Etiket arşivi: İhsan Atasoy

Diyarbakır’da Hızmet Yılları

DİYARBAKIR’A TAYİNİ

ÜSTAD’LA TANIŞTIKTAN kısa bir müddet sonra tayini Diyarbakır Askerlik Şubesi Başkanlığı’na yapılır. Kayalar’ın hamiyet, himmet ve şecaati, yerinde durmasına müsaade etmez. Allah’ın kendisine verdiği kabiliyetlerin Risale-i Nur’u yaymak için olduğuna inanır. Diyarbakırda iman bayrağını haşmetle dalgalandırmaya başlar. Önceleri kahvelerde resmî elbisesiyle sohbet eder, Üstad’ı anlatır. Büyük ilgi toplar. “Bir yüzbaşı hiç çekinmeden din iman diye anlatıyor!” diye dilden dile yayılır. Halkın çoğu merakla onu görmek için gelir. Sohbetini dinledikten sonra nasibi olanlar Nurlarla tanışır.

Bu arada Şark Oteli’nin bir bölümünde sohbete devam eder. Daha sonra evlerde ders yapmaya başlar. Ulu Cami başta olmak üzere Diyarbakır’ın en merkezî camilerini Nurların tebliğine vasıta yapar. Çünkü ona göre bu gerçeğin gizlenecek, saklanacak bir tarafı yoktur. İnsanlığın mutlaka bu hakikatlerden haberdar edilmesi gerekir.

Özellikle Şeyh Said Hadisesi sebebiyle sindirilmiş insanların mekânı olan Diyarbakır, onun açtığı manevi cihat bayrak, altında günden güne korku perdelerini üzerinden atar. Kendisinden önce Diyarbakır’da yedi-sekiz kişi kadar olan Nur talebeleri haftada bir, çekine çekine evlerde ders yaparlar. Kayalar bir müddet bu derslere de katılır. Fakat her dersten sonra haftaya dersin kimde yapılacağına sıra geldiğinde insanların üzerindeki çekingenliği görünce, cesur yüzbaşı ayağa kalkar ve cemaate şöyle hitap eder:

“Kardeşlerim, bundan böyle dersi üzerime alıyorum, artık Risale-i Nur dersleri benim evimde olacaktır. Herkes hiç çekinmeden, rahatlıkla gelebilir ve istediğini de derse getirebilir!”

Önceleri sayıları beş-on kişiyi geçmeyen dersler, Kayalar’ın evinde başladıktan sonra hızla artmaya başlar. Heyecanlı ve cazibeli olan bu derslere katılanlar arttıkça salon almamaya, bahçeye taşmaya başlar. Hatta derse katılanların sayısının beş yüzlere, binlere çıktığı olur.

Artık Kayalar’ın Diyarbakır’daki evi, Nur’un faal bir merkezi haline gelir. Kayalar bir yandan Risale-i Nur’u Kur’an hattıyla yazıp yazdırırken, diğer yandan Latin harfleriyle okuyup okutmaya devam eder. İhtiyaç duyulan çevre il ve ilçelere de eserleri ulaştırır. İnsanların istifade ettiğini gördükçe artan bir sevk ve gayretle Nurlara sarılır. Artık Risale-i Nur, Kayalar’ın hayatının gayesi haline gelir. Varlığının en mühim sebebini onları okumak ve okutmak bilir. Nurları okumak, muhtaç olanlara duyurmak onun kara sevdası haline gelir. Bediüzzaman’ın, “Eğer Şark’ta Mehmed Kayalar ve Hulusi Bey olmasaydı, ben gitmeye mecbur olurdum” demesindeki sırra mazhar olur.

Böylece Kayalar, Şark’ta Üstad adına hizmet gören bir ve kill ve sindirilmiş halkın üzerinden korkuyu kaldıran cesurbir nokta-i istinadı olur. Kayalar, Üstadı ziyaretten ayrılıp Diyarbakır’a gelişini ve o zamanki hissiyatını Şerif Nazlıcan’a anlatırken şöyle der:

“Üstadîmın İmam-ı Ali’ye (r.a.) atfen söylediği ‘sırrantenevveret, sözü, Diyarbakıra gelene kadar beni meşgul etti. Hep düşündüm. Bir hakikati hakikat olarak bileceksin, göreceksin, ama açıkça ilan edemeyeceksin, gizli kapalı kalacak! Bu benim fıtratıma uymuyordu. Diyarbakır’a geldiğimde Hz. Ali’nin Celcelûtiye’sindeki ‘sırrantenevveret’ ibaresinin ebced hesabıyla dökümünü yaptım. Tam 1950’ye isabet ettiğini gördüm. Hemen bunu Üstad’a bir mektupla bildirdim. ‘Üstad’ım, üç gün üç gece misafir ettiniz. Çok ders ve tavsiyelerde bulundunuz. Bütün ders ve tavsiyeleriniz başım gözüm üstüne. Fakat Hz. Ali’nin Celcelûtiye’sindeki ‘sırrantenevveret’ cümlesi yaptığım hesaba göre 1950’ye isabet ediyor. Biz de şimdi 1950’nin tam içindeyiz. Benim fıtratım hakikati gizlemeye razı olmuyor. Bu yüzden ‘sırrantenevveret’i ‘cehren tenevveret’ olarak algılıyorum. Üstad’ım bu işin artık gizlenecek tarafı kalmadı, bu gerçeği ilan etmek zamanıdır!’ diye yazdım, gönderdim. Üstad’dan gelen cevabi mektupta, ‘BarekallahMehmed kardeşim, sen serbestsin!’ diyordu.”

