Etiket arşivi: iftira

Gıybetten önce suizan vardır…

Birbirine yakın gibi gözüken, ama aralarında dağlar kadar fark bulunan haller vardır. Cömertlik ile israf, iktisat ile cimrilik, hikmet ile siyaset, ciddi­yet ile sertlik, yumuşak huyluluk ile teslimiyetçilik… Zahirde çok yakın gözüken; ama hakikat-ı halde birbirine çok uzak hallerdir. Ancak, aralarındaki fark fark edilmeyince, müs­bet olan ilk şıktan menfi olan ikinci şıkka kolayca geçilebilmektedir.

İstişare ile gıybetin de, bu tür ikilemelerden birini teşkil ettiği kanaatindeyim. Bir mü’minin bir mü’min kardeşinin du­rumunu doğru tahlil ve tesbit edip yardımcı olmak üzere bir başka mü’minle istişare etmesi son derece hakikatli bir haldir ve ne yazık ki, bu istişare nefsin araya girmesiyle ‘gıy­bet’e dönüşebilmektedir.

Yaptığımız gıybetlere şöyle bir bakalım: Vicdanımız gıybetin çirkinliğini bilir. O yüzden, nefis gıybet yolunu bize ekseriya ‘istişare’ sûretinde tutturmuştur. Yapılan istişare ile gıybetin arası açılamamış; doğru bir fiilin içine yasak ve yanlış bir iş karışmıştır.

Hülâsa, öyle ya da böyle, dûçar olageldiğimiz bir haldir ‘gıybet.’ Lâkin, çirkindir. Çirkinliği, kendi gıybetimizin yapıldığını öğrendiğimizde içimizde uyanan duygulardan bellidir. Hz. İsa’nın ‘ahlâkı ahlâksızlardan öğrenme’ formülünü tatbiki becersek, gıybetimizin yapılmasının bize çirkin gelmesinden hareketle, başkalarının gıybetini yapmanın çirkinliği rahatça görülebilecektir.

Bir çirkin ve kirli hal olarak bize sevdirilmeyen gıybeti, Kur’ân-ı Hakîm de çirkinlikle niteler. Hem de, ‘ölü kardeşinin eti­ni yeme’ gibi son derece sevimsiz bir çirkinliğe benzetir onu.

Peki, neden ‘ölü kardeşin etini yemek’ gibi birşeydir gıybet? Tenzîl-i Hakîm onu niye başka birşeye değil de ‘ölü kardeşin etini yeme’ye benzetmektedir?

Bunun kavrayabildiğimiz bir hikmeti, ‘ölü kardeş’in mahiyetine ilişkindir. ‘Yaşayan’ bir kardeş, değişmeye ve yanlışı­­nı düzeltmeye açık bir kardeştir. ‘Ölü’ bir kardeş ise, değiş­mez ve yanlışını düzeltemez. İşte, istişarede, değişmesi müm­­kün bir yanlış ve yanlışı değiştirmesi mümkün bir insan sözkonusudur; ama, iş gıybete dönüşürse, ortadaki, bir yan­lış hali dondurma, sabitleme ve ilgili kişiyi bu yanlışla özdeşleştirme durumudur.

İstişare eden, esasen iyi halde olan ve daha da iyi olması mümkün olan birinin yanlışını, o yanlıştan kurtulmasının yolunu bulma adına sözkonusu etmektedir. Gıybet eden ise, o insanı o yanlış haliyle tarif ile, âdeta, “Onun asıl hali budur; ve bu halden kurtulması imkânsızdır” demektedir. Hayat faaliyet ve değişmenin ifadesi olduğu halde ‘yaşayan’ bir mü’min kardeşini değişmez bir kötü hal üzere görmek, manen onu ‘ölmüş farzetmek’tir. Biz, mü’min kardeşimizi ‘gıybet’e konu olan kötü hal üzere görmüş olabiliriz, hem o hal gerçekten de kötü bir hal olabilir; ama, onun sonraki saatler ve günler boyu da o hal üzere olduğunun, o hali aynen sürdürdüğünün ve asla o halin istiğfarını yapmadığının elimizde bir delili var mıdır? Bizim, varlığını o kötü hal ile sabitlediğimiz mü’min, ihtimal ki, kendisinde gördüğümüz o kötü hali takip eden zaman içinde değiştirmiş veya ciddi bir istiğfar etmiştir. Gıybetin gözü, işte bu ihtimale kördür. Kötü hali görür; ve iyi insanları, hiç değişmemiş, o kötü hali el’an sürdürüyor imiş gibi, manen öldürür!

