Etiket arşivi: ibadetler

Adaletsiz takvâ mümkün müdür?

Din ile hayatı birbirinden ayrı düşünmenin sekülerlere mahsus bir tutum olduğu zannedilir. Halbuki, aynı şeyi yapan garip ve epeyce yaygın bir ‘dindarlık’ türü de mevcut. Bu garip dindarlık tasavvuru ‘ibadetler’e dönük bir vurguyla öne çıkarken, bu ibadetlerle gündelik hayat arasında bir tutarlığın izini sürmeyi ihmal eder, dolayısıyla gündelik hayatı sözümona kendi akışına bırakır. Namazını kıldığı halde yalan söyleyebilen, namazını aksatmadığı halde faizle sınanabilen, oruç tuttuğu halde işçisinin hakkından kısabilen, orucunu tuttuğu halde dilini tutamayan, yemeğini sağ elle yediği halde haram da yiyebilen, suyu çömelerek üç yudumda içtiği halde gözünü kırpmadan cana kıyabilen.. diye uzayıp giden her türden arızalı ‘dindar’ figürü, din ile hayatı, ibadetin vakti ile vaktin bütününü ayrı düşünebilen işte bu zeminde büyür, beslenir.

Oysa Kur’ân’ın en başta peygamberler örneğinde bize verdiği en önemli derslerden biri, dinin hayatın bir alanına dair olmadığı, bilakis tamamını kuşattığıdır.

Şuayb aleyhisselam, harikulâde bir örneğidir bunun. O, ölçüde, tartıda hile yapan, hak yemeyi, adaleti gözetmemeyi itiyad edinmiş kavmi Medyen’i hakka davetle emrolunmuş, “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık yapmayın” (Hûd, 11:85) cümlelerini de içeren davetine karşılık kavmini temerrüd halinde bulmuştur. Kavmi bildiği şekilde hak yiyerek yaşamakta kararlıdır. Şuayb aleyhisselama ise sorarlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11:87)

Kavminin Şuayb aleyhisselama yönelik bu tepkisi, iki şeyi birden gösterir. Hz. Şuayb’ın namazı, namazın vakti dışındaki zamanları da Allah’ın emrine uygun şekilde, hakkâniyet ve adaleti gözeterek yaşama idrakini ona nasip etmektedir; ve kavmi de, onun namazı ile bu tutumu arasındaki birebir ilişkinin farkındadır. Kendi ifadeleriyle ‘yumuşak huylu ve aklı başında’ bildikleri Şuayb’ı kendilerini haksızlıkları karşısında net biçimde uyarma cesareti veren sırrı, onun namazında bulmuşlardır.

Şuayb aleyhisselamdan hakikat dersi almış Hz. Musa’nın, Medyen topraklarından Mısır’a dönerken Tuvâ vadisinde peygamberlik görevi kendisine verildiğinde aldığı sorumluluk da bu çift boyutluluğu içerir. Firavun, kavmine kendisini ‘Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?’ diye sunacak kadar azmış biridir ve Hz. Musa gidip Rabbü’l-âlemîn adına ona iki şeyi birden tebliğ edecektir: (1) Uluhiyet iddiandan vazgeç, Rabbini tanı ve kulluğunu kabul et; (2) Kula kulluğa izin verme, köleleştirdiğin Benî İsrail’i serbest bırak. Burada da, imanın en merkezî esası olarak tevhid davetine, adalet ve hürriyet daveti eşlik etmektedir. İkincisi, birincisinin hem tamamlayıcısı, hem sınanması niteliğindedir.

Bütün kıssalarda bu dersin izleri olduğu gibi, aynı bütünlük Beled sûresinde ‘sarp yokuş’ tarifi üzerinden çıkar karşımıza. Sarp yokuşu aşabilenlerin sûredeki sıralamayla üçüncü vasfı iman edenlerden olmak ise, birinci vasfı boyunduruğu kırmak (köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, kula kulluğa son vermek), ikincisi ise salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Burada da, iman ile gündelik hayatın siyasete ve ekonomiye bakan veçhelerine dair tutumlar arasında bir bağ çıkar karşımıza.

Bu örneklerin de gösterdiği üzere, iman, kalbde başlayıp sadece orada kalan birşey olmadığı gibi, din de hayatın içinde alanlardan bir alan değildir; hayatın tamamını kuşatır ve içerir.