Üstad’dan gelen cevap üzerine Kayalar, kendine mahsus tavrıyla iman hakikatlerini her vesileyle ve her yerde ilan eder. Bu arada Üstad’la sürekli irtibat halinde olur. Ancak asker kisvesi altında Nur hizmetini yürütürken bir takım zorluklar önüne çıkmaya başlar. Üzerindeki takipler, baskılar yoğunlaşır. Bu arada evinde başlattığı derslere gelip gidenlerin sayısı her geçen gün artar. Bu durumda hizmetin resmî görevle yürütülmesinin güç olduğu ortaya çıkar. Kayalar, bütün bağlardan kurtulup hayatını tümüyle hizmete vakfetmeyi düşünür. Bu düşüncesini bir mektupla Üstad`a bildirir. Üstad, çoluk çocuğunun mağduriyetini nazara alarak buna pek razı olmaz, şimdilik görevine devam etmesini söyler.

Zulme boyun eğmeyen kahraman

Mehmed Kayalar

İhsan Atasoy 37-39

Bu güzel yazıyı siz Kardeşleri ile paylaşan: Abdülkadir HAKTANIR

Üstad’dan Sonra

HULUSl BEY, ÜSTAD’lN VEFATINDAN sonra da İlle-i gaye-i Nur ve Üstad’a olan sadakatini başladığı gibi devam ettirir Nur hizmetini hayatının en mühim gayesi bilir ve ne pahasına olursa olsun dersleri aksatmaz. Hatta sıkı takip ve tehditler altında bile derslere devam eder ve şöyle der:

    ”İmanî derslere korkusuz devam ediniz. İhtiyatkârlığı da ihmal etmeyiniz. Bu gibi hadiseler, aynı zamanda bizdeki iman-ı tahkikî dersi almak için şevkimiz olup olmadığını imtihandır. Hiçbir hadise bizim iman işlerimize engel olmamalı. Belki şevkimizi arttırmalıdır. Böyle olmazsa kaş yapayım derken göz çıkarmış oluruz, manen zarara düşeriz.”

Ders tarzı

Hulusi Ağabey’in ders tarzında kendine mahsus bir uygulaması vardır. Başta uzunca bir salavat-ı şerife, ardından genelde Binbir Hadis, Riyazü’s-Salihîn veya Buhari Tecrid-i Sarih Tercümesi’nden birkaç hadis-i şerif okur. Hadis kitabı yoksa On Dokuzuncu Mektup’tan birkaç hadis okuduktan sonra derse başlar. Bunun sebebini soranlara, Resulullah’ın (a.s.m.) ruhaniyetinden istimdat etmek diye açıklar. Bazen ilmihalden kısa bir bahis okuduğu da olur. Dersleri, zaman zaman anlattığı hatıra ve esprilerle süsler.

Çok sevdiği ve derslerde hazır olmasını istediği zatlardan biri Pehlivan Çavuş dedikleri Ahmed Doğan’dır. Bu zat, ehl-i kalp ve teslimiyeti kavi bir zattır. Onun için “Kuvvetli imanı var. Onun cenah-ı himayesine girenler var. Fakat o bizim pehlivanımız olmaya kanaat ediyor” der. Dikkatler dağılmaya başladığı zaman, ”Şimdi Pehlivan Çavuş ve Müzika-i Hümayun’dan marşlar dinleyeceğiz!” diyerek gür sesiyle ona marşlar okutur. Bazen, “İmanımızı tazeleyen bir cümle vardı. Hep beraber söyleyelim” deyip, cemaate topluca kelime-i şehadet getirtir, bazen küçük çocuklardan birini “Hasan Efendi!” diye çağırır ve ezberden risale okutur, böylece rehavet havası“ kaldırır.

Derslerde daima abdestli olup dizüstü oturur. Önündeki rahlenin üzerinde bulunan risalelerden, çoğu kez başkasına okutarak kısa açıklamalarda bulunur. Derslere başlamadan önce okuduğu babasından intikal eden meşhur salavat-ı şerifeşudur:
“Allahümme sallı’ alâseyyidı’nâ Muhammedin ve alâ âliseyyidina Muhammedin ayni’lhı’dâyeti ve kenzi’I-hidâyetiimâmi’l-hazreti emîni’l-memleketi tırâzi’l-hulelinasıri’l-mi’lelitâci’ş-şerîatisultani’t-tarikatı burhâni’l-hakîkatızeyni’l-kıyâmetişemsi’ş-şerîatişefii’l-ümmeti’ âli’I-himmeti kâşifî’I-ğummetiyevme’I-kıyâmetisirâci’lâlemîn. Allahuâsımuhû ve Cibrîle (aleyhisselam) hâdimuhûve’lburâkumerkebuhû ve kaba kavseynimakâmuhûve’I-ma’bûdumaksûduhûşemsi’d-duhâbedri’d-dücânûri’l-Hüdahayri’l-verâimâmi’l-müttekîneasfa’l-asfiyâiMuhammedini’l-Mustafa sallallâhüteâlâ aleyhi ve sellemekıbleti’l-ârifîne ve kâbete’t-tâifîne ve habîbiRabbi’l-Âlemîne ve alââlihîve ashâbihî ve ıtratihî’t-tayyıbîne’t-tâhirîne ve sellimteslîmenkesîranyâRabbe’l-âlemin. Âmîn!”