Gıybetten önce…

‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye benzetmesinde böylesi hik­metler saklı Kur’ân âyetinin, gıybet yasağını, başkaca iki yasa­ğın üçüncüsü olarak getirmesi ise, ne yazık ki çoğu kez hatırdan kaçan bir husustur, ama ziyadesiyle manidardır. Bize özelde iç dünyalarımız ve içtimaî hayatımız için paha biçil­mez ilâhî ölçüler hediye eden Hucurât sûresinde yer alan bu âyet, ‘iman edenler’e hitapla ve onları ‘zannın çoğundan sakınma’ya çağırmakla başlamaktadır: Mü’minler, zannın çoğundan sakınmalıdır; zira, zannın bir kısmı büyük günahtır.

Âyetin, ‘zannın tamamı’ndan değil, ‘çoğu’ndan, ‘büyük kısmı’ndan kaçınmaya çağırması elbette manidardır. Çünkü zannın dilimize yerleşmiş haliyle ‘hüsnüzan’ ve ‘suizan’ olarak iki kanadı vardır. Hüsnüzan; hakkında kesin delil bulunmayan müphem ve muhtemel bir konuda, muhatabın iyiliği ve iyi­niyeti lehine hükmetmektir. Ne yapıldığı, niye yapıldığı, neyin niye söylendiği kesinkes bilinmeyen bir konuda, yapanın veya söyleyenin hayrı murad ettiğini ve hayrı hedeflediğini ummaktır. Suizan ise, tam zıddıdır bunun. Suizanda, yapılanın veya söylenenin ardında kötülük, kötü bir niyet, kötü bir hedef ve kötü bir murad aranmaktadır.

İşte, “Zannın çoğundan sakının” demekle, zanna dair durum­larda ekseriya ‘suizanna’ meyil gösterdiğimizi bildirir Kur’ân. Gerçekten de, hayatlarımızdaki zanların az bir kısmı hüsnüzan, çoğu ise suizandır. Zira, nefis suizan mümkün ol­dukça bizi hüsnüzandan alıkoymaktadır. Âyet ise, ‘sinelerde olanı bilen’ Zât-ı Alîm-i Hakîm’in kelâmı olarak, bizi işte bu zandan men etmekte; kesin bilgi ve delil olmayan, yani ‘zan’ alanına giren konularda suizan yasağı getirmektedir. Çünkü, suizan büyük günahtır; zira, kişiye, ihtimal ki asla kasd ve murad etmediği kötülükler yakıştırmaktadır.

Dahası suizan, hakkında kesin bilgi olmayan bir konuda bizi yanlış hüküm ve kararlara sevkederek, telafisi imkânsız zulümlere ve zararlara da sebebiyet verebilir.

Suizannın devamı…

Âyette, zanna dair ilâhî fermanın ardından, “Ve lâ teces­sesû” buyurulmaktadır. Buna göre, suizan gibi, tecessüs de yasaktır. Yani, mü’min, insanların özel hayatlarını kurcalama, onların gizli kusurlarını araştırma gibi bir halden emr-i ilâhî ile men edilmiş durumdadır.

Bu emrin ise, sırası ile suizan-tecessüs-gıybet yasağı getiren bir âyetin ortasında yer alma hasebiyle, gerek suizanna, gerek gıybete bakan bir tarafı vardır.

Zan, bir kez daha belirtirsek, birşey hakkında kesin bilgi sözkonusudur. İşte böyle belirsizlik durumunda “Herhalde böyledir,” “Bana göre öyle yapmıştır” gibi zannî hükümler veren insan, peşisıra bu hükme delil arama cihetine gitmektedir. O yüzden de, casus gibi, hakkında suizanda bulunduğu kişinin peşine düşmekte; onun hayatını zannına delil bulma kasdıyla didik didik etmekte, ilgili kişinin ayıbını ve kusurunu gözetlemektedir.