Bu çerçevede, ibadetler, esasen hayatın bütün alanlarının bir ubudiyet şuuruyla yaşanması içindir. Her bir ibadetten bir ubudiyet şuurunun hâsıl olması beklenir. Meselâ namazın gün içinde beş vakte hapsolması değil, beş sembol vakit üzerinden günün tamamını namazın kuşatması ve yönetmesi beklenir. Orucun yıl içinde bir ayda hapsolması değil, bütün yılı biçimlendirmesi beklenir.

Gelin görün ki, sözkonusu ettiğimiz garip ‘dindarlık’ tasavvurları içinde, namaz vardır, ama ‘Şuayb’ın namazı’nda mânâ ve ruhun bir hayli uzağındadır. Sarp yokuşu aşmada iman ve ibadetin vazgeçilmezliğini görür, ama onların siyasî veya iktisadî düzlemdeki adaletsizliklere karşı tavır koyup sorumluluk almakla irtibatını veyahut sûrenin devamındaki merhamet çağrısıyla da irtibatını gözardı eder.

Aynı durumu, ‘takvâ’ algısında da görürüz. Takvâ, bu anlayış dahilinde, farzların yanısıra kılınan nâfile namazlar, farz olan Ramazan orucu dışında tutulan nafile oruçlar, okunan cüz, edilen zikr ekseninde anlaşılır genellikle. Bütün bunlar, takvâ tanımının elbette dışında değildir, ama ne takvâ onlara indirgenebilir, ne de onlar hayatın bütün alanlarına dair tazammun ve derslerinden olarak görülebilir. Ne var ki, kılınan nafile namaz veya tutulan nafile oruç miktarıyla takvâ ölçen dindarlığımız, meselâ adaletle takva ölçmeyi neredeyse hep ihmal eder.

Oysa Maide sûresinin mü’minlere tekrar ve tekrar adaleti emreden meşhur âyeti, bu emre riayeti takvânın bir teyidi olarak da resmeder: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir. Allah karşısında takvâ üzere olun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide, 5:8)

Bu âyet-i kübrâda âlemlerin Rabbi, bizi hakkı ayakta tutan adil şahitler olmaya davet ederken, bu halden bizi alıkoyan en büyük tehlike olarak ‘bir topluluğa yönelik kinimiz’e karşı uyarır ve bir kez daha “Adil olun!” diye açık ve kesin biçimde emreder. Sosyal hayata dair hükümler içermekle birlikte tekrar tekrar takvâya dair vurguda bulunan Hucurât sûresinin bildirdiği üzere insanların Allah katında en değerlisi ‘en ziyade takvâ üzere olanı’dır ve Allah katında en değerli olabilmesi için kulun ‘takvâya en yakın olan şey’i yapması, yani adil olması, adaletten sapmaması gerekmektedir. Adalet, takvânın tanım kümesi içindeki vazgeçilemez, ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir değerdir; ve âlemler Rabbinin takvâ üzere olun emri, adil olun emrini kesin biçimde içermektedir.

Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtîhu’l-Gayb’ında bu âyeti tefsir ederken söz âyetin “Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir” mealindeki cümlesine geldiğinde şöyle der: “Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. “Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi mü’minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”

Demek ki, zihnimize yerleştirmemiz gereken bir ders var. Madem ki adil olmak takvâya en yakın şeydir; kişinin takvâsını, adaletinden anlarsınız. Kıldığı namazların sayısından değil, kıldığı namazların Şuayb-misali onu adalet timsali kılmasından anlarsınız. Okuduğu cüzlerin sayısından veya işittirdiği Kur’ân kıraatinden değil, okuduğu Kur’ân’ın adalet davetine ne derece riayet ettiğinden anlarsınız.

O halde, en başta nefsimize bir büyük ders olmak üzere, dikkat gerek…

Metin KARABAŞOĞLU – Risale Haber

Bor’un Pazarı Toplanmadan

Atalarımızın söylediği en meşhur sözlerden biridir: “Bugünün işini yarına bırakma!”