Meali:

‘Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in âline rahmet eyle ki, o bir inayet pınarı, hidayet hazinesi, peygamberlerin imamı, mülkün emini, takva elbiselerinin süslendiricisi, hak din mensuplarına nusret veren, şeriatın tacı, tarikatın sultanı, hakikatin burhanı, kıyametin ziyneti, şeriat güneşi, himmetiyle ümmete şefaat edecek olan, kıyamet günü bütün kederleri kaldıran, âlemlerin kandilidir. Onun koruyucusu Allah’tır. Onun hizmetkârı Cibril aleyhisselamdır. Bineği Burak, makamı Kab-ı Kavseyn’dir. Maksudu Mabududur. O gündüzde kuşluk güneşi, gecede dolunaydır. O hidayet nuru ve mahlûkatın en hayırlısıdır. Müttakilerin imamı, asfiyanın en temiz ve pak olanı Muhammed Mustafa’dır (sallallahü aleyhi vesellem). Ariflerin kıblesi, tavaf edenlerin kâbesi ve Âlemlerin Rabbinin Habibidir. Ya Rabbe’l-Âlemin, onun âline, ashabına, pak ve temiz nesline de çok çok selam eyle. Amin!”

Ders usulünü tenkit

Hulusi Ağabey, ders tarzındaki uygulamalarından dolayı tenkitler alır. Hâlbuki o, son ziyaretinde Üstad’ın huzurunda bile ayrı tarzı uygulayıp bu konuda Üstad’dan bir nevi icazet almıştır. Bu tarzı uygun bulmayanlara yazdığı bir mektupla son derece nazik ve iddiasız açıklamalarda bulunur:

”Üstad’ın ders okumak ve okutmak hususundaki usulünü ileri sürerek bizim ders, sohbet ve müzakere usulümüzü, ona uymadığı için kabule yanaşmamak istiyorsunuz ve Üstad derse başladığı zaman salavat-ı şerif ve hadis-i şerif okumuyormuş’ diyorsunuz ve ‘Ben de onu taklit edeceğim’ diyorsunuz. Bu hususta biraz izahatta bulunacağım. Onları insafla tetkik ettikten sonra, dilediğiniz gibi harekette serbestsiniz.

  1. Üstad Hazretleri müelliftir. Eserler ilham mahsulüdür. O zat Kadir ve Hakim-i Mutlak olan Allah’ın izniyle ve Hakim ismine mazhar olarak bu hizmete sevk edilmiştir. Bir mesele-i imaniye kalbe gelse, iki yüz ayet birden imdada geliyorlar, yani gönderiliyorlar dediğine bizzat şahit olduğum bir zatla, yani sırr-ı icaz-ı Kur’an’ı daima almaya ve vermeye muheyya bir manevî radyo istasyonu halindeki zatla, nasıl kendimizi kıyas edebiliriz.

Halbuki biz biçareler, menba-ı risaletten daima feyiz almaya ve aramaya muhtaç ve mecburuz. Bundandır ki, tefeyyüze muvaffak olmak için, o merkez-i risaletle musavi bir muvasala çaresini arıyoruz. Salavata ve hadis-i şeriflere bu sebeple müracaat ediyoruz. Ve binlerle hamd ü senalar olsun ki, bu sayede faideleniyor ve faidelendiriyoruz.

Bir araya gelişte mevcudun hepsine okutmak, ancak okumayı dürüst yapanlarla mümkündür. Zaten değişik zatlara okutturuyoruz. Nadiren ilmihalden bazı meseleleri bahsetmek ise ancak faydalıdır. Maalesef gençlerimiz ilmihalden çok zayıftırlar.

