Etiket arşivi: hz.yusuf

Zamanın Yusuf’u Olabilmek

Evet, çok zor Yusuf olabilmek, hele hele Züleyha karşısında dayanabilmek…Ama imkânsız değil…

 

İffet ve haya sözcükleriyle süslü “Kıssaların en güzeli= Ecmelü’l-kısas” denildiğinde hemen hepimizin aklına Hz. Yusuf’un kıssası gelir. O gün odada Züleyha ile ikisi baş başa kalmışlardı. Züleyha ondan arzuladığı ve aklına koyduğu şeyi şiddetli arzu ile elde etmek istiyordu. Zamanını denk getirmiş ve arkadan kapıları üzerlerine kilitlemişti Yusuf kaçmasın diye… Dışarıya karşı da tedbir almıştı böylece… İsteğini Yusuf’a iletti, O ise; “Allah’a sığınırım”(1) diyerek gayr-i meşrû’ teklifi reddetti.

 

Bu reddediş, iffet sınavında ve haramlara karşı onurlu bir duruş sergilemede ders ve ibret olması bağlamında, yüce Kitabımız Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şânın şahitliğiyle gerçek tarih sayfasında gururlu yerini almış oldu.

 

İffet; insanın süsü, ziyneti, mâsûmiyeti, dokunulmaz onuru ve namus anlayışının gururuydu.

Bilinen hâdise üzerine, edep yerlerinin açılması üzerine, açığa çıkan yerlerini örtmeye çalışan Hz. Adem ve eşinin bu tavrı (2), bu duygunun doğuştan var olduğunun ve ayırt edici bir vasıf olduğunun göstergesi…

 

Yusuf olmak çok zor…

“Haydi gel” teklifine, “Maâzallah=Allah’a sığınırım”(3) diyebilmek çok zor.

 

Yusuf gibi; “Halbuki ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, daima kötülüğü emredicidir; ancak Rabbbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesna…(4) diye haykırabilmek ve Allah’a teslim olabilmek…

 

“Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden (güvenen) bedbahttır (tali’sizdir). Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır.” (5) hakikatını rehber edinebilmektir asıl mesele…

 

Yusuf olabilmek çok zor…

Kuyuya atılacaksın, su çekmek için sarkıtılan kova ile dışarı çıkacaksın…

Ama çıkıncaya kadar kim bilir hangi esrarlı hallerle sırdaş olacak,  hangi mu’cizeleri yaşayacak, Rabbânî hikmetlere ve yansımalara şahitlik edeceksin?

 

Köle olacaksın, pazarlarda satılacaksın…

Nefsini elekten geçirecek, ağır sözlere ve ithamlara boyun eğeceksin.

Ve dünyanın en zor imtihanından geçeceksin efendinin eliyle… İffet dışı isteklere mâruz kalacak, kadınların diline düşeceksin Züleyha ile birlikte…

 

Güzelliğin, cemalin başına işler açacak, hayretlerinden ağızlar açılacak, eller kesilecek, fal taşı gibi açılan gözlere muhatap olacaksın, kızaracak yüzün iffetinden, ürpereceksin haya ikliminde ve Allah’a sığınacaksın?

Yusuf olabilmek çok zor…

 

İftiralara uğrayacak, zindanlara atılacaksın. Gün yüzü görmeyecek, soğuk taşları döşek, örümcekleri yorgan edineceksin bedenine…

Ama yine Allah’a sığınacak, O’na güveneceksin.

Her harama karşı çıkışın bir başlangıç olacak, her düşüşün bir devrin bitişi olacak, duruşun Yusufca olacak Ve O’ndan başka kimseyi imdada çağırmayacaksın.

 

Yakub’un Yusuf’u olmak ve Yusuf’un Yakub’u olmak…

Kardeş kıskançlığının, sevgi yoğunluğunun mağduru olmak çok zor…

Sıla hasreti çekmek, vatandan, babadan/anneden/kardeşten uzak kalmak, özlemleriyle yanmak?

Mısır’a sultan olmak, aziz olmak, halkın sevgilisi olmak…Çile olmadan, zindan olmadan, mağdur olmadan, rengin solmadan, nefisten feragat etmeden nasıl mümkün olabilir ki?