Dünyada başarılı olmuş kişilerin hayatına baktığımız zaman da büyük çoğunluğunun, hayatlarını disiplin altına almış, bilerek veya bilmeyerek bu atasözünü hayatlarına geçirmiş kişiler olduklarını görebiliyoruz.

Hayatlarının tamamına uygulayamayanların bile çok istedikleri, hedefledikleri bir konuda başarıya ulaşmak için, geçici de olsa bu kuralı uyguladıklarını hepimiz biliriz. Ertelenen işlerin çoğu zaman başarısızlıkla sonuçlanması bunu kaçınılmaz kılmaktadır.

Süresi belirsiz olsa da sonunun geleceği kesin olan bu dünya hayatına ait bir konuda başarılı olmak için bugünün işini yarına bırakmazken, acaba ahirete yönelik, daha doğrusu Rabbimize yönelik işlerde bu atasözünü hayata geçirebiliyor muyuz?

Yoksa “Bugünün işini yarına bırakma!” atasözü, konu uhrevi işler olduğu zaman “Yarına bırakabileceğin işe bugün bulaşma!” şekline mi dönüşüveriyor?

Başta namaz olmak üzere vakitli ibadetleri kazaya bırakıyor muyuz meselâ?

İlahiyatçı değilim, fakat zamanında kaza namazı ile ilgili kapsamlı bir site hazırladığım için çok araştırma yapmıştım. Oradan edindiğim bilgilere istinaden söylüyorum: Namazı kaza etmek asla vaktinde kılmakla aynı değil. Bir defa sevap anlamında bütün kazançtan vazgeçmiş olunuyor. Bunun dışında çok sağlam gerekçe olsa bile kaza edilen namazın borçtan düşüp düşmeyeceği kesin değil. Oruç için Kur’an-ı Kerim’de tarif edilen kaza mekanizmasının namaz için de geçerli olacağı umuduyla yapılan bir özür beyanıdır sadece kaza namazı. Fakat elde olmayan sebeplerle vaktinde kılınamamış bir namazı da tamamen bırakmaktansa, Rabbimizin rahmet ve mağfiretine güvenip affetmesini umarak kaza etmek, son çare olarak yapılması gereken şeydir.

Şeytan’ın mesajlarını alıp alıp ruhumuza doğru seslendiren nefis, hacca gitmeyi yaşlanıp birilerinin sırtında tavaf edecek hale gelinceye, zekât vermeyi üçüncü dairenin tapusunu aldıktan sonraya, oruç tutmayı doktorun “artık oruç tutamazsın” diyeceği günlere erteletmek istediği gibi, namaz kılmayı da emeklilikten sonraya bıraktırmaya çalışır.

Bu noktada “Yarına bırakabileceğin işe bugün bulaşma!” felsefesinin insana en büyük zararı verdiği durumlardan biri ortaya çıkar.

Bir defa bu emeklilik hangi yaşa tekabül eder? Meselâ benim için bu yaş 52. Bunu baz alarak konuşursak; acaba o yaşa geldiğimizde çalışmayı bırakacak mıyız? Veya bırakabilecek miyiz? Yoksa emeklilik yaşımız gelse de çalışmaya devam edebilecek miyiz?

Gücümüz ve çalışma imkânımız varsa kaç yaşına kadar çalışmaya devam etmeyi planlıyoruz? Çalışmaya gücümüzün yetmeyeceği halde namazları nasıl kaza edeceğimiz sorusunu bir kenarda bekletiyoruz.

İyimser bir tahminle 52 yaşında tüm dünyalığımızı toplayıp inzivaya çekildiğimizi ve kendimizi uhrevi işlere verdiğimizi düşünelim.

Namaz kılmakla mükellef olduğumuz yaşı da sınır değer olan 15 olarak alalım. Elli ikiden on beşi çıkardığımızda, namaza emekliliğinde başlayan bir insanın en az 37 yıl namazı kazaya kalmış demektir.

Burada nefis ve Şeytan devreye girer ve der ki: Her gün bir haftalık kaza namazı kılsan beş buçuk senede bitirirsin namaz borcunu.

Fakat kazın ayağı öyle değil maalesef. Bir günlük kaza namazı yirmi rekâttır. Bir haftalık kaza 140 rekât yapar. 40 da günün namazları, eder 180 rekât. O yaşa kadar namaza alıştırılmamış mafsallara ve kaslara bu yükü yüklemek imkânsızdır. Beş buçuk yıl değil beş buçuk gün için bile sürdürülebilir bir program değildir bu.