  1. Üstad Hazretleri kendisine ilham olunan eserleri okuyor Veya okutturuyor. Bana bir defa, ‘Kardeşim, ben de senin dersinde bulunmak istiyorum’ dedi. Sonra benim mahcup halimi görünce, ‘Kardeşim, ben demiyorum ki, ben Üstad’ınız değilim. Fakat Said olarak senin dersinde seni dinlemek istiyorum’ diye izah etmiştir ki, bu izahın manası da onun okumasını aynen taklit değildir. Onun nurlu eserlerinden faydalanmak çaresini aramaktır. Hem Zat-ı Risalete salavat-ı şerife getirmek, tek başına bir tarik-i hakikattir. Hem Peygamberimiz (a.s.m.) ‘Benim üzerime çok salavat getiriniz buyurmuş. Üstad Hazretleri de bundaki hikmeti eserinde beyan etmiştir.
  2. Benim derslerde okuduğum salavat-ı şerife, merhum pederimin hayatında senelerce devam ettiği bir salavattır ve hakkında, ‘Bir kimse sabah ve akşam bu salavatı okursa, kıyamet gününde ona şefaat olunur’ yani şefaati hak eder, rivayeti vardır. Üstad Hazretleri bu salavat-ı şerifede yalnız bir kelimeyi aslından tebdil buyurmuş. Rivayet hakkında da, Görmemiştim ama içindeki parlak kelimeler bu rivayete layık olduğunu gösteriyor’ diye cevap vermişlerdi. İşte okunmasının sebebi budur. Herkese bir mecburiyet yükletilmemiştir.
  3. Bir rüya-yı sadıkada manevî makamına girdiğim zaman, ‘Günde iki defa beni göreceksin!’ tarzındaki emirlerini kendisine arz ederek, tabirini ricama karşı, ‘Her sabah seni yanımda hazır edeceğim. Akşamları da ben senin dersinde bulunacağım!’ diye tabir buyurmuşlardı. İşte lillahilhamd vefatlarına kadar bu hal devam etti. Kim ziyaretlerine gitse, ‘Hulusi sabahleyin burada yanımdaydı’ buyurmuştur. Derslerimizde manen hazır olduğunda hiç şüphemiz kalmamıştır. Vefatlarından sonra da derslerde manevî bir inayet hissetmekteyim. Derslerin bazen çok feyizli oluşu bundandır.
  4. Bu fakirde tahsil hayatında başlayan bir meyelan-ı hayır var. Şöyle ki, bildiğimi bilmeyenlerden esirgememek, onlara şefkatle ve hislerini rencide etmeden yardım etmek hususundadır. Bundan yalnız bir vicdani zevk duymayı kâfi görüyorum. Kimseden asla ne maddî ne de manevî bir karşılık beklemiyorum. Orduda bulunduğum zamanlarda zabitan ve efrada maddî ve meslekî hususları ilmî ve ameli bir şekilde öğretmek, maneviyatlarını da takviye etmekten asla halî kalmamak Hizmet-i Kur’aniyeye bidayette yalnız yazmak ve okumakla devam ettim. Sonra kaderin sevkiyle bugün takip ettiğim usulü tatbike başladım ve mealen, ‘İnsanların hayırlısı, insanlara menfaatli olan kimsedir’ hadisini rehber ittihaz ettim. Hiç kimsenin kanaatine müdahaleye hakkım yoktur. Okumak, öğrenmek içindir. Öğrenmek başkalarına öğrendiğini yazıyla veya lisanen söyleyerek nakletmek içindir. Bir şey anlamadan okumak, okuyana bir fayda getirmeyeceği gibi, dinleyenlere de faydalı olmayacağım tecrübelerimle anlamış bulunuyorum.
  5. Kimseden sevmek, hürmet ve maddî medih etmek beklemiyorum. Daima hüsn-ü zan ummayı ve hayır duaya muhtaç bulunduğumu beyan ediyorum.”

Derslerde izahlar

Hulusi Ağabey, derslerde yeri geldiğinde izahlarda bulunur. Ancak onun izahları Risale-i Nur’un ruhuna tamamen uygun ve çoğu Risale-i Nur’ u, Risale-i Nur la izah şeklinde olur. İzahların genelde kısa tutulmasından yanadır:

”Risale-i Nur’u izah ediyorum diye keyfemâyeşa konuşmamalı. Çünkü hiçbir izah metnin yerine geçmez. Metni okuduktan sonra izah yapan, ‘Şimdilik manalar bu kadardır’ demeli. Ne kadar asla sadakat gösterirsek, o kadar ilhama mazhar oluruz. Eğer izahlar Nurlarda varsa kabul edilir” der.

Cemaat muhtelif olduğunda Küçük Sözler, Lem’aların başından ve Mektubat’ın küçük mektuplarından okunmasının daha uygun olacağını söyleyen Hulusi Ağabey, ”Endişemiz, okuduklarımızı nefsimizde tatbik ediyor muyuz olmalı!” der.

Dersler aralıksız devam eder

Üstad’ın sağlığında başlayan dersler, Üstad’ın vefatından sonra da Hulusi Ağabey’in babadan kalma evinde devam eder. Gerek bu derslerin yapıldığı zaman ve mekânı, gerekse Hulusi Ağabey’in derslerdeki tavrını yansıtan Selahaddin Eryavuz’un hatıraları, bizi zaman tünelinde seyahat ettirerek o günlere götürür:

“Dersler her gün akşam namazından biraz sonra Hulusi Ağabey’in evinde yapılıyordu. Evleri haremlik selamlık şeklindeydi. Ağabeyimizin imametinde yatsı namazlarını dersten sonra kılıp dersten dağılırdık.

Yaz aylarında dersler evin bahçesinde yapılırdı. Bahçe meyve ağaçları, çiçek ve sebze tarhlarıyla kaplı idi. Bahçenin üst köşesi ahşap parmaklıklarla çevrilmiş, içerisi kilimlerle döşenmişti. Burada yirmi beş kişi Namaz kılabilirdi. O zaman Elazığ’ın ekser evlerinde havuz başı tabir edilen havuzlu bahçeler vardı. Yaz dönemi dershanemiz böyle bir havuz başıydı.

Hulusi Ağabey ince bir minder üzerinde yüzü bize dönük diz üstü oturur, önündeki rahle üzerinde kitaplar bulunurdu. Biz de karşısında aynı şekilde edeple otururduk. Kendisi istirahat halinde dahi hep öyle otururdu. Her zaman büyük bir huzurda olduğunun şuuru içindeydi. Tam bir İslamî ve Osmanlı terbiye ve tertibi her zaman hâkimdi. Hulusi Ağabey’ in sağ tarafında Fahri Bey otururdu. (Bu zat, Afyon Hapsi’ndeÜstad’la beraber yatmıştır) Lügat hususunda çok bilgiliydi. Kelimenin köküne kadar inerdi. Bu yüzden ona ‘Kamus Efendi’ lakabını takmıştı. Hâkim Rüştü Bey, emekli Albay Yakup Bey ve diğer zevat sırayla otururlardı. Hulusi Ağabey’den önce de pederleri zamanında bu evde böyle dersler yapılır

Elektrik ve ay ışığının yaprak ve dallardan sızan huzmelerin altında, dallardan sarkan üzüm salkımları, gece sessizliğinde Öten cırcır böcekleri ve diğer gece kuşları, bu ulvi zikir derslere ayrı bir zevk katardı.