 

Kuyudan, zindandan, nefs-i emmâreden geçiyor bu çilelinin yolu… Yolcuları da Medrese-i Yusufiyeden…

Ve Yakub’a kavuşmak, yeniden bir bağış ve lütuf eseri olarak tazelenen ve yenilenen bir simaya sahip Züleyha ile meşrû çizgide buluşmak, aşka susamışlığın, vuslatın, kavuşmanın/kucaklaşmanın/affetmenin mutluluğunu doyasıya yaşamak…

 

Ve hayatı tüm renkleriyle, zevkleriyle, şatafat ve şöhretiyle yaşamaya sıra gelince: “Canımı Müslüman olarak al ve beni Sâlih kimseler arasına kat”(6) diyecek kadar âhiret yurdunu ve ebedî âlemi tercih edebilmek…

“…Doğrusu şu ki, kim (Allah’tan) sakınır ve sabrederse, artık şüphesiz Allah, iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez..”(7) Kur’ânî sadâya kulak verebilmek…

 

Evet, Yusuf olabilmek çok zor…

Hele âhir zamanda…

İffet ve edepten yoksun Züleyhaların (ki Yusuf’un Züleyhası iffetsiz değildi) kol gezdiği, her köşe başından, sanal ve gerçek dünyanın parmaklarından  göz kırptığı bu zamanda…

 İsmail AKSOY

Dipnotlar:

1-Yusuf, 12/23.

2-Tâ-Ha, 20/121.

3-Yusuf, 12/23

4-Yusuf, 12/53

5-Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbat, 26. Mektup, 4.mebhas

6-Yusuf, 12/101

7-Yusuf,12/90

 

Hepsi Hikâye mi?

Anlatacak ne çok şeyimiz var.

Duygularımız, düşüncelerimiz, isteklerimiz, hatıralarımız, hedeflerimiz, yaptıklarımız, başkalarının yaptıkları(!)…

Hepimiz her gün birilerine bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz. Fakat anlattığımız şey, her zaman, kolay anlaşılır bir şey olmayabiliyor, değil mi? Hepimiz yaşamışızdır bu durumu. Hani bizim için konu kolaydır ama karşımızdaki, anlattığımızı o kadar kolay anlayamaz ya!..

İşte, böyle durumlarda, anlattığımız şeyin karşımızdaki tarafından daha kolay anlaşılmasını sağlamak maksadıyla kullandığımız bir yöntem, hikâyeleştirme yöntemidir. Bu yöntemde, verilecek mesaj, bir hikâye ile muhatabın zihninde ortaya çıkarılmaya çalışılır. Oradan gerçeğe geçiş yapılır.

Hikâyelerle anlatma Kur’an’da sıklıkla kullanılır. Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın, Hz. Yusuf’un kıssaları ve daha pek çoğu ilahi mesajı daha kolay anlayabilelim diye Kur’an içinde bize anlatılır.

kalpHz. Peygamber (a.s.m.) da pek çok mesajını, çevresindeki sahabelerinin dünyasına hitap eden hikâyelerle iletmiştir.

Burada bir parantez açıyor ve hikâye kelimesi ile bir anlatım tarzını kast ettiğimizi belirtiyoruz. Buradan, “Kur’an ve hadiste anlatılanlar hikâyedir, gerçek değildir” gibi bir mana çıkarılmasın.

Bu yöntem, Kur’an’ın son asırdaki muhataplarına yazılmış tefsirlerinden biri olan Risale-i Nur’da da aynen kullanılır.

Bu hikâyelerde bazen iki asker olur, bazen iki yolcu; bazen yol yaya geçilir, bazen şimendiferle, bazen gemiyle; bazen kuyuya düşülür, bazen karanlık köprüden geçilir, bazen süt denizinde uçulur…

Bildiğimiz gibi, bu eserlerin müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı bütün dönemleriyle kayıt altındadır. Çocukluk döneminde de, gençlik döneminde de, sonraki dönemlerde de hayatında iz bırakan kişiler hep bellidir.