Tecrübelerimiz bu işin yılmadan sürdürülebilecek miktarının her güne bir günlük kaza namazı olduğunu göstermiştir. Ara sıra bu miktar artırılabilmekle birlikte her gün vakit namazlarına ilave olarak bir günlük kaza namazı kılmak, bünyenin tahammül sınırları içinde kalan bir ölçüdür.

Örnek vakamıza dönersek, 37 yıllık namazı her gün 1, ara sıra kendini güçlü hissettiği günlerde de iki üç günlük kaza kılmak suretiyle 30 yılda bitirdiğini varsayalım. Haydi, daha iyimser (bu kadar iyimserlik Polyanna’yı bile aşar aslında) düşünüp 25 yıla düşürelim. Elli iki yaşında namaza başlayan bir kişinin insanüstü bir çaba gösterse bile kaza namazı borcunu bitirmesi (52+25=) 77 yaşında olacaktır.

77 yaşına kadar yaşama ihtimalimiz acaba yüzde kaçtır? Zaten 52 yaşını görme ihtimalimiz yüzde kaçtır ki?

Özetle: Uhrevi işleri dünyanın bizi bıraktığı zamana ertelemek büyük ihtimalle onları yapamadan dünyayı bırakmamız demektir.

Pazar henüz Bor’da kuruluyken yetişip erzakımızı temin edelim. Bor’daki pazara yetişemeyip Niğde yollarına düşmeyelim sonra.

Muhiddin Yenigün

Âhiret Pazarının En Kârlı Günleri

“Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi yoktur.” (Şûra, 40:20)

Son derece çarpıcı bir karşılaştırma, hayatın gerçeklerinden birini gözlerimizin önüne seriyor:

Dünya hayatını isteyen, istediğinden bir kısmına kavuşur; âhiret kazancını isteyene ise, istediğinden fazlası verilir.

Ayrıca, dünyayı isteyenin âhiretten bir nasibi yok, ama âhireti isteyenin dünyadan da nasibi var.

Hiç şüphesiz, bu durum, Yüce Allah’ın kullarına olan ikram isteğini gösteriyor ve keremine nihayet bulunmadığına apaçık bir delil teşkil ediyor.

Eğer O kullarının dünya hayatına ait arzularını doyasıya cevaplandıracak olsaydı, bu sınırlı bir ikram olurdu. Çünkü dünya hayatının imkânları pek dar, süresi de pek kısadır. Fakat O, kullarının önüne bir sonsuzluk yurdunun kapısını açmış, o kapının ardında bitip tükenmek bilmeyen nimetlerini dizmiş, kullarını oraya çağırmaktadır.

İnsanın bir kısacık dünya hayatındaki çalışmasına karşılık ona ebedî bir hayatın mutluluğunu bağışlamak, elbette ki pek büyük bir ikramdır. Bu ödül dünya hayatı seviyesindeki nimetlerden ibaret kalsaydı bile, sırf ebedî oluşuyla “Biz onun kazancını arttırırız” sözünü haklı çıkarmaya yeterdi.

Fakat Yüce Allah lütfunu bu kadarla bırakmamış, çağrısına kulak vererek âhiret kazancına talip olan kullarının kazancını bire on arttırmayı vaad etmiştir.[1]

Kötülüklerin silinmesi ise bir başka kazançtır. Onun da bir tevbe, bir istiğfar, iyilikler vasıtasıyla kötülükleri giderme, şefaat, mağfiret gibi pek çok vesileleri vardır. Bu sayede kulların defterindeki zarar hanesi küçülerek bir muazzam kazanç artışına dönüşür.

Bu kadarla da kalmaz. Bire on karşılık, İlâhî ödüllerin tabanıdır. Bir başka âyet, mallarını Allah yolunda harcayanlar için bire yedi yüz misli mükâfat vaad eder.[2] Zor şartlar altında yapılan hizmet ve ibadetler, mübarek geceler gibi fırsatlar ise, âhiret kazancını baş döndürücü hızlarla arttıran vesilelerdir. Öyle zamanlarda dakikalar günlere, günler aylara dönüşür. Meselâ bir Kadir Gecesinde seksen yıllık bir ömrün kazancı devşirilir.