Namazı kıldırırken bej renkli bir cübbesinin cebinden çıkardığı ince sarığı takkesinin üstüne sarardı. Duvarda gömme dolapta kırmızı fes üzerine sarılı sarık dururdu. Ama onu pek kullanmazdı. Kendi tabiriyle uzun boylu Hüseyin Bey güzel sesiyle müezzinlik yapardı. Namazların sonunda başöğretmen Kadir Bey güzel sesiyle aşr-i şerif okurdu. Hüseyin Bey bazen talep üzerine kaside okurdu. Dut mevsiminde yatsıdan sonra tepsiler içinde dut ikram edilirdi. Derslerden sonra boş sohbet ve latifeler yapılırdı.

Hulusi Ağabey çok temiz, tertipli ve intizamlı idi. Saç ve sakalına itina gösterir, devamlı asker tıraşı olurdu. Kırmızı dudakları bıyığının altından gözükürdü. Beyaz, nurlu bir teni vardı. yüzü nurlu, beşuştu. Methedilmekten ve el öptürmekten ten hiç hoşlanmazdı. Elini Öpmek isteyenlerle aralarında mücadele olurdu. Çoğu kez elini arkasında saklar, el öpme teşebbüsüne karşı çevik bir hareket takınırdı. Başım bir tarafa çevirmez gövdesini de döndürürdü

Askerde istirahat verdiğinde kendisi cebinden çıkardığı Kur’an-ı Kerim’i okurmuş. Başöğretmen izzet Bey’den dinlemiştim. istirahat halinde dahi onu ayak ayaküstüne atıp oturduğunu görmedim. Daima huzurda bir hali vardı. Derslerin sonunda kapıya, bahçedeysek çıkışa yakın dururdu. Biz de onu selamlar çıkardık. İnsana insan olarak değer verirdi.’

Yaz aylarında dersler

Yaz mevsimlerinde dersler bağ ve bahçelerde yapılırdı. Bağ ve bahçe sahipleri sıraya girer, Hulusi Ağabey ve Nur cemaatini davet ederlerdi. Şehir haricine vasıtalarla gidilir. Vasıtanın giremeyeceği Harput dağ ve yollarına yaya yürünürdü. Önde Hulusi Ağabey hiç yorgunluk hissetmeden gider davet mahalline ulaşırdık. Civardan gelenler onu bir tarikatın şeyhi ve bir postnişin sanıp el vermesini isterlerdi. bundan çok çekinirdi. Hal ve tavırlarında böyle bir intiba bırakmamaya çalışırdı. Mürşit olarak Risale-i Nur’u tavsiye ederdi. Bu gezilerde sorulu cevaplı sohbetler de olurdu. Bazen Hüseyin Bey’e kısa kaside okuturdu. Dinlendikten sonra RisaIe-i Nur’dan bir bahis okunur ve ardından namaz hazırlığı başlardı. Hüseyin Bey ezan okur, namaza dururduk. Sonra yemekler yenir ve çay faslı başlardı. Merhum yemeğini küçük lokmalar halinde yerdi. Suyunu tatlı bir surette emer gibi üç yudumda içerdi. O sırada kısa bir fasıla verilir, etrafa dağılınırdı. İçimizde sigara içenler, onun yanında içmezlerdi. Hulusi Bey bunları bilir, izin mahiyetinde, ‘Haydi gidin, şeytanın gözüne üfürün!’ derdi.

Nur’un Birinci Talebesi

Hulusi Yahyagil

İhsan Atasoy

Sayfa 147-154

Bu güzel yazıyı nakleden kardeşiniz: Abdülkadir HAKTANIR

İntizamı Çok Severdi

Nuriye Yüksel(Eşi) anlatıyor

ÇOK TİTİZ VE TEMİZDİ. Mutfakta olsun, evde olsun intizamı çok severdi. Benim hayatta çok hoşlandığım şey, ona hizmet etmek, seyahate giderken çantasını, üstünü başım çok güzel bir şekilde hazırlamaktı. Yeni giyinmeyi çok istemezdi, ama temiz giyinmeyi çok severdi. Evdeki temizlik de dikkatini çekerdi.

Gece 12′ de de yatsa gece 2,5-3’te kalkardı. Bir cüz Kur’anı Kerim okurdu. Hatta bizim alt katta Dr. Metin Beyler vardı. O hazin hazin okurken kalkıp yatağına otururmuş. Daha sonra namaza başlamış. Komşuları rahatsız etmemek için sesini çok yükseltmezdi. Bana da: “Teybin sesini fazla açma, komşular rahatsız olur!” derdi.

Soyuyla ilgili kendisinden bir şey duymadım. Ama kendi ağabeyimden veya çevreden olsun duyduklarım var. Eber köyüne yerleşmişler. Dedeleri oradan Kemerkaya’ ya gelmişler AmaÜstad’ımızın kendisine ”Hasan’ım’ ‘diye hitap ettiğini, Sadık Ağabeyimden ve babamdan duydum

Rahmetli babam (Mehmet Çalışkan), Üstad’ımıza çok yakın olduğu için devamlı geceleri evde sohbetler olurdu Rahmetli Zübeyir Ağabey’den, Bekir Ağabey’den, Tahiri Ağabey’den anlatılırdı. O sohbetlerden çok hoşlanırdık. Üstad’ımızın kendisine ”Hasan’ım” dediğini, o sohbetler esnasında duymuşum.