Peki, acaba hiç düşündük mü, mesela birinci sözdeki iki asker, Bediüzzaman’ın hayatında kimleri temsil ediyor? Daha doğru bir ifadeyle, onun hayatındaki hangi kişiler, birinci sözdeki hikâyede, iki asker olarak karşımıza çıkıyor? Bunlardan hangisi bir reisin ismini aldı, hangisi almadı?

Acaba yirmi dört altın verilip bir yolculuğa gönderilenler kimler? Ve hangisi bu altınları çarçur etti, hangisi gerektiği gibi kullandı?

Padişah’ın kendisine verdiği çiftliği savaş zamanı padişaha satan kişi, acaba hizmetinde bulunanlardan biri mi? Acaba Barla’dakilerden mi? Ya satmayan kim?

Şu anda ne saçmalıyor bu adam diyorsunuz, değil mi?

Çünkü hepimiz biliyoruz ki, o “temsilî” hikâyeciklerdeki şahıslar da, olaylar da asıl mesaj anlaşılabilsin diye kurgulanmışlardır ve hepsi semboliktir.

Zaten hikâyeciklerden sonra da Bediüzzaman, o sembollerin gerçek hayatta neyi temsil ettiklerini anlatır. Hikâye ile zihinlerde oluşturduğu kurgunun üzerine, gerçek hayattan kişi ve kavramları oturtuverir. Tabii, her ne kadar biz burada “kişi” demiş olsak da, bu aslında belirli bir tavrı sergileyen kişileri ifade eder. Namaz kılmayan, iman etmeyen vb. gibi…

Özetlersek; iletilmek istenen mesaj, anlaşılması zor bir mesajsa, bunu iletmek için bir hikâye kurgulanır. Bu hikâye ile muhatabın zihninde bir yapı oluşturulur. Sonra gerçek hayattaki karşılıkları, bu yapıdaki yerlerine yerleştirilir. Böylece muhatap, anlatılmak isteneni kolaylıkla anlar.

Bu metodu hepimiz anlıyoruz ve kullanıyoruz.

Şimdi size bir soru soracağım.

Rabbimizin de, Kur’an’da, verdiği mesajların anlaşılması için böyle hikâyecikleri bir yöntem olarak kullandığını bildiğimize göre, acaba bizim gerçek hayat dediğimiz şey de, aslında bir temsili hikâyecik olabilir mi?

Hayatta karşılaştığımız iyi insanlar, kötü insanlar, olaylar, anlaşmalar, anlaşmazlıklar, hastalanmalar, iyileşmeler, öğrenmeler, unutmalar, sevinçler, üzüntüler hep bir temsili hikâyeciğin parçaları mıdır?

Daha doğrusu bunlara, temsili hikâyeciğe baktığımız gibi mi bakmalıyız?

Acaba hayat dediğimiz şey, bize bir mesaj vermek için mi var?

Acaba biz belli bir mesajı almak için mi var edilmişiz?

Acaba gerçek mesajı anlayabilmek için, hikâyedeki misallerin arkasındaki gerçek anlamları mı görmeliyiz?

Acaba güncel hayatta karşılaştığımız olaylara, “O onu yaptı, bu bunu etti, şu şunu dedi…” şeklinde tepki vermekle, yazının başında yaptığımız gibi, temsili hikâyecikteki karakterlere yanlış anlam mı veriyoruz?

Acaba verdiğimiz bir karar, temsili hikâyecikteki o yol ayırımı olabilir mi? Hikâyedeki o yol ayrımı ile gerçekte temsil ettiği mana arasındaki benzerlik ne kadarsa, verdiğimiz bir kararın bize görünen durumu ile mana âlemindeki karşılıkları arasındaki benzerlik de ancak o kadar mı?

Acaba hayatımızı hikâye dinler gibi mi yaşıyoruz?

Yoksa hikâyenin anlattığı asıl manaları anlamaya mı çaba gösteriyoruz?

Muhiddin Yenigün

 

Esmâ’nın diliyle imtihan sırrını okumak

Bir maden ateşe atılmadan kömür ve elması; altını ve bakırı birbirinden nasıl  ayrılacak?

Aynen öyle de, bu dünya bir imtihan ve ibtilâ meydânıdır. İnsan nev’i bir ma’den gibidir.