Bu dünyada başa gelen sıkıntılar, hastalıklar, hattâ kabul edilmemiş dualar bile, âhiret kazancını isteyen bir kul için kazanç kapısıdır. Kıyamet gününde defterini eline alan kul, onların muazzam bir kâra dönüştüğünü görür.

Âhiret kazancının nasıl arttığı, asıl Cennetten içeri girdikten sonra görülecek birşeydir! Çünkü iman edip güzel işler yapan kullar için orada hazırlanmış nimetler akıllardan geçecek, hayallere sığacak, tasavvur olunabilecek şeyler değildir. Kul, bu dünyada iken, Rabbinin ona vaad ettiği Cennet bahçelerini, köşklerini, ırmaklarını, yiyecek ve içeceklerini hayal eder, onlara kavuşmayı umar. Fakat Cennete adımını attığı anda görür ki, orada kavuştuğu şey ile burada hayal ettiği şey arasında dünyalar kadar fark vardır. O içten bir niyetle âhiret kazancını istemiş, Rabbi ise onun kazancını arttırdıkça arttırmıştır.

…Ve, bütün bu kazançların tümünü birden gölgede bırakacak asıl büyük kazanç:

Allah’ın hoşnutluğu.

Ve Allah’ın cemali.

Rablerinin lütfuyla bütün sıkıntılardan kurtulmuş, hayallerinden geçmeyen lütuflara erişmiş, sonsuzluk yurdunda bir muhteşem mülke kavuşmuş olan kullar, bütün bunların üstünde, bir de Rablerinin rızasıyla müjdelenirler.

Rablerini görmek ise, onlara tüm Cennet nimetlerini birden unutturacak en büyük ödüldür:

Cennet ehli Cennete girdikten sonra, bir nida edici onlara şöyle seslenir: “Allah’ın size bir sözü vardı; şimdi onu yerine getirmek istiyor.”

Onlar derler ki: “Bizi ateşten kurtarıp Cennete sokmakla Allah yüzümüzü ak etmedi mi?”

Derken Allah perdeyi kaldırır. Allah’a yemin olsun ki, onlar için, Allah’a bakmaktan daha sevimli hiçbir şey yoktur.[3]

Ümit Şimşek

[Âyetler ve İbretler’den]

Dipnotları

[1] En’âm Sûresi, 6:160.

[2] Bakara Sûresi, 2:261.

[3] Tirmizî, Tefsir 10:10; Müslim, İman: 297; İbni Mâce, Mukaddime: 13.

Sünnetleri Terk Etsek Ne Kaybederiz?

Allah sadece farzları emretmiş. Yani sadece farzları yerine getirsek de ibadetimizi yapmış oluyoruz. Sünnetleri yapmamıza ne gerek var?

Zaman zaman bu görüşü kendine şiar edinmiş kişilerle karşılaşabiliyoruz. Bu kişilerin, ibadetlerin sadece farz kısımlarını yaparak sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşündüğünü görüyoruz.

En çok terk edildiğini gözlemlediğimiz sünnetler ise namazların ilk ve son sünnetleri oluyor. Herhangi bir zorunluluk veya darda kalma söz konusu olmadığı halde namazların sadece farzlarını kılıp çıkıyor onlar.

Daha ileri gidenler de var kuşkusuz. Fakat ileri derecesi biraz da bilgi gerektiriyor. Namazın farzı içinde atlayabileceği sünnetleri bulup es geçerek namazı daha da kısaltmak, abdesti sadece farz uzuvları yıkayarak almak da görülmedik şeyler değil. Ama bu kısım öyle bilmeden, rastgele olmaz. Yani bu kişiler neyi terk ederlerse ibadetlerinin yok hükmünde olacağını bilecek kadar da bilgi sahibiler. Kimsenin aklına yanlış fikirlerin gelmesine mahal vermemek için bu tür terklerin neler olduğunu telaffuz etmeyeceğiz.