Hizmetler onun için sevindirciydi

Son yaz o kadar seyahatleri oldu ki, bir taraftan gelip öbür tarafa gittiler… Sonradan anladım ki, bunlar, ”Allah’a Ismarladık” seyahatleriymiş! Çok yorgun olduğu hâlde, hiç ara vermiyordu. Ben çamaşırlarını yıkamaya yetişemiyordum, hemen yola çıkıyorlardı! O gelişlerinde: “Elhamdülillah o kadar güzel dershaneler açılmış, o kadar güzel kardeşler yetişmiş ki, ben gıpta ediyorum!” diyordu. ”Gençler ne kadar güzel okumuşlar, ne kadar güzel anlamışlar… Biz anlayamamışız!” diyerek sevincini dile getiriyordu.

Isparta’da vakıf dershanesi yapıldığında büyük bir dershaneye kavuştuk diye çok sevinmişti. Fakat son seneler, Anadolu’da yapılan büyük dershaneleri gördükçe, “Bizim vakıf çok küçük kaldı. O kadar güzel ve geniş dershaneler yapmışlar ki. . .” diyordu.

Ayrıca vakfın bitişiğindeki arsaya çok önem veriyordu. Bütün gayesi, orayı binaya katıp genişletmekti.

Barla’yı da çok severdi. Isparta’ya gelince, Üstad’ımızın Barla’daki evini vakfın üzerine almaya çok gayret etmişti. Fıtnat Hanım Teyze’nin eviyle Barla’daki çınarın yanındaki evi almak için çok çalıştı. Barla’daki evin sahibi İstanbul’daymış. Orayı vaktiyle ”köy odası” olarak hibe etmişler; ama tapusu hâlâ şahsın üzerindeymiş. İstanbul’a gittikçe evin sahibine hep uğrarmış. Adam, Sultanhamam’da tüccarmış. Gidermiş sabahleyin dükkâna oturur, beklermiş. Adam gelince mevzuyu açarmış. Hatta son gittiğinde biraz hiddetlenmiş, “Yeter artık, gel git usandım, şu tapuyu verin!” deyince, ”Gerçekten bu bey çok gelip gitti, tapuyu verelim artık…” demişler. Tapuyu alıp döndüğünde sevincini görmek lazımdı: ”Çok şükür tapuyu aldık!” demişti.

Beraber çok sık seyahat etmezdik. “Bana hizmette ayak bağı olursun!” derdi. Sabahleyin 11’de evden ayrılır, gece geç gelirdi. Bazen son seneler haftada birkaç gün evde olur’ du.

“Ben hizmeti düşünüyorum”

Bir gün kendisine: ”Ben ölünce Münker Nekir’ e ne cevap vereceğimi Ahiret âlemi nasıl olacak? Orada başımıza neler gelecek?” diye sormuştum.

“Ben bunları düşünmüyorum, ben hizmeti düşünüyorum. Herkes gibi biz de cevap veririz. Cenab-ı Hak nasıl münasip görürse o şekilde bizi yargılar. Ben bunları hayatımda hiç düşünmedim” dedi.

Son sene Barla’ya gittik. Kabrin olduğu yerde büyük bir ağaca yaslandı. ”Ustad da burada böyle yaslanır, etrafı temasa ederdi” dedi. Zaman zaman o ağacın altına, Ustad’ın saç ve tırnaklarını gömdüklerini söylemişti. Orada biz Mustafa Uyar Bey’in hanımıyla Cevşen okuduk. O yılın mart ayındaydı bu. Sonra mayıs ayında orada altı kişilik kabir alınmış. Himmet Ağabey’e söylemiş herhâlde… Etrafına beton atılarak kabir yeri belirlenmiş. Bir gün geldi rahmetli: “Gözün aydın, kabrimizin yeri alındı!” dedi. Sonra ben hiç merak etmedim, gidip görmek de içimden gelmedi. Kendisi de hiç bahsetmedi.

İçimde sıkıntı vardı

Almanya’ya giderken, hem benim içimde bir sıkıntı vardı, hem kendisinin içinde… Ali Uçar program yapmış, hangi tarihte hangi şehirde olacağını tespit etmiş. Bir aydan fazla bir programdı bu. Dedi ki: “Bu sefer hiç canım istemiyor Almanya’ya gitmek… Ama Ali Uçar çok ısrar etti; onu kıramadım!” dedi. Bir ara: ”Yirmi günde de dönebilirim” demişti. Sonra: ”Yok, bu sefer de Ali Uçar’ın dediği olacak, bir aydan önce dönemem!” dedi.

Ne zaman seyahate çıksa kendisiyle helalleşirdik. Yine helalleştik. “Sıkıldığın zaman, eğer bir ihtiyacın olursa, dershanede vakıf Osman’la asker Mustafa var, onlara söylersin, onlar sana yardıma olur” dedi.

Son hafta Hollanda’dan aradı. O gün sesi çok kısıktı. Önce uçakla gelecekti. Hollanda’dan aradığında: “Ben Ali Uçar’ ı bırakamadım. Onları yalnız göndermek içime sinmedi. Ben de onlara refakat edeceğim” dedi.