Elmas ruhlu, temiz fıtratlı insanları; kömür ruhlu insanlardan ayrıştırmak için, onları imtihan ateşine atar, hayatın içinde yoğurur, teklîfen ve tekvînen denemeye tâbi tutar. Emirleri ve yasakları ile; hayır ve şer ile ortaya koyduğu tercih şıkları ile; ni’met ve musîbetle test eder, neticesinde doğruları yalancılardan, iyileri kötülerden ayırt eder.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, beşerin içinde bulunduğu bu mücâhede ve mücâdelenin izahı bağlamında der ki:

Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile müsâbaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir mâdene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir ibtilâdır ve bir müsâbakaya sevktir ki, istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin(Sözler, 20. Söz, 2. Makam, iki mühim suâle karşı iki mühim cevap, 266)

Cenâb-ı Hak, insanı stabil bir vaziyette bırakmamış, ondaki cevheri ortaya çıkarmak için teklifî ve tekvinî bir süreci önüne koyarak özellikle imân ehlini daha şiddetli ve ağır imtihanlarla tecrübe etmektedir.

Mes’ele imân dâvasında sadâkatın, sebâtın, azmin, tahkikî imânın, zamanın dalgalarına, şeytânî tuzaklarına dayanabilmenin dayanıklılık testinden geçip geçemiyeceği meselesidir.

Mes’ele Salih amellerle bâkiyâtın tarafını mı, yoksa şerlerle fenâ ve zevâlin temelsiz câzibesini mi tercih meselesidir.

Mes’ele dünyevîleşmenin kıskacında kıvranan âhir zaman müslümanlarının önünde bekleyen İttihâd-ı İslâm ve Hz. Mehdî’nin, hayatın tüm kademe ve birimlerindeki  icraatına muhatabiyyet noktasında hazır olup olmama mes’elesidir. Allah mutlaka Nûr’unu tamamlayacaktır. Gözlerimizin ve gönüllerimizin zeminini ve konumunu, murâd-ı İlâhî istikametinde tekmil bir vaziyete getirme hususunda son hazırlıkları yeniden kontrol etmenin gayreti ve cehdi içinde olmaklığımız zarûrîdir.

“İnsanlar, sâdece imân ettik demeleriyle serbest bırakılacaklarını ve kendilerinin imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?” (Ankebût, 2)

Hiç şüphesiz belâ ve musîbetler, ehl-i imânı ateş gibi yakar, insanın özü, cevheri bununla ortaya çıkar. Sonunda da Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleriyle müsemmâ bir Zât-ı Zülcemâli bulur.

Ve insan haykırır evliyânın sesiyle ve nefesiyle: Yâ Rab! Senin rahmetinden daha şâmil bir rahmet, senin hikmetinden daha fâik bir hikmet, senin muhabbetinden daha güzel bir muhabbet düşünülemez.

O Zât-ı Rahîm, Hakîm ve Vedûd, bir sırr-ı imtihan olarak Hz. Eyyûb (a.s)’ı can, mal ve evlâd vesilesiyle musibete uğratmış, Hz. Zekeryâ (a.s)’ı testereyle biçtirmiş, Hz. Yahyâ (a.s)’ın başını kestirmiş, Hz. İsâ (a.s)’ı çarmıha gerilmekten kurtarıp semâ katına cesed-i nûrânîsiyle yükseltmiş, Hz. Muhammed (A.S.M)’i  ahir zaman nebîsi olarak en şiddetli belalarla imtihan etmiştir.

Aynı Zât (c.c) , Hz. Dâvûd, Hz. Süleymân, Hz. Yûsuf (aleyhimüsselâm) gibi peygamberleri de saltanatla tahta oturtmuştur.

Bediüzzaman Hazretlerine ömür boyu yapılan zâlimâne muâmelenin, işkence, cefâ ve sürgünlerin altında rahmet, hikmet ve vedûdiyyetin tecelliyâtının misâlleri o kadar çoktur ki, izâhı köşemizin boyutunu aşar.

