Etiket arşivi: ibrahim yardım

Merak Edenler İçin Ruhun Anatomisi

Ruh, maddi vücudu idare eden ilahi bir kanundur. Başka bir ifade ile ruh; Allah’ın kanunu, beden ise Onun mahlûkudur. Cenab-ı Hak, bu bedeni o kanunla tanzim ve idare ediyor. Ruh, tamamen soyut değildir. Kendisine has lâtif, nurani ve münasip bir libası vardır.

Ruh; varlığı malum, mahiyeti meçhul olan varlıklardandır ve ancak bedene olan yansımaları ile bilinebilir. Ruh, kendisine verilen maddi ve manevi cihazlarla iş görür. Mesela: “göz öyle bir hasse/organdır ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.” Demek gören göz değil; ruhun kendisidir. Göz ise ruhun penceresidir. Yüzdeki gülümseme, ruhun sevincinden haber verdiği gibi, gözden akan yaş da ruhun üzüntüsüne işaret eder. Hayati özelliklerin ve faaliyetlerin faili ruhtur, vücut ise bir alettir.

Beden ile ruhun münasebeti ampul ile elektrik gibidir. Ampul kırılsa da elektrik yok olmuyor, var olmaya devam ediyor. Görünmese de biliriz ki elektrik hala vardır. Aynen öyle de insanın ölmesiyle ruh vücuttan çıkar. Fakat var olmaya devam eder. Bir insan, nerede ve nasıl ölürse ölsün gözünü berzah âleminde açar. Ölüm hadisesi ile ruhun berzah âlemindeki hayatı başlar. Berzah âlemindeki ruhların bizimle münasebetleri devam eder. Bizim manevi hediyelerimiz onlara gider. Onların nurani feyizleri bize gelir.

Beden ile ruhu, ev ile evdeki insana veya tezgâh ile ustaya da benzetebiliriz. Beden hizmetçi, ruh ise efendidir.  Ceset, ruh ile kâimdir/ayaktadır. Ceset, istediği gibi toplanıp dağılsın ruhun istiklâliyetine yani bağımsızlığına zarar vermez. (Nursi, Sözler, sy. 517)

Bedendeki ruhun, nefis adındaki bir rakibi ve takipçisi vardır. Ruh ile nefis arasında ters orantı vardır. Bu durum kendini duygu, ihtiyaç, arzu ve isteklerde gösterir. Ruha gıda olan meşguliyetler, nefse ağır gelir. Mesela: Ramazan ayındaki manevi ve feyizli atmosfer sayesinde kalp ve ruh masumane gülerken, nefis bu durumdan dolayı zorlanır/rahatsız olur ve oruçtaki açlıkta asıl darbeyi nefis yer.

Ruh, lehimizedir ve Rahmanî’dir; nefis ise aleyhimize olup hayvanîdir. Günahlar, nefsi rahatlatır; ancak ruhu daraltır. En ufak bir yara bile vücudumuzu rahatsız ettiği gibi en küçük bir günah bile ruhumuzu incitir.

Bedenin; verem, siroz ve kanser gibi hastalıkları olduğu gibi ruhumuzun da kibir, gurur, haset ve ümitsizlik denilen hastalıkları vardır. Günümüzün en yaygın hastalığı olan depresyon, ruhun preslenmesinden başka bir şey değildir.

Ruhen doyuma ulaşmış bir insan, iç huzuru kazanır. Az şeyle de mutlu olmayı bilir. Kendisi ve çevresi ile barışık olur. Aksi halde kalp ve ruh aç ise, mal mülk zevk vermez. Vahye tâbi olmayan bir ruh, habisleşmeye ve hırçınlaşmaya mahkûmdur. (Akça, Kutsal Bahçe, sy. 36)

Ruhun ırkı yoktur. Irk vücutla ilgilidir. Vücudun akıbeti ceset olmaktır. Cesedin kabirdeki akıbeti de malûmdur. Önemli olan, bâki olan ruhumuzu, iman ve ibadetle, ilim ve irfanla, muhabbet ve marifetle cennete lâyık bir hale getirmektir. Irkçılık tamamen dünyevi ve gayr-ı meşru bir ideolojidir.