Bu, bir kere, Settâr olan bir Rabbin ahlâkıyla ahlâklanma durumunda olan insanın kendi kulluğuna yakışmamaktadır. Ki, hakikat-ı halde, O Settâr olmasa ve gizli kusurlarımızı giz­­lilik perdesiyle örtmesi, hangimiz başka insanların içine karışıp onların yüzüne bakabilir durumda olacaktır?

İnsanın Rabbinin Settâr ismini hayatında cilvelendirmesi sırrına yakışmayan tecessüs, öte yandan, insana bir eksen kay­ması yaşatmaktadır. İnsan için aslolan, ilgili Mâide âyeti­ni hatırlarsak, ‘kendine bakması’dır. Tecessüs ise, insanı baş­ka­larının gizli kusurlarını açığa çıkarma çabasıyla meşgul eder­ken, ona kendi ubudiyetini unutturmaktadır.

Tecessüs hali, ayrıca, ‘gıybet’in altyapısını hazırlamaktadır. ‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye giden yolun ilk adımı suizan, ikinci adımı ise tecessüs ile bu zanna delil aranmasıdır. Eh, insan kusur ve noksandan münezzeh olmadığına göre, araştırıldığında herkeste bir kusur bulunmaktadır. Tecessüs, işte bu yönüyle, mü’min kardeşlerimiz hakkında gıybeti yapılacak malzeme sağlar bize. Öyle ki, başrolde suizannın olduğu bir kusur ve ayıp araştırmasından sonra, menüsü ‘ölü kardeş eti’nden ibaret gıybet sofrası dolup da taşmaktadır. Hülâsa, gıybet, diğer iki noktası suizan ve tecessüs olan S-T-G şeytan üçgeninin üçüncü ve son noktasıdır.

Gönderdiği âyetler ile bizi temizlemek ve tertemiz kılmak isteyen Rabbimiz, mü’min kardeşini manen öldürüp etini yeme hükmündeki gıybeti haram kılan âyetinde, üçgenin bu iki noktasına bunun için değinmektedir.

Çokça gıybet eden, ama vicdanı bu gıybet halini kendisine sevdirmeyen insanlar olarak istediğimiz halde kurtulamadığımız gıybet halinin çaresi, önümüzde işte böylece beliriyor: Öncelikle ‘zannın çoğu’ndan kaçınmalı, ve peşisıra tecessüs edip mü’minlerin ayıp ve kusurunu araştırmaktan uzak durmalı ki, o sevimsiz gıybet hali silinsin üzerimizden…

Metin Karabaşoğlu

İftira, Gıybet ve Dedikodunun Kaynağı “Su-i Zan”

Bir gün önemli bir sıkıntıdan kurtulmanın sevinciyle şükür namazı kılmıştım. Tam selam vermiştim ki, bir arkadaşım yanında tanımadığım bir kişi olduğu halde odama giriverdi. Ben seccadeyi toplarken o tanıştırmaya getirdiği arkadaşına heyecanlı bir şekilde, “Gördün mü” dedi. “Herkese namazı cemaatle kılmalarını söylüyor, ama kendisi odasında kılıyor.” Espri görünümlü bu suizanna karşı çok rahat bir şekilde cevap verdim: “İstediğini söyleyebilirsin, az sonra bütün tahminlerin yerle bir olacak. Çünkü öğle namazımı mescitte cemaatle kıldım, şimdiki kıldığım ise şükür namazıydı.”
 
Hep birlikte gülüştük. Sonuçta küçük bir suizandı ve ucuz atlatmıştık. Bir de insanın hayatını zindan eden suizanlar var.
 
Bir bayan okuyucum telefon açmış, ağlayarak uğradığı bir iftirayı anlatmıştı. Bir gün kendi oturduğu katta asansöre binmiş, birkaç kat aşağıdan bir beyefendi asansöre girmiş ve zemin katta kabinden çıkarken kocasının kız kardeşi onları görmüştü. Kocasının kız kardeşi hüsnüzan etmesi gerekirken üç günahı birden işlemişti: Önce suizan, sonra iftira ve kadının kocasına gördüklerini anlatmak.
 