Celâl sahibi yüce Allah, Said Nursî Hazretlerini eli kolu bağlı bir vaziyette, ıssız bir köyde (Barla) ikamete mecbur edip ehl-i dünyanın gözetimi altında hapislere ve esâretlere mahkûm eder. Yaşlılığının yanı sıra çeşitli hastalıklarla birlikte bir de verilen zehir ve pek çok menfî durum karşısında sıkıntılar içinde geçen bir hayatın sabır içindeki tatlı meyveleriyle celâli içinde cemâlî bir atmosfere mazhar kılar.

Risale-i Nur gibi Kur’ân çeşmesinden akan mânevî bir tefsir, ilham eseri olarak O’na yazdırılır.

Yaşadığı sıkıntılar içerisinde birden bire gözünü açar, bir tesellî levhâsını okur:” Bak! Cennet-i a’lâ bütün letâifi ile seni bekliyor, sana âşıktır, bin bir ismimle senin imdadındayım, yardımındayım, haydi çalış, dellallığa devam et” diye O’nu teşvik eder.

Bu Zât-ı muhterem de bu va’d ve İlâhî müjdeye dayanarak dinî ve ilmî vazifesini hakkıyla ifa etmiştir.

O Zât’a muhâlefetle Kur’ânın nurunu söndürmek isteyen bedbaht gürûh ise, her ne kadar zâhiren dünya şatafatı ve rahatı içinde yaşamış olsalar bile, o görüntünün altında bir kahr-ı İlâhî saklıdır.

Çünkü o cebbâr ve müstebidler, şimdi kabrin karanlıklı hayatında azap ve itap içerisinde mahzûn, pişman ve perişân bir vaziyette azaba dûçâr olmuşlardır. Mahşer ve mizanda da elîm ve fecî’ âkibet onları beklemektedir.

Bütün dünya Bediüzzaman’ı tanırken, O’nun Kur’ân ve Hadisten nebeân eden imânî hakîkatlerinden kana kana içerek rahmet ve şükranla anarken; bir devrin Nemrût, Firavun ve Şeddatları hak ile yeksân olmuş, adları/sanları/namları unutulmuştur.

Tarih; Va’dedilen müjdeler birer birer çıkarken, biiznillah ahir zamanın geniş dairesindeki faaliyet ve nûrânî yansımaları kabrinden şükrederek seyredecek olan Bediüzaman’ı “ahir zamanın en bahtiyar insanı” olarak yâd edecektir.

Üstad Bediüzzaman, Hz. İbrahim (a.s)’ın meşrebinde olduğu için teenni ile hareket etmiş, aceleci davranmamıştır. Vazîfesini yapıp sabır içinde neticeyi Allah’tan beklemiştir.

İmtihan devam ediyor…Kim sâdık, kim kâzib? Kim korkak, kim cesur, kim azimli, kim kararsız?

Kim rahmetten yana, kim azaptan yana? Kim kâfire, münafığa dost; kim Allah ve Resûlüne?

Kim münkerât ve menhiyyâta karşı, kim içindeki tâğûtlarıyla titretiyor Arş’ı?

Kim Tevhîd dini olan İslâm’ın kıyâmete kadar tahrîfsiz devamından yana; kim dinin tahrîb, tebdîl ve tağyîrine tavizkâr, füccâr ve eşrâra müsamahakâr?

Kazananlar ve kaybedenler…Kayanlar/kaydıranlar ve sebat edenler…Hak ve hakîkatten ta’vîz vermeyenler, denge hesabıyla vaziyete vaziyet edenler…Hepsi birer test, birer imtihan. Kazanmak ve kaybetmekle karşı karşıya bulunan biz mü’minler…

Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden ve icrââtından suâl olunmaz.

Bütün bunları imtihan sırrının bir gereği bilip kaza ve kadere teslim olmak, kulluğumuzu unutmamak, çizgimizde ve müstakîm hattımızda sebat etmek,  hep Hak’tan yana olmak, Hakk’ı söylemek, ya da sükut etmek, en selâmetli yol olsa gerek.

