Etiket arşivi: hz. peygamber

Bir deve sağımı cihad mı, yetmiş senelik namaz mı?

İnsanlardan uzaklaşarak kendisini ibadete vermeyi düşünen Sahâbîye Peygamber tavsiyesi: Bunu yapma, cihad et.

– Ümmetin en küçük bir meselesini en büyük bir şahsî kemalât meselesinden daha üstün görmekte zorlanıyorsanız,

– Maddî veya manevî cihadın her türlüsüne ait en cüz’î bir hizmeti, bir faaliyeti, bir yardımı, bir desteği en büyük bir velâyet mertebesine tercih etmek hususunda zaman zaman tereddütler yaşıyorsanız,

– “Şunu şu kadar okursan veya şu kadar namaz kılarsan bu kadar sevap kazanırsın” şeklinde internette dolaşan ve çoğu zaman kaynağı ve sıhhati de şüpheli bulunan vaadlerin cazibesine kapılarak vaktinizin çoğunu şahsî kemalâtınıza ayırıyor ve bu sebeple cihad kıymetindeki hizmetlerin bir kısmından geri kalıyorsanız,

– “Böyle küçük meseleler için kıymettar vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim deyip çekilerek ittifakı zayıflaştırmayınız; çünkü bu manevî cihadda küçük mesele zannettiğiniz, çok büyük olabilir” şeklindeki ikazların ciddiyetini her zaman iç âleminizde yeteri kadar yankılanmıyorsa,

– Ehl-i imanın her cepheden gelen en şiddetli maddî ve manevî saldırılara maruz kaldığı bir zamanda bu ümmetin imanına, birliğine, maddî ve manevî kurtuluşuna yönelik hizmetlerden herhangi birinin bir köşesinden bir günlüğüne, birkaç saatliğine, birkaç dakikalığına tutuvermenin Allah katında nasıl bir değer taşıdığını kesin bir haberden öğrenmek istiyorsanız, lütfen şu hadis-i şerifi okuyunuz ve okutunuz:

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Resulullah’ın (s.a.v.) ashabından bir adam, bir vadiden geçerken bir tatlı su pınarına rast gelmişti.

Suyun güzelliği çok hoşuna gitti ve “Keşke insanlardan uzaklaşıp da şu vadide yerleşsem” diye içinden geçirdi. “Ama Resulullah’tan (s.a.v.) izin almadan olmaz” dedi.

Resulullah’a (s.a.v.) bunu anlatınca, o buyurdu ki:

“Bunu yapma. Çünkü sizden birinin Allah yolunda bulunması, evinde yetmiş sene namaz kılmasından daha üstündür. Allah’ın sizi bağışlayıp Cennete sokmasını istemez misiniz? Siz Allah yolunda cihad edin. Çünkü velev bir deve sağacak kadar zaman bile olsa Allah yolunda savaşana Cennet vacip olur.”

Tirmizî, Fedâilü’l-cihad: 17 (no. 1650)

Hz. Peygamber ve Ümmeti – 2

“SEN ONLARIN ARASINDA İKEN…”

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ümmeti arasındaki ilişkinin farklı bir boyutunu, alemlere rahmet oluşunun bir başka yönünü, onun bizim aramızda/içimizde olma şartına bağlı olarak ilahi azaba engel  olduğunu aşağıdaki âyet-i kerime şöyle açıklamaktadır:

وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللَّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

“Sen içlerinde iken Allah onlara asla azap etmez; istiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edecek değildir.”[1]

Bu ayet-i kerime, Mekkeli müşrikler ile Hz Peygamber arasında geçen tevhit mücadelesi sahnelerinden birine dikkatimizi çekmektedir. Şöyle ki;

وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا قَالُوا قَدْ سَمِعْنَا لَوْ نَشَاءُ لَقُلْنَا مِثْلَ هَذَا إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ

وَإِذْ قَالُوا اللَّهُمَّ إِنْ كَانَ هَذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنْ السَّمَاءِ أَوْ ائْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, duyduk, duyduk, istesek biz de onun benzerini söylerdik. Çünkü bu, eskilerin masallarından başka bir şey değil, derler. Hani bir de onlar: “Allah’ım eğer bu Kur’an, senin tarafından indirilmiş gerçek bir kitap ise, üzerimize gökten taş yağdır yahut tu bize acı bir azap gönder” demişlerdi.[2]