Bayram Yüksel

İhsan Atasoy
229-231

Bu yazıyı okuyucu Kardeşlerle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Evi Bediüzzaman Üniversitesinin Fakültesiydi

Abdullah Yeğin Ağabey anlatıyor

MEHMED FEYZİ AĞABEY, yetmiş yedi yaşına kadar halis riyasız bir İslam âlimi, sadakatli bir talebe ve çok faziletli bir mümin olarak yaşadı. Onun dünyası sadece eviydi inziva halinde yaşıyor, mecbur olmadan dışarı çıkmıyordu Resul-i Ekrem (a.s.m.) buyurmuş: “Fitneler çıktığı vakit evinizin hasırı gibi olun!” 0, adeta bu emri imtisal ediyordu. O, haliyle çoklarının imanının kurtulmasına vesile oldu.

Onu bir veya birkaç defa ziyaretle dindar olan, ahlakı güzelleşen çok kimse vardır. Onun hali, tavrı, konuşması, kıyafeti, hep İslamiyete sadakatini gösteriyordu. Üstad Said Nursiye de çok bağlıydı. Onun evi, Bediüzzaman Üniversitesi’nin bir fakültesi gibiydi. İki defa onu da Üstad Bediüzzaman’la hapse aldılar.

Hiçbir zaman o da Üstad gibi kılık ve kıyafetini değiştirmedi. İslamiyetin izzet ve şerefine uymayan bir haleti bulunmadı Frenk hayranlarının kılığına girmedi. Mahkeme müdafaası Şualar mecmuasında vardır. Okursak, sözlerinin ne kadar güzel. ilmî, aklî ve mantıkî olduğunu anlarız. Üstadını çok müspet ve muknî tarzda müdafaa ediyor. Ve Said Nursi Tarihçe-i Hayat kitabında “Emin ve Feyzi” imzasıyla yazdığı makalesinde Üstadım Kastamonu hayatını anlatışı ne kadar şirin ve güzeldir.

MÜSPET HAREKET ETTİ

Bütün takip, tarassut ve iftiralara rağmen sabretti. Müspet hareket etti. Kimseye zararı olmayacak tarzda, barıştırıcı, yapıcı ve tamir edici nasihatleri sohbetleriyle iman hizmetine devam etti. İktisadı esas kabul edip kimseye el açmadı. İzzet ve şerefiyle çoklara hüsn-ü misal oldu. Sadece Allah’a güvendi, O`na bağlandı. Aczini, fakrını, tefekkür ve şefkatini, haliyle de ifade ediyordu. Hal diliyle konuşuyordu. Dilinden ve elinden Müslümanların selamette kaldığı kimseydi. Kendisinden başkalarını örnek göstererek, kendine makam rütbe vermeden, tevazu ve mahviyetle rekabetsiz konuşuyor ve Bediüzzaman’ı hakiki mürşit bilerek, izinden ayrılmıyordu.

Onu 1948 senesinde Üstad Bediüzzaman’ın yanında tanıdım. O zamanlar, Müslümanlar suçlu gibiydi. Başında şapkası olmayana polisler çıkışırdı. Kılık kıyafetle sanki insanın kafası ve kalbi değişecekmiş gibi, herkes Avrupa’ya, Frenkler`e benzetilmeye özeniliyordu. Memurlar açıktan namaz kılmaktan korkardı. Kur`an okumak yasaktı. Çünkü onlara mürteci, gerici ve yobaz damgası vuruluyordu Lisede öğretmenler namaz kılan talebeye yobaz nazarıyla bakardı.

İşte böyle bir devirde Mehmed Feyzi Ağabey, karakol karşısında Üstad’ın yanında hizmet ediyordu. Risaleleri gizli yazıyor, Üstadına yardıma çalışıyordu. Üstad Said Nursî’nin imana ve ahlaka dair gençlere olan bir dersini Mehmed Feyzi Ağabey bize yazdırmıştı. Onun için emniyet müdürlüğünde ifadesi alınarak kendisi Denizli Hapsi’ne gönderildi.

OLGUN BİR HAFIZDI

O günlerde Müslüman olmak, İslamiyet’in icabını yaşamak, Sanki vatan haini olmaktı. İleri olduklarını iddia edenler, hiddetle. öfkeyle ellerinden geldiği kadar Müslümanlara zulmediyorlardı. lslamiyet’ten evvelki vahşet devrine döndüklerinin farkında bile değillerdi` Avrupa`nın manevî kölesi olanlar sanki ilerici  hürriyetçiydiler insan haklarından dem vururlardı Fakat iman ve Kur`an hakikatlerinden gelen Allah`a teslimiyet sayesinde hapishaneler dershane şekline girdi. Medrese-i Yusufiye oldu. Mehmed Feyzi Ağabey de bu medresede talebeydi. Üstadına hizmet ediyordu.

Mehmed Feyzi Ağabey’in Üstad`ın yanında Sükuti bir hali vardı. Üstad`ın emrini yerine getiriyordu.

Kastamonudayken ikindi namazından sonra Üstad’ın ona Amme Suresini okutması hiç aklımdan çıkmıyor. Güzel kıraati ve sesiyle çoklarımıza Kur`an okuma şevkini ve dinleme zevkini vermişti. O, Kur’an`ı ibadet için, tefekkür için okur, gösterişten kaçardı. Olgun bir hafızdı.