İsmail Aksoy

Hz. Yusuf Kıssasının Günümüz İnsanına Taşıdığı Mesaj

Hz. Yûsuf (a.s.) Kur’ân’da adı geçen peygamberlerden biridir. Hz. Yakub’un (a.s.) oğludur ve Hz. İbrahim (a.s.)’in soyundandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kendi adını taşıyan bir suredir (Sure-i Yusuf). Hz. Yusuf’un hayat hikâyesi kısaca şöyledir:

Hz. Yusuf’un on bir erkek kardeşi olduğunu, bunlardan Yusuf’un çok daha güzel ve zeki olduğu ve babaları Hz. Yakub (a.s.) en fazla Hz. Yusuf’u sevdiğini ve bu sevgiyi ağabeyleri kıskandıkları belirtilmektedir. Bir gün ağabeyleri babalarından izin alarak, gezmek bahanesiyle Yusuf’u alıp kırlara götürdüler, orada da bir kuyuya attılar. Gömleğini bir hayvan kanına bulayarak, “Yusuf’u kurt kaptı” deyip, babalarına Yusuf’un gömleğini verdiler. Sevgili oğlunun gömleğini alan Yakup Aleyhisselam, “Suphanallah! Ne acip, halim ve selim bir kurtmuş ki, oğlumu yemiş de gömleğini yırtmamış” diyerek yalanlarını yüzlerine vurmuştur.

Kuyuya atılan Yusuf Aleyhisselam, Kenan Kuyusu civarında konaklayan kervancılar tarafından bulunmuş ve Mısır’a götürülerek köle olarak satılmıştır. Yusuf Aleyhisselam, “Mısır Azizi” bu günün Maliye Bakanı makamında olan Kıtfîr tarafından satın alınmıştır. Kıtfîr, Züleyha’nın da kocasıdır. Kıtfîr ve Züleyha Yusuf’u öz evlatları gibi besleyip büyütmüşlerdir. Ancak Yusuf Aleyhisselam büyüdükçe Züleyha’nın ona karşı olan düşüncesi değişmeye başlamış ve kendisine âşık olmuştur. Yusuf Aleyhisselam ise kendisine öz evlatları muamelesinde bulunan bu aileye her zaman saygı ve hürmet göstermiştir. Zaten müstakbel bir peygamberin de yapacağı bu olması gerektir.

Züleyha kocasına, “Senin ailene kötülük yapmak isteyen birisi için hapsedilmekten veya acıklı bir azaptır.” diye Yusuf Aleyhisselam’a iftirada bulundu. (S.Yûsuf 25)

Buna karşılık Yusuf , “Benden muradını almak isteyen odur” söyleyerek iftirayı kabul etmemiştir.(S.Yusuf 26)

“Azizin hanımı kölesinden muradını almak istiyormuş. Sevgisi onun yüreğine işlemiş. Biz o kadını ap açık bir sapıklıkta görüyoruz” dediler (S.Yûsuf 30)

Dedikodulardan rahatsız olan Züleyha, söz konusu kadınlara haber yollayarak evine davet etti. Sofra düzenleyerek önlerine meyve koydu ve meyveleri soymaları için de bıçak verdi. Evinde topladığı kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf’a seslenerek, “Onların yanına çık” dedi. Karşılarına çıkan Yusuf Aleyhisselam’ı gören kadınlar güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler ve meyve yerine farkına varmadan ellerini kestiler. O’na bakarak, “Haşa! Allah için, bu bir beşer olamaz. Olsa olsa şerefli bir melektir.”dediler(S.Yûsuf 31)

Züleyha da, “İşte beni kınamanıza sebep olan kimse budur. Yemin ederim, ben ondan muradımı almak istedim de o iffetini korudu. Ona emrettiğimi yapmazsa muhakkak zindana atılacak ve muhakkak küçük düşenlerden olacak” diye hissiyatını böylece açıklamış, (S.Yûsuf 32)

Yusuf Aleyhisselam zindanı tercih etti ve Züleyha’nın isteklerine karşılık vermedi. Yıllarca zindanda kaldı. Daha sonra Mısır kralının gördüğü rüyayı tabir etti, Yusuf’un suçsuz olduğuna kanaat eden Kral onu zindandan çıkarır, vefat eden Kıtfîr’in yerine Mısır’ın Azizliğine getirilir. Kral, Hz. Yusuf’un  Peygamberliğini de kabul eder ve iman etmiş olur. Ayrıca, kocası vefat eden Züleyha ile evlendirir. Bu evlilikten iki erkek ve bir kız çocukları olur. Kıtfîr’in erkeklik duygusunun olmadığı, Yusuf Aleyhisselam ile evlendirilen Züleyha’nın bakire olduğu nakledilmektedir.