Bildiğimiz gibi sünnetlerin çeşitleri var. Bazı sünnetler Hazreti Peygamber’in (sav.) gündelik hayatta yapıp tavsiye ettiği davranışlardır. Misvak kullanmak, sağ elle yemek, oturarak su içmek gibi davranışlar bunlardandır. Bazı sünnetler de o dönemin ve bölgenin adetlerine uygun olarak, Hz. Peygamber’in (sav.) yaptığı, giydiği, yediği şeyler olabilir.

Bu iki tür sünnetler bizim konumuz değil. Zaten o derecede sünnetlere ittiba edeni bulursak, ancak saygımızı ve sevgimizi iletiriz kendisine. Hürmet ederiz!

Bizim konumuz olan sünnetler ise ibadetlerle ilgili ya da bizzat ibadet olan sünnetler.

Öncelikle sorumuz şu:

Bu sünnetleri terk edersek ibadetimizi yapmamış olur muyuz?

Cevap:

Olmazsınız. Sadece farzını kıldığınız bir namaz, kılınmıştır. Ama nasıl?..

Diyelim ki size bir görev verildi. Bir sinemada bir filme gitmeniz gerekiyor. Bilet alıp salona girdiniz ve on dakika sonra çıktınız.

Ne yapmış oldunuz? Filme girmiş ve sorumluluğunuzu yerine getirmiş oldunuz. Hatta gerekirse bunu biletle ispat bile edebilirsiniz.

Bununla birlikte filmden bir şey anladınız mı? Filmle ilgili kaç soruya cevap verebilirsiniz? Filmle ilgili bir şey hissettiniz mi? Filmle bir irtibatınız oldu mu?

Hayır!

Çünkü niyetiniz filmi izlemek değil, en çabuk şekilde görevi yerine getirip, bir an önce önemli(!) işlerinize geri dönmekti.

Örnekleri çoğaltabiliriz:

Dedelerimiz anlatırdı; savaş zamanlarında yokluk o derecedeymiş ki, yollardaki at dışkıları içinden süpürge tohumlarını toplayıp pişirerek kendilerine yiyecek hazırlarlarmış.

O insanlar onları yiyerek hayatta kalmayı başarmışlar.

Afrika’nın açlıktan kırılan ülkelerinden ülkemize gelen öğrencilerin “Burası Cennet mi? Biz üç günde bir yemek yiyebiliyoruz, siz günde üç defa yiyorsunuz…” dediğini duymuştum.

Şimdi bu insanlar da hayatlarını sürdürebildiklerine göre demek ki o kadar gıda da hayatta kalmak için yeterli.

Hayatta kalmak için yeterli ama bu şekilde beslenerek tam gıdamızı almış oluyor muyuz? Yoksa bir şeyler eksik mi kalıyor?

Bu şekilde beslenmekle salgınlarda dimdik ayakta kalır mıyız, yoksa en küçük bir mikrop ya da bakteri karşısında devrilip gider miyiz?

Evet! Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde, elçisine “Kur’an ve Hikmet” verdiğini zikrediyor. Yani Sevgili Peygamberimize (sav.) Kur’an’da geçmeyen bazı bilgiler de verilmiş.
O da kendisine verilen bu Kur’an ve Hikmet ile ibadetleri bu şekilde yapmış. Demek ki o ibadetlerin Kur’an’da geçmeyen kısmının da bir “Hikmeti” varmış. Yapmayınca bir şeyler eksik kalacak.

Öyle olmasa, “Cennete gidecek tek bir insan olsa, o da kendisi olacak” olan yüce Peygamber (sav.) ne diye ayakları şişene kadar namaz kılsın, hiçbir ümmetinin yetişemeyeceği kadar ibadet ile meşgul olsun? Dört rekât öğlen kılıp kalkmayı bilmiyor muydu?

Gerçi bizim meşgalelerimiz çok bugün, önemli işlerimiz var(!) Vaktimiz kısıtlı(!)

O kadar çok işimiz var ki! Daha, en az bin dört yüz sene devam edecek son semavi dinin temellerini ve direklerini tesis edeceğiz. Rabbimizin bize emanet ettiği vahyi en küçük bir eksik veya fazla olmadan kullarına tebliğ edeceğiz. Rabbimizin istediği kul nasıl olunur, bütün insanlara yaşayarak göstereceğiz. Bunun yanında, yaşadığımız şehirden kovulduktan sonra gidip başka bir şehirde devlet kuracak, birkaç yıl içinde de o kovulduğumuz şehri devletimize katacağız.
Kısaca, dost düşman herkesin ittifakıyla, insanlık tarihinin zirve insanı olacağız daha… Sonra da herkes bizi taklit edecek(!)

Muhiddin Yenigün

“Muharrem” Ayının Önemi Nedir? Aşure Günü Nedir? Nasıl Değerlendirmeli?

Önümüzdeki perşembe günü mübarek bir aya giriyoruz; hicri takvime göre yeni bir yılın başlangıcı da olan Muharrem’e… Muharrem ayının aylar arasında farklı bir yeri var. Çünkü içinde ‘aşure’ gibi önemli bir günü barındırıyor. Bu kutlu ayda yapılacak ibadetlerin mükâfatı da büyük…

1 Muharrem, yani hicri yılbaşı. Aslına bakarsanız İslam’dan önce Arabistan’da yaşayan Arapların belli bir takvim ve tarih sistemleri yoktu. Zaman tespiti bazı büyük ve önemli olaylar esas alınarak yapılıyordu. Fakat İslamiyet’in kısa zamanda hızla yayılmasından sonra idari işleri düzenlemede yaşanan aksaklıklarla takvim ihtiyacı doğdu. Özellikle ticarette takvim eksikliğinden kaynaklanan bazı aksaklıklar yaşanıyordu. Bir defasında Hz. Ömer’e (ra) halifeliği döneminde bir borç senedi getirildi. Alacaklı ile borçlu, senedin tarihi hakkında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Alacaklı, kâğıdın üzerindeki ‘Şaban’ ayı yazısının bu yıla ait olduğunu söylerken, borçlu gelecek yıla ait olduğunu iddia ediyordu. Yaşanan buna benzer hadiseler üzerine Hz. Ömer danışma kurulunu topladı. Meseleyi onlara anlattı ve bir tarih tespitinin gerekli olduğunu söyledi. Takvim başlangıcı için çeşitli teklifler geldi. Bazıları Efendimiz’in (sas) vefatının tarih başlangıcı olmasını isterken, bazıları da peygamberlik vazifesinin kendisine verildiği günün esas alınmasını teklif etti. Hicretin tarih başlangıcı olması teklifi ise Hz. Ali’den (ra) gelmişti. Seçenekler gözden geçirildikten sonra oybirliğiyle kabul edilen teklif bu oldu. Bilindiği gibi Hicret, Rebiülevvel ayında gerçekleşmişti. Ancak Araplarda önceden beri Muharrem ayı sene başı olarak kabul edildiğinden, aradaki iki aylık farklılık dikkate alınmadı. Böylece 1 Muharrem 622 tarihi hicri birinci yılın başı oldu…

AŞURE GÜNÜ ORUCU BİR YILIN KEFARETİ

‘Allah’ın ayı Muharrem’ olarak bilinen Muharrem, İlahi bereket ve ihsanın bollaştığı bir ay. Bu ay, içinde önemli bir günü de barındırıyor. Muharrem’in 10. günü aşure günü olarak biliniyor. Bu kutlu ayın diğerleri arasında ayrı bir yeri olduğu gibi, aşure gününün de diğer günler içinde bereketli bir yeri var. Muharremin ilk on gününün Allah katındaki seçkin yerini ise Fecr Suresi’nin ikinci ayetinde geçen ‘On geceye yemin olsun’ ifadelerinden anlıyoruz…

Allah Resulü (sas) Aşure günü peygamberlerin oruç tuttukları bir gündür. Siz de o gün oruç tutunuz.” buyurmuştur. Aşure, Yahudilerin de oruç tuttuğu, saygı gösterdiği bir gün. Peygamberimiz (sas), Medine’ye hicret edince Yahudilerin aşure günü oruç tuttuklarını gördü. Nedir bu diye sorduğunda, “Bu büyük, hayırlı bir gündür. Bugün, Allah’ın Musa’yı ve İsrailoğullarını düşmanlarından kurtardığı, Firavun’u ve adamlarını suda boğduğu, Musa’nın da buna şükür olarak oruç tutmuş olduğu bir gün. İşte biz bugün bunun için oruç tutuyoruz.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Ben Musa’ya ve onun orucunu tutmaya, sizden daha yakın, daha layığım.” buyurdu.

