle önemsememeleri. Dünyayı imtihan yeri olarak görmeleri. Musibete karşı sabır etmeleri, tevekkül ve teslim içerisinde olmaları. Dünyanın olayları karşısında acz hissetmemeleri, aczlerini Rablerine karşı hissetmeleri. Çok konuşmamaları. Hz. İbrahim’e, Hacer’i Mekke’ye götürürken yol boyu konuşmaması söyleniyor. Hz. Meryem için de aynı şey oluyor. Hz. İsa’nın doğumunda konuşmaması emrediliyor. Dünyaya karşı kıyl-u kalleri yok. “Neden bu böyle oldu”, “keşke” gibi sözcükleri yok. Rablerinin kendilerine verdikleri ve yaşattıkları karşısında ölü gibiler.

İki hayatın en önemli ortak noktası tam tevekkül sırrına eren kişiyi Allah’ın zayi etmiyor olması gerçeği. Kemalatın musibet ve hayattaki imtihanlarla yakın orantılı olduğu ortaya çıkıyor bunların hayatlarında.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Meryem’den bahsedilirken “İffetini (muhkem bir kale gibi) koruyan Meryem’i de yad et!” denilerek Hz. Meryem’in iffetine vurgu yapılıyor. Bu ayetten günümüz insanının alması gereken dersler nelerdir?

Bana göre her dönemden daha çoktur bu dönemin bu ayete ihtiyacı. İffet çok geniş bir yelpazesi olan kavramdır, yalnız kadın için geçerli değildir. Ama kadın, erkeğin iffeti için de muhkem bir kaledir. Kur’an’da iki iffet kıssası vardı. Bu kıssanın sahipleri birisi erkek, birisi kadındır. Ama Kur’an iffette öncelikli olarak Hz. Meryem’i örnek alır.

Günümüz insanın bilhassa kadınlarının içtimai hayatın her kesiminde bulunması ve rahat olması Hz. Meryem’i daha ziyade öğrenmek ve hayatını takip etmemiz zaruretini getiriyor. “Bunlar eskide yaşanmış” diyerek, “O zaman öyleydi” diyerek ötelenmesini yanlış buluyorum. Nefsin kaçamağı olarak düşünüyorum.

Hz. Meryem’in iffetini koruması çok zor şartlarda oluyor, onun için günümüz insanının bu örneğe daha çok ihtiyacı var. Hz. Meryem, 400 erkeğin yaşadığı bir ortamda tek bir kız olarak yaşarken hiçbirini görmemesi, hiçbirine görünmemesi, günümüz insanı için önemli bir iffet modelini sunuyor. Demek ki içtimai hayatın içinde bu gerçekleşebilir. Kalplerde başlayan iffet kalesini muhkem oluşturursak iffetin sahibi Rabbimiz Hz. İbrahim’i ateşin içerisinde koruduğu gibi bizleri de içtimai hayatın içinde koruyacaktır. Bu bakımdan günümüz insanının Hz. Meryem modelini çok iyi bilmesi ve hayatına geçirebilmesi bakımından bu ayete ihtiyacı var.

Kitabınızda iffetin değişik hallerine değiniyorsunuz. Kalbin iffeti, düşüncenin iffeti, kulluğun iffeti gibi. Oysa günümüzde iffet sadece “namus” kavramına indirgenmiş durumda. Diğer kavramları nasıl oldu da hayatımızdan çıkardık? Önemsiz oldukları için mi?

Güzel bir soru. İffet konusu İslamî yaşayış hasasiyetinden uzaklaşınca yalnız toplumsal değerler bölümüyle kaldı. Toplumsal değerlerde adı namustur, manevî değerler olarak adı iffettir. Bence ikisi çok farklıdır. Namus olarak bakıldığında yalnız cismin muhafaza edilmesidir aslolan. Günah olarak, Rabbin emri olarak kaçınma yoktur. Oysaki manevî değerler olarak bakıldığında iffetin en alt derecesidir ten muhafazası. Daha ileriki aşamaları duyguların, kalbin, hayalin, fikrin iffetidir. Bediüzzaman Hazretleri’nin hayale günah işletmemek tabiri vardır. Hayalin iffetidir bu sır.

Hayatımızdan nasıl çıkarttığımız meselesine gelince hayatımızdan bir anda çıkartmadık. Uzun ve sistemli çalışmaların neticesinde oldu. Romanlarla başladı bu süreç. Televizyonla devam etti ve hız kazandı. Bunlar farkına varmadan normale döndürdüler, düşünceler “olabilir”e hazırlandı ve “olmalı”ya kadar gelindi. Bu aşamaya nasıl gelindiğinin temeline indiğimizde Aşk-ı Memnu’ların niçin yazıldığına bakmak gerekir.

İffet insanda günahların temel noktasıdır. Bu konudaki günah sair günahların tetikçisidir. En önemlisi de bu konudaki günah kişiyi ibadetten uzaklaştırır. O bakımdan iffet ibadet için önemli bir noktadır. Dikkat ettiğimizde de Hz. Meryem’in hayatında iki esas var: İffet ve ibadet. İffetiniz kadar ibadetten zevk alırsınız ve ibadet etmekte zorlanmazsınız. Şimdi gençler neden bu denli namaza başlamak, devam etmek konusunda sorun yaşıyorlar ve zorlanıyorlar. İffet-i kalpte sorun varsa onun ilk yansıdığı amel namazdır.

Hz. Meryem’den bütün ümmetin ve özellikle hanımların alması gereken dersler nelerdir?

En önemli özellik kulluk bilinci olmalıdır. Bunun devamında açılım olarak tesettür kavramı ve iffet var. Günümüz mümin hanımlarının ciddi bir tesettür sorunu yaşadıklarını düşünüyorum. Tesettürlü hanımlarda tesettür kavramı tezahür olarak netice veriyor. Tesettür setr iken izhara yardımcı bir boyut kazandı. Günümüz hanımlarının tesettüründe Hz. Meryem’e ihtiyaçları var. Zekeriya peygamberle hem de o kadar yaşlı birisiyle perde arkasında görüşen bir Meryem yakın dünyamıza misafir olmalı. Meryemî ruh, dünyamıza çekilmeli ve Meryemî ruh sırrının incelikleri araştırılmalı.

Tabi baştan beri dediğimiz gibi Meryem eşittir iffet. O bir iffet abidesi. Allah onun iffetini övüyor ve Kur’an’da onu bize örnek gösteriyor. Daha başka ne düşünülebilir ki. Özelliğini bize Kur’an belirtiyor.

Günümüz kadınları için en önemli özelliği dünyaya bakmaması, dünyaya değer vermemesi. Dünyevililiğin merkeze alındığı bu dönemde önemli bir husus olmalı.

Hz. Meryem’in en önemli özelliğinden biri de çocuk yetiştirme konusudur. Bilhassa annelerin Hz. İsa gibi çocuklar için Meryem gibi karakterler ve huylar edinmeleri gerekir diye düşünüyorum. Herkes Meryem olarak doğamaz ama Meryem ahlakı edinebilir. Hayatı değiştirmek yerine ahlakı değiştirmeyi baz almak gerekir. Şimdiki hanımların isyankâr dünyalarına Hacer ve Meryem sükûnetinin değmesi gerekir. Dünyaya koşan hanımlara, tam bir terk-i dünya ederek hem dünyayı hem ahireti bulan bu şahsiyetlerin gönül dünyalarını günümüz hanımlarının biraz çalmaları gerekir diye düşünüyorum.

Günümüz kadınları maddî ve psikolojik olarak dünya için çok hırpalanıyorlar. Dünya koşuşturmalarından biraz silkinip bu annelerimizin ellerinden tutmaları kendileri için hem dünyevî hem uhrevî getirisi fazla olacaktır. Bilhassa örneklerin peşinde çokça takılan kadın dünyasının, günümüzde yanlış örneklerin farkına varmadan çevreden, çalışma hayatından ve medyadan edindikleri bu kötü örneklerden uzaklaştırıcı bu şahsiyetlerin, hayatlarının tanıtılması ve bu mübarek annelerimizin günümüz kadınları için tabiri caizse güncellenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Günümüzde bir tesettür mücadelesi olmakla birlikte iffet kavramının algılanması nasıldır? İffet kavramı günümüz insanı tarafından doğru bir şekilde hayata tatbik edilebilmekte midir?

Tesettür ve iffet ayrıdır. Belki tesettür iffet için bir koruyucu ve destekleyici olabilir ama ikisi farklıdır. Hz. Meryem’in en önemli özelliği iffet ve tesettürüdür. İkisi bir olunca güzelik olur, Meryemvari hal tezahür eder. Şu anki anlayışta “tesettür varsa tamam” zannedilen bir yaklaşım var. Tesettür herşey değildir. Tesettür herşey için bir adımdır, basamaktır; fakat iffetsizliği hiçbir tesettür örtemez.

İffet kavramının günümüzde yaşayış alanlarında sorunlar var. İçtimai hayatın getirdikleri ve bunların zorunluluk olarak kabul edilmesi, bazı davranışların medeniyet icabı, adab-ı muaşeret gereği diye telkin olunması, yaşantıda iffeti korumak adına koyduğunuz sınırlamalar, asosyal olmakla itham edilmesi, kişilerde iffet konusunun yara almasını netice verdi. İffet öyle bir şey ki o kısımda olan sorun kalbî inkişafatta ve kişinin kulluğunda aksamalarla hemen kendini göstermektedir.

İffet kalbin manevî bir örtüsü gibi tüm kalbi kuşatmıştır. Onda olan zedelenme kalbin diğer latifelerine hemen sirayet ediyor. Mesela iffette olan sorun hemen edepte sorunla ortaya çıkıyor, hepsi birbirini tetikliyor.

Söylediğimiz gibi Kur’an’da iki iffet örneği var: Hz. Yusuf ve Hz. Meryem. Kadının da erkeğin de iffetinin ne derece önemli olduğunu öğretiyor Rabbimiz bu iki örnekle. Fakat iffetin kadından erkeğe taşınması çok daha güzel bir hal. Çünkü kadın annedir. Çocuk için iffeti muhkem bir anne çok önemlidir. Çünkü çocuğun ahlakî, manevî halleri annenin iffetiyle oluşur. Hz. Meryem’in iffeti Hz. İsa gibi bir çocuğu netice vermiştir.

Günümüzde çocuk yetiştirmedeki problemlerde temele inilmiyor. Çocuk terbiyesi asırlar öncesinden başlar. Bu silsilede iffet sorunu olan bir anne veya bir nine çocuğun istemediğimiz davranışlarının temelini oluşturur. Nitekim Efendimiz (a.s.m.) gibi bir şahsiyetin 500 tane iffeti muhkem ninelerin soyundan olduğu siyer-i nebevilerin üzerinde önemle durduğu hususlardandır.

Günümüz çocuklarındaki hiperaktivitenin, doyumsuzluğun ve sair sorunların temelinin bilhassa annenin manevî sorunlarından olduğunu düşünüyorum.

İffette önceliğin kadında olması ve erkeği o konuda koruması gerekir. Çünkü kadın iffet sırrını yakalarsa toplum iffetli olur. İffet-i kalp, iffet-i toplumu netice verir.

Hz. Hacer’le başlayıp Hz. Meryem’le devam eden roman serinizin üçüncü ayağında kimi yazmayı düşünüyorsunuz?

Şu an çalışmakta olduğum romanıma konu olan şahsiyet bir hanım değil.

Yusuf Levent

Moral Dünyası Dergisi / www.moraldunyasi.com

Müslüman’ca Yaşamak Üzerine..

Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tövbe etme ihtiyacı duyar. Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşır.

Aklımız erdiğinden beri kendimizi “Müslüman” biliyoruz. Öyle ki “Sen Müslüman değilsin!” sözünü hakaret sayıyoruz.

İslam’ın beş şartını ezberden saymaya hazırız. Yeri geliyor “Müslüman olmayanları” hizaya çekmeye hevesleniyoruz. Günahkârları “emr-i bilmaruf ve nehy-i ani’l münker”le ütülemek için fırsat kolluyoruz. Aramızdan birileri gayr-i Müslimlere azıcık empati beslemeye kalksa, “diyalogcu” ve “işbirlikçi” etiketiyle paspas ediyoruz. Günahkâr da olsa bir insanın anlaşılması gerektiğini ağzından kaçırıverse benim gibi biri, bir çırpıda “light Müslüman”laşıyor, tribünlere oynamakla, birilerine “şirin gözükme” ikiyüzlülüğüyle suçlanıyor.

Şu ana kadar yukarıda saydığım ve sayamadığım etiketlerin bir çoğunu aldım. Bu satırlar bittiğinde aklıma gelmeyenleri de almayı göze aldım. Aşağıda yazdıklarım, şu “hazır Müslüman”lığımızı ve “doğuştan edindiğimiz iman”ımızı “fabrika ayarları“na geri dönerek yeniden yüklemeye bir çağrıdır.

Hemen belirtmeliyim ki, bu konuda üstadım Said Nursî’dir. Hiçbir yerinde “Biz Müslümanlar” “Dinimiz der ki…” diye bir ifade bulamayacağınız Risale-i Nur’un-ihtimal ki kimi Risale okuyucularının da karşı çıkacağı-‘Müslüman’ı ve ‘Mümin’i ‘insan olmak’tan başlayarak yeniden inşa eden söylemiyle formatlanmış aklımın ürünleridir:

1. “Bizim dinimiz” dediğimiz İslam tüm insanlığa hitap etmekte ve tüm varoluşu tanımlamaktadır. İslam varlığın estetik kodlarıyla barışık yaşamanın adıdır. “Biz” diye bildiklerimiz de “başkaları” diye ötelediklerimiz de İslam’a sahip olmakla değil İslam’a tâbi olmakla yükümlüdür. İslam, bize ait değil, “bizim dinimiz” değil; biz İslam’a aidiz.

2. Takva sahibi olmak, Allah’a daha yakın olmaktır. Allah’a yakınlığı ancak Allah bilir ve Allah ölçer. O yakınlığın bir rengi ve tonu yoktur.

Kimse kendisini başkalarına göre “koyu” Müslüman, bir başkasını da kendisine göre “light” ya da “ılımlı” sayamaz. Hele de dinde daha “ileri” olan biri “geride” kaldığını düşündüğü birilerini aşağılayamaz. Kılık kıyafetiyle, zikri ve tarikatıyla, camiye gidiş sıklığı ve Kur’ân’dan daha çok sayfa okumakla kendini “daha muttaki” bilenler, daha az “takva” bildiklerine tepeden bakamaz. Çünkü, Allah’la olmak, Allah’ı yanına çekip başkaları üzerinde Allah adına otorite kullanmak değildir.

Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tövbe etme ihtiyacı duyar. Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşır. Başkalarından önce kendine çekidüzen verir. Kendi hatalarını sayıp dökmekten hatalarından dolayı başkalarına sövüp saymaya fırsat bulmaz. Kendi ayıplarını bilmenin mahcubiyetiyle başkalarını kınamaya yüzü kalmaz. Daha az günahkâr olan daha çok günahkâr olana düşman olmaz. Aksine o günaha kendisinin de sapabileceğini hatırlar, günahtan korkar, günahkâra acır. Günahkârın günahına bakıp kendisini temize çıkarmaya kalkmaz. Kendini günahtan uzak tuttuğu için gururlanmak yerine sadece Rabbine şükreder. “Ben çarşaflıyım sen değilsin” çarşafından ayrıcalık çıkarmaz. “Ben namaz kılıyorum, sen bara gidiyorsun ama…” türü dışlamalara prim vermez.

3. İslam ilk insanla başlamıştır. İslam, her insanla yeniden başlar. Her insan, İslam’a teslim olma borçludur. Teslimiyet borcunu tam olarak ödeyip alacaklı duruma geçmiş biri de olmadı henüz. Hazreti Peygamber (asm) bile “Sana hakkıyla şükredemedik…” diyerek hakkını hakkını veremediğini belirtir.

Öyleyse, kendini doğuştan “Müslüman” bilen bizlerin Müslümanlığımıza bir mirasmış gibi yaslanıp “başkaları”na üstünlük taslama hakkı yok. Tam da bu yüzden, “Allah indinde din İslam’dır” mealindeki ayete “Allah indinde ben ne kadar Müslümanım?” diye kendimizi sorgulayacak bir sorumlulukla muhatap oluruz. “Allah indinde din İslam’dır” ayetini “Allah indinde sadece Müslümanlar makbuldür; o da biziz!” diye anlarsak, ayetin anlamını ıskalarız, teslim olma sorumluluğunu üzerimizden atarız.

Hıristiyan diye bildiğim adamın Allah indindeki makbuliyetini sorgulamaktan daha öncelikli olan, Müslüman diye bildiğim benim Allah indindeki makbuliyetimi sorgulamaktır. Önceliğimi böyle bilirsem, Allah indinde adam olmak için umutlanırım. Öbür türlüsü kendime başkalarının hataları üzerinden erdem biçmeye kalkmaktır ki, baştan adam olmanın yolunu kendime kapatırım.

4. Kur’ân “bizim” diye kendi kültürümüze hapsedeceğimiz, ulusal kimliğimizin etiketi, kişisel anlayışlarımızın kalkanı yapacağımız nostaljik bir hatıra değildir. Kur’ân, Yaratıcı’nın tüm insanlığa hitabıdır. İnsanlığın ortak paydasıdır. Vahiy, müslümanların tarafını tutmaz.
Müslümanları daha çok sözlerine tâbi olmaya çağırır. Hitabı “insanlık ailesi”nedir: “Yâ eyyühennâs…” “Yâ eyyühe’l insan...” Hitabı “iman etme çabası içinde olan herkes”e yöneliktir. “Yâ eyyühellezîne âmenu…/ey iman edenler…” şeklindeki hitapları, kendilerini mümin bilenleri onaylamak için değil, o onayı hak edecek iman etme eyleminin hakkını vermeye çağrıdır. Kur’ân “bizim kitabımız” diye yanımıza çekerek başkaları karşısında kullanacağımız bir koz değil, başkalarından çok biz muhataplarını anlama, kavrama, yaşama sorumluluğuyla borçlandırır.

Kur’ân’dan üstünlük alacaklı değiliz; Kur’ân’a sorumluluk borçluyuz. Kitab’a yaslanmamız, Kitab’la uslanmamız gerekir. Kitab’ına uydurmak değil, Kitab’a uymak beklenir Müslümanlardan.

5. İnsan gibidir Kur’ân; kendisine ne kadar ilgi gösterilirse o da o kadar ilgi gösterir. Ne kadar ciddiye alınırsa, o kadar derinden söyler sözlerini. “Bizim kitabımız” diyerek kendilerini Kur’ân’ın muhatabı sayan bizler, Kur’ân’a başkalarından daha çok ilgi borçluyuz. Kur’ân üzerinden kendine ayrıcalıklar biçmeler, üstünlükler devşirmeler Müslüman’ın işi değil. Müslüman’a düşen Kitab’ın hakkını vermektir; Kitab üzerinden hak talep etmek değil.

Hal böyle olunca, “Hıristiyanlar ve Yahudiler kendi kitaplarını tahrif etmişler” gerekçesinin ardına saklanıp ona buna “diyalogcu” demelerle kendimizi temize çıkarmak boş iş… Artık ayetleri aklımızca tasnif etmeyi bırakmalı, aklımızı ayetlere vurup aklımızı dönüştürmeye bakmalıyız.

6. İmanın şartları arasında Tevrat’a ve İncil’e de iman etmek vardır. “Kitaplara iman etmek” İncil’e ve Tevrat’a inanmayı içerir. Peygamberlere iman etmek, İsa Aleyhisselam’ı da Mûsa Aleyhisselam’ı da “bizim peygamberimiz” bilmek demeye gelir. Kim demiş “onlar başkalarının Peygamberi” diye. Hiç olmazsa, “Bizim Kitabımız”da bu iki peygamberin sözünün sözümüz edildiğini bilelim de susalım.. İncil de, Tevrat da, İncil’in ve Tevrat’ın takipçileri de bir şekilde bir yerde bir gerçeği dillendiriyorsa, o gerçeğe sırt dönmek, yok saymak, dudak bükmek insanlığa sığar mı? İnsanlığa sığmayan Müslümanlığa sığar mı?