Ruh, maddiyattan ve kayıtlardan azadedir. Hayal ve tasavvur edilmekten münezzehtir. İlahi bir emirdir. Akıl, ruhun kandilidir. Onu ışıklandırır. Ruhun var oluş gayesi ise, bu ışıklarla yani akıl feneri ile Allah’ın kâinattaki cemalini müşahede etmektir. (Gazali, Ölüm ve Ötesi, sy. 101)

Manen terakki etmeyen insanlarda ruh cesede tâbidir. Ancak marifetullahta ve maneviyatta yol almış olanlarda durum tersine döner ve ruh cesede hâkim olur. Böyle Allah dostları, izn-i İlahi ile maddiyat ve kayıtlarından sıyrılırlar. Neticede bizim kalben inandıklarımızı onlar gözle müşahede edebilirler.

Ruh ile beden, kuş ile kafese benzer. Dolayısıyla “ölüm, ruhun ceset kafesinden kurtuluşudur. Bu yüzdendir ki ehl-i iman için “dünya, bütün güzellikleri ile beraber ahirete nispeten bir zindan hükmündedir.”

Sonuç olarak, yazımızın başlığı olan “ruhun anatomisi” her ne kadar iddialı bir ifade gibi görünse de her konuda olduğu gibi bu konuda da asıl bilgi Allah’ındır. Zira şu ayet-i kerime de bu manaya dikkat çeker: “Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85)

İbrahim Yardım – Zafer Dergisi

 

Faydalanılan kaynaklar:

1. Akça, Eymen, Kutsal Bahçe, Harf Yayınları, İstanbul, 2015.

2. Başar, Alaaddin, Ruh ve Mahiyeti, www.sorularlaislamiyet.com, erişim: 05/09/2018,10:45.

3. İmam-ı Gazali, Ölüm ve Ötesi, Sağlam Yayınevi, İstanbul, 1999.

4. Nursî, B. Said, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.

5. Yazır, M. Hamdi, K. Kerîm ve Yüce Meali, Ravza Yayınları, İstanbul, 2011.

Merak Edenler İçin Ruhun Anatomisi

Ruh, maddi vücudu idare eden ilahi bir kanundur. Başka bir ifade ile ruh; Allah’ın kanunu, beden ise Onun mahlûkudur. Cenab-ı Hak, bu bedeni o kanunla tanzim ve idare ediyor. Ruh, tamamen soyut değildir. Kendisine has lâtif, nurani ve münasip bir libası vardır.

Ruh; varlığı malum, mahiyeti meçhul olan varlıklardandır ve ancak bedene olan yansımaları ile bilinebilir. Ruh, kendisine verilen maddi ve manevi cihazlarla iş görür. Mesela: “göz öyle bir hasse/organdır ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.” Demek gören göz değil; ruhun kendisidir. Göz ise ruhun penceresidir. Yüzdeki gülümseme, ruhun sevincinden haber verdiği gibi, gözden akan yaş da ruhun üzüntüsüne işaret eder. Hayati özelliklerin ve faaliyetlerin faili ruhtur, vücut ise bir alettir.

Beden ile ruhun münasebeti ampul ile elektrik gibidir. Ampul kırılsa da elektrik yok olmuyor, var olmaya devam ediyor. Görünmese de biliriz ki elektrik hala vardır. Aynen öyle de insanın ölmesiyle ruh vücuttan çıkar. Fakat var olmaya devam eder. Bir insan, nerede ve nasıl ölürse ölsün gözünü berzah âleminde açar. Ölüm hadisesi ile ruhun berzah âlemindeki hayatı başlar. Berzah âlemindeki ruhların bizimle münasebetleri devam eder. Bizim manevi hediyelerimiz onlara gider. Onların nurani feyizleri bize gelir.

Beden ile ruhu, ev ile evdeki insana veya tezgâh ile ustaya da benzetebiliriz. Beden hizmetçi, ruh ise efendidir.  Ceset, ruh ile kâimdir/ayaktadır. Ceset, istediği gibi toplanıp dağılsın ruhun istiklâliyetine yani bağımsızlığına zarar vermez. (Nursi, Sözler, sy. 517)

Bedendeki ruhun, nefis adındaki bir rakibi ve takipçisi vardır. Ruh ile nefis arasında ters orantı vardır. Bu durum kendini duygu, ihtiyaç, arzu ve isteklerde gösterir. Ruha gıda olan meşguliyetler, nefse ağır gelir. Mesela: Ramazan ayındaki manevi ve feyizli atmosfer sayesinde kalp ve ruh masumane gülerken, nefis bu durumdan dolayı zorlanır/rahatsız olur ve oruçtaki açlıkta asıl darbeyi nefis yer.

Ruh, lehimizedir ve Rahmanî’dir; nefis ise aleyhimize olup hayvanîdir. Günahlar, nefsi rahatlatır; ancak ruhu daraltır. En ufak bir yara bile vücudumuzu rahatsız ettiği gibi en küçük bir günah bile ruhumuzu incitir.

Bedenin; verem, siroz ve kanser gibi hastalıkları olduğu gibi ruhumuzun da kibir, gurur, haset ve ümitsizlik denilen hastalıkları vardır. Günümüzün en yaygın hastalığı olan depresyon, ruhun preslenmesinden başka bir şey değildir.

Ruhen doyuma ulaşmış bir insan, iç huzuru kazanır. Az şeyle de mutlu olmayı bilir. Kendisi ve çevresi ile barışık olur. Aksi halde kalp ve ruh aç ise, mal mülk zevk vermez. Vahye tâbi olmayan bir ruh, habisleşmeye ve hırçınlaşmaya mahkûmdur. (Akça, Kutsal Bahçe, sy. 36)

Ruhun ırkı yoktur. Irk vücutla ilgilidir. Vücudun akıbeti ceset olmaktır. Cesedin kabirdeki akıbeti de malûmdur. Önemli olan, bâki olan ruhumuzu, iman ve ibadetle, ilim ve irfanla, muhabbet ve marifetle cennete lâyık bir hale getirmektir. Irkçılık tamamen dünyevi ve gayr-ı meşru bir ideolojidir.

Ruh, maddiyattan ve kayıtlardan azadedir. Hayal ve tasavvur edilmekten münezzehtir. İlahi bir emirdir. Akıl, ruhun kandilidir. Onu ışıklandırır. Ruhun var oluş gayesi ise, bu ışıklarla yani akıl feneri ile Allah’ın kâinattaki cemalini müşahede etmektir. (Gazali, Ölüm ve Ötesi, sy. 101)

Manen terakki etmeyen insanlarda ruh cesede tâbidir. Ancak marifetullahta ve maneviyatta yol almış olanlarda durum tersine döner ve ruh cesede hâkim olur. Böyle Allah dostları, izn-i İlahi ile maddiyat ve kayıtlarından sıyrılırlar. Neticede bizim kalben inandıklarımızı onlar gözle müşahede edebilirler.

Ruh ile beden, kuş ile kafese benzer. Dolayısıyla “ölüm, ruhun ceset kafesinden kurtuluşudur. Bu yüzdendir ki ehl-i iman için “dünya, bütün güzellikleri ile beraber ahirete nispeten bir zindan hükmündedir.”

Sonuç olarak, yazımızın başlığı olan “ruhun anatomisi” her ne kadar iddialı bir ifade gibi görünse de her konuda olduğu gibi bu konuda da asıl bilgi Allah’ındır. Zira şu ayet-i kerime de bu manaya dikkat çeker: “Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85)

İbrahim Yardım – Zafer Dergisi

Faydalanılan kaynaklar:

1. Akça, Eymen, Kutsal Bahçe, Harf Yayınları, İstanbul, 2015.

2. Başar, Alaaddin, Ruh ve Mahiyeti, www.sorularlaislamiyet.com, erişim: 05/09/2018,10:45.

3. İmam-ı Gazali, Ölüm ve Ötesi, Sağlam Yayınevi, İstanbul, 1999.

4. Nursî, B. Said, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.

5. Yazır, M. Hamdi, K. Kerîm ve Yüce Meali, Ravza Yayınları, İstanbul, 2011.

İslam Medeniyetinde İnsan Tasavvuru

Birçok medeniyette olduğu gibi İslam Medeniyeti’nin de merkezinde insan vardır. Hatta denilebilir ki İslam Medeniyeti, kendisinden sonraki medeniyetlerin birçoğuna bu anlamda tesir etmiştir. Bu tesirin izlerini diğer medeniyetlerin insanı algılama ve anlamlandırma biçimlerinde bulmak mümkündür. 