Hz.Yusuf (a.s.)’ın kıssası Cenab-i Allah tarafından birçok hikmete bina edilmiştir. Böylece Konu Kur’an-ı Kerimde daha da teferruatlı bir şekilde izah edilmiştir.

Bediüzzaman, Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselam ile aralarında geçen hadiselere değinmeden, Züleyha’nın aşkı ile Yakup Aleyhisselam’ın oğluna olan şefkatini karşılaştırarak, şefkatin ne kadar üstün olduğuna vurgu yapar. İşte bir taraftan Yusuf Aleyhisselama büyük bir aşk ile bağlanan Züleyha, diğer taraftan Yakup Aleyhisselamın oğluna olan büyük şefkatini Risale-i Nur’da şöyle izah etmektedir:

Fakat muhabbet ve aşk, mecazi mahbuplara ve mahluklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-i nübüvvete layık düşmüyor”.

Anlaşıldığı üzere Hz.Yakup Aleyhisselam, Hz.Yusuf Aleyhisselam’a karşı olan sevgisi aşk değildir. Mutlak surette içten ve karşılıksız merhamet ve şefkat duygusu ile onu sevmiştir. Şefkat, aşk ve muhabbetten daha fazla keskin, parlak ve temizdir. Bu da makam-ı nübüvvette yani peygamberlik makamına layıktır. Aşkın ise mecazi sevgililere ve yaratılmışlara şiddetli bağlılık olduğunu, dolayısıyla nübüvvete uygun düşmediğine dikkat çekmektedir.

Zaten, Kur’an-ı Kerim, Yakup Aleyhisselamın yüksek derecedeki şefkat hissiyatını, Züleyha’nın aşkından yüksek göstermek suretiyle şefkatin aşka olan üstünlüğünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Bediüzzaman:“Üstadım İmâm-ı Rabbânî aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: “Mehasin-i Yûsufiye, mehasin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.” Ben de derim: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir tevildir; hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.”

Evet, şefkat bütün enva’ıyla latif ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok enva’ına tenezzül edilmiyor.

Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hatta zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey’i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i’lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve manen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i azamın bir sahife-i nuranîsi olan Güneş’i böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; safi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Hâlbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir.

Demek suver-i Kur’aniyenin en parlağı olan, Sure-i Yûsuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (A.S.) şefkati, ism-i Rahman ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu, rahmet yolu olduğunu bildirir ve o elem-i şefkate deva olarak da “En iyi korucu Allah’tır. Merhametlilerin en merhametlisi de odur.”dedirir.(S.Yusuf:64) –Mektubat/8.nci mektup.

Yukarıda ki izahattan da anlaşıldığı üzere Bediüzzaman, mecazi aşkı nübüvvete pek uygun görmeyip, Hz. Yusuf’un sahip olduğu güzelliklerin uhrevi olduğu, ona olan muhabbetin de mecazi sevgililere olandan farklı olduğunu belirterek, İmam-ı Rabbani’nin yorumuna da karşı çıkmış ve bunun “tekellüflü bir te’vil” yani zorlu bir yorum olduğunu belirtmiştir.

Hatta bir kişi evladına gösterdiği şefkat neticesinde bütün çocuklara ve canlılara merhamet sevgisi olan şefkatini de göstermektedir. Adeta, Cenab-i Allah’ın Rahim ismine bir nevi ayinadarlık gösterir. Aşk ise dikkati sadece bir yere yöneltir ve her şeyini sevilene feda eder.

Netice olarak Kur’an surelerinin en parlağı olan sure-i Yusuf’un kıssasındaki Hazreti Yakub’un(a.s.) şefkati, Cenab-i Allah’ın ism-i Rahman ve Rahim’i gösterir. Dolayısıyla Şefkat yolu Rahmet yolu olduğunu günümüz insanlarına da güzel bir mesajdır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.Org

Zamanın Yusufları

Yusuf dedi: Biz metaımızı kimde bulursak, onu alırız…” [Yusuf, 12/79] Kıssada Yusuf’un tuzağının bir parçasıydı bu sözler..