Müşrikler, bu sözleriyle yani azap istemek suretiyle, bir anlamda gelecek azabın Hz. Peygamber’i ve inananları da kapsayacağını düşünmüş olduklarını ortaya koyuyorlardı. Yüce Rabbimiz ise, onların böyle cür’etkar bir tarzda azap isteklerine beklemedikleri bir cevap verdi: “(Habibim) Sen içlerinde iken Allah onlara asla azap etmez; istiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edecek değildir.” Hz. Peygamber’in varlığının ilahi azabın inmesine mani olduğunu açıkça bildirdi. Peşinden de aslında müşriklerin azabı hak etmiş olduklarını şöyle ilan etti:

وَمَا لَهُمْ أَلَّا يُعَذِّبَهُمْ اللَّهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَا كَانُوا أَوْلِيَاءَهُ إِنْ أَوْلِيَاؤُهُ إِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

“Yoksa onlar Mescid-i Haram’ın yönetimine ehil olmadıkları halde, insanların orada ibadet etmesini engelleyip dururken Allah onlara niye azap etmesin? Allah’a karşı gelmekten sakınanlardan başkası, Mescid- i Haram’ın yönetimine ehil değildir. Ama onların çoğu bunu bilmez”[3]

Kutlu Doğum’u anlamak ve anlamlandırmak  bakımından bu âyetler arasında  وَأَنْتَ فِيهِمْSen içlerinde/aralarında iken” ifadesi dikkat çekicidir. Hz. peygamber içlerinde olduğu için müşrikler azaba uğramıyorlarsa, ona gönlümüzü açtığımız, onu içimizde hissettiğimiz sürece  ümmet-i Muhammed olarak bizler de ilahî azaptan kurtulamaz mıyız? Böyle bir ümidi, bu kutlu doğum haftası etkinlikleri içinde içimizde geliştiremez miyiz?

Tabii burada önemli olan şey, Efendimizi içimize davet edip hayatımızı onun manevi şahsiyetinin ışığı altında yaşayabilmektir. İş buraya gelince, yazıya başlarken işaret ettiğimiz ümmetin peygamberiyle arasını açmak sonucunu doğuracak nitelikteki teşebbüslerin ne denli tehlike arz ettiği anlaşılacaktır. Bu tür girişimlerde bulunanların bu ümmete hizmet etmedikleri -iddiaları ne olursa olsun- ortaya çıkmış olmaktadır.

Küfre, isyana mani

HZ. Peygamber’in varlığı, kendi zamanındaki Müslümanlar için olduğu gibi onu içlerinde/aralarında hissedip yaşatan günümüz Müslümanları için de yabancı telkinlere karşı güvence niteliği taşımaktadır.

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تُطِيعُوا فَرِيقًا مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ يَرُدُّوكُمْ بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ

وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنْتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللَّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللَّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

Ey mü’minler! Ehl-i kitaptan bir gruba uyarsanız, (onları dinlerseniz), sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürürler..

Allah’ın âyetleri size okunup dururken, üstelik O’nun elçisi de aranızda bulunurken nasıl küfre dönersiniz. Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, elbette dosdoğru bir yola iletilmiştir.

Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına gereği gibi saygılı ve duyarlı olun ve ancak Müslüman olarak can verin.”[4]

Yüce Rabbimiz bu âyet-i kerimelerde, ehl-i kitaptan bir grubun telkinlerine kanmanın, müminler için iman noktasından tehlike arz ettiğini vurguladıktan sonra, Kur’an âyetleri okunuyor ve Resulullah da aralarında bulunuyorken (Kitap ve Sünnet varken) nasıl olup da tekrar küfte dönersiniz? diye tehdid anlamındaki soruyu yöneltmektedir.