Her konuda olduğu gibi İslam’ın insana bakış açısı da mutedildir yani aşırılıklardan uzak bir tarz-ı telakkiye sahiptir. Mesela ne Hümanizm gibi insanı kutsama hatasına düşer ne de Hedonizm gibi insana sadece hayvani ve nebati yönüyle bakar. İnsan odaklı bir medeniyet olan İslam Medeniyeti’ne göre insan; her şeyden önce muhatab-ı İlahidir, yeryüzünün halifesidir, en şerefli mahlûktur, nazik nazenin ve nazdar bir misafir-i Rabbanidir, en harika ve antika bir sanat-ı İlahiyedir. 

İnsan kâinat sarayındaki muazzam saltanata sahip bir sultan gibi olup hayvanlar ona hizmetçi kılınmıştır. Bitkiler, insanın dünya denilen evinin süs eşyaları, yıldızlar semayı süsleyen birer mum, güneş onu ısıtan bir soba ve baş döndüren güzelliklere sahip olan kâinat sarayını temaşa etmek için birer lamba vazifesini görüyor. Bahar mevsimi Habib’in mahbubuna sunduğu bir çiçek misali en değerli varlık olan insana onun yaratıcısı tarafından insana takdim edilen bir deste gül… Yaz mevsimi ise nimetlerin en bol olduğu bir dönem olarak Allah tarafından insana sanki bir ziyafet sofrası… Dağlar –başka birçok hikmetleri ile beraber- insanın dünya denilen evinin birer su depoları olup anlamsız birer taş yığını değillerdir. 

İslam Medeniyeti’ne göre kâinatta her şey insana musahhar edilmiş yani hizmetine sunulmuş ve bütün mevcudat/mahlûkat onun imdadına koşar, hizmet eder ve bundan nihayetsiz bir zevk alır.
Zira kâinat insan ile özellikle ehl-i iman ile pek alakadardır ve ondan/ona hizmet etmekten memnundur. Hayati öneme sahip olan nimetlerin bol ve ucuz yaratılması yine insana ve onun hayatına verilen değere bir örnektir. 

Beşeri anlamda İslam Medeniyeti’nin kurucu ismi olan Hz. Muhammed (sav) “insanların en hayırlısı insanlara hizmet edendir”sözüyle de insanın insana değer vermesine ve hizmet etmesine dikkati çeker. İslam Medeniyeti’nin temel kaynağı olan Kur’an’ ın en güzel ve en mükemmel temsilcisi olan Hz. Muhammed (sav)’in hayatı da insana değer ve şeref veren örnek uygulamalarla doludur.

Nitekim “biz insanı en güzel bir surette yarattık”(Tin/4) ayeti de insana verilen değerin ilahi bir onayı mahiyetindedir. İslam Medeniyeti’nin insan tasavvuru daha çok insana verilen değer üzerine inşa edilmiştir. Ancak yukarıda bütün ifade edilenlerle beraber İslam’ın insana bakış açısını Batı Medeniyetindeki hümanist algı ve anlayış ile karıştırmamak gerekir. 

İslam Medeniyeti’nin hararetli savunucularından birisi olan M. Akif Ersoy’un “ bir insan hem hakkını hem de haddini bilmelidir” sözünden hareketle Batı düşünce geleneğinde insana kutsallık atfeden bakış açısı, İslamî bir değer taşımamaktadır. Zira Batı Medeniyetinin insan tasavvurunun temelini oluşturan Hümanizm’e göre insan her şeyden üstündür, insan her zaman haklıdır, üstünde bir otorite ve güç yoktur, her şey ona hizmet etmek zorundadır, onun menfaati her şeyin önündedir gibi pragmatik ifadeler ve insan kutsal bir varlıktır gibi ilahi sınırları zorlayan inanışlardan anlaşılıyor ki Batı Medeniyetinde insan hakkını bilen ancak haddini bilmeyen bir profile sahiptir. 

Batı Medeniyetinin insan tasavvurunda insanın insanlığa hizmet etmesi, hamiyet ve gayret sahibi olması gibi önemli bir ilkenin göz ardı edilmiş olması, bireysel çıkarları önemseyen/önceleyen yani şahsi menfaatini toplumun menfaatinin önünde tutan bir bakış açısına zemin hazırlamıştır. Hâlbuki Bediüzzaman’ın dediği gibi “kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir, Kimin himmeti nefsi ise o insan insan değildir”

İslam Medeniyetinde insana atfedilen birçok değer ve şerefle beraber insana birtakım sınır ve çizgiler de belirtilmiştir. İnsanın bu sınır ve çizgilere uymaması halinde hem maddi hem manevi müeyyideler/cezaî yaptırımlar uygulanmıştır. Çünkü haram ve günah çizgisi gibi İslam’daki sınırlar, özelde insanın genelde toplumun can, mal ve namus güvenliğini sağlamak amacına yöneliktir. Dolayısıyla İslam’a göre bir insan, sınırını yani haddini de bilmelidir. 

İslam Medeniyeti, insanın özgürlüğünü de helal dairesinde kabul eder. Zira insan özgür bir varlık olmakla beraber abdullahtır yani kulluğun şuurunda olarak helal dairesinde yaşamak zorunluluğu vardır. Zaten “helal dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” 

İslam Medeniyeti, toplumun maddi ve manevi huzuru için birtakım değerler sistemi kurmuştur. İnsandan bu değerler doğrultusunda bir hayat yaşaması istenir. Böylece istikametli bir hayat tarzına sahip olur ve ifrat ile tefrit gibi aşırılıklardan kendini muhafaza etmiş olur. Neticede her gün yaklaşık kırk defa namazda Rabbinden niyaz ettiği sırat-ı müstakimde yaşamış olur. Sırat-ı müstakim orta yoldur ve aşırılıklardan uzaktır. Din ve değerlere de en uygun olandır. İslam Medeniyetinin de insandan istediği ve beklediği budur. 
İslam Medeniyeti’ne göre değerlerden yoksun bir yaşam tarzı insanın huzuru olumsuz etkiler ve neticede insanın hem Allah hem kul nazarında değer kaybına uğramasına sebebiyet verir. Adalet, iffet, şecaat, hikmet vefa, hayâ, sadakat ve dürüstlük gibi insan hayatı açısından hayati öneme sahip olan değerler yaşandıkça bireysel ve toplumsal birçok dertlere deva, problemlere çare ve sorulara cevap bulunmuş olacaktır. Böylece insan hak ettiği değeri/yeri bulmuş olacaktır. 

İslam Medeniyeti, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ettiği ölçüde insana bir kıymet biçer. Zira din-i mübin-i İslam’ın en gerçek mümessili olan Hz. Peygamber (sav) veda hutbesinde üstünlüğün ölçüsünün takva olduğunu beyan eder. Takva vesilesiyle Rabbine yaklaşan yani din ve değerlerine göre bir hayat hassasiyetine sahip olan bir Müslüman diğer insanlardan daha üstündür. 

Sonuç olarak diyebiliriz ki insanlık İslam’a ve İslam’ın değerlerine her zamankinden daha muhtaç bir dönemi yaşamaktadır. Ancak şu var ki bu ihtiyacı Müslüman olmayan insanlara hissettirebilme için biz Müslümanların İslam’ı elden geldikçe aslına uygun olarak en güzel bir şekilde temsil etmeye çalışmalıyız. Zaten bizler doğru İslam’ı ve İslam’a yakışan doğruluğu hayatımız ile izhar edebilmek sair dinlerin tabileri bile akın akın İslam’ a gelip onunla müşerref olacaklardır. İslam medeniyetinin cihana hâkim olduğu yıllara dönebilmek için en önemli görev Müslüman’a düşmektedir. Bu bağlamdaki en ciddi problem ise İslam’ı temsiliyet sorunudur. Rabbim bizleri İslam’ı en güzel bir tarzda temsil eden hakiki kullarından eylesin. Âmin…

İbrahim Yardım/Doktora Öğrencisi

Ruhun anatomisi

Ruh, maddi vücudu idare eden ilahi bir kanundur. Başka bir ifade ile ruh; Allah’ın kanunu, beden ise O’nun mahlûkudur. Cenab-ı Hak, bu bedeni ruh adındaki kanunuyla tanzim ve idare ediyor. Ruh, tamamen soyut değildir. Kendisine has lâtif, nurâni ve münasip bir libası vardır.

Ruh; varlığı malum, mahiyeti meçhul olan varlıklardandır ve ancak bedene olan yansımaları ile bilinebilir. Ruh, kendisine verilen maddi ve manevi cihazlarla iş görür. Mesela: “göz öyle bir hasse/organdır ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.” Demek gören göz değil; ruhun kendisidir. Göz ise ruhun penceresidir. Yüzdeki gülümseme, ruhun sevincinden haber verdiği gibi gözden akan yaş da ruhun üzüntüsüne işaret eder. Hayati özelliklerin ve faaliyetlerin faili ruhtur, vücut ise bir alettir.

Beden ile ruhun münasebeti ampul ile elektrik gibidir.  Ampul kırılsa da elektrik yok olmuyor, var olmaya devam ediyor. Görünmese de biliriz ki elektrik hala vardır. Aynen öyle de insan ölmekle ruh vücuttan çıkar. Fakat var olmaya devam eder. Bir insan, nerede ve nasıl ölürse ölsün gözünü berzah âleminde açar.  Ölüm hadisesi ile ruhun berzah âlemindeki hayatı başlar. Berzah âlemindeki ruhların bizimle münasebetleri devam eder. Bizim manevi hediyelerimiz onlara gider. Onların nurani feyizleri bize gelir.

Beden ile ruhu, mesken ile sâkine yani hane ile misafire veya tezgâh ile ustaya benzetebiliriz. Beden hizmetçi, ruh ise efendidir.  Cesed, ruh ile kâimdir/ayaktadır. Cesed, istediği gibi toplanıp dağılsın ruhun istiklaliyetine yani bağımsızlığına zarar vermez. (Nursi, Sözler, sy. 517)

Bedendeki ruhun, nefis adındaki bir rakibi ve takipçisi vardır. Ruh ile nefis arasında ters orantı vardır. Bu durum kendini duygu, ihtiyaç, arzu ve isteklerde gösterir. Ruha gıda olan meşguliyetler, nefse ağır gelir. Mesela:  Ramazan ayındaki manevi ve feyizli atmosfer sayesinde kalp ve ruh masumane gülerken nefis bu durumdan dolayı zorlanır/rahatsız olur ve oruçtaki açlıkta asıl darbeyi nefis yer.

Ruh, lehimizedir ve Rahmanîdir. Nefis ise aleyhimize olup hayvanîdir.  Günahlar, nefsi rahatlatır; ancak ruhu daraltır. En ufak bir yara bile vücudumuzu rahatsız ettiği gibi en küçük bir günah bile ruhumuzu incitir.

Bedenin; verem, siroz ve kanser gibi hastalıkları olduğu gibi ruhumuzun da kibir, gurur, hased ve ümitsizlik denilen hastalıkları vardır. Günümüzün en yaygın hastalığı olan depresyon, ruhun preslenmesinden başka bir şey değildir.  

Ruhen doyuma ulaşmış bir insan, iç huzuru elde eder. Az şeyle de mutlu olmayı bilir. Kendisi ve çevresi ile barışık olur. Aksi halde kalp ve ruh aç ise mal-mülk zevk vermez. Vahye tabi olmayan bir ruh, habisleşmeye ve hırçınlaşmaya mahkûmdur.  (Akça, Kutsal Bahçe, sy. 36)

Ruhun ırkı yoktur. Irk vücutla ilgilidir. Vücudun akıbeti cesed olmaktır. Cesedin kabirdeki akibeti de malumdur.  Önemli olan baki olan ruhumuzu; iman ve ibadetle, ilim ve irfanla, muhabbet ve marifetle cennete layık bir hale getirmektir. Irkçılığın tamamen dünyevi ve gayr-ı meşru bir ideoloji olduğu buradan da anlaşılmaktadır.

Ruh, maddiyattan ve kayıtlardan azadedir. Hayal ve tasavvur edilmekten münezzehtir. İlahi bir emirdir. Akıl, ruhun kandilidir. Onu ışıklandırır. Ruhun var oluş gayesi ise bu ışıklarla yani akıl feneri ile Allah’ın kâinattaki cemalini müşahede etmektir. (Gazali, Ölüm ve Ötesi, sy. 101)

Manen terakki etmeyen insanlarda ruh cesede tabidir. Ancak marifetullahta ve maneviyatta yol almış olanlarda durum tersine döner ve ruh cesede hâkim olur. Böyle Allah dostları, izn-i İlahi ile maddiyat ve kayıtlardan sıyrılırlar. Neticede bizim kalben inandıklarımızı onlar gözle müşahede edebilirler.

Ruh ile beden, kuş ile kafese benzer. Dolayısıyla “ölüm, ruhun cesed kafesinden kurtuluşudur. Bu yüzdendir ki ehl-i iman için “dünya, bütün güzellikleri ile beraber ahirete nispeten bir zindan hükmündedir.”