ÜSTAD`A BENZİYORDU

Denizli Hapsi’nden avdetinden sonra hastalanmış ve ziyaretine gitmiştim. Konuşması. hali, hareket ve siması, Üstad`a benziyordu. Gülmekten kendimi alamadım. O zaman bana dedi: “Beni Üstad`a benzetiyorsun, onun için gülüyorsun. lnsan sevdiğini taklit edebilir. Hem bu benim elimde değil.” Rahatsızlığımdan dolayı Kastamonuya gelince de ziyaret ettim. Hastalığımın bir tokat olduğunu söyleyerek bana güzel dersler vermişti. O zaman ziyade gafletteydim. Dersinden çok istifade etmiştim. Resul-i Ekrem (a.s.m.) buyurmuşlar ki: “Görüşülmesi size Allah`ı (c.c.) hatırlatan. amelinizi artıran. İlmi size ahiret iştiyakı veren kimselerle oturunuz.” işte Mehmed Feyzi Ağabey, böyle bir zattı. Kılığı. kıyafeti büyük insanın tavrını andırıyordu. O zamanlar biz gençler ise, hakikatleri ilan etmede ve daima Nurlar’dan bahsetmede daha hızlı olanları tercih eder. bu ağabeyimizin münzeviyane halini pek tenkit etmek isterdik.

Bize göre, herkese açık açık hakikatleri söylemeli, her yere gitmeliydi. Fakat sonradan anladık, o aldığı derse, fıtratına göre, muhitine göre en münasibini yapıyordu. Diyordu ki:“İlmin izzetini korumak lazım… İlim, bütün rütbelerin fevkindedir.”

Onun için, her hal ve tavrıyla şerefli, izzetli ve ciddi hareketleri ve konuşmasıyla taviz vermeden İslamiyet’i kalplere ve kafalara nakşetmeye çalıştı. İnsanlar, sadece onu görseler, konuşmasalar da insanî halinden ders alırlardı. Resul-i Ekrem (a.s.m.) buyurmuş ki:“Ameli olmaksızın dine davet eden, kirişsiz yay çeken gibidir.” Ve yine buyurmuş ki:

“İman temenni ve süslemelerle değil, kalplerde yerleşmesiyle, hareket ve tatbikatında onu tatbik etmesiyle vücut bulur.”

İşte bu ağabeyimizin halinde, bu hadislerin meali bulunuyordu.

SOHBETLERİ MÜTEVAZI İDİ

Tevazu ve mahviyeti, rekabetsiz tavrı, her Müslüman bağrına basar şeklinde ilmî konuşması, kalpleri teshir ediyordu. Risale-i Nur’daki ihlas, uhuvvet, muhabbet, samimiyet, ciddiyet, beraberlik onun yaşayış ve ifadelerinden aksediyordu. Çokları görüştükten sonra hayranlığını, tam ders aldığını ifade etmiştir. İster ehl-i ilim, ister ehl-i tarik olsun bütün Müslümanlar-ehl-i dünya da olsalar-_sohbeti onları tatmin ediyordu. Memnuniyetle ayrılıyorlardı.

Elbette Cadde-i Kübrâ-i Kur’aniye’de olanlar, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) “Herkesin akli seviyesine göre konuş!” emrini yerine getirirler, müjdelerler, kolaylaştırırlar, sevdirirler, nefret ettirmezler. İslamiyet’in her derdimize deva olduğunu, her halleriyle gösterirler. Nur’dan ders alanlar, kâinatı büyük bir kitap gibi okurlar ve okuturlar.

Böylece Risale-i Nur’un şah ı maneviııi devam edecek. Üstad Bediüzzaman’ın (ra) büyük manevi dershanesinde hissesi olanlar. mü’minlerin dualarına mazhar olacaklar, yetiştirdikleri talebeler, dünya durdukça evvelkilerin defter-i hasenatlarına hayırlı amelleri duaları ve faaliyetleriyle yazılacaklardı. Onlar daima geçen ve rahmet-i Rahman’a kavuşan büyüklerinin izini takip edecekler. inşaallah… Mehmed Feyzi Ağabeyimizin kıyamete kadar defter-i hasenatının kapanmamasını ve bizlerin de ahirete göçen bütün ağabey ve Üstad’ımızlahaşrolmamızı rahmet i ilahiyye’den niyaz ederiz.”

Bu yazı Mehmed Feyzi Ağabey’in vefatı üzerine 21.03.1989 da Almanyada bulunan Abdullah Yeğin Ağabey tarafdan bir taziye makamında yazılıp Türkiye’ye gönderilmiştir.

Bediüzzaman’ın Sır Kâtibi

Mehmed Feyzi Efendi

İhsan Atasoy
214-218

Bu güzel yazıyı Kardeşlerle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Ali İhsan Tola’nın Üstad’la Geçen Yılları

TOLA AİLESlNlN ÜSTAD’LA BAĞI, Ali Ihsan Tola’nn dayısı ve kayınpederi Abdullah Naili Tola’dan gelir. Daha önce geçtiği gibi Üstad, 1908’de Meşrutiyet’in başında İstanbul’da Şekerci Han’da kalırken kendisini ziyaret edenler arasında 0 gün Hukuk Fakültesi’nde okuyan Abdullah Naili Tola, Hasan Fehmi Basal ve daha sonra Diyanet işleri Başkanı olacak olan Hasan Hüsnü Erdem de vardır. Bu zatlar, 31 Mart sonrası bir sabah fakülteye gittiklerinde paşaların resmî elbiseleri üzerlerinde, kılıçları bellerinde olduğu halde asıldıklarını görürler.’

2007’dinlemiştim esnasında Ali İhsan Tola’dan bizzat dinlemiştim: “Yirmi yedi paşanın idamına hükmeden Divan-IHarb-i örfi Reisi Hurşit Paşa idi. Kimin idam edileceğine dair ferman daha önceden yazılıp masasındaki sumenin altına konulmuştu. Yani sonