Etiket arşivi: ibret

Kur’ân Okumanın Yöntemi

“And olsun, Biz Kur’ân’ı zikir için kolaylaştırdık. Fakat hani ibret alacak olan?”
(Kamer Sûresi, 54:17)

Kur’ân’ın indiriliş amacını açıklayan ve bizim ona yaklaşma açımızı belirleyen âyetlerden birisi de bu âyettir. Kamer Sûresi boyunca dört defa bir nakarat gibi tekrarlanarak vurgulanan bu âyet, üç anahtar kavram ile Kur’ân’ın önemine dikkat çekmekte ve bizi ona kulak vermeye çağırmaktadır.

Bu kavramlardan biri “kolaylaştırma”dır. Ancak bu işlem sayesindedir ki biz Kur’ân’ı dinleyebiliyor, okuyabiliyor, anlayabiliyor, ezberleyebiliyoruz. Zira Kur’ân okumak demek, Âlemlerin Rabbine muhatap olmak demektir. Bu hitabın bir tarafında yer ve gökleri yoktan yaratan, maddeden ve hür türlü kayıttan münezzeh, hiçbir benzeri olmayan bir aşkın varlık, diğer tarafında ise Onun tarafından yaratılan ve bu âlemde ancak sınırlı şeyleri görüp işitebilen, duyularının erişemediği yere aklı ermeyen fâni ve âciz bir varlık vardır. Böyle bir hitabın muhatap tarafından anlaşılabilmesi için tek yol, onu muhatabın algılama seviyesine indirecek bir şekilde kolaylaştırmaktır.

Bu, bizim Güneşi inceleyişimize de benzetilebilir. Biz, en yakınımızdaki bu yıldızı doğrudan doğruya teleskoplarla incelemek bir yana dursun, çıplak gözle bile ona bakamayız; zira onda beliren tecellînin şiddeti, bizim görme sınırlarımızın çok üzerindedir. Bu durumda biz Güneşin teleskoplarımıza akseden görüntüsünü bir perde üzerine yansıtır ve böylece, şiddeti bir hayli azaltılmış olan bu görüntüyü inceleme imkânına kavuşuruz. Yer ve Gökler Rabbinin yarattığı sayısız yıldızlardan bir tanesinin ışığına doğrudan muhatap olamayan insan, Onun bizzat kendi hitabına muhatap olmak için, hiç kuşkusuz, bundan çok daha ileri seviyede bir “kolaylaştırma” işlemine muhtaçtır. İşte, Yüce Yaratan, bir yandan insana “beyanı” öğreterek onu Kur’ân’a muhatap olabilecek bir yetenekte yaratırken, diğer yandan da Kur’ân’ı insanın anlayabileceği bir şekilde kolaylaştırmıştır.

İkinci olarak, bu kolaylaştırma işleminin amacı, Kur’ân’da “zikir” kelimesiyle ifade edilmiştir. Hayli kapsamlı bir kelime olan “zikir” sözcüğünün başlıca anlamları arasında “hatırlama, ezberleme, düşünme, öğüt alma” gibi anlamlar vardır ki, âyetin gelişinden, tüm bu anlamların birden kastedildiği anlaşılmaktadır. Gerçekten de, Kur’ân, bu özelliğiyle taklidi imkânsız bir mucize olarak yüzyıllardır âleme meydan okuyagelmiş ve her çağda, her toplumda, her kesimden insanlar tarafından okunmuş, ezberlenmiş; kölelerden hükümdarlara, çocuklardan en seçkin bilgelere kadar herkes her zaman ondan dersini almıştır. Bu ise, Âlemlerin Rabbi tarafından insana bahşedilmiş pek büyük bir lütuf ve şereftir ki, “zikir” kelimesinin içerdiği bir başka anlam olan “şeref” anlamında buna da bir işaret vardır.

Üçüncü olarak, Kur’ân bu beyanını bir çağrı ile noktalıyor:

“Hani ibret alan?”

Bu çağrıdaki “ibret” kelimesi ise, Kur’ân’a bakış açımızı son derece net bir şekilde belirliyor. Önündeki mushafın sayfalarını açan insan, eğer bu kitabın ona kim tarafından gönderildiğini ciddiyetle düşünecek olursa, kendisine düşen tavrın bir ibretten başka birşey olamayacağını pek çabuk kavrayacaktır.

Bu tespit, “Meal veya tefsir okumalı mıyız?” şeklindeki sorulara da açıklık getiriyor. İnsanları bu konuda çekingenliğe iten şey, yanlış anlamlar ve hükümler çıkararak dinine zarar verme endişesidir. Oysa ahkâm çıkarmak çok özel bir iştir ve bunun için gerekli bir altyapıya ihtiyaç gösterir. İbret almak için gerekli olan şey ise, gören bir göz ile hakka yönelmiş bir gönülden ibarettir. Buna sahip olan bir kimse, Yer ve Gökler Rabbinin huzurunda olmanın bilinci ve edebi içinde Kur’ân’a kulağını verecek olursa, onda hayatına hayat katacak nice öğütler ve ibretler bulur.

Lâkin bu noktada insanı bekleyen tehlikeler de yabana atılacak gibi değildir. Zamanımızın hakim değerleri, özellikle dünya hayatının her konuda en önemli referans olarak alınması, Kur’ân’dan alınacak ibretlerin önünde çok büyük bir engel teşkil etmekte, hattâ Kur’ân’ın derslerini amacından saptırma istidadı taşımaktadır. Ancak bu konuda da Kur’ân’ın uyarıları mevcuttur; bu uyarılara kulak veren insan, her zaman Kur’ân’dan doğru bir şekilde dersini alabilir ve bu derslerde kendisini Rabbinin rızasına yaklaştıracak bir yol bulabilir:

“Kur’ân’ı okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”[1]

“Kur’ân okunduğu zaman susup dinleyin ki rahmete erişesiniz.”[2]

Ümit Şimşek

Rüyadan İbretlik Notlar!

Şerafeddin, akşam namazı sonrasında bastıran uykuya, beraber kaldığı arkadaşları gelinceye kadar teslim olur. Rüyasında kapı yüksek sesle vurulur, heyecanla fırlar ve hızla açar. Kapıda tanımadığı ama korku ve dehşet veren görüntüde iri yarı birisi emreder:

-Haydi, vaktin doldu, der.

-Yahu bir yanlışlık olmasın!

-Hayır, yanlışlık yok, düş önüme!

-Bir abdest alsaydım, iki rekât namaz kılsaydım, biraz sonra gelecek arkadaşlarımla helâlaşsaydım…

-İtiraz etme, düş önüme.

Çaresiz önüne düşer Azrail’in. Yolda zaman kazanmak için yavaş yürür. Nihayet biten sokakların ardından uzaktan kabristan görünür. Yıllarca okuduğu Külliyattaki: “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebi ile bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir rüya gibi geçti…” ibretlik ifadeler hızla zihninden geçti. Pişmanlıkların bini bir para; şimdi o hayat eline geçse idi yaptığı hataların hiçbirisini yapmayacaktı, namazları zamanında eksiksiz kâmilen kılacak, gıybet ve dedikodudan uzak duracaktı, ne çare ki artık faydası yok.

Kabristana girerler. Mezarların aralarından sıkıntıyla geçer ve eşilmiş bir kabrin başında kendini bulur.

İn aşağı, emri ile kabre iner.

Yat, emri ile uzanınca hışımla doğrulur ve ovuşturduğu gözleri duvardaki tablolara takılır;

Allah Allah, bu kabirde aynı bizim dershanedeki gibi risaleli tablolar varmış, der ve hızla vurulan kapının sesi ile kendine gelir, geçenlerin rüyada olduğunu anlar ve şükreder.

Azrail’in ne zaman, nerede ve nasıl geleceği hiç belli değil. Ama belli olan bir şey var ki o da bizim hazırlıklı olmamız. Nedense, insanoğlu elinden kaçırdığı ve hoyrat kullandığı şeylerin kıymetini sonradan anlıyor ama o kuş çoktan uçmuştur.

Hastalıktan önce sağlığın, yokluktan önce varlığın, gitmeden önce boş geçen vaktin, ölmeden önce hayatın, ihtiyarlıktan önce gençliğin kıymetini bilmeliyiz. Bunlar elimizde iken kıymetini bilmemiz için yapılan nasihatlere kulak vermeliyiz. Tecrübelere dikkat etmeliyiz.

Mehmet Çetin

Kanaat Bitmez Tükenmez Bir Hazinedir

Osmanlıca Büyük Lügat tamaa kelimesinin karşısında şunları yazıyor: “Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme.” (s.944)

“Dünya talebiyle kimisi emekte

Kimi oturup zevk ile dünyayı yemekte”

Bağdatlı Rûhî

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Başınız oynadığı (hayatta olduğunuz) müddetçe Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira biriniz, kızıl ve çıplak olduğunuz halde doğarsınız da sonra Allahü Teâlâ sizi giydirir ve rızıklandırır.”

Yine Allah Resûlü buyuruyor.“Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir.” (Deylemi, Müslim, Müsnet 4699)

“Kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allahü Teâlâ’ya daha sevimlidir. Sana menfaati olan her işe hâris ol ve Allah”a sığın; acziyet gösterme. Eğer iş seni aşarsa “Allah’ın taktiri oldu ve Allah dilediğini işledi.”de. Fakat “keşke” deme. Zira keşke, şeytan amelini açar.” buyurdu.

Nasihat isteyen birisine Allah Resulü şöyle buyurdu.”Sana insanların elinde olandan ümidini kesmeni tavsiye ederim.. Tama’dan (aç gözlülükten) çok sakın. Zira o hazır bir fakirliktir.”

Bu konuda Hz Ömer (r.a) şöyle buyrrdu. “İyi biliniz ki tama, fakirliktir. Ye’s , yani; başkalarını elindekinden ümidini kesmek ise zenginliktir. Bir kimse birşeyden ümidini kestiğinde artık ona muhtaç olmaz..”

Yine Hz. Hasan (r.a) buyurdular ki: “Dünyalık elde etmekte hırslı olan kimse ile kanaat eden zâhidin; ikisinin de yediği birdir. Her ikisi de kendileri için taktir olunanda ne noksan ne de ziyadesini yer. Rızkı aramakda çok aceleci olmayınız. Zira, kimse kendisi için taktir olunan rızkın sonuna ulaşmadan ölmez. Siz onu güzelce talep ediniz; helalolanı alınız, haram olanı terk ediniz.”

Bu konuya örnek teşkil edecek enterasan bir yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum.

“Zamanın akıllı geçinenlerinden güngörmüş bir zatın yolu her nasılsa bir gün bir tımarhaneye düşmüş. Garip hareketler yaparak oradan oraya dolaşan delilerden birine sormuş:

– Kaç yıldır buradasın?

– Senesini bende unuttum. Aslında deli falan da değilim. Nedense bir kez paçayı kaptırdım ve bir daha kurtulamıyorum.

Adam meraklanmış:

– Peki seni ne diye burada tutuyorlar.

– Buradaki tabiblerden mazarratlı (zararlı) harfleri saymalarını istiyorum, bana cevap vermiyorlar. Bu sefer ben onlara sayıyorum, beni urganla bağlıyorlar.

Tecrübeli zat, karşısındakinin deliliğine hükmederek biraz gülümsemiş. İçinden,”Hiç mazarratlı harf olur muymuş?” diye geçirirken deli sormuş:

– Peki efendi! Siz biliyor musunuz mazarratlı harfleri?

– Yoook! Söylesen de öğrensek!

Deli gayet ciddi bir tavır takınarak saymış

– Mazarratlı harfler üçtür Tı (t) mim (m) ve ayın (a).

– Ben bir şey anlamadım!

– Ben şimdi sana anlatayım da deli olup olmadığıma karar ver, “tı”,”mim” ve “ayın” harfleri “tama” (doymazlık, açgözlülük, hırs) kelimesinin harfleridir. Kim ömründe tamahkar ve haris olursa bunun cezasını çeker. Onun için bu üç harf mazarratlıdır. Benden size nasihat; sakın ola ki tamahkar olmayasınız.

Tecrübeli zat, deliye teşekkür etmiş ve yanından ayrılmış. Bir müddet sonra işlerini bitirip tımarhanenin kapısından çıkmak üzereyken aynı deli oturduğu yerden ona yine seslenmiş:

– Efendiii! Efendiii!… Birazcık gelir misin?

Adam dönüp delinin yanına varmış:

– Buyur, bir şey mi söyleyeceksin?

– Efendi! Sen iyi bir adama benziyorsun. Beni buraya getirdikleri zaman cebimde bir kese dolusu sarı liralar var idi. Elimden alırlar diye kimseye söyleyemedim. İçeri girdiğim sırada kimseye çaktırmadan şu kapının yanındaki direğin tepesine koymuştum. Zaten burada da para neme lazım? Bu para sana anamın ak sütü gibi helal olsun, al götür.

Bunu duyan tecrübeli zat birden tamaha kapılmış. Altın hırsı, sağlıklı düşünmesini ve delinin bu sözündeki mantıksızlığı anlamasını engellemiş.

Direğe bakmış bir hayli yüksek.

Deliye dönmüş yavaşça:

– Peki güzel de ben direğin tepesine nasıl yetişeceğim?

Deli, bunun üzerine adamın elinden tutmuş. Direğin yanına yaklaşmış ve omzunu direğe yaslayıp,

– Haydi, omzuma bas ve oraya uzan.

Adam delinin omzuna basıp direğin tepesine uzanmaya çalışırken deli birden altından çekilivermesin mi? Adam paldır küldür yuvarlandığı yerde debelenirken deli, şu akıllı sözleri söylemekteymiş.

– Be hey sersem! Sana tamahtan kendini koru demedim mi? Ne çabuk unuttun. Delide para ne gezer. Haydi var diyelim, direğin tepesine para saklanır mı? Var şimdi çek hırsının cezasını!…”

İbret alana ne mutlu……..

Erdoğan AKDEMİR

nurdergi.com

 

Kuran’ı Kerim’deki Kıssalar Bize Ne Anlatmak İstiyor?

“Onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır. Bu Kur’ân ise uydurulabilecek bir söz değildir. O kendisinden öncekileri doğrular ve herşeyi iyice açıklar; iman eden bir topluluk için de bir hidayet ve bir rahmettir.” (Yusuf Sûresi, 12:111)

Kıssalar, Kur’ân-ı Kerimin bahisleri içinde çok önemli bir yer tutar. Hattâ Kur’ân’ın ruhunun kıssalarda yattığını, adeta herbir kıssada Kur’ân’ın özünü bulmanın mümkün olduğunu da söyleyebiliriz.

Bunu anlamak için, herşeyden önce, Kur’ân kıssalarının tümüyle gerçek olduğunu ve içlerinde hiçbir hayale, hurafeye yer vermediğini dikkate almak gerekir. Yüce Kitabımızın geçmiş kavimlerden bize naklettiği hadiseler, yaşanan hayattan alınmış ibret levhalarıdır. Bunlar tarihin bir döneminde, belirli bir toplumda olup bitmiş vak’alar gibi görünse de, gerçekte, devam eden ve yaşanmakta olan bir hakikatin kesitleridir. O gün belirli bir toplumda, falan veya filan kahramanların oynadığı rolleri bugün burada biz oynarız, yarın başka yerde daha başkaları.

Şairin dediği gibi, “Vak’a hergün tebdil-i kıyafetle gelir.” Kıyafet ne kadar değişse de, yaşanan vak’alar, değişmez hakikatleri tekrar tekrar canlandırmaya devam eder.

Kur’ân’ın kıssalarından yararlanmak için gerekli olan şey, tıpkı Kur’ân’ın bütününe yönelirken olduğu gibi, onlara “ibret” gözüyle bakabilmektir. Nitekim Kur’ân da kıssaların bu özelliğini vurguluyor ve onlarda “akıl sahipleri için ibretler bulunduğunu” belirtiyor.

Kur’ân’ın bu vurgusu üzerinde ne kadar duracak olsak, onun önemini abartmış olmayız. Çünkü kıssaların merak çekici yönleri pek çoktur. Eğer insan ibret gözüyle bakmaz da onlarda neyi aradığını bilmeden kıssalara yaklaşırsa, kendisini asıl anlamdan çok uzak yerlerde bulabilir. Meraklar, gereksiz ayrıntılara saplanır; hurafelere kapı açılır; baştan sona hakikatten ibaret olan gerçek kıssalar, gönül eğlendirici efsanelere dönüşür. Nitekim Tevrat ve İncil’deki kıssaların başına gelen şey aynen bundan ibarettir.

Ne yazık ki, eski kitaplara karışan hayaller ve iftiralar, zamanla Müslümanların kültürüne de sızmış, onları Kur’ân kıssalarındaki ibretleri bulup çıkarmaktan alıkoymuştur. “Nuh’un gemisi hangi ağaçtan yapıldı? Hz. Musa’nın ayakkabısı hangi hayvanın derisinden idi? Hz. Süleyman’ın kıssasında konuşan karıncanın adı neydi?” gibi ipe sapa gelmez sorulara dikkatleri yönelten, “Zülkarneyn atını Ülker yıldızına bağlardı” gibi palavralarla kıssayı bütün ciddiyetinden soyutlayan hikâyeler, maalesef Kur’ân kıssalarının anlaşılması önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.

Oysa Kur’ân kıssalarından herbiri, önümüze ibret levhaları koymakta, bizi önemli sorular karşısında bırakmakta ve son derece ciddî bir muhasebeye sevk etmektedir.

Kur’ân kıssaları, yerin dibine geçen veya bir sayha ile olduğu yerde çöküp kalan yahut bir taş yağmuru altında yok olan kavimlerden haber verir. Peki, bu kavimler niçin helâk olmuşlardı? Öğüt verenlere karşı onların tavırları ne olmuştu? Onlardaki bozulmalar ile bugün bizim toplumlarımızdaki bozulmalar arasında paralellikler var mı? O vak’aları zamanımıza taşıdığımızda kahramanların yerine kimleri koyabiliyoruz? Daha da önemlisi, kendimizi bu kahramanlardan hangisinin yerine koyabiliyoruz?

Kur’ân’daki kıssalardan hangisini önümüze alıp da bunlar gibi soruları peş peşe sıralayacak olsak, ondan çıkarılacak nice ibretler buluruz. Nitekim Kur’ân da dikkatimizi kıssaların bu özelliğine yöneltiyor ve “Onlarda ibretler var” diyor—tabii gerçekten “akıl sahipleri” isek!

Kur’ân’ın “O kendisinden öncekileri doğrular” ifadesi de dikkat çekicidir. Daha önceki kitaplarda yer alan bilgilerin sahih olan kısmı Kur’ân’da doğrulanmış, beşer elinden bu kıssalara bulaşmış olan asılsız hikâyeler ise ayıklanmıştır. Onun için, Kur’ân’da yer alan kıssaların ayrıntıları için eski kitaplara başvurmak ve Kur’ân’ın ayıkladığı şeyleri tekrar oradan bulup çıkarmak doğru değildir. Doğru olan şey, önceki kitapları Kur’ân’ın tasdikine sunmak ve ancak onun tarafından doğrulanmış olan şeye yönelmektir.

Yine Kur’ân’ın tanımlamaları arasında geçen “Bu uydurulabilecek bir söz değildir” ifadesi, bize bu konuda büyük bir özgüven aşılıyor. Önceki kitaplara karışan beşer eli, o kıssaların arasına, Allah’a noksan sıfatlar yakıştırmaya ve peygamberlere iftira atmaya kadar işi vardırmış ve onları okuyanları neye inanacaklarını bilemez hale getirmişti.

Kur’ân’da yer alan kıssalar ise baştan sona hakikatlerden ibarettir. Üstelik onlarda gerekli olan “herşeyin ayrıntısı” vardır. Gerek Kur’ân âyetlerinde, gerekse Kur’ân’ı açıklamakla görevli bulunan Peygamberimizden bize gelen sahih hadislerde bildirilen ayrıntılar, ibret almak isteyecek kimse için yeterli ayrıntılardır. Bundan ötesine göz dikmek akıl sahiplerine yaraşacak bir iş değildir.

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com