Oysa Kur’an’da, “Müminler ancak kardeştirler” hükmünü barındıran ve belki de bunu vurgulamak için “Ey iman edenler!” hitabının oransal olarak en çok geçtiği Hucurat Suresi’nde, “suizan, kusur araştırma ve gıybeti” yasaklayan Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah Tevvab’dır, tövbeleri çok kabul eder, Rahim’dir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Hucurat, 12)
 
Zanlar, gıybete dönüşür
Zan, ihtimal ve tahmin üzere hüküm vermektir. Bunun için zanna dayalı hüküm ve bilgiler de, zannidir, doğruluğu şüphelidir, kesin değildir. Eğer zannın sebebi, kişinin kendi nefsi ise, hata ve vebalin boyutu daha artmaktadır. Uhrevi sorumluluktan kurtulmak için çok zandan veya zannın çoğundan kaçınmak gerekir.
 
Zannın çoğunun günah olması, bazı zanların zararsız olduğunu gösterir. Söz gelişi, Allah’a ve müminlere hüsnüzanda bulunmak vaciptir. Ayette yasaklanan zan, mü’mine karşı suizan beslemektir ki, bu haramdır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadislerinde şöyle buyurur: “Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır.” (Buhari, Vasaya: 8)
 
Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet halini alır. İmam Gazali, bunu ”kalp ile gıybet” şeklinde tanımlamış; ”bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini” bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ”gözü ile kötü bir şeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak” şeklinde tarif etmiştir. (Kimya-yı Saadet, s.388)
 
Buna göre, kötü zan ve tahmin haramdır ve kalp ile yapılan bir gıybettir. Eğer bu kalp ile yapılan gıybet, bir başkasına anlatılırsa iki katlı bir günah söz konusu olmakta ve“Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun” (Ebu Davud, Edeb: 40) hadisine göre, daha büyük bir günaha neden olunmaktadır. Bu durum, hem kalp ve dil ile günah işlenmiş hem de iftira edilmiş anlamına gelebilir.
 
Zandan kaçınmak
Mü’min bir kimse hakkında suizanda bulunmaktan şiddetle kaçınmak gerekir. Eğer aklımıza takılan bir şüphe, bir soru işareti varsa, ya iyiye yormalı veya kişinin kendisine sormalıyız.
 
Tabii, davranışlarımızın suizanna uğramaması için gayret etmek ve uygunsa açıklama yapmak gerekir.
 
Konuyla ilgili yaşadığı bir olayı Peygamber Efendimizin (a.s.m.) eşi Hz. Safiyye şöyle anlatır: “Hz. Peygamber (a.s.m.) Ramazan ayında itikafta iken akşam vakti yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de O kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki Ensar’dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar. Rasulullah (a.s.m.) onlara ‘Biraz bekleyin, yanımdaki eşim Safiyye’dir’ dedi. Onlar ‘Sübhanallah,’ dediler. ‘Bu da ne demek ey Allah’ın Re­sulu? (Sana su-i zanda mı bulunacağız?)’ Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Şeytan, damarlardaki kan gibi insanda dolaşır. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.’” (Ebu Davud, Sünnet: 18)
 
Bu hadisten anlıyoruz ki, suizanna sebep olacak şeylerden kaçınmak, gerektiği yerde de açıklama yapmak gerekir.
 
Hangi şeyler suizanna sebep olur?
Bir mü’mine beslenen kıskançlık, kin, düşmanlık, tarafgirlik, rekabet duygusu suizanna sebep olabilir. Bu kötü duyguların hepsi de yasaklanmıştır. Çünkü “Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla, ıslahına çalışır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)
 
Müslüman’ın, diğer Müslüman kardeşi hakkındaki düşüncesinin ve özellikle hüsnüzannını ortaya koyması açısından şu hadis dikkat çekicidir: “Ben Hz. Peygamber’in Kabe’yi tavaf ettiğini ve (tavaf esnasında) şöyle söylediğini gördüm: ‘(Ey Kabe!) Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzeldir. Senin azametine ve senin kutsallığının azametine hayranım. Muhammed’in canı (kudret) elinde olan Allah’a yemin ederim ki, mü’minin hürmeti Allah katında senin hürmetinden şüphesiz daha büyüktür. Mü’minin malı, kanı ve hakkında hüsnüzanda bulunma kutsallığı (seninkinden üstündür).” (Buhari, Edeb: 57)
 
