Etiket arşivi: Hz. Ömer

Vahiysel Yolun Üçüncü Suvarisi: Hazret-i Ömer

Hz. Ömer fil vakasından on üç sene sonra Mekke’de doğdu, 582.Pehlivandı, iyi bir binici idi, iyi hatipti, iyi silah kullanırdı, devletin bir bakanıydı.

Hz. Hamza’nın Müslüman olması Kureyş’i tedirgin etti, peygamberi öldürmeye karar verdiler.

Ömer hiddetle yerinden kalktı, hışımla yola koyuldu, kaderinden habersiz, yapacağı işten emin yola koyuldu. Eniştesi Said ile Kız kardeşi Fatıma’nın Müslüman olduğunu yolda öğrendi, onları ortadan kaldırmak için evlerine gitti, eve yaklaştığında Kur’an seslerini duydu. Ömer içeri girdi yumruğunu eniştesine vurdu, kanlar içinde yere uzandı, sonra kardeşine vurdu. Kız kardeşi bugüne kadar büyük saygı gösterdiği kardeşine karşı “Ey Ömer Allah’tan kork, biz Müslüman olduk, ne yapsan Müslümanlıktan vazgeçmeyiz. Bir kadının böyle yiğitçe kendisine mukabele edişini Ömer acaip karşıladı, bunu değiştiren ne idi, bu nasıl böyle cesurca mukabele ederdi. Fatma’nın imanının tesiri onun küfrünü birden bire eritti, inceldi, yumuşadı. Okunan şeyi istedi, Hadid suresinin ilk yedi ayetini okudu, “şimdi bu yer gök sizin rabbinizin mi dedi” evet öyle dediler. Bizim Kâbe’de bu kadar putumuz var hiçbirinin bir karış toprağı yok” dedi. Kalbinin derinliklerinde küfür yerine iman lem’aları parladı, birden “Beni Muhammed’e ASM götürün” dedi.

Hz. Hamza “iyi niyetle gelmişse ne ala, yoksa kendi bilir”

Kulağı arşı dinleyen Nebiler Nebisi büyük trajediyi hissetmişti, bir okyanus yön değiştiriyordu. “Bırakın gelsin” dedi.

Bir sonsuz azametin karşısında bir büyük dağ eğildi, diz çöktü, ağladı, sevinç içinde şehadet getirdi.

Ömer bir dönüm noktasıydı Müslümanların hayatında. Sebeplere büyük riayet gösteren hülasatül alem birden onun “neden Kabe’de namaz kılmıyoruz,” deyişine makul karşılık verdi.

Hep birlikte Kabe’ye doğru yola çıktılar, tam kırk kişi , büyülü bir rakam kırk belki de o günden sonra bu büyüyü kazandı.

Kırk rakamında ne kadar büyük manalar var, o ayrı bir konu.

Ann Mari Şimnel onu Rakamların esrarında izah eder.

Başlarında Hz. Nebi yürüdüler, dünyanın en büyük değişim sahnesi , büyük zulüm karşısında hiçbir şey beklemeden tevhidi kabullenmek, kainat ve bütün mafiha , edyan-ı sabıka, sabık salihin bu kırk kişi ile mukabele edilmez.

Bir gece vakti Bediüzzaman’ın arkasından gitmeyi kabullenmiş, kalpleri altın, suretleri fakir ül hal insanlar, zulüm ve istibdadı devlet diye dikmiş bir güruh tarafından gece vakti katledilmeye götürülür, başlarındaki büyük insan insafa gelir, bu büyük katliam gerçekleşmez. O yürüyüş bugünkü büyük değişimin çekirdeğidir.

Kureyş “Ömer onları önüne katmış getiriyor” derler. Ama Ebu Cehil gelişin manasının farklı olduğunu anlar. Ömer yanlarına varır, “Beni bilen bilir, La ilahe İllallah der” Bütün ladini felsefenin belini kıran Bediüzzaman “küfrün bel kemiğini kırdım” der, Ömer de küfrün bel kemiğini kırmıştır. Artık küfür sarsılmış, tezelzüle uğramıştır.

O günlerde açıkça ilk namaz kılınır, ilk namazı Hz. Hatice ve Ali ile Peygamberimiz kılmışlardı, Cebrail onlara öğretmişti. Şimdi kapalı mekânlardan namaz açıkça kılınır hale gelmişti. Toprağın altından dışarı çıkmış, sonra bütün dünyaya “Hayyalel felah” diye ses vermiş ve kalplerde azametin belirtisi, bedenlerde haşmetin alameti olmuştu.

Hz. Ömer İslamı kabul ettiğinden ruhunu teslim ettiği ana kadar İslam yolunda hiçbir fedakârlıktan çekinmedi. Ensardan olan kardeşi bir gün Peygamberimizin huzuruna gider, diğer gün Hz. Ömer gider. Böylece Efendimizin her sözünü öğreniyor, her gün indirilen ayetlerden haberler alıyordu.

Bediüzzaman Hz. Ali’yi müfritane sevenlerin, Hz. Ömer’den teberrilerini yerinde bir muhabbet olarak yorumlamaz, zararlı görür.

Bediüzzaman onun şahid olduğu mucizelerden bahseder.

Resul-i Ekrem ASM “Ahmes kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zad ü zahire ver!” Hz. Ömer dedi “Ya Resulallah mevcut zahire birkaç Sa’dır. Kümesi oturmuş bir deve yavrusu kadardır. Ferman etti. “Git ver” O da gitti yarım yük hurmadan dört yüz suvariye kifayet derecesinde zad ü zahire verdi. Ve dedi “ Hiç noksan olmamış gibi eski halini aldı”

Tebük savaşında Hz. Ömer nakleder. “Susuz kaldık, hatta bazıları devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebubekir-i Sıddık Resul ü Ekrem ASM dua etmek için rica etti. Elini kaldırdı , daha elini indirmeden bulut toplandı, yağmur öyle geldi ki kaplarımızı doldurduk, sonra su çekildi. “

Ömer’in kadri yücedir, Peygamberimizin elinde zikreden taşlar onun elinde de zikreder.

Dağ taş onlarla alakadardır, Peygamberimiz ve dört büyük halife Uhud dağının tepesinde iken dağ neşelenir ve titrer.

Peygamberimizin vefatından sonra Hz.Ömer amcası Hz Abbas’ı şefaatçi olarak kabul edip “ Bu senin Habibinin amcasıdır, onun hürmetine yağmur ver der. Yağmur gelir.

Hz. Ömer Cebrail’i Peygamberimizin huzurunda Dıhye suretinde görür.

Yine Hz Ömer Hame adında bir cinninin Peygamberimize biat edip inanmasını görmüştür. Hz. Ömer İslam’dan önce de bir saneme kesilen kurbanın tevhide açıkça işaret eden kelimatını duymuştur.

Hz. Ömer Tebük savaşı öncesi malının yarısını İslama bağışlamıştır.

Resulullah fazilette Hz. Ebubekirden sonra Ömer’in geldiğin söylemiştir.

Kadisiye ve Nihavent savaşlarında İslam galip gelmiş İran devletine son vermiştir.

Vaktiyle Peygamberimizin müjdelediği Kisra’nın beyaz köşklerini ele geçirdiler, Müslümanlar. Hesaba gelmeyecek miktarda ganimetler, miktarı bine ulaşan develerle Beytül mal’a götürüldü. Hz Ömer İran devletinin inhidamı sonrası şükür namazı kılar, Allah’a dua eder. Ateşe tapanların saltanatı gidince Hz Ömer Müslümanlara hitap eder “Ey Müslümanlar dikkat ediniz ibret alınız. Ateşe tapanların hükümdarları gitti, üstünlükleri sona erdi, devletleri yok oldu. Allah onların yerine beldelerine, evlatlarına sizleri varis kıldı. Cenabı Hak bundan sonra sizin davranışlarını denetleyecek gözetecektir. Uyanık olunuz, şuurlu olunuz, dikkatli olunuz, iyi halinizi değiştirmeyiniz, eğer siz iyi halinizi değiştirirseniz, Cenab-ı Hak sizi başka bir milletle değiştirir. Ben şu ümmet üzerine başka bir şeyden değil kendi tarafınızdan ve kendi içinizden gelecek tehlikelerden korkarım”

Hz. Ömer’in o gün söyledikleri bugün de Müslümanlar için geçerlidir. Davanın menfaat ile mübadelesi yine Müslümanlara büyük zararları ve toplumsal nefretlere neden olabilir.

Kudus’e girerken süslü gösterişli elbiseler giymesini teklif edenlere “ Hak Teala Müslümanlıkla bize en büyük şerefi bahşetmiştir. Şeref olarak bize bu kâfidir. Kendimiz için ise sadeliği tercih ederiz”

Onun adını duyanlar kendine hemen çeki düzen verirlerdi. İsmi kıyamete kadar adaleti haykıracak bir büyük insandır. Adalet hissini yitiren insanlar için Ömer iyi bir ilaçtır. Peygamber ve arkasındaki dört büyük insan yolunu şaşıran insanlara her zaman rehber olacak niteliktedirler.

Aile fertlerinin sıkıntıya düştüğü kendine hikaye edilince , insanlık tarihi boyunca büyük bir rehber söz söyler. “ Hz Muhammed ASM Ebu Bekir ve Ben bir yola düşmüş üç suvari gibiyiz. İlk ikisi menzili maksuda istenilen hedefe ulaştılar, ben de onların yolundayım. Ne olur kimse beni onların yolundan ayırmaya çalışmasın. Medine’nin kenar semtlerinde bir çadır içinde yoksul bir kadına rastlar. Kadına “Ömer’den haberin yok mu ? diye sorulduğunda kadın “Allah belasını versin . Halifeliği süresince beş para alamadım , sürünüyorum” demiş, bunun üzerine Ömer ”İyi ama sen uzak bir yere çekilmişsin bir çadırın içinde tek başına yaşarken Ömer senin durumunu nereden bilsin ?” deyince de kadın “Beni bulamayacaksa devletin başına gelmeseydi” cevabını verince . Bu cevaba Ömer duygulandı gözlerinden bulgur gibi yaşlar döktü, kendisine gereken mali desteğin sağlanacağını bildirdi. Mahkeme salonunda sanık sandalyesinde oturması gerekirken kendisine saygı gösteren hakime “Senin huzurunda halktan biri ile Ömer eşit olmazsa sen hiçbir zaman hakimliğe layık olamazsın” der.

Ölümü öncesi cennetle müjdelenenlerden kalan altı kişiyi halifeyi seçmeye vekil bırakır.
Ona ilk defa Ömer ül Faruk diyen Peygamberimizdir (Asm.)

Peygamberimiz onun için “ Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ey Ömer şeytan asla seninle karşılaşmaz. Sen bir yola giderken o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelir gider” der.

Bir gün hutbeyi okumaya gecikir, yirmi bir yamalı bir gömleği vardır, bir tek fanilası onu yıkamıştır, kurumasını beklerken daha kurumadan koşarak hutbeye gelmiş ve bir fanilası olduğu için onun kurumasını beklediğinden geciktiği yolunda özürde bulunur.

Hz. Ömer adaletin bir şahsa giydirilmiş bir karakteridir. Bediüzzaman ism-i Adli anlatır, âlemdeki bütün dengenin bu fiilin denetiminden doğduğunu ifade eder.

Adaletten hareketle de Haşir risalesinde âhiretin varlığını anlatır.
Onların izahı da bir başka sefere!

Prof. Dr. Himmet Uç

Kur’an ve Roman

Romanlarda tipler vardır, karakterler vardır.
Tipler insanların zaaflarını ve sıradan
ihtiyaçlarını kendilerine gaye edinen,
paradan, menfaatten, ziynetten, karşı
cinsten hoşlanan insandır, bu bütün
insanların ortak tarafıdır.

Tipler sıradan kişilerdir, bütün dünya romanı tiplerden oluşur, romanın bir de karakterleri vardır. Onlar özellikleri ile sıradan, alelade insanlardan ayrılırlar.

Hugo’nun karakteri belediye başkanı olduğu şehirde bir sıradan adamın mahkemesine katılır, adam hırsızlıkla suçlanmaktadır, belediye başkanı hırsızın o değil kendisi olduğunu söyler, birden sıradan ve adi bir hırsız derecesine düşer. Ama o sıradan da olsa bir garip adamın suçunu işlemiş bir adamın bunu kabullenmesi gerektiğini söyler, yıldızlardan yere düşer.

İslamın büyük romanları yazılmamış, kenarda köşede romanları vardır. Halit bin Velid, ona ashab “Kendi uyumayan ve başkasını uyutmayan adam” demişler, kendi bir yana atı bile karakter.

Öldüğünde Cenab-ı Ömer mezarı başında ağlarken uzaktan bir at sesi duyulur, dört nala bir at gelmektedir mezara doğru, mezarın başına gelir başını göğe kaldırır ve haykırır, sonra başını indirir insan gibi ağlar, ne sahne ama. Nerede bu sahnenin romanı?

Aynı adam düşman kumandanına “Sizin hayatı sevdiğiniz kadar, ölümü seven askerlerim var” der. Hz. Ömer “Anaların Halid gibi birini doğurmak şansı yok” der.

Bütün hayatı sıradanlıktan eser olmayan bir insan. Nerde onun romanı, nerede ashabın romanı nerede, bu büyük ruhlu insanların, ruhları kıyamete kadar güneş gibi kirli kalpleri yıkayan adamların romanları.

Büyük Umutlar Romanı

Mekke’de orta okul çocukları gördüm, ellerinde Kur’an ve bir de Dickens’in , İngiliz romancısı Büyük Umutlar romanının İngilizcesi , bizim İngiliz dili öğrencilerimizin okuyamadığı İngilizce romanlar. Kitapçıya sordum neden Dickens, dedi ki Dickens muhafazakar ve dine saygılı bu yüzden burada onun romanları okunuyor, okutturuluyor Peygamberin beldesinde İngiliz romancısı.

Bediüzzaman beş yüz senedir yattığınız yeter derken , her yönden yattığımızı söylüyor. Bu “nevi beşerin yıldızları olan” insanların romanını yazmamışız, Namık Kemal “Hugo olmasaydı ben olmazdım” diyor. Neden intibah ve Cezmi gibi iki roman yazdı da, asrı nurani, peygamber asrının insanlarının romanını yazmadı, güneşi arkasına alıp mumların arkasına giden aydınlar.

Hilmi Yavuz, Kur’an ve Roman diye iki yazı yazmıştı, bunları okurken roman konusunda ne söyleyecek diye düşündüm, baktım onun bakış açısı değişik.

Karakterler ve tipler

Kur’an ve mukaddes kitaplar dünya romanının atası. Çünkü Kur’an’da da karakterler ve tipler, kötü adamlar oppozite menler var. Kur’an da da gerilim var, firavun ile Hz. Musa arasındaki gerilim, inkarın ve yanlış bakış açılarının temsilcisi olan yerine göre tip, yerine göre karakterler var, onlar küfrü idare ediyor, peygamberler ise imanı. Dolayısı ile Kur’an’ın bir anlatı metni olarak özellikleri araştırılmamış, onun vaka örgüsü, şahısları, tensionu, ayetlerin başlangıç ve bitişleri, imajları, daha yüzlerce mesele edebiyatın eleştirinin alanına alınmamış illa herkes onu bir ibadet ve ahlak kitabı gibi görmek zorunda demişiz.

Akif bu yüzden bu kısır döngüyü anlatır
Ya açar bakarız nazm-ı celilil yaprağına
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için

İdeal Örnek Bediüzzaman’dan

Fala ve mezarlığa mahkûm edilen kitap, olmaz deyip isyan eden yok.

Bir isyan değil ideal örneği veren Bediüzzaman. Mu’cizat-ı Kur’an’iye kitabında birçok konu edebiyat olarak anlatılmış. Mebahisindeki Camiiyyet-i Harika bahsinde Kur’an’ın konu zenginliğini anlatır. Yirmi sekiz tane temel konu sayar sonra da sınırlamadığını söyler “bütün mebahis-i esasiyeyi ve mühimmeyi” der. Bütün mühim ve esaslı konuları anlatır. Kur’an’ın bütününü bir anda gören bir göz ve hafıza ile söylenir bu özetleme cümleleri. Bediüzzaman hala klasik din çemberinden çıkmayan bir takımın gündemine girmedi, bir azamet bir kendini beğenmişlik.

Şu bahisleri bir olay örgüsü içinde çocuklarımıza ve gençlerimize veren roman benzeri kitaplar yok. Kur’an’ın hikâyelerine kıssalarına günümüzün sorunlarına uygun bakış açılarını Bediüzzaman birinci ve ikinci lem’a’da, örnek verir ve ben olayları günün şartlarına uyarladım, siz diğer kıssaları güne uyarlayabilirsiniz.

Denizi deniz olmaktan çıkarır hayata benzetir, hastalıkları bedensel olmaktan çıkarır, ruhsal ve düşünsel ve günahların tesiri ile doğan hastalıkları örnek verir. O zaman Hzç Musa’nın dağdan dönünce milletin taptığı buzağı da bugün başka anlama gelir, herkesin küçük büyük bir buzağısı, onu Allah’a gitmekten engelleyen bir buzağısı yoktur demektir.

Peygamberler büyük karakterlerdir.

Onlar sıradan insanların, tiplerin sahip olmadığı zenginliğe ve sabra sahiptirler. Bir Hz. Musa hep bir hikâye, kuru hikâye kahramanı gibi anlatılır. Diğerleri de öyle, Bediüzzaman bunlardan açıkladıklarına geniş anlamlar verir bahisleri günceller. İsa, İbrahim, Yusuf hepsi birer karakter, onların etrafında yer alanlar da norm kişilerdir, Züleyha bir norm karakterdir, Yusuf’un terakkisini sağlayan olumsuz kişidir, onun hidayetini idare eden bir zemberektir. Onun meydana getirdiği gerilim ve çatışma ile kıssanın hazzı duyulur ve en güzel kıssa olur. Kur’anda fon şahıslar vardır, peygamberlerin etrafında dolaşan, canlılar ve sıradan insanlar. Yusuf’un mağarası üzerinde uçuşan kuşlar, mağara da büyük mekândır. Velhasıl biz böyle bakmadığımız için Kur’an dolaylarda, yakışıklı muhafazalarda kalmış.

Çalıkuşu romanında Feride , Sinekli Bakkal Romanında

Rabia birer kahramandırlar çocuklarımızın ve bizim zihnimizde neden Hz Peygamber hayatımızın bütün her yanını işgal eden bir kahraman gibi anlatılmamış. Peygamberimizin hayatı ile ilgili kitaplar, merdiven gibi, doğdu, savaştı, ve öldü. Bu yüzden Bediüzzaman Mucizat-ı Ahmedi’ye de Peygamberimizi bir kahraman gibi işler, en önemli davranışlarını, olaylarını örnekler. O da olmasaydı ne yapardı bu topraklar ve bu sema ve içindeki bizler.

Prof. Dr. Himmet Uç

Hz. Ömer’den, kardeş katiliyle barışma örneği…

Hz. Ömer Efendimiz’in, üvey annesi Esma’dan doğan Zeyd adında bir kardeşi vardı. Üvey kardeşi olmasına rağmen Zeyd’i çok seviyordu. Çünkü Zeyd hem İslam’a kendisinden önce girmiş, hem kendisinden önce hicret etmiş hem de tüm gazalarda Peygamberimiz’in yanında hazır bulunmuştu.

Bedir’de ise bir başka fedakârlık göstermişti. Savaş öncesinde kendisine verdiği zırhı giymeyerek, ‘Ben senden yaşlıyım önce ben şehit olarak gitmeliyim, zırhı sen giymelisin.’ diyerek zırhsız cepheye yürümüş, böylece zırh ortada kaldığından ikisi de savaşa zırhsız olarak gitmişlerdi!..

Ancak Zeyd’e çok arzu ettiği şehidlik, Hazreti Ebu Bekir’in (ra) zamanında Yemame’de sahte peygamberlere karşı girşilen savaşta nasip olmuştu. Gösterdiği büyük fedakârlık sonunda zafer kazanılmış, nihayet çok arzu ettiği şehitlik rütbesine de Yemame’de erişmişti.

Üvey kardeşi Zeyd’in ölüm haberini duyunca çok üzülmüş, takdirlerini de şöyle dile getirmişti:

– Rabb’imiz Zeyd’e rahmet eylesin, iki güzel konuda beni geçmiştir. Biri benden önce İslam’a girmiş olması, diğeri de yine çok arzu ettiği şehitlik makamına benden önce kavuşmuş bulunmasıdır.

Üvey kardeşi olmasına rağmen Zeyd’in ölümüne çok üzülen Hz. Ömer (ra), bir gün Medine’de Mütemmim’le karşılaşır. Mütemmim de, aynı şekilde Yemame Savaşı’nda öldürülen kardeşi Malik için söylediği içli şiirlerle gözyaşı dökmektedir.

– Eğer ben de senin gibi güzel şiir söyleyebilseydim kardeşim Zeyd için içli şiirler söyler, kendimi birazcık olsun rahatlatırdım, der. Mütemmim’in buna cevabı çok etkili olur:

– Ey Ömer der, şayet benim kardeşim de senin kardeşin Zeyd gibi Müslümanlar safında müşriklere karşı savaşırken ölseydi ben üzüntülü şiirler söylemez, aksine sevinçli mersiyeler dizerdim. Ne yazık ki benim kardeşim müşriklerle birlikte Müslümanlara karşı savaşırken öldürüldü. Üzüntümün şiddeti, müşriklerin safında iken gitmesindendir. Bu değerlendirmeyi etkilenerek dinleyen Hz. Ömer:

– Ey Mütemmim der, beni şimdiye kadar böylesine gerçekçi sözle kimse teselli etmedi, Zeyd’in üzüntüsünü azaltmış oldun bu hatırlatmanla…

Böylece Zeyd’in acısını azaltmaya çalışan Hazreti Ömer, bir süre sonra kendisi halife seçilir, Medine’de çarşıyı kontrol ederken Zeyd’in savaştaki katiliyle barışta yüz yüze geliverir.

Bu sırada can yakıcı sorusunu sorar:

– Yemame’de Zeyd’i sen mi öldürdün? Zeyd’in katili önce biraz şaşırır gibi olursa da toparlanarak beklenmedik cevaplar verir.

– Ya Ömer, önce beni bir dinle, sonra yapacağını yap, senin adaletine karşı güvenim tamdır, diyerek açıklamasını şöyle yapar:

– O savaşta ben müşrikler arasında imandan mahrum biriydim, Zeyd de müminler arasında imanla şereflenmiş biriydi. Zeyd o sırada beni küfür üzere iken öldürse de şu anda kavuştuğum imandan beni mahrum bıraksaydı, Zeyd ne kazanırdı beni imansız olarak cehenneme göndermekle? Lütfen bunu bir düşünün!.. Ama Rabb’imin takdirine bak ki, Zeyd’in eliyle beni cehenneme göndermedi, yaşatıp bana Müslüman olma şerefi nasip etti. Benim elimle de Zeyd’e şehitlik takdir edip ona da cennetin en yüksek makamını münasip gördü… Sen bu iki İlahi takdirin hangi yanından üzüntü duyuyorsun? Benim Zeyd’in eliyle küfür üzere ölmeyip bana iman nasip etmesinden mi, yoksa Zeyd’in benim elimle şehit olup da cennetteki şehitlik makamına yükselmesinden mi? Bu iki İlahi takdirin hangisinde üzülecek sonuç var?

Bu yaklaşımı dikkatle dinleyen Hazreti Ömer’in bir vasfı da ‘vakkaf’lıktı. Yani doğruyu bulunca anında fren yapıp durmak. Yine öyle oldu. Aynı vasfını burada da gösterdi. Söylenenleri tam değerlendirerek dedi ki:

– Şükrederim Rabb’ime ki, savaşta kardeşime şehitlik takdir etmiş, karşı safta yer almış katiline de iman nasip eyleyip bize din kardeşi yapmış!..

Bundan sonra Müslümanlar Zeyd’in katiline intikam duygusuyla bakılmaması için halk içinde kol kola birlikte yürümüşler, artık savaşın bitip barışın başladığını, toplumun geçmişi unutarak geleceğe barış içinde bakmasını, kan davasına yer olmadığını fiilen ifade etmiş, topluma mesajı böyle vermişler!

Ne dersiniz, bu tarihî kol kola yürüyüşten günümüze de mesajlar çıkar mı?

Ahmed Şahin / Zaman

İnsanlık Tarihinin En Büyük İnkılabı

Eğitim aşk, şevk, sabır ve gönül işidir; büyük hüner ve maharet ister. İyi eğitimci, gönüllere girmeyi bilir. Gönlüne giremediğimiz çocuğun kafasını aydınlatamayız. Gönüllere hükmedemeyen, beyinlere hükmedemez. Eğitim, gönül kazanma ve gönüllere taht kurma mesleğidir. Bütün devirlerin en çok sevilen, en etkili ve en başarılı eğitimcisi, İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

Suffe Okulu” adı verilen bir okul açtı. Okumaya, öğrenmeye ve ilme çok önem verdi. O sadece çocukların değil, büyüklerin de öğretmeni idi. Sadece küçüklere değil, büyüklere de İslam’ın güzelliklerini, hakkı ve hakikati anlattı. İslam hakikatini bütün insanlığa ders verdi

Suffa Okulu yatılı idi. Dersler camide yapılıyordu. Okuldaki öğrenci sayısı 70 ile 400 arasında değişti. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine getirilen hediye, zekat ve sadakaları onlara aktardı. Başlangıçta buradaki sahabîlere kendisi öğretmenlik yaptı. Daha sonra yetiştirdiği öğrencilerden öğretmenler atadı. Ubade İbn Samit, öğrencilere Kur’an ve yazı yazmayı öğretti. Abdullah İbn Said İbni’l-As, güzel yazı dersi verdi. Muallim Mirdas, çocuklara öğretmenlik yaptı. Cübeyr İbn Hayatissekafi, kitap okumayı öğretti.(1)

Aziz Nebi (s.a.v.) hem gönüllere hem beyinlere hükmetti. Kalplerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi oldu.(2) Okuma yazma bilmeyen ve okulu, gazetesi, kitabı, televizyonu olmayan, öğrenme kültürü bulunmayan bir topluma öğretmenlik yaptı. Çok zor şartlarda çalıştı. Literatüründe “eğitim” olmayan bir toplumu eğitti.

Kaba, ilkel, vahşî ve en kötü âdetlere sahip bir milleti 23 sene gibi kısa bir sürede dünyanın en kibar, en nazik, en medenî, en adaletli milletine dönüştürdü; onları dünyanın başına sultan yaptı. İçlerinden âlimler, hükümdarlar, sanatkarlar, kahramanlar çıkardı.

Öylesine etkili hakikatleri anlattı ki onu öldürmeye gelenler onda dirildi. Onu öldürmek için kılıç kuşanan ve yola koyulan Hz. Ömer (r.a.), onun getirdiği Kur’an hakikatlerini ders aldıktan sonra birdenbire değişti. Kanlı kinli Ömer gitti, yerine kalbi Allah aşkı, Peygamber aşkı, hakikat aşkıyla dolu, merhamet abidesi bir Ömer geldi. Bu değişim sayesinde Ömer (r.a.), dünyanın en adaletli halifesi ve hükümdarı oldu.

Muhteşem şair Mehmet Akif Ersoy, onun adalet anlayışını ve sorumluluk duygusunu anlatırken şöyle der:

Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa bir koyunu;

Gelir de adl-i İlahî Ömer’den sorar onu!”

İslam’dan önce peygamber öldürmeye azmedecek kadar katı kalpli olan Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonra memleketinde kurdun kaptığı koyundan kendisini sorumlu tutacak kadar yumuşak kalpli, merhametli ve adaletli hâle geldi.

Onun (a.s.m.) getirdiği ölmez hakikatler, en katı kalpli insanları en merhametli insanlar hâline getirdi. O, mükemmel bir eğiticiydi. Ashabını en iyi şekilde terbiye etti ve yetiştirdi. Sırf Hz. Ömer’de meydana gelen değişiklik sebebiyle ona “dünyanın en başarılı ve en güzel eğitimcisi” dense yeridir.

Zira sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimden, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki bak, bu zat, büyük ve çok âdeti, hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden, görünüşte küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda kaldırıp yerlerine öyle yüksek seciyeleri, kan ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak yerleştiriyor ve tespit ediyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.”(3)

Hâlbuki Peygamberimiz (s.a.v.), puta tapma, intikam, faiz, zina, içki gibi pek çok âdeti, görünüşte küçük bir kuvvetle, kısa bir sürede kaldırmış ve yerlerine en güzel âdetleri, hem de o vahşî insanların damarlarına yerleştirircesine, yüreklerine kazımıştır.

Bu inkılâbın tarihte benzeri yoktur.

Arapların tarihi incelenirse İslam gelmeden önce dünya çapında hiçbir başarıya imza atmadıkları görülür. Kabileler hâlinde yaşarlardı, kabileler arasında kavga ve savaşlar hiç eksik olmazdı. Birbirlerine düşman kabileleri ve yağmacılığı ile meşhur bir millet idiler; kadın ve kızları insan yerine koymaz, hatta kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. İslamiyet’le şereflendikten sonra birden değiştiler ve şu hasletlere sahip oldular:

1. Birbirleriyle kardeş oldular.

2. Güzel ahlak sahibi oldular. Kumar, içki, adam öldürme, faiz, zina, fesat çıkarma, haksız yere kan dökme gibi yüzlerce kötülüğü terk ettiler.

3. Kur’an’ın getirdiği yardımlaşmayı, bağışlamayı, zekat ve sadaka vermeyi, hak sahibine hakkını vermeyi, zayıfları ve mazlumları korumayı benimsediler.

4. Allah rızasını hedef edindiler. Hayırda ve takvada yarıştılar.

5. İlim, sanat, marifet ve medeniyette ileri gittiler.

Bunların neticesi olarak kısa sürede yeryüzünün en efendi, en adaletli, en dayanışmacı toplumu oldular. Bütün dünyaya hükmeden muhteşem devletler kurdular. Hem de uzun asırlar yaşayan ve dünyaya medeniyet öğreten devletler kurdular. İspanya’da kurulan Endülüs Emevî Devleti 800 sene yaşadı ve bütün dünyaya ilim, hikmet, sanat, medeniyet ve insanlığı öğretti.

Asr-ı Saadet, muhteşem bir inkılap gördü. Aziz Nebi’nin (s.a.v.) getirdiği hakikatler o çağı öylesine değiştirdi ki cehalet devri kapandı, bütün vahşîlikler sona erdi, haksızlıklar bitti. Bunların yerini “saadet devri” aldı.

İnsanları değiştirdi. Katı kalpler yumuşadı, kinin yerini sevgi aldı, düşmanlıklar kardeşliğe dönüştü.

Millî şair Mehmet Akif Ersoy bu değişimi “Bir Gece” adlı şiirinde çok güzel anlatır:

BİR GECE

On dört asır evvel yine böyle bir geceydi

Kumdan, ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi.

Lakin o ne hüsrandı ki hissetmedi gözler;

Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi.

Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî,

Bir kerre zuhur ettiği çöl, en sapa yerdi.

Bir kerre de mamure-i dünya, o zamanlar

Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.

Fevzâ bütün afakını sarmıştı zeminin,

Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika, derdi.

Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi.

Bin nefhada insanlığı kurtardı o masum,

Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi.

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki zeval aklına gelmezdi, geberdi.

Âlemlere rahmetti, evet, şer’î mübini,

Şehbalini adl isteyenin yurduna serdi.

Dünya neye sahipse onun vergisidir hep;

Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi.

Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet…

Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!(4)

Bütün zamanlar içinde sadece o devre “asr-ı saadet [saadet çağı]” dendi.

Bugün dünyanın en gelişmiş ve ilerlemiş ülkesi kabul edilen Amerika’da suç işleme oranı, akıl almaz derecede yüksek. Televizyon ve gazete haberlerine göre Amerika hapishanelerinde iki milyon suçlu bulunuyor. Nüfus bakımından dünyanın en kalabalık ülkeleri olan Çin ve Hindistan’da bile hapishanelerde bu kadar suçlu bulunmuyor.

İlim ve teknolojide ileri gitmek, insanlık, ahlak ve medeniyette ileri gitmek anlamına gelmiyor. İnsanları güzel ahlak sahibi yapmak, ancak iman ve ibadet ile mümkündür. Nefislerini terbiye edemeyenler, medeniyet ve güzel ahlak sahibi olamazlar.

Aziz Akif ne güzel söyler:

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdan’ın,

Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın.

Allah sevgisi, ahiret inancı, cennet ümidi olmayan insanların nefislerini terbiye etmesi zordur. Amerika’da suç oranlarının yüksek olması, Avrupa’da intihar oranlarının yüksek olması, Batı’nın ahlak, huzur ve erdem fakiri olduğunu göstermeye yeter.

Bilim ve teknolojik üstünlüğe dayalı Batı medeniyeti, Batı toplumlarını zengin etti, fakat mutlu etmedi. Asya, Güney Amerika ve Afrika kıt’aları, Batılıların sömürgesi durumuna düştü, fakirleşti. Batı medeniyeti, insanların ihtiyaçlarını çoğalttı ve daha da fakirleştirdi.

İnsanlık, Aziz Peygamberimizin (s.a.v.) getirdiği İslam medeniyetine bugün her zamankinden daha çok muhtaç. Bugün yeniden onun eğitim ve terbiye anlayışına ihtiyacımız var.

Evlerimizin gülü olan çocuklarımızın büyüyünce dikene dönüşmemesi için Güllerin Efendisi’nin (s.a.v.) eğitim metotlarını bilmeli ve uygulamalıyız. O kolaylaştırdı, zorlaştırmadı; sevdirdi, nefret ettirmedi.

Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, öğretmen ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” buyurur Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.).(5)

Biz de sevmeli ve sevdirmeliyiz.

Kolaylaştırmalıyız, zorlaştırmamalıyız.

Çocuklarımıza ve insanımıza, insanî ve İslamî değerleri sevdirmeliyiz. Onlara düşmanlığı değil, sevmeyi öğretmeliyiz. Almayı değil, vermeyi öğütlemeliyiz. Temeli sevgi ve kardeşlik olan bir dünya kurmalıyız. Evlerimizi, Allah Resulü’nün (s.a.v.) evi gibi cennet yuvalarına çevirmek için çaba harcamalıyız.

İstersek yapabiliriz. Bunun için öğrenmeli ve öğrendiklerimizi hayata geçirmeliyiz.

Parola şu olmalı: “Sevdir, sakın nefret ettirme!

Kolaylaştır, sakın zorlaştırma!

Ali Erkan Kavaklı / Öğretmen Hattı

Kaynaklar:

1. Peygamberimizin Tebliğ Metotları, 2/240.

2. Sözler, s. 216.

3. Sözler, s. 216.

4. Safahat, s. 500.

5. Müslim, Talak 29/1428.

Kanaat Bitmez Tükenmez Bir Hazinedir

Osmanlıca Büyük Lügat tamaa kelimesinin karşısında şunları yazıyor: “Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme.” (s.944)

“Dünya talebiyle kimisi emekte

Kimi oturup zevk ile dünyayı yemekte”

Bağdatlı Rûhî

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Başınız oynadığı (hayatta olduğunuz) müddetçe Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira biriniz, kızıl ve çıplak olduğunuz halde doğarsınız da sonra Allahü Teâlâ sizi giydirir ve rızıklandırır.”

Yine Allah Resûlü buyuruyor.“Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir.” (Deylemi, Müslim, Müsnet 4699)

“Kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allahü Teâlâ’ya daha sevimlidir. Sana menfaati olan her işe hâris ol ve Allah”a sığın; acziyet gösterme. Eğer iş seni aşarsa “Allah’ın taktiri oldu ve Allah dilediğini işledi.”de. Fakat “keşke” deme. Zira keşke, şeytan amelini açar.” buyurdu.

Nasihat isteyen birisine Allah Resulü şöyle buyurdu.”Sana insanların elinde olandan ümidini kesmeni tavsiye ederim.. Tama’dan (aç gözlülükten) çok sakın. Zira o hazır bir fakirliktir.”

Bu konuda Hz Ömer (r.a) şöyle buyrrdu. “İyi biliniz ki tama, fakirliktir. Ye’s , yani; başkalarını elindekinden ümidini kesmek ise zenginliktir. Bir kimse birşeyden ümidini kestiğinde artık ona muhtaç olmaz..”

Yine Hz. Hasan (r.a) buyurdular ki: “Dünyalık elde etmekte hırslı olan kimse ile kanaat eden zâhidin; ikisinin de yediği birdir. Her ikisi de kendileri için taktir olunanda ne noksan ne de ziyadesini yer. Rızkı aramakda çok aceleci olmayınız. Zira, kimse kendisi için taktir olunan rızkın sonuna ulaşmadan ölmez. Siz onu güzelce talep ediniz; helalolanı alınız, haram olanı terk ediniz.”

Bu konuya örnek teşkil edecek enterasan bir yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum.

“Zamanın akıllı geçinenlerinden güngörmüş bir zatın yolu her nasılsa bir gün bir tımarhaneye düşmüş. Garip hareketler yaparak oradan oraya dolaşan delilerden birine sormuş:

– Kaç yıldır buradasın?

– Senesini bende unuttum. Aslında deli falan da değilim. Nedense bir kez paçayı kaptırdım ve bir daha kurtulamıyorum.

Adam meraklanmış:

– Peki seni ne diye burada tutuyorlar.

– Buradaki tabiblerden mazarratlı (zararlı) harfleri saymalarını istiyorum, bana cevap vermiyorlar. Bu sefer ben onlara sayıyorum, beni urganla bağlıyorlar.

Tecrübeli zat, karşısındakinin deliliğine hükmederek biraz gülümsemiş. İçinden,”Hiç mazarratlı harf olur muymuş?” diye geçirirken deli sormuş:

– Peki efendi! Siz biliyor musunuz mazarratlı harfleri?

– Yoook! Söylesen de öğrensek!

Deli gayet ciddi bir tavır takınarak saymış

– Mazarratlı harfler üçtür Tı (t) mim (m) ve ayın (a).

– Ben bir şey anlamadım!

– Ben şimdi sana anlatayım da deli olup olmadığıma karar ver, “tı”,”mim” ve “ayın” harfleri “tama” (doymazlık, açgözlülük, hırs) kelimesinin harfleridir. Kim ömründe tamahkar ve haris olursa bunun cezasını çeker. Onun için bu üç harf mazarratlıdır. Benden size nasihat; sakın ola ki tamahkar olmayasınız.

Tecrübeli zat, deliye teşekkür etmiş ve yanından ayrılmış. Bir müddet sonra işlerini bitirip tımarhanenin kapısından çıkmak üzereyken aynı deli oturduğu yerden ona yine seslenmiş:

– Efendiii! Efendiii!… Birazcık gelir misin?

Adam dönüp delinin yanına varmış:

– Buyur, bir şey mi söyleyeceksin?

– Efendi! Sen iyi bir adama benziyorsun. Beni buraya getirdikleri zaman cebimde bir kese dolusu sarı liralar var idi. Elimden alırlar diye kimseye söyleyemedim. İçeri girdiğim sırada kimseye çaktırmadan şu kapının yanındaki direğin tepesine koymuştum. Zaten burada da para neme lazım? Bu para sana anamın ak sütü gibi helal olsun, al götür.

Bunu duyan tecrübeli zat birden tamaha kapılmış. Altın hırsı, sağlıklı düşünmesini ve delinin bu sözündeki mantıksızlığı anlamasını engellemiş.

Direğe bakmış bir hayli yüksek.

Deliye dönmüş yavaşça:

– Peki güzel de ben direğin tepesine nasıl yetişeceğim?

Deli, bunun üzerine adamın elinden tutmuş. Direğin yanına yaklaşmış ve omzunu direğe yaslayıp,

– Haydi, omzuma bas ve oraya uzan.

Adam delinin omzuna basıp direğin tepesine uzanmaya çalışırken deli birden altından çekilivermesin mi? Adam paldır küldür yuvarlandığı yerde debelenirken deli, şu akıllı sözleri söylemekteymiş.

– Be hey sersem! Sana tamahtan kendini koru demedim mi? Ne çabuk unuttun. Delide para ne gezer. Haydi var diyelim, direğin tepesine para saklanır mı? Var şimdi çek hırsının cezasını!…”

İbret alana ne mutlu……..

Erdoğan AKDEMİR

nurdergi.com