7. İslam, kimin elinde olursa olsun doğru ve güzel olana taraftar olma duyarlılığıdır. Müslüman bir ülkede yaşamaya dayanıp, Müslüman bir ebeveynden doğmaya yaslanıp İslam’ı kendi taraftarımız eylemek, çantada keklik görmek değildir. Çin’de de olsa, Çince de söylense, “kitapsız” bir Çinli’nin dudağından dökülüyor da olsa, hikmet yitiğimizdir. Bulunduğu yerde görüp almak, başımıza taç etmek İslam’ın şartıdır. Çirkin ve batıl söz, şeyhimizin dudağında da olsa, zulüm ve aşağılama kardeşimizin elinden de gelse, karşısındayız, “münker”imizdir, bize ait değildir. “Biz Müslümanız, haklıyız; onlar Hıristiyan, Yahudi ve kâfir; haksızlar” kolaycılığı daha konforlu geliyor olabilir ama işe yaramaz. Bu yaklaşım İslam’ı sadece “Müslüman taraftarlığı” olarak tarif eder; kimseyi hakkıyla İslam etmez.

8. Gariptir ki, ülkemizde “misyonerlik”e açıkça ve topluca tepki gösterirken, ahlaksızlığa ve dinsizliğe karşı pek suskunuzdur.
Çünkü “misyonerler” “bizim dinimiz”e karşı “kendi dinlerini” takdim ederler.
Türklere ait olmayan bir dinin propagandası “kanımıza dokunur.” Ama Türkleştirildiği için tüm “millî”ler ahlaksızlık da olsa benimsenebilir.

Meselâ, “millî” ise “piyango”ya ses çıkmaz, “millî içki” olduğu sürece rakıya laf edilmez.
Mesele hakikatin izinden yürümekse, “bize ait olan” ve “bize ait olmayan” diye bir ayırım yoktur.

Hakikat bize ait değil, biz hakikate ait olmalıyız. Kaldı ki Hıristiyan misyonerinin bize Hz. İsa’yı ve Hz. Meryem’i daha iyi anlatması mümkün müdür ki? “Biz” bir Müslüman olarak İsa Aleyhisselam’a misyonerden daha çok tâbi değil miyiz? Hazreti Meryem’i nice papaz ve rahipten daha iyi ve net tanıyor değil miyiz?

Kur’ân’da Peygamberimiz Muhammed Mustafa (asm) annesi hakkında tek bir kelime yokken, İsa Aleyhisselam’ın annesi hakkında tek başına sûre var değil midir?

Herkese ve her millete ait olan İslam’ı “millî”leştirirsek, işte o zaman misyonerlerin düştüğü hataya düşeriz; Hıristiyanlaşırız, Yahudileşiriz. Hıristiyanlardan çekineceğimize Hıristiyanlaşmaktan çekinmeli değil miydik? Yahudilerin hepsini insafsızca lanetli ilan edene kadar içimizdeki Yahudileşme eğilimine karşı canla başla direnmeli değil miyiz?

9. “Onlar kitaplarını tahrif etmiş, biz öyle bir şey yapmadık ki…” diyerek, Kur’ân’ın tarifiyle “Ehl-i Kitab” olan Hıristiyan ve Yahudileri hepten kâfir edip kendimizi hepten aklamak yok İslam’da. Tamam; “Tevrat ve İncil ile Yahudi ve Hıristiyanlar arasında “tahrif” ilişkisi var. Onlar Kitab’ı tahrif ettiler.