Bu hadis-i şerifte Hz Peygamber (a.s.m.), bir Müslüman hakkında hüsnüzanda bulunmayı, onun can ve malının önemiyle birlikte anmaktadır. Çünkü bir insanın iyi veya kötü olarak bilinmesi, özellikle onun şeref ve haysiyetini ilgilendirmekte olup, yerine göre en az mal ve can kadar önem arz etmektedir. Suizan ise, tüm huzursuzluk ve düşmanlıkların kaynağı olan dedikodu, gıybet, iftira, fitne-fesada sebep teşkil ettiğinden dinen yasaklanmıştır.
 
Suizan etmenin sebeplerinden birisi de, insanın kendisini beğenmesi, başka kimseleri kendinden aşağı görmesidir. Bediüzzaman bu konuda şöyle bir çözüm gösterir: “İnsan hüsnüzanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan suizan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkalarının bazı harekatını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek suizandır. Suizan ise, maddi ve manevi içtimaiyatı zedeler.” (BediüzzamanSaid Nursi, Mesnevi-i Nuriye)
 
Demek ki, herkesi kendisinden üstün gören bir kimse mü’minlere suizan etmez, sürekli hüsnüzanda bulunur.
 
Efendimizin (a.s.m.) şu hadisi şerifi hepimize bu konuda yol gestereci mahiyettedir:“Zandan sakının, zira zan, sözlerin en yalanıdır. Ey Müslümanlar! Birbirinizin kusurunu araştırmayın, haber koklamayın, haksız yere rekabet etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin tutmayın, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak Müslüman kardeşini küçük görmesi yeterlidir. Her Müslümanın diğer Müslüman’a malı, kanı ve ırzı haramdır. Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz fakat kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Buhari, Vasaya)
Cemil Tokpınar / Moral Dünyası

Bediüzzaman’ın Muhaliflerine (Şiir)

Ey Üstad’a dil uzatan iftiracı bedbahtlar

Ahlak ve edep timsali bu Zat’a karışanlar

 

O’na verdiğiniz zehir hiçbir para etmedi

Hapishane ve zindanlar O’nu etkilemedi

 

Çünkü yüce Yaradan’ı Hak nurunu yakmıştır

O nur ile âlemleri ziyadar eylemiştir

 

Siz zalimler ise zelil yerlerde süründünüz

Manen de insaniyetin nefretini gördünüz

 

Güya sizler insansınız yazıklar olsun size

Çıkmaz bir leke sürdünüz bütün geçmişinize

 

Buna rağmen sizin için necat kapısı vardır

O kapıyı çalan kişi sonunda bahtiyardır

 

Zira Üstad buyuruyor: “Benimle uğraşanlar

İmanlarını kurtarıp bu nura sarılsalar

 

Onlara hakkımı helal edip müjdeliyorum

Ve bu konuda sizleri şahit gösteriyorum”

 

Evet, O’nu mahkûm etmek isteyen çoğu zevat

Sonunda nedamet edip O’na olmuş cemaat

 

İftira eden sizler de nedamet ederseniz

Nur derslerini dinleyip cidden kulak verseniz

 

Belki şefkat kahramanı sizleri helal eder

Affınız için Allah’a dua ve niyaz eder

 

Zira Üstad Said Nursi eşsiz bir kahramandır

Din düşmanlarına karşı korkusuz ve yamandır

 

Bu öyle bir kahraman ki nedamet duyanlara

Ağlayıp gözyaşı döker dua eder onlara

 

Yalnızca insanlık değil âlem tebrik ediyor

Bütün zihayat ayakta Üstad’ı alkışlıyor

 

Bediüzzaman gerçekten mükemmel bir insandır

İnsanlık âlemi O’na minnettar ve hayrandır.

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

“Zan” veya “Önyargı” Nasıl Olmalı? Nelere Dikkat Etmelidir?

Zan, zıt anlamlı bir kelime olup sanmak, sezmek ve itham etmek anlamına geldiği gibi, bilmek ve itaat etmek anlamına da gelir. Bu itibarla zannın bazısı günah sayılmıştır:

Ey müminler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bazısı günahtır.” (Hucûrât, 49/12)

âyeti bunun delilidir. Bu anlamda zan, iyice bilmeden tahmine göre konuşmak, fikir yürütmek ve bilgi vermektir ki tahlil ettiğimiz âyet, bu tür zandan müminleri men etmektedir. Çünkü bu tür zanda yalan ve iftira vardır.

Zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve iftirâ ve bundan dolayı bir vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi işler olduğu zaman hata daha büyük olur.

Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan olduğunu düşünebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir. Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar.

Gerçi zannın hepsi günah ve vebal değildir. Allah’a ve müminlere güzel zan gibi vacip olan zan da vardır. Nitekim Nur Sûresi’nde:

Erkek ve kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile iyi zanda bulunup da…” (Nur, 24/12)

buyurulmuş ve Kudsi Hadis’te “Ben kulumun bana zannı yanındayımdır.” diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:

Her biriniz ancak Allah’a iyi zanda bulunarak ölsün.”

İyi ve güzel zan imandandır.”

Uygulamada kati olmayan hususlarda zanni delil ile amelin vacip olduğu yerler de vardır. Sonra geçime ait hususlarda olduğu gibi mübah olan zanlar da vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan ilâhî hususlarda ve peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi Allah’a ve iyi kimselere karşı kötü zan da haramdır.

Sakınılması vacip olan zannı diğerinden ayıracak olan ayırıcı özelliğe gelince:

Açıkta bir sebebi ve doğru bir işareti bulunmayan zan haramdır, kaçınmak gerekir. Bundan dolayı bilinmeyen bir adama iyi zan vacip olmasa bile kötü zan da caiz olmaz. Fakat fısk ve fücur ile tanınan kimselere kötü zan haram olmaz.

Bununla beraber: Tecessüs de etmeyin, yani müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve işaretler elde ederek zan ve yakîn meydana getireceğiz diye casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da açık olanı tutun, Allah’ın örttüğünü örtün.

Bir Hadis-i Şerif’te şöyle rivayet edilmiştir:

Müslümanların eksiklerini ayıplarını araştırmayın. Zirâ her kim Müslümanların ayıplarını araştırırsa, Allah Teâlâ da onun ayıbını takip eder, nihayet onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsvay eder.

Rivayet edilir ki: Hz. Ömer (r.a.) Medine’de geceleyin karakol gezerdi, bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap var.

Ey Allah’ın düşmanı; sen günah işleyeceksin de Allah seni muhakkak örtecek mi sandın?” dedi. Adam,

“Sen de acele etme ey müminlerin emiri! Ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ “Eksikleri araştırmayın.” buyurdu, sen gizliliği araştırdın, Allah Teâlâ “Evlere ön kapılarından giriniz.” (Bakara, 2/189) buyurdu sen duvardan aştın, Allah Teâlâ “Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin.” (Nûr, 24/27) buyurdu. Sen benim üzerime izinsiz girdin.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.),

“Nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tövbe eder misin?” dedi, o da

“Evet!..” dedi, bu şekilde bıraktı, çıktı.

Selam ve dua ile…

Sorularla İslamiyet

Fatih Sultan Mehmet’e Atılan İftiraya Cevap!

Ecdat tartışması aldı başını gidiyor. Ne çok tarihçimiz ve ne çok tarih filozofumuz varmış meğer. Hayret. Her şey bu yalnızca köşelerinden kükreyebilen aslanlarımızın buyurduğu keskinlikte halledilebilmiş olsaydı tarih diye bir disipline de ihtiyaç kalmazdı.

