Etiket arşivi: ibadet

Adeti ibadete dönüştürmek

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir.”

Üstat hazretlerinin  “öğrendim” dediği kelimelerden biri de “niyet”. Buradaki niyeti  en başta “ihlas” olarak anlamamız gerekiyor. Zira en büyük niyet, bir işi Allah rızası için yapmaktır. Namazımıza “Niyet ettim Allah rızası için” diye başladığımız gibi, konuşurken, ticaret yaparken, sefere çıkarken kısacası bütün işlerimizde de niyetimiz İlâhî rızaya ermek olmalıdır.

Cümlede geçen “âdi” kelimesi, yeme, içme,  konuşma, yatma gibi adet olarak yaptığımız işler demektir. Bunları sünnet niyetiyle  yaptığımızda o âdi işlerimiz ibadet olurlar. Zira, o Hak Elçisine (asm.)  uymak, Allah’ın razı olduğu şekilde hareket etmek demektir.

Meselâ, uyumak bir adetimizdir. Sünnet üzere yatıp, sabah namazına kalkmayı da niyet ettiğimizde bütün uykumuz ibadet olur.

Üstat hazretlerinin takva hakkındaki  harika bir mektubu var. O mektubunda şöyle buyuruyor:

“Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor.”  (Kastamonu Lahikası)

Sonunda  şöyle bir kayıt  koyuyor:

“Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır.”

Kalabalık bir caddeden geçen bir insan, haram nazardan sakınma niyetiyle başını önüne eğerek yürüdüğünde yüzlerce vacip sevabı kazanabilir. Bir başkası da birisiyle kavga etmiş olsun;  iç âleminde onunla münakaşa ederek ve ona hakaretler yağdırarak yol alsın. Bu adam da sağa sola bakmadan yürümektedir, onun nazarına da hiçbir haram ilişmese, ama niyeti haramdan sakınmak olmadığı için birinci adamın kazandığı sevabı bu adam kazanamaz.

Bu kâinatı inceleyen bilim adamlarının niyeti İlâhî hikmet ve rahmeti insanlara ders vermek olsa, bütün çalışmaları ibadet olur. Ama, niyetleri meşhur olmak, ödül almak, ücretlerini artırmak olduğu takdirde bu çalışmaların onlara sevap namına hiç  bir faydası olmayacaktır.

Niyet, manevî kazanç konusunda büyük bir sermayedir. Bu sermayeyi iyi kullanmak gerekir. İnsan halis bir niyetle bir hayır yapmak istese, fakat elindeki imkânlar buna izin vermediği için o hayrı yapamasa ve bundan üzüntü duysa onun bu halis niyeti ona sevap kazandırır.

İnsan, okuduğu bir hatmi bağışlarken bütün müminleri niyet ettiğinde onların her birine bir hatim sevabı hediye edebilir.

“Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.”

Bu da sevabın günaha kalbolmasına misâl oluyor.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Mübarek Günlerde En Makbul İbadet?

İnsanlık aleminin bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti, gayesi ve sebebi, Kainatın Halikını tanıyıp O’na cc İBADET etmektir. (Zariyat S. 56. Ayet. Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!) Bu ayetteki “Ancak” vurgusu, “başka bir sebeple değil” anlamındadır ve çok önemlidir. Peki, bu mübarek günlerde en makbul ibadet hangisidir?…
 
Her zaman en makbul ibadetler; öncelikle ‘haramların terki’ ve ‘farz ibadetlerdir’.
Farz ibadetlerden sonra vacip ibadetler geliyor ise de, en makbul, en avantajlı ve en karlı ibadet; elbette tüm ibadetlerin ANA HARCI ve “mayası” hükmünde olan, Kur’an ile meşgul olmaktır. Çünkü her ibadetin temeli Kur’ana dayanıyor. 
Peki, Kur’an ile meşgul olmak nasıl olur? 
 
1. Kur’an-ı Kerimi, “yüzünden ve doğru okuma eğitimi almak veya vermek”.
2. Kur’an-ı Kerimin içeriğini, insanlık alemine verilen MESAJ yönünü incelemek. Yani Kur’an ilmiyle meşgul olmak, Nurterapiler, Kur’an sohbetleri ve tefsir çalışmaları vb.
3. Kur’an-ı Kerim reçetesini, tüm insanlık alemindeki muhtaç gönüllere ulaştırmak. 
4. Kur’an-ı Kerimi yüzünden, tertilen (tecvid kurallarına göre, tane-tane, hazmederek, sesli bir şekilde) ve çokça okumak. 
5. Kur’an-ı Kerimi “mukabele” suretinde veya her zaman okumak ve dinlemek. 
Görüldüğü gibi, bu beş maddenin neredeyse tamamı, 1. maddeye yani Kur’an okumayı bilmeye bağlıdır. İşte bu nedenlerledir ki Kur’an okumayı öğrenmek, her Müslüman için mutlak bir vecibedir. Üstelik de Kur’an, bir Cennet lisanıdır. Bilvesile bendeniz öncelikle, KUR’AN-I Kerim hakkında birkaç önemli MÜJDE’Yİ de arz etmek istiyorum. 
 
Bu müjdeleri ben ilk okuduğumda çok duygulanmıştım, çok sevinmiştim. Özellikle ikinci müjdede kendimi ve duygularımı frenleyemediğim için, sevincimden ağlamıştım. 
 
Birinci müjde: Kur’an okumada veya dinlemede, herkes için üç etki alanı vardır. 
Bunlar: A- Cismani etki alanı, B- Nurani etki alanı, C- Ruhani etki alanıdır. 
A- Cismani yani Fiziki etki alanı hakkında herkes bir şeyler biliyor ve hissediyor. Kur’an okurken veya dinlerken rahatladığını, stresinin kaybolduğunu, hafiflediğini ve huzur duyduğunu söylüyor, fakat en bilimsel açıklamayı, Japon Prof. Masaru Emoto yapıyor. 
 
3 Yıldan fazla süren çalışmaları sonrası yazmış olduğu ‘Su Kristalleri’ adlı kitabında Prof. Dr. M. Emoto; “SU, cansız bir madde değil, canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Su, çevresinden pozitif ve negatif bilgileri alır ve ona göre tepki verir.” diyor. Emoto, bu çalışmalarıyla görünmeyen bir ruh ve maneviyat aleminin varlığına özellikle Kur’an okunurken veya ezan okunurken, sudaki moleküller, meydana gelen o ulvi frekans ile mükemmel bir kristalik yapıya ve dizilime ulaştığını keşfediyor.
 
..Ve kitabının sonunda da şu iddiayı haykırıyor: “İnsan vücudunun yüzde 70’i de sudan oluştuğuna göre, İslam’ın, Kur’an’ın insan bedenine ve Ruhuna, ne denli ‘doğru hitap ettiği’ ortaya çıkıyor…” diyor.
B- ve C- Maddelerindeki Nurani ve Ruhani etki alanları ise kişilerin ihlasına, takvasına ve Yüce Rabbimizin takdirine göre, sınır konulmadan ecir ve taltif edilmektedir… 
 
Bir kimse aldığı herhangi bir ilacın mahiyetini, içeriğini ve TERKİBİNİ bilmediği halde, o ilaçtan yararlandığı gibi, Kur’an okuyan ve dinleyen kişi de, anlamlarını ve bu bilimsel avantajları bilmese bile, yine bu etki alanlarından mutlaka yararlanmaktadır… 
 
İkinci Müjde: Peygamber efendimiz sav. Sahabeleriyle sohbet ederlerken, buyurmuş ki: 
 
“Bir kimse öldüğünde, yakınları cenaze işleriyle meşgul iken, son derece güzel bir kişi gelir, mevtanın başının yanına durur. Mevta kefenlendiğinde, o güzel kişi küçülerek, kefen ile merhumun göğsü arasına süzülür. Mevta kabrine defnedildikten sonra herkes evlerine döner. Verilen talkından sonra ise Münker ve Nekir adlı iki özel melek gelir. 
Bu arada, kefen ile o kişinin göğsü arasına girmiş olan o güzel kişi de çıkar. 
 
Sorgu melekleri, mevtayı kişisel mahremiyet içinde ve imanı hakkında çok ciddi bir sorgulama yapmak için, o güzel kişinin oradan çıkmasını isterler. 
 
O güzel kişi Yüce Rabbinin emrini göstererek, şöyle konuşur. 
 
-‘Bu mevta benim refakatimdir. Bu benim dostumdur. Ben hiçbir şekilde onu yalnız bırakamam. Çünkü ben Yüce Rabbimiz tarafından yetkilendirildim. Sizler kendi görevlerinizi yapınız. Bu mevtanın, Cennet bahçelerine girmesini kabul ettirinceye kadar, ben bu mevtayı terk edemem…’ der. 
 
Bu olanları takip eden mevta, bu güzel kişinin kim olduğunu çok merak eder. 
O güzel kişi, mevtanın bu merakına cevap olarak şöyle konuşur:
• -“Hani sen dünya hayatındayken, bazen yüksek sesle, bazen kısık sesle, bazen de mırıltıyla sürekli okuduğum KUR’ANIM ben. Rabbim beni böyle şekillendirerek, senin için yetkilendirdi. Bundan sonrası için de sakın endişe etme. Bu sorgulamada da (Haşir, Kıyamet, Sırat vs.) sonrasında da üzüntü duymayacaksın…” der ve sorgulamayı izler. 
Sorgulama bitince o güzel kişi, mevtanın rahat etmesi için, Meleul a’ladan (meleklerin, yüksek semadaki makamlarından) misk kokularıyla bezenmiş bir döşek hazırlarlar…
 
Allah Resulü Muhammed sav. Bu müjdeyi anlattıktan sonra şöyle ilave buyurur: 
• -“Hesap gününde de, ne bir peygamber, ne de bir melek, Allahın cc. indinde, KUR’AN’dan daha imtiyazlı bir şefaatçi olmayacaktır…” (Ramud-ul Ehadis, İlahi Nizam, İhya-u Ulumiddin.)
Acaba, insanın en büyük endişesi olan, er veya geç çıkacağı bu zorunlu yolculukta, kişiyi tüm endişelerden kurtaracak bu güzel müjdeler için, neler feda edilmez ki?… 
 
Bu konuda bir Hadis-i Kudsi: 
 
“Siz Kur’an ile meşgulken, diğer kullarım dua ederek benden bir şeyler istiyorlar. Siz Kur’anla meşgul olduğunuz için isteyemediğiniz halde, onlara verdiklerimden çok daha fazlasını size vereceğim.” Ne kadar çok önemli bir müjde, değil mi?… 
Kur’an okumayı her ne sebeple olursa olsun, ihmal edenler, bu müjdelerden sonra, bütün imkanlarıyla Kur’an öğrenmeye, her gün ve her fırsatta okumaya, başkalarına da öğretmeye seferber olmazlar mı?… 
 
Bediüzzaman Hz.’nin ifadesiyle de; “Kur’an, yerin ve göğün sahibi olan Allah’ın cc., tenezzül buyurup bizimle konuşmasıdır.” (Şualar, s. 115.) Tek bu sebep bile, bir hazinedir.
 
“İçinde Kur’an’dan bir şey olmayan ceset, harap ve virane bir eve benzer ”
(Sünen-i Tirmizi; 5/177)
Bu güne kadarki imalimizin AF edilmesi niyazıyla; “..haydi BİSMİLLAH…”..diyerek, bu konuda ciddi faaliyetlere başlayalım, inşaalah… 
A. Raif Öztürk – nurdanhaber.com

Tefekkür ve Muazzam Bir Hakikat

İnsanın sürur ve saadetine vesile olan muhabbetteki ve sevgideki saadetler, ulviyetler yalnız ve yalnız marifet ve muhabbet-i ilahiyenin kalplerdeki tecellisi ile tahakkuk eder.

Evet; insan, gurub zamanı ufuklardan aşıp giden güneşi tefekkür etmesindeki zevk, neşe ve sefanın yerini ne tutabilir ki fezanın, engin dağların, kamerin hal ve ahvallerine, ağaçların, çınarların, çiçeklerin letafet ve renklerine insan nazar ettikçe, acaba imanı inkişaf etmez mi? Diye akla geliyor. Elbette ki eder.

Evet; çiçeklerin, menekşelerin hal ve ahvallerini gözden geçiren ve tefekkür eden mütefekkirlerin ve ariflerin zevk ve sefasını düşününüz.

Şu engin, zengin ve o kadar da parlak yıldızlarla yaldızlanmış, süslenmiş ve tezyin edilmiş asumana bakınız ve düşününüz. Acaba imanımız tezayüd etmeyecek mi?

O güneş yedi rengi ile, ziyasıyla cihanı ihata ederek, nurlandırarak hükmü altına almasına bir bakınız ve düşününüz. Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) varlığına, birliğine, cemaline, azamet ve kudretine nasıl şehadet ediyorlar? Kulak veriniz ve dinleyiniz.

Bu kainat bütünüyle Allahu Teala Hazretlerinin kudretinin, ilminin ve iradesinin hariçteki tecellisidir. Evet insan bu tecellileri tefekkür edip düşününce marifet ve muhabbet deryalarına dalıyor hayreti artarak “Allahü ekber, Allahü ekber” demeden kendini alamıyor. Ancak o hayret ve heybet ateşini bu kelime-i tekbir söndürebiliyor. Bu ise bir hakikati hatırlatıyor. O da “Kalpler ancak Allah’ı zikirle mutmain olur.”, şereflenir, izzetlenir ve ulviyet kesbeder.  

Bu tefekkür ve düşünceler masnudan saniye, mahluktan halıka, ubudiyetten mabudiyete pencereler açar ve insana şunu söyletir. Aman Yarabbi, sen nasıl bir Zat-ı Kibriya ve Ezel ve Ebed sultanısın ki; Vacibu’l- Vücudsun, şerikin, mislin ve nazirin yoktur. Madem sen varsın her şey var. Mesela, sen olmasan ne dünya, ne ahiret, ne cennet ve ne de cehennem olmazdı.

Bütün varlık ve mükevvenat senin varlığının, izzet ve azametinin, şefkat ve rahmetinin tecellisi ve tezahürüdür.  

Bu hakikati tefekkür ve tezekkür eden bir zatın Sen’in şanına yakışır kulluk ve ubudiyeti ifa etmesi hem vicdani ve hem de dini bir mükellefiyettir.

Bir sanatkar sanatında temaşa ve tefekkür edildiği gibi, bu kainat ve alem; yıldızları, güneşi, dağları, ovaları, bağları, hayvanatı ve nebatatı ile beraber var olmaları senin varlığına, sonsuz kudret, hikmet ve azametine şehadet eylediği gibi, gelenlerin sabit olmayıp gitmeleri ve başkalarının  onların yerine ikame edilip nöbeti devralmalarında da Sen’in ezeliyetine ve ebediyetine ayrıca bir delalet ve şehadettir.

Zerrattan seyyarata, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna kadar bütün mahlukat lisan-ı hal ve kalleri ile Sen’i tesbih ediyorlar, Sen’i tahmid ediyorlar, tazim ediyorlar ve kendilerine mahsus hal ve etvarlarıyla kulluk ve ubudiyetlerini ifa ediyorlar. Bu kevni hakikat O’nun tercüme-i Ezeliyesi olan Kur’an-ı Hakim’de “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tanıyıp tesbih etmesin” hakikati ile taçlandırılıyor. Demek ki; hem kevni ayetler, hem de kelami ayetler aynı hakikati terennüm ediyor. Kainat bir mülk ve bütün mahlukat bir nevi memluk, Ayrıca; Kainat bütünü ile bir mescid ve bütün mahlukat da birer sacid olarak malikine ve mabuduna devamlı zikir ve ubudiyetlerini her an ve zaman takdim ediyorlar. Bu sahife, ehl-i tefekkür ve tezekkür için devamlı müşahede edilmektedir.

Mesela; İnsan, o dağlarda ve derelerde, o bağlarda  ve bahçelerde, çiçek ve menekşelerde fikren tefekkür ederken; O çiçeklerin ve menekşelerin seher vaktindeki hal ve etvarları o insanların gönüllerine sürur ve saadet veriyor ve kalplerine huzur bahşediyor.

Ayrıca; bütün bu masnuatın halifesi ve mümessili olan insanların o seher vaktinde okudukları ezanlar da buna ayrıca bir güzellik katıyor ve onların tesbihat ve tahiyyatlarını kadi-ül hacata tevdi ve ilan ediyor. Bu da ayrı bir tefekkür boyutu olarak insanın dikkatini celb ve cezbediyor.

Ya o ucu bucağı görülmeyen derin deryalar içindeki çeşit çeşit, büyüklü küçüklü, rengarenk yüzen balıkları düşünüp onların halıkı keriminin azamet ve kibriyasını tefekkür etmek acaba ne büyük bir bahtiyarlıktır. Ya o semavata kadar çıkmış ve uruc etmiş o muhteşem dağların kendine has lisanları ile Allah’ın azamet ve kibriyasını ilan makamında temsil etmeleri, acaba o mütefekkirlerin imanlarını nurlandırıp tezayüd ettirmez mi ?

Evet o al ve yeşil çimenlerle bezenmiş ve süslenmiş olan sath-ı arzı temaşa ve seyreden ariflerin ve mütefekkirlerin zevk ve sefasının kıymet ve bahası olur mu?

Bu tefekkür ve tezekkür aleminin güzelliği ve bereketi ne biter ve ne de tükenir. Evet o tefekkürdeki aşk ve şevkin, saadet ve safa’nın neş’e ve sürurun lezzetleri ve keyifleri de bitmez tükenmez bir hazinedir.

Bu sırra binaen “bir saat tefekkür bir gece nafile ibadetten”, başka bir hadiste de “bir saat tefekkür altı sene nafile ibadetten”, diğer bir hadisi şerifte de “altmış yıl nafile ibadetten”, bir başka hadisi şerifte de “yetmiş beş yıl nafile ibadetten” daha bereketli ve hayırlıdır, buyuruluyor. Hadisi şerifleri ile Peygamber Efendimiz (ASM) tefekkür ibadetinin ehemmiyet ve azametini ümmetine emretmektedir.

Dolayısı ile bu nokta-i nazardan bakıldığında bir ağaç bir hazinedir, bir hayvan ayrı bir hazinedir, hele hele insan bu tefekkür âleminin ve hazinesinin en mükemmeli, en zengini ve en azametlisidir.

Bütün bu tefekkürden ve tezekkürden hâsıl olan saadetler, sürurlar, safalar, neş’eler ve keyifler; yalnız imandadır ve imanın bir meyvesi olan muhabbettedir.

Şairler ve edipler, bu güzelliklere meftun ve meclub olup nice nice şiirler yazmışlar. Edipler bu güzellikleri anlatarak aşk ve şevklerini tatmin etmek için kasideler derç etmişlerdir.

İşte bu güzellik ve kemalat bu manadaki ehli tefekkürü ve tezekkürü aşk-ı mecaziden aşkı hakikiye teveccüh ettirerek,  bir ehli hakikate şunu ifade ettirmiştir. “Sen yürü ki Leyla, ben Mevla’yı buldum.”

Bu mütefekkirlerin bazıları ariflerdir. Marifet tablolarını seyrederek tefekkür âleminde yüzerler. Bazıları da yukarıda zikredildiği gibi âşıklardır. Mükevvenatın tezyinatına meclub ve meftun olarak kendi mesleklerince hayretlerini arz ederler. Bazıları da şairlerdir. Âlemin güzelliği kendi şiirlerini ve sanatlarını süsleyip onlardan medet alırlar, nur alırlar.

Dolayısı ile her meslek ve meşreb sahibi bu güzellik ve hakikatlerden ala meratibihim istifade ve istifaze ederek, kendilerine has özellik ve güzellikleri ile tefekkürü keyiflendirerek ehli idrake ve şuura bu hakikatleri arz ederler.

Bu ehli tefekkür ve tezekkür, âlemi fikren gezerken ve  o güzellikleri tasavvur ederken kah seradan süreyyaya, kah asumandan yerlere fikren konup kalkarken zevk ve sürur içinde şöyle terennüm ederler.

“Kâh çıkarım gökyüzüne, seyreylerim âlemi;
Kâh inerim yeryüzüne, seyreyler âlem beni.”

demekle, bu hakikati nazara verip gafil insanlara Allah’ı hatırlatıyorlar.

Evet güzel bir gönüle, hakikatli bir vicdana, doğru bir fikre ve neş’eli bir tefekküre malik olmak, bütün dünyanın hazinelerine, definelerine ve servetlerine sahip olmaktan daha değerli ve daha hayırlı bir nimet ve devlettir.

Netice olarak; kâinatın bu derin, engin ve zengin tefekkür manzarasına ibretle fikretle bakıp, düşünen ve tefekkür eden insanın imanı nasıl inkişaf etmesin?

 Mehmed Kırkıncı

İnsan Külli Ubudiyet İçin Yaratılmıştır

İbadet, Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğini, azamet ve kibriyasını tasdik ederek emrine itaat ve kulluk etmektir. İbadet, Hâlik ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”1

İbadet, İslâm dininin ruhu ve temelidir. İman edip hakkıyla ibadet eden insan, kâmil manada Müslüman olur ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve rızasını kazanır.

Cenab-ı Hakk’ın bizlere emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Bunlar namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerdir. Hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek ise menfi ibadetlerdendir.

Cenab-ı Hak, insanı kendisine itaat ve ibadet için yaratmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerimin’de:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”2

buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Bazı müfessirler liya’budun kelimesini liya’rifun olarak da tefsir etmişlerdir. Yani insanın yaratılmasından asıl maksat, Halık’ını bilmek, O’na itaat ve ibadet etmek ve böylece O’nun rızasını kazanmaktır.

“O’nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir.”3

Evet, insanın yaratılışındaki asıl gaye, Allah’a iman etmek ve ona gönül hoşluğuyla ibadet edip rızasını kazanmaktır. Şu ayetlerde de aynı hakikat şöyle zikredilmektedir:

“Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümit edebilirsiniz.”

“O Rabbiniz ki, yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken, sakın Rabbinize eş koşmayın.”4

Bediüzzaman Hazretleri bu ayet-i şöyle izah etmektedir.

İbadet, şükürdür. Şükür, mün’ime edilir; yani nimetleri veren zâta şükretmek vâcibdir. Yani: Rabbinize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız. Zira Rabbiniz ancak Allah’tır. Sizi, nev’iniz ile beraber halkeden odur. Ve Arz’ı size mesken olarak hazırlayan odur. Semayı sizin binanıza dam olarak yaratan odur. Ve sizin rızık maişetinizi tedarik için suları gönderen odur. Hülâsa, bütün nimetler onundur; öyle ise bütün şükürler ve ibadetler de ancak onadır.”5

Öyleyse insan, vazife-i asliyesi olan ibadeti kendi saadet ve selametine vesile yapıp, Allah’ın ibadetten müstağni olduğuna itikat etmelidir. Yani insan, Cenab-ı Hakk’ın hiçbir mahlukun ibadetine muhtaç olmadığının şuurunda olmalıdır.

İbadet yalnız ve yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için yapılır. Çünkü

Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak’tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı uluhiyete karşı secde etmektir.”6

İnsanın en mükemmel fiili kendi vicdanın sesiyle riyasız olarak aşk ve muhabbetle yaptığı ibadettir. Zaten ibadetin hakikatı da budur. Bir kulun aşk, muhabbet ve hürmetle halıkını sevip O’nu tazim etmesi, cidden şerif ve nezif bir ibadettir.

Ubudiyet insanın kulluğunun şuurunda olup ona göre hareket etmesidir. Her şeyde olduğu gibi, ubudiyet ve kullukta da rehber ve önder Hazret-i Peygamber’dir (sav).

Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.”7

Ubudiyet-i külliyenin bir vechesi de Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği nihayetsiz istidat ve kabiliyet ile O’na ayinedarlık etmesidir. Mesela gözüyle Cenab-ı Hakk’ın kainattaki asarına bakıp temaşa etmesi, kulağıyla ibretli şeyleri dinlemesi, dilinin taamlar için bir müfettiş olması ve aklıyla en büyük ibadet olan tefekkürü yapmasıdır.

Ulema-i Kiram Hazretleri ibadeti dörde ayırmışlardır:

1. Cenneti kazanmak için yapılan ibadetler,
2. Cehennem azabından kurtulmak için yapılan ibadetler,
3. Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ibadetler,
4. Muhabbetullah için yapılan ibadetler.

Bütün kullar Cenab-ı Hakka ibadet etmeye borçludurlar. Bundan hiç kimse hariç kalamaz. İnsanın yaptığı ibadetler Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu geçmiş nimetlere bir şükürdür, gelecek nimetlere mazhar olmak için değildir.

“Evet biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.”8

Zira Cenab-ı Hak, bizi kendisinin bir ihtiyacı olduğu için yaratmadı. Ancak kemal-i kereminin icabı olarak halkedip, bütün nimetler ile perverde etti.

İşte insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihet ile ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.”

“Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir.”

“Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedi’ san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.”

“Sonra, herbiri birer gizli hazine-i manevîye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.”

“Sonra kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür.”

“Sonra, şu mevcudattaki zînetleri ve latif san’atları istihsankârane temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemal’inin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni’-i Zülkemal’inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.”

“İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni’-i Zülcelal, kendi san’atının mu’cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile marifet ile mukabele eder.”

“Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.”

“Sonra görüyor ki: Bir Mün’im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kaliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile cihazatı ile şükür ve hamd ü sena eder.”

“Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor. O da ona mukabil: ‘Allahü Ekber, Sübhanallah’ deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.”

“Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da ona mukabil, ta’zim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.”

“Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış. Bütün antika san’atlarını orada teşhir ediyor. O da ona mukabil: ‘Mâşâallah’ diyerek takdir ile, ‘Bârekâllah’ diyerek tahsin ile, ‘Sübhanallah’ diyerek hayret ile, ‘Allahü Ekber’ diyerek istihsan ile mukabele eder.”

“Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.”

“İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.”9

Mabud-u Hakk’ın emrettiği ibadetler, insanların gücünün yetmeyeceği şekilde değil, hatta insan takatinin çok altındadır. Müfessirler, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ibadetlerin insan takatinin son sınırı olmadığını ifade etmişlerdir. Yani bunun sınırı orucu bir ay tutmak ve namazı beş vakit kılmak değildir. Öyle ise, O’nun emirlerini yerine getirmede tembellik göstermek, hatta hiç yapmamak mümin kullarına yakışmadığı gibi, hem de bir cinayet-i azimedir.

Zerrelerden yıldızlara kadar, canlı cansız her şey Allah tarafından vazifelidir. Onların vazifeleri ibadetleridir. Her şey ibadet ile mükellef iken, elbette insan gibi mükerrem, şuurlu bir mahluk bundan müstesna olamaz.

Cenab-ı Hak, âhirette bizlere:

Ey Kullarım! Ben sizleri yoktan var ettim. Sizin nihayetsiz ihtiyaçlarınızı yerine getirmek için bütün kainatta olan enfusi ve afaki nimetlerimle size teveccüh ettim. Yani size ihsan ettiğim bu hadsiz maddî ve manevî nimetleri başınızdan aşağı döktüğüm halde siz kimin huzurunda eğildiniz, kime secde ettiniz, kime hizmet eylediniz ve nimetlerin şükrünü kime ettiniz? Şükür ve ibadet bana layık iken, beni unutup kimlere el açıp boyun eğdiniz?”

dediğinde, o huzurda hâsıl olan hayâ ve utanma ateşi, cehennem ateşine nisbeten daha ağır ve şiddetli olmaz mı?

Öyle ise her insan, şu ulvi hakikatı her türlü kötülüğü isteyen nefs-i emaresine söylemelidir:

“Ey nefs-i emmarem! Sana tabi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana müsahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelal’e abd olurum.”10

Tevhid bülbülleri unvanına layık olan müezzinler, şairin ifade etttiği,

“Emr-i Bülentsin ey ezan-i Muhammedî!
Kâfi değil sadana cihan-ı Muhammedî!”

ulvî hakikatını minarelerden yükselen lâhuti bir sada ile mü’minlerin kalplerine sürur ile doldururlar. İşte o müezzinler seher vakti “Es-selatü Hayrun Min ennevm” nidası ile insanları uyku gafletinden uyandırarak, dergâh-ı ilâhiyeye kulluk vazifeleri için davet ederler. İlahi feyizlerin sağnak sağnak yağıp tecelli ettiği o seher vaktinde, azamet-i subhaniyeyi temaşa eden ve O’nun vahdaniyetini ve kudretini müşahede eden hakiki neşe erbabı için, bundan daha büyük bir lezzet ve mazhariyet tasavvur edilemez. Hakiki aşk ile gark olan bir mü’min, o vakitte abdest alıp ubudiyetini ilan etmekle ebedi bir saadete kavuşur ve o vaktin letafetini zevk eder.

Allah’ın rızasını kazanmak kadar büyük bir saâdet düşünülemez. Bunun en büyük vesilelerinden biri ibadettir. İbadetle insan, kalbini Allah’a bağlar; tevekkül ile O’na istinad eder, hadiselerin tazyikinden kurtulur, huzur ile yaşar. İbadet, insanların kalplerinden uzaklık perdesini kaldırır ve onları daimî bir huzura kavuşturur, tâ ki gaflete dalarak Allah’ı unutmasınlar.

İnsan ibadetsiz olmaz. Zira ibadet insanın,

“Bu misafirhane-i dünyada, aciz ve fakir kalbine kut ve gıda ve elbette bir menzili olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemesi olan mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçeceği sırat köprüsünde nur ve buraktır.”11

Dipnotlar:

1 İşarat-ül İ’caz, s. 83.
2 Zariat Suresi, ayet, 56.
3 Sözler, s.129.
4 Bakara Suresi ayet, 21-22.
5 İşaratül İcaz, s. 95.
6 Lem’alar, s. 132.
7 Sözler, s. 578.
8 Sözler, s. 360.
9 Sözler, s. 329-330.
10 Mesnevi-iNuriye, s. 109.
11 Sözler, s. 271.

Yazar: Mehmed Kırkıncı

Külliyet Kazanma

Nur Külliyatında,  insanın külliyet kazanarak Allah’a yaklaşması konusunda çok önemli dersler ve mesajlar vardır.

Allah’a yaklaşma, kulun Allah’ın rızası dairesinde hareket etmesi, O’nun marifeti, muhabbeti yolunda ilerlemesi ve O’ndan uzaklaşmayı netice veren isyanlardan, günahlardan da hassasiyetle kaçınması ile mümkün olur.

Kulum bana en fazla farzlarla, sonra nafilelerle yaklaşır …” diye başlayan hadis-i kutsîde, yaklaşmanın ilk ve en önemli adımının farzları işlemek olduğu nazara verilmektedir.

Farzları işleyen ve haramlardan hassasiyetle sakınan bir kul, Allah’a yaklaşma yoluna girmiş demektir. Bu vadide daha fazla yol alması ise ubudiyetinde, tefekküründe ve İslâm’a hizmetinde külliyet kazandığı ölçüde olacaktır.

Külliyet kazanma  konusu, muhtelif risalelerde farklı yönleriyle nazara verilir.

Yirmi Üçüncü Sözün İkinci Nüktesinde geçen şu ifade de külliyet kesbetmekle ilgilidir:

Evet hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin, hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” Sözler, Yirmi Üçüncü  Söz

Bu hakikat dersine Nur Külliyatındaki bir başka dersin ışığında bakmaya çalışalım:

“İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur.”

Buna göre, her insan tek başına ayrı bir cemaat gibidir. Kalbinin, aklının, hafızasının, hayalinin ve hislerinden her birinin ayrı bir görevi olduğu gibi, gözünün, kulağının, elinin, ayağının da yine müstakil görevleri vardır. Bunların her birinin kendi görevlerini yerine getirmeleri onların ibadeti oluyor. Bunların fıtrî ibadetlerinin yanında bir de insanın bu cihazlarını İlahi rızaya uygun kullanmakla kazanacağı sevaplar ve manevi dereceler vardır ki, bu ikincisi çok daha önemlidir. Zira, insanların manevi dereceleri bu ikinci sahada ortaya çıkmaktadır, birincisinde bütün insanlar bir bakıma eşittirler.

Kalbini ve aklını iman ve marifetle zenginleştiren, hafızasını ve hayalini güzelliklerle dolduran, hislerini müspet sahalarda kullanan, duygularını ve organlarını İlâhî rıza istikametinde çalıştıran bir insan, bunların her birinden ayrı bir sevap, ayrı bir feyiz ve yine ayrı bir manevi derece kazanmakla küllî bir ibadet yapmış olur. Yani,  bütün maddî ve manevî duygularını ahiret ticareti için birer sermaye olarak görüp, onların tamamını en kârlı ve sevaplı sahalarda  kullanan kişi, ubudiyette külliyet kazanmış demektir.

On Birinci Sözün son kısmında hayatın gayesi, özet olarak,  dokuz emir halinde sıralanır ve birincisinde şöyle buyrulur:

Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiye’nin hazînelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.”

Şu küçücük insan gözü, güneşten aya, yıldızlara, ağaçlardan dağlara, ovalara kadar her şeyi tartabilmekte ve “Şu bundan daha büyük, bu ondan daha ışıklı.” diyebilmektedir. Aynı şekilde, insanoğlu  kulağıyla da sesler alemine nazar etmekte, yağmurun şıpırtılarından, derelerin akışına, rüzgârın uğultusuna, bülbülün sesine kadar bütün sesleri tartmakta ve “Bu şundan daha ince, o bundan daha güzel, bu ondan daha hoş.” diyebilmektedir. “Duygular terazileri” ifadesi, İlâhî rahmet hazinelerindeki nimetlerin sadece dilimize hitap eden rızıklarla sınırlı olmadığını ders vermekte ve bütün duygularımızla aldığımız zevk ve lezzetleri de dikkate alarak şükrümüzü küllileştirmemiz gerektiğini ders vermektedir.

Bu birinci maddedeki küllî şükür dersine diğer sekiz maddedeki ulvî görevleri de ekleyen ve bunları kalp ve ruh âleminde uygulamaya koyan kişi külliyet kazanmada büyük mesafe alır.

Keza, İkinci Şuada “Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbanî tezahür eder.” buyrulduktan sonra, gerek nimetleri, gerekse hadiseleri tek olarak  düşünmek ve değerlendirmek yerine, onları birlikte nazara alarak tefekkürümüzü küllileştirmemiz  ders verilir. Bu konuda örnek olarak, rızık, şifa ve hidâyetin her birinin küllî manada düşünülmesi üzerinde durulur.

Yine, “İyya ke na’büdü ve iyya ke nestein” âyetlerinin tefsirinde, “ben” yerine “biz” denilmesinin hikmetleri anlatılırken, “küllî manada ibadet etme ve yardım dileme” dersi verilir. Namaz kılan bir müminin “biz” derken,  “bütün müminleri”, “maddî, manevî bütün cihazlarını” ve “kâinattaki bütün varlıkları” niyet etmekle, ibadetini küllileştirebileceğine dikkat çekilir.

Yirmi Dördüncü Sözde, Beşinci Dalın Üçüncü meyvesinde de şöyle buyrulur:

“Şeriat ve Sünnet-i Seniye’nin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden Esmâ-i Hüsnâ’nın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmaya çalış.”    Sözler

Cümlenin sonunda gelen “çalış” kelimesi, Allah’ın bazı isimlerine çalışmakla mazhar olabileceğimizi ifade etmektedir.

Sadece iki  örnek verelim:

İnsanın her bir organındaki ince hikmetler Allah’ın Âlim isminin birer tecellisidirler. Bu noktada bütün insanlar aynıdır, biri diğerinden daha fazla bir feyze mazhar olmuş değildir. Bir de insanın ilim tahsil ederek  Âlim ismine ayna olması vardır ki, bu ikincisi insanın iradesine ve gayretine  bırakılmıştır. Ve ancak çalışmakla kazanılacaktır.

İkinci örnek:

Bütün duygularınız ve organlarımız bize Allah’ın birer ikramıdırlar. Bu yönüyle hepimiz Kerîm ismine ayna olmuşuzdur. Bir de bizim başkalarına ikram etmekle, onların yardımına koşmakla bu İlahi isimden alacağımız feyiz vardır ki, “çalış” kelimesiyle bizden istenen şey, bu tecelliden nasiplenmektir.

Öte yandan, insanın himmetini ve gayretini dar bir dairede hapsetmeyip geniş tutmasını ve yaymasını ders veren şu cümle de küllîyet kesbetmenin ayrı bir yönünü ifade eder:

“Bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (Tarihçe- i Hayat)

Prof. Dr. Alaaddin Başar