Güzellerin eline geçmek istiyorsan, o güzellere layık bir dane olmalısın.

Hakk ki kendini “..tuzak kuranların en hayırlısı..” ilan etti, Yusuf’un ağzından bize böyle seslendi. Kardeşi Bünyamin’i yanına alabilmek için, yükleri arasına “bizim metaımız” dediği “saraylı bir kap” yerleştirdi.  Böylece Bünyamin kardeşlerinden temyiz edilecek, o alınacak, kardeşleri bırakılacaktı..

Rabbimiz de bize demek ister ki: “Sizi varlık kıtlığından çıkarıp, insanlık yükünü omuzlarınıza yükledim. Emanetim sizde. Hiç hak etmediğiniz halde, Benim muhatabım oluverdiniz. Hiç hakkını veremeyeceğiniz halde, Benimle sonsuz birlikteliğe aday oluverdiniz. Ama içinizde bana Bünyamin olacakları alırım yanıma… Yüklerinizi yüklenip ardınızı Bana döndüğünüz halde, ardınız sıra haberciler yetiştirdim. ‘Yükleriniz içinde metaımız var’ diye elçiler ve Kitap’lar gönderdim. Kalbiniz bana ait. Yalnız Beni sevmeye ayarlı. Yalnız Benimle razı olmaya razı. Sadece Beni anarak tatmin olur.

Şaşırdık hepimiz bu çağrı ile.. Çoktan dünyaya razıydık. Ötesini istemekten vazgeçmiştik. Fazlasını yanımızda bulacağımıza dair ümitlerimiz sönmüştü. Dünyayı yüklendiğimiz develerimizi durdurduk. Çoğaltma, biriktirme tutkumuzun iplerini gevşetip çözdük… Hırslarımızı doldurduğumuz yü(re)klerimizi omzumuzdan indirdik, istemeye istemeye.. Geri çağrılı olduğumuzu duyar gibi olduk.

Sonunda O’na döneceksiniz!” gerçeği ile didik didik edildi yüklerimiz. Bir tek Bünyamin’lerin yükünde çıktı kalb. İmanla dirilmiş kalp. Tevhidle kanlanmış kalp. Havf ve reca ile, korku ve ümitle bir kasılıp bir gevşemiş kalp..

Dediğince Geylani’nin:”Kalb, Allah’la olursa, Hakk onu sebeplere ve halka bırakmaz. Sebeplerle alışverişini keser. İşe yaramazların tezgahına yormaz. Düşük hallerini ayağa kaldırır. Rahmetinin kapısında oturtur. Lutfunun baş köşesinde uyutur.” Dediği gibi Hakk’ın: “Allah müşteridir müminlerin “Ben” dediğine ve “Benim” dediklerine, karşılığında cenneti vermek üzere…” Kendini “mümin” bilenin her hali, her işi, her sözü, her susması, her edası, her bakışı, her yürüyüşü, her duruşu… Allah’ı müşteri edercesine kıymetlidir, paha biçilmezdir.. Bünyamindir onlar.. Yusuf’ça güzellerin tuzağına layık daneler taşırlar içlerinde, işlerinde… Kalbin, Yusuf’un Rabbinin alıkoymasına değiyor mu? O’nun metaı var mı göğsünde? Dön de bir bak…

Size bir tuzak kurduk: Yükleriniz arasındaki “saraylı kap”ı göresiniz diye.

ÜçYusuf ÜçRüya ÜçGömlek kitabımız çıktı. “Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” gerçeğini bir kez daha hatırlatmak için. Kıssaların tarih olmadığını, Kur’ân’ın geçmiş zaman anlatıcısı gibi okunmayacağını uygulamalı göstermek için. En önemlisi de “Yusuf ile Züleyha aşkı”nın köpürtülmüş detaylarına hapsedilmiş, “masal kuyusu”na itilmiş, “hakikat gömleği yırtılmış” Yusuf Kıssası’nı özgür kılmak için.

Senai Demirci