fatih-sultan-mehmed-han akşemseddin ve kadırgalarKlişeler ormanında yürüyoruz. Metafizik uykusundan uyanmakta olan bir “köşebent” geçmişe bir put gibi taptığımızı tespit etmiş. Alnından öpülmeyi bekliyor olmalı. Ona göre Necip Fazıl, Osmanlı’ya asla toz kondurmazmış. Gayet emin bir edayla şu cümleyi atıyor önümüze: “Alın bakın Necip Fazıl’ın padişahlarla ilgili yazdıklarına. Tam bir tepkisel yüceltme yazılarıdır.” Necip Fazıl’ı okumamış olsak lokmayı yutardık ama çok şükür Osmanlı’yı onun kadar ağır eleştiren çok az yazar olduğunu bilenlerdeniz. Fatih ve II. Abdülhamid gibi bir iki isim hariç neredeyse bütün Osmanlı tarihini hallaç pamuğu gibi atan Necip Fazıl’dan zılgıt yemeyen padişah ise yok gibidir. Kanuni ile ilgili söylediklerinden birkaç örnek:

“Tarih olsaydı bugün, alçalmamızın Kanuni ile başlatıldığı okutulurdu! O bir mirasyedidir!”

“Kanuni iki suç işlemiştir: Yahudi’yi memlekete sokmak ve şeyhülislamları atamayla getirmek. İkincisi ise en büyük cinayet!..”

“Kanuni kendi şahsıyla büyük değildir, devriyle büyüktür.”

Bu mudur ‘yüceltme’? Daha ne desin zatıalinizi memnun etmek için!

Bu birkaç cümle bile Necip Fazıl’ı okumadığını, okumuşsa da anlamadığını, yaşadığı başdöndürücü değişim esnasında fikirlerini başkalarınınkiyle karıştırdığını göstermiş oldu. Şimdi “şanlı ecdat tarihi” dersi vermeye kalkan ufak tefek köşebentleri atlıyor ve yanlış anlatılan tarihî bir gerçeği açıklamaya başlıyorum.

Murat Belge, öğrencilik yıllarımdan beri takip ettiğim bir aydın. Yazar, çevirmen, akademisyen… “İstanbul Gezi Rehberi” maddi hatalarına rağmen zevkle okunabilen bir kitabı. “Vatan” gazetesinde “ecdat” üzerine bir söyleşisi çıktı. Katılmadığım o kadar çok görüş beyan etmiş ki, hepsini tartışmak haftalarca bu köşeyi kapatmak anlamına gelecekti. Bu yüzden Murat Bey’e mahsus olmayan bir hatasına demir atmakla yetineceğim.

Belge, hem “Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür” adlı iddialı kitabında hem de Mine Şenocaklı’ya verdiği röportajda Fatih’in İtalyan ressamlara Topkapı Sarayı’nın duvarlarına “pornografik resimler” veya “freskolar” çizdirdiğini belirtiyor. Güya İstanbul Fatih’inin saray duvarlarına yaptırdığı bu müstehcen resimleri oğlu “sofu” Bayezid kazıtmış veya üzerini örttürmüş imiş! Şimdi “Sen Peygamber’in müjdesine nail olmuş birine nasıl bu iğrenç eylemi yakıştırırsın?” desem, ‘Bakın, dememiş miydik, bunlar şanlı ecdat hastalığına kaptırmışlar kendilerini, iflah olmazlar’ diyeceklerinden eminim. İsterseniz içinizden deyin diyeceğinizi ama müsaadenizle ben aydınlarımızı daldıkları bu rüyadan uyandırmak için sorgulama düğmesine basayım.

Kim söylemiş Fatih’in sarayının duvarlarına pornografik resimler çizdirdiğini?

Eğriboz’da Fatih’in kuvvetlerine esir düşen ve II. Bayezid zamanına kadar sarayda kaldığını söyleyen Angiolello adlı İtalyan, ülkesine döndükten sonra hatıralarını yazmış. Angiolello’nun hatıralarından öncelikle Franz Babinger’in Fatih hakkındaki cüretkâr ve garazkâr kitabıyla haberdar olmuştu Türk okuyucusu. Halil İnalcık hoca vaktiyle bu kitabı yerden yere vurmasına ve tarafgir bir eser olduğunu bilimsel olarak ortaya koymasına rağmen nedense kimsenin umurunda olmadı. Varsa yoksa Babinger. Bu ülkede ille ‘gâvur’ mu olmak gerek sözünü dinletmek için?