Muharref bir Kitab’a inanmaya tepki gösteriyoruz Müslümanlar olarak. Haklıyız elbette. Ancak, Kur’ân ile Müslümanlar arasındaki ilişkiyi tarif eden “tehcir”e de aynı derecede tepki göstermemiz gerekmez mi? Kur’ân’ın tarifiyle (25/30) Müslümanlar da Kitab’ı “mehcur” etmiştir.

Yani Kitab’a “son kullanma tarihi geçmiş, miadı dolmuş, tedavülden kalkmış kalp para” muamelesi yapmaktadırlar. Kitab’ı tahrif etmeye gösterdiğimiz tepkinin hiç olmazsa onda birini tehcir etmeye göstermemiz gerekmez mi? Üstelik tahrif başkalarının cürmü tehcir bizim cürmümüzdür. Müslüman’a kendi kusurunu başkalarından daha büyük bilmek düşüyor değil mi?

10. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” doğru bildiğimizi başkalarına emretmek, yanlış bildiğimizi başkalarına yasaklamak değildir. Bildiğimiz doğru ve yanlışlar önce kendi yakamıza yapışmamızı gerektirir. “Ben ne kadar doğruyu yaşıyorum?” diye kendini sorgulatır. Başkalarına doğruyu “emretme”nin en doğru, en sahici ve en etkili yolu, kendine doğruyu emretmektir, kendi nefsinde doğruyu yaşamaktır. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” başkalarına jandarma yapmaz bizi.

Yoksa, merhemini başına sürmeyen kel gibi çaresiz ve komik oluruz. Bir kişiden “kendi maruf”u bildiği bir işi yapması istenir ancak. Namaz kılmayı kendine “maruf” yani “güzel bir borç” bilmiyorsa kişi, ona namazı emretmek sadece zorlama olur.

“Emretmek” demek, ona namazın güzelliğini anlatacak zarafeti kuşanmaktır. Namazı “emretmek”, namaz kılan biri olarak namazımızla başkalarına örnek olmakla başlar. Namazı başkalarına emreden daha çok kendine namaz kıldırır, kendini namazla daha çok adam kılar.

Namaz kılmayandan daha çok secde eder. Başkalarını uyarırken, kendi kıyafetine, kendi anlayışına, kendi cemaatine, kendinden yana olmaya çağırmaz insanı, Rabbine çağırır. Hakikati anlatmanın karşılığında kendine taraftarlık ücreti istemez. Çok iyi bilir ki Rabbi “ücret istemeyenlere tâbi ol”maya çağırır insanları.

11. Bu vesileyle, Kur’ân’ın “kötüler”den söz ederken de, “kötüler”in kötülükleriyle meşgul olmaya değil, kötüler karşısında da iyi olmaya, kötülüklerden uzak durmaya çağırdığını hatırlamak gerek. Örneğin, Musa ve Harun Aleyhimüsselâm’ı “azgın” Firavun karşısında “yumuşak sözlü” olmaya çağırırken, kendi elçilerine sorumluluk yükler. Firavun üzerinden Mûsa’ca (as) duruşu öğretir bize.

Bu durumda, Elçi’lerin izinden yürüdüğünü söyleyen “bizler”i de Firavun’un nasıl bir adam olduğu değil Firavun karşısında nasıl bir adam olunacağı ilgilendirir. Mevlana’nın hatırlatmasıyla, başkası şarap içmiş olabilir ama bizim sarhoşa sarhoşça davranmayacak bir ayıklık içinde olmamız gerekir. Yoksa şarabı başkası içer, biz sarhoş oluruz; değil mi?

12. Haddimi biliyorum. Yazdıklarımda hata olabileceğini kabul ediyorum.
Eksik anlatmış, yanlış anlaşılacak şekilde yazmış olabilirim ama yerleşik sloganların düşünce yerine koyulmasına da karşıyım. Haddimi bildirmeye kalkanların da haddini bilmiş olmasını diliyorum.
Bunları İslam’dan ayrıcalık elde etmiş biri olarak değil, İslam’a teslimiyet borcumu ödemek niyetiyle yazıyorum. Bu hatırlatmaları, Kur’ân’ı taraftarım eylemek için değil, Kur’ân’a talebe olmak için yapıyorum.

Senai Demirci