Günümüz açısından düşündüğümüz zaman  âyetteki “bir grup ehl-i kitap“‘ı, müsteşrikler/doğu bilimciler yani İslam kültürünün geçmişiyle iştigal eden ğayr-i müslimler olarak anlamak ve yorumlamak mümkün gözükmektedir. Zira bu ve öncesindeki 98 ve 99. ayetlerin sebeb-i nüzulü olarak şu olay anlatılmaktadır:

Bir gün Evs ve Hazreç’ kabilelerinden bazı kimseleri(Ensar), gayet samimi bir sohbette muhabbet içinde gören ihtiyar ve fitneci bir Yahudi  olan Şâs İbn-i Kays  bu manzaradan son derece rahatsız oldu. Genç bir Yahudiyi yanına çağırdı ve “Git, şunların arasına gir ve onlara Buas Harbi’nden ve eski savaşlardan bahset… Her iki tarafın şâirlerinin birbirleri hakkında söyledikleri şiirleri oku, kavmiyetçilik duygularını kabart” dedi.

Yahudi genç söylenenleri aynen uyguladı. Neticede oradaki Müslümanlar arasın­da gurur ve üstünlük duyguları depreşti. O tatlı sohbeti bırakıp birbirlerine karşı öğünmeye başladılar. Her iki taraf da kendi kavim ve kabilesinin üstünlük ve erdemlerini, kahramanlıklarını sayıp döktüler. Karşılıklı şiirler okudular. Sonunda iki genç, diz üstü kalkarak birbirlerine karşılıklı ağır hakaretlerde bu­lundular ve birbirlerini kavgaya/düelloya davet ettiler. Diğerleri de, gözleri dönmüş olarak bu teklife iştirak ettiler. Nihayet kavga etmek üzere Medine dışındaki Harre de­nilen mevkiye doğru yola çıktılar. Ayrıca her iki taraf da kendi kabile men­suplarına haber saldılar. Söz konusu mevkide toplanan Evs ve Hazreçliler, çarpışmaya başlamak üzere iken, durumdan haberdar edilen Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Muhacir ve Ensâr’dan karma bir grup Müslüman ile birlikte olay yerine yetişip oradakilere şöyle hitap ettiler:

 “Ey Müslümanlar! Allah’tan korkun, Allah’tan!.. Ben sizin aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslâmiyet ile şereflendirmiş, size İslâm ile ikramda bulunmuş ve İslâm ile sizden Câhiliye anlayışını söküp atmış, sizi küfür uçurumundan kurtarmış ve kalplerinizi birleştirmişken siz hâlâ Câ­hiliye davası mı güdüyorsunuz?”[5]

Resûlüllah Efendimizin  bu uyarısı üzerine, her iki kabile mensupları bu işin, fitneci Yahudi’nin bir hilesi ve şeytanın bir aldatmacası olduğunu anladılar. Silahlarını attılar, ağlayarak birbirlerine sarıldılar, kucaklaştılar.

Böyle bir olay üzerine 100-102. ayetlerdeki uyarıların gelmiş olması ve Müslümanlara, Allah’ın ayetlerinin okunmakta olduğunun ve Resulullah’ın da aralarında bulunduğunun hatırlatılması, Kitap ve Sünnet elinizdeyken ğayr-i müslimlerin telkinlerine kanarak nasıl onlara imrenip küfre dönmeye kalkışırsınız anlamında günümüze yönelik bir ikaz niteliği taşımaktadır, diye düşünülebilir.

Müslüman olarak can verin” emrine uymuş olabilmek için “gerektiği gibi Allah’a karşı saygılı” yaşamak yani kesintisiz mü’min olarak hayatı geçirmek gerekir ki, ölüm geldiğinde bizi Müslüman olarak bulsun.

Böyle bir mutlu son için yapılacak olanı da Yüce Rabbimiz bundan sonraki âyette ümmete “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin”[6]diye göstermektedir. Bunu sağlayabilmek için de ümmete, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk/grup/kadro bulunsun”[7] buyurmaktadır.

Yukarıdaki ayette kendilerine uyulursa müminleri imandan sonra küfre döndürecek (ferikan min ehli’l-kitap) ehl-i kitaptan bir gruba karşılık olarak bu âyette içinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun (ve’l-tekün minküm ümmetün)buyrulmuştur. Bu durum, günümüze yönelik olarak yaptığımız “ehl-i kitaptan bir grup“un müsteşrikler olabileceği istidlalini/çıkarımını desteklemektedir.

Müsteşrik hayranı aydınların özellikle de ilahiyatçı meslektaşların, Peygamber ile ümmetinin arasını açma ve ümmeti birbirine düşürme sonucunu doğuracak söylemlerde bulunmanın tehlikesini iyi düşünmelerini ve ona göre tavır geliştirmelerini beklemek ümmet-i Muhammed’in hakkı, onların da vazifesidir.

Netice-i kelam, Resulullah’a gönül kapılarımızı açabilmek ve onu aramızda hissedebilmek için onun yaşayışını/sünnetini ve sünnetin bilgi ve belgeleri olan hadis-i şerifleri değerlendirirken imanımızı koruma vesilelerinden biriyle (Hz. Peygamber) meşgul olduğumuzu[8] unutmamalıyız.  Böyle bir durum, mevlid kandilini ve kutlu doğumu anlama ve kavrama bilincine erişildiği anlamına gelir. Çünkü nimetin kıymeti, farkına varılırsa, idrak edilir. Farkına varılmadıktan sonra etraf nimet dolu olsa ne yazar. Nimet, gözü görenedir görene, yoksa köre ne?

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

[1] EL-Enfal (8), 33

[2] EL-Enfal (8), 31-32

[3]  EL-Enfal (8), 34

[4] Al-i İmran (3), 100- 102

[5] İbn Hişam, Siyre I, 555: Efendimizin bu uyarısı üzerine Al-i imran Suresinin 98-103. ayetlerinin  indiği bildirilmektedir.

[6] Bk. Al-i İmran (3), 103

[7] Bk. Al-i İmran (3), 104

[8] Bk. Al-i İmran (3), 101

 

Kutlu Doğum heyecanı başlıyor…

Hz. Peygamberin doğumunun yıl dönümü münasebetiyle her yıl büyük bir coşkuyla idrak edilen ‘Kutlu Doğum Haftası’ heyecanı başlıyor. Hz. Peygamber’in 1443. doğum günü tüm yurtta çeşitli etkinliklerle kutlanacak.

Ankara Arena Spor Salonunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün teşrifleriyle başlayacak olan resmi açılış programında sala ve salavatlar eşliğinde siyer-i Nebi anlatımı yapılacak.

13 Nisan Pazar günü İstanbul Sinan Erdem Spor Salonunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın onurlandıracağı programla devam edecek olan etkinlikler, 14 Nisan Pazartesi Trabzon’da, 16 Nisan Çarşamba Günü Şanlıurfa’da, 19 Nisan Cumartesi Erzurum’da Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in katılımıyla sürecek.

Ayrıca Kahramanmaraş, Aydın, Sakarya, Çorum, İzmir, Yalova, Adana, Hatay, Gaziantep, Nevşehir, Kırıkkale, Amasya, Kayseri ve Çanakkale’de de Kutlu Doğum Haftası, Başkanlığın hazırladığı programlarla kutlanacak.

Hz. Peygamber, Din ve samimiyet…

Hafta münasebeti ile toplumda farkındalık oluşturmak adına bu yıl düzenlenecek etkinliklerin ana teması, “Hz. Peygamber, Din ve Samimiyet” olarak belirlendi.

Hafta dolayısıyla hazırlanan ‘Hz. Peygamber, Din ve Samimiyet’ adlı kitap için bir sunuş yazısı kaleme alan Başkan Görmez, “İhlas ve samimiyet, inancın, kulluğun ve itaatin sadece ve sadece alemlerin Rabbi olan Allah’a özgü kılınmasıdır. İhlas ve samimiyet bütün ibadetlerin her türlü riya, gösteriş ve çıkar kaygılarından arındırılıp sadece Allah rızası için yapılmasıdır” dedi.

Dinin doğru veya yanlış anlaşılmaya müsait bir zemini olduğunu belirten Başkan Görmez, sunuş yazısında şu ifadelere yer verdi;

“Din eğer doğru anlaşılırsa insan hayatında su ve havakadar önemli ve tabiidir. Ancak yanlış anlaşıldığında bu tabiilik bozulur. Bu yanlış anlamanın vereceği zarar da dinsizliğin vereceği zararla eşdeğerdir. İhlas ve samimiyet dinin özüdür. İhlas ve samimiyet, inancın, kulluğun ve itaatin sadece ve sadece alemlerin Rabbi olan Allah’a özgü kılınmasıdır. İhlas ve samimiyet bütün ibadetlerin her türlü riya, gösteriş ve çıkar kaygılarından arındırılıp sadece Allah rızası için yapılmasıdır. İhlas Allah’a karşı olduğu gibi insanlara, canlı, cansız bütün varlıklara da gösterilen samimiyettir. İhlas olmazsa ruhumuzun miracına sebep olması gereken namazlarımız bizleri kötülükten alıkoyamaz. İhlas olmazsa oruçlarımız artık bizim için kalkan değil, sadece açlık ve susuzluktan ibaret kalır. İhlas olmazsa kurbanlarımız Rabbimize kurbiyete vesile olamaz, elimizde kalan sadece onların etleri ve kanları olur. İhlasın yerini gösteriş, samimiyetin yerini riya almışsa, sağ elimizin verdiğini sol elimizin bilmemesi gereken fedakarlıklarımızı herkes biliyorsa, o vakit sadakalarımız Rabbimize sadakatimizi ifade etmekten çok uzakta demektir. Gösteriş malzemesi yapılan sadakalar, ömrümüze bereket getirmekten ziyade bizi çoraklaştırır.

“Samimiyetin kapısını ne zaman çalacağız?”

İhlas ve samimiyet sadece inanç ve ibadetlerde değil insan ilişkilerinde de önemlidir. Müslüman’ın Müslüman’a karşı samimi, içten ve gönülden davranması da dinin önemli bir ilkesidir. Zira müminin en önemli vasfı olan güvenilirlik ancak içten ve samimi davranışlarla sağlanabilir. Uzaklarda bir yerlerde boynu bükük bir halde ihlas bizi bekliyor. Riyadan, kibirden, ikiyüzlülükten uzaklaşıp samimiyetin kapısını ne zaman çalacağız? Kulluk gösterilerinden, gösteriş bağımlılığından, iyilikleri pazarlarda satmaktan uzaklaşıp ihlas, samimiyet ve takvanın gönlünü ne zaman alacağız? Sahi yolculuğumuz nereye? Bizler kimin muhaciriyiz? Ayet-i kerimede de ifade edildiği gibi Allah’ın azabından sadece O’nun ihlaslı kulları kurtulacaktır.

O’nun (s.a.s.) ruhu , aramızda yaşıyor ve bizimle alâkadar..

Hicrî Takvime göre “Mevlid Kandili” günü olarak kutlanan Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü, Güneş Takvimine göre de her yıl 14 Nisan’da kutlanmakta ve o günü takip eden hafta, yıllardır çeşitli ve çok sayıdaki zengin programlarla, “Kutlu Doğum Haftası” olarak idrak edilmektedir. Dinî yaşayımızda da, Ramazan orucunu, Hac zamanını ve dinî bayramlarımızı ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre; günlük namaz vakitlerimizi ise, güneşin hareketlerini esas alan takvime göre nazar-ı itibara alıyoruz. Rahman Sûresinin 5. Âyetinde mealen “Güneş de ay da, bir hesap iledir” denildiğinden, her iki takvimi de bu şekilde kullanışımız geçerlidir ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü hem ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre ve hem de güneş’in hareketini esas alan takvime göre ayrı ayrı tarihlerde kutlanabilir.

Peygamberimiz (s.a.s..), İki Cihan Serveri, (Miladî: 571’deki) Kamerî aylardan Rebi-ül Evvel ayının 12. günü olan haftanın günlerinden, Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” olan bir günün (el yevmül’ isneyn) sabahı dünyayı şereflendirdi; ayın hareketini esas alan takvimle altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldi.

Haftanın günleri arasında Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, hep haftanın o gününde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz. Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de, belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece -bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi- yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız, hakikî istikbalimiz ve ebedî menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir. Çünkü, insanın ömrü, birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Bir saatin zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur. Böyle bir durumda, aklını iyi kullanan bir insan, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür. Onu israf ederek tüketmekten kaçınmağa; çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeğe çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (s.a.s.) sünnet-i seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.

Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün Peygamberimiz’in doğumunun yıldönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, ayni zamanda onun vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?”

Bu sualin cevabının, onun cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili olarak verilebileceği düşünülebilir. Çünkü, Kur’an iâyetleri de bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir:

“Habibim, Biz seni âlemlere başka bir şey için değil, ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)

“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)

Peygamberimiz’in bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı, sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar, bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.

Bu âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın, altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü bedenen doğmuş ve daha sonra bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almalıdır.

Rebi-ül Evvel’in 12. günü aynı zamanda onun vefat yıldönümü de olmasına rağmen, belki bu sebeple, o gün yalnız “onun doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır.

Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun (s.a.s.) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız, bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde onun ruhunun bizimle alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?”

Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.

Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Google ve Youtube boykot

Google ve Youtube’a boykot

Arap aktivistler, internet arama motoru Google ve ona bağlı video paylaşım sitesi YouTube’u, Hz. Muhammed’e (asm) hakaret içeren filmi yayından kaldırmadığı için boykot etmeye hazırlanıyor. Eylemi organize edenler, 24-25 Eylül’de bu sitelerin kullanılmamasını öngören boykot çağrısına geniş çaplı katılım olmasını ve ‘uyarı’ niteliği taşıyan bu eylemin, söz konusu siteleri ciddî derecede maddî zarara uğratmasını beklediklerini kaydettiler. Sosyal paylaşım sitesi Facebook’ta da, Google arama motorunun hiç kullanılmaması, bunun yerine alternatif arama motorlarının tercih edilmesi yönünde çağrılar yapılıyor. Mısır’da Hürriyet ve Adalet Partisi (HAP) milletvekili Hasan el-Brens de, Facebook’taki hesabında yaptığı açıklamada, bilgisayar programcılarının acil olarak Google’a alternatif geçici bir arama motoru yapmaları gerektiğini ifade etti. Öte yandan Mısır’daki bazı bilişim firmaları da, ‘’anlaşma şartlarını ihlâl’’, ‘’sosyal barış ve güvenliği tehdit ettiği’’ gerekçesiyle Google’ın kapatılması için dâvâ açtı.
Boykotu Müslüman Ülkelerle birlikte Türkiyedeki bir çok Sivil Toplum Örgütü ve vatandaş destekliyor.Bu boykotu yaymak için özellikle cep  telefonları ile sms mesajları atılıyor.

MISIR, PROTESTOLAR İÇİN GÖZLEM MERKEZİ KURUYOR

MISIR Müftülüğü, İslâm’a ve Hz. Muhammed’e (asm) yönelik karalama kampanyalarını takip etmek ve verilecek tepkileri belirlemek amacıyla uluslar arası gözlem merkezi kurma girişimi başlatacağını duyurdu. Mısır Müftülüğü Basın Danışmanı İbrahim Necm, merkezin başına El-Ezher Şeyhi Ahmet et-Tayyip ve Mısır Müftüsü Ali el-Cuma’nın getirilmesini ve kurumun önde gelen âlimler tarafından denetlenmesini teklif etti. İslâm’a ve Hz. Muhammed’e (asm) hakaret içeren saldırıların hiçbir zaman bitmeyeceğini dile getiren Necm, ‘’Tüm karalama kampanyalarını bir arada toplayan bir birim oluşturmamız gerekiyor. Böylece en uygun cevabı ve en doğru tepkiyi verebilir, y

urt dışında yaşayan Müslümanlarla koordine olabiliriz’’ diye konuştu. Mısır Müftülüğü’nde özellikle Batı basınında çıkan haberleri değerlendirmek üzere kurulmuş özel bir bölümün bulunduğunu belirten Necm, bölümün hukukî ve ilmî manada karalama kampanyalarına gereken tepkiyi gösterdiğini, son olaylarda Hz. Peygamberi ABD ve Avrupa’da doğru vasıflarıyla tanıtmak için elinden geleni yaptığını söyledi. Kurulması planlanan merkezle ilgili Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’ye destek çağrısı yaptıklarını belirten Necm, Mısır Müftülüğü’nün adı geçen merkezin kurulmasıyla ilgili bütün siyasî taraflar ve dinî gruplar ile müzakerelere hazır olduğunu sözlerine ekledi.

Ajanslar