Yeri gelmişken belirteyim ki, Babinger pek çok başka efsanenin olduğu gibi Fatih’in saray duvarlarına ‘pornografik resimler’ çizdirdiği efsanesinin de ana kaynağıdır. Eskidendi o, ‘Babinger yazmış canım’ dediniz mi akan sular dururdu. Lakin artık durmuyor, onu da, ona biat edenleri de sorgu odasına davet ediyoruz.

Tarihçilikte ana kaynağa gitmediğiniz sürece yanılma ihtimaliniz çok yüksektir. Hele ikinci el kaynak kullanıyorsanız rehberinizi kargalardan seçmemelisiniz. Peki bütün atıfların kaynağı olan Angiolello ne diyor kitabında? Türkçe tercümesinde şunu:

Gentile (Bellini) tarafından birçok güzel tablo yapılmış ve hepsi saraya konulmuştu.”

Bu kadar. Şimdi Babinger’in bu cümleyi ne hale getirdiğini görelim: “Bellini, Fatih’in ve saray çevresindekilerin portrelerini yapmakla kalmamış, sarayın mahrem odalarını erotik ve muhtemelen müstehcen resimlerle de süslemişti. Bu resimler açıkça ‘şehevî nesneler’ (cose di lussuria) diye nitelendirilmiştir.” Numarasını yakaladığımız nokta tam da burası işte. Babinger “cose di lussuria”yı elçabukluğu marifet hesabı “şehevî nesneler” haline getiriyor, sonra onu “erotik” diye yorumluyor, ardından da “muhtemelen” kılıfı altında “müstehcen” (obscene) noktasına kadar dayıyor.

Eh, Babinger işi “erotik” ve “müstehcen”e getirir de bizimkilerin eli armut toplar mı? “Pornografik” yaftası bugünler için var zaten.

Halkın çok büyük bir kısmının İstanbul’u fethettiği için Nebevî müjdeye nail olduğuna inandığı bu büyük zatın içine düşürülmek istendiği tuzağı böylece yakalıyoruz. Şimdi “cose di lussuria”nın yanlış bir çeviri olabileceğine geliyoruz.

Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinden Patricia Fortini Brown’ın mükemmel çalışması “Venetian Narrative Painting in the Age of Carpaccio” Babinger’e en susturucu cevabı veriyor aslında. Brown’a göre Angiolello’nun genellikle “erotik” veya bizimkilerin dediği gibi “pornografik” diye çevrilen İtalyanca ifadesinin tam olarak neyi kastettiği bilinmiyormuş.

Neymiş peki? Genellikle “şehevî şeyler” veya “erotik freskolar” diye çevrilmesine rağmen, Osmanlı sarayında verilen ziyafetler ve diğer şenlik sahnelerinin resimlerinin yapıldığı anlamına da gelebilirmiş bu ifade! Zira ‘lussuria’, ‘lux’ kelimesiyle aynı kökten geliyor. Şehvet kadar eğlence, şenlik vs. gibi anlamları da var. Nitekim Avrupa ve Osmanlı saraylarında kır manzaraları ve eğlence sahnelerinin duvar resimlerinde yer aldığını biliyoruz. Venedik saraylarında bile bulunmayan ‘pornografik freskolar’ın Osmanlı sarayında ne işi olabilir Allah aşkına? Bakın Halil İnalcık ne güzel anlatmış “The Ottoman Empire” adlı kitabında:

Fatih, Bellini’yi Venedik’ten kendi sarayına freskolar yapması için davet etti. Fakat Fatih’i çağdaş Rönesans yöneticileri arasına sokanlar meseleyi abartıyorlar. O her şeyden önce Müslüman bir gâzi yöneticiydi, amacı da devleti dünyanın en güçlü imparatorluğuna dönüştürmekti.”

Dikkat ettiyseniz hoca hem ‘erotik’ ifadesini kullanmıyor hem de Fatih’in bütün açılımlarını yöneten ana fikrin İslamiyet olduğunu adeta haykırıyor. Tarihe tapıyormuşuz! Hayır efendiler, tarihe tapan eden yok. Tek gayemiz, tarihi muhabbet sofralarınıza meze olmaktan kurtarmaktır!

 Mustafa Armağan

www.mustafaarmagan.com.tr