Sonuç olarak, yazımızın başlığı olan “ruhun anatomisi”  her ne kadar iddialı bir ifade gibi gözükse de her konuda olduğu gibi bu konuda da asıl ilim Allah katındadır. Zira şu ayet-i kerime de bu manaya dikkat çeker: “ Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: «Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.» (İsra, 17/85)

İbrahim YARDIM 

 

KAYNAKÇA:

Akça, Eymen, Kutsal Bahçe, Harf Yayınları, İstanbul, 2015.

Başar, Alaaddin, Ruh ve Mahiyeti, www.sorularlaislamiyet.com, erişim: 05/09/2018,10:45.

İmam-ı Gazali, Ölüm ve Ötesi, Sağlam Yayınevi, İstanbul, 1999.

Nursi, B. Said, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.

Yazır, M. Hamdi, K.Kerim ve Yüce Meali, Ravza Yayınları, İstanbul, 2011

Bal Damlası

Mevlana’nın meşhur Mesnevi’sinde şöyle ibretli bir kıssa anlatılır.
Şöyle ki: Bir gün yere bir bal damlası düştü. Küçük bir karınca geldi, balın tadına baktı ve gitti. Bal çok hoşuna gitmişti. Bir zaman sonra tekrar geldi ve biraz daha yedi, gitmek istedi ama bal lezzetli gelmişti. Bir türlü bırakamadı, kendini balın lezzetine kaptırdı ve bal damlasının içine girdi.

Ancak çıkmak isteyince buna güç yetiremedi, debelendikçe daha da battı ve balın içinde can verdi. Karınca biraz bal ile yetinseydi elbette ölmeyecekti.

Hikmet ehli der ki: dünya büyük bir damlası gibidir. Kim ondan yetecek kadarıyla iktifa ederse kurtulur. Kim de ona dalarsa karınca misali battıkça batar ve helak olur.

Sâd-ı Şirazî, ne güzel demiş: “dünya öyle bir meta’ değil ki bir nizaa değsin” yani dünya, üzerine tartışılmaya değer bir mal değildir. Çünkü fani ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise dünyanın cüz’i işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu zerre miktar aklı olan idrak eder.

Konumuza Bediüzzaman’ın dünya ile ilgili veciz sözleri ile devam edelim.

Dünyanın üç adet yüzü vardır. Bunlar:

a) Birinci yüzü: ahirete bakar ve ahiretin tarlasıdır.
b) İkinci yüzü: Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği ayna olmasıdır.
c) Üçüncü yüzü: ehl-i dünyaya bakar ve ehl-i gafletin oyuncak yeridir.

İlk iki yüzü ile dünya kıymetlidir ve muhabbete layıktır. Ancak üçüncü yüzü fena ve fanidir. Kur’an ve Hadisin tokat vurduğu dünya, dünyanın üçüncü yüzüdür.

_ Dünya, Cenab-ı Hakkın kader kalemiyle yazılmış bir kitabıdır.
_Dünya, seyyar bir ticaretgâhtır. İnsanın eline verilen en mühim sermaye ise ömürdür.
_ Dünya, dünya cihetiyle fanidir/fenadır ve ademe/yokluğa gider.
_ Dünya, hem bir mezraadır. Yani ahiretin tarlasıdır, ek ve mahsulâtını al.
_ Dünya ise bütün şa’şaasıyla/güzellikleriyle birlikte ahirete nispeten bir zindan hükmündedir. Ehl-i iman, ölüm denilen terhis tezkeresiyle dünya zindanından kurtulur.

Kabir kapısından geçip ahiret sarayına girer.

_ Dünya, bir misafirhanedir. O halde misafirhane sahibini emirlerine göre hareket etmeli ve böylece selametle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyyeye girmeli.
_ Dünya, muvakkat/geçici bir seyrangahtır. Öyle ise nazar-ı ibretle dünyaya bakmalı ve zahiri çirkin yüzüne değil, Cemil-i Bâki’ye bakan gizli ve güzel yüzüne dikkat etmeli.

Böylece hoş ve faideli bir tenezzüh yapıp vatan-ı aslî olan ahrete/cennete dönmeli.

_Masiva diye tabir edilen Allah’ın dışındaki her şey, ancak Allah hesabına ve O’nun (cc) muhabetine namına sevilir ve sevilmelidir.

Cenab-ı Hakk, bizleri hayatın sırrını anlayanlardan ve hayatını sui- istimal etmeyenlerden eylesin. Âmin…

İbrahim Yardım
DKAB Öğretmeni

www.NurNet.org