Peygamberimiz (sas), aşure günü oruç tutmaya hem kendisi devam etti hem de bunu Müslümanlara tavsiye etti ve “Aşure günü orucu bir yılın kefaretidir. Sağ olursam gelecek yıl dokuzuncu gününü de inşaallah oruçlu geçireceğim. Dokuzuncu ve onuncu günü oruç tutup Yahudilere muhalefet ediniz.” buyurdu. Ramazan orucu farz kılınınca aşure günü oruç tutup tutmamakta Müslümanlar serbest bırakıldı. Efendimiz, “Aşure günü Allah’ın günlerinden bir gündür. O gün orucunu tutmak isteyen tutsun, bırakmak isteyen de bıraksın.” buyurdu. Muharrem, ileriki dönemde Sevgili Peygamberimiz’in (sas) ciğerparesi Hazreti Hüseyin (ra) Efendimiz’in bu ayda şehid edilmesiyle Müslümanlar için acı bir hatıranın yıldönümü de oldu.

YILI ORUÇLA TAÇLANDIRMAK NE BÜYÜK BEREKET…

Ramazan ayından sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur.” hadis-i şerifi, bugünlerde tutulan orucun önemini ifade ediyor. Bu hadisin açıklamasını İmam-ı Gazali şöyle yapıyor: “Muharrem ayı hicri senenin başlangıcı. Böyle bir yılı oruç gibi hayırlı bir temele dayandırmak ne güzel olur. Bereketinin devamı daha fazla ümit edilir.” Tabii bu özel günde biraz dikkat etmek gerekiyor. Zira gerek Yahudilere benzememek, gerekse orucu tam aşure gününe denk getirmemek için, Muharrem’in dokuzuncu, onuncu ve on birinci günlerinde oruç tutulması tavsiye ediliyor. Ya da onuncu günün önüne ya da arkasına birer gün eklenmesi gerekiyor. Bugünde oruçtan başka hayır, hasenat ve sadaka gibi güzel âdetler de yaşatılmalı. Herkes, bugünlerin faziletini bildiren hadiseleri hatırlayarak ailesine, akraba ve komşularına ihsanda bulunursa şüphesiz sevabını kat kat alır. Peygamberimiz, müminin aile efradına aşure gününde her zamankinden daha çok (fazla külfete girmeden, aile bütçesini zorlamadan) ikramda bulunmasını tavsiye ediyor. Bir hadiste şöyle buyuruyor: “Her kim aşure gününde ailesine ve ev halkına ikramda bulunursa, Cenab-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder.”

HİCRET” BASİT BİR GÖÇ DEĞİLDİR

Prof. Dr. Orhan Çeker (İlahiyatçı): “Hicret’in Efendimiz’in hayatında olduğu gibi, İslam ümmetinin hayatında da önemi büyük. Çünkü İslam inkılâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslam’ı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmıştı. Hicretle Müslümanların hayatlarının kurtulması İslamiyet’in de kurtulmasına vesile oldu. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni müminlerle kısa zamanda güçlenme imkânına kavuşuldu. Bu kutlu olayın takvim için başlangıç sayılması Hz. Ömer tarafından uygulandı.

 ON PEYGAMBERE ON İKRAM

Bugüne ‘aşure’ denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk gelmesi. Allah (cc) aşure gününde, on peygamberine on değişik ikram ve ihsanda bulunuyor:

  1. Allah, Hz. Musa’ya bu günde mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.
  2. Cudi Dağı’nın üzerine Hz. Nuh gemisini demirledi.
  3. Balığın karnından Hz. Yunus, bu günde kurtuldu.
  4. Hz. Âdem’in tövbesi kabul edildi.
  5. Hz. İsa, aşure günü dünyaya geldi ve o gün semaya yükseldi.
  6. Kardeşlerinin attığı kuyudan Hz. Yusuf bu günde çıkarıldı.
  7. Hz. Davud’un tövbesi kabul edildi.
  8. Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail doğdu.
  9. Hz. Yusuf’un hasretinden dolayı gözleri kapanan Hz. Yakub görmeye başladı.
  10. Hz. Eyyûb, hastalığından o gün şifaya kavuştu.

Fatma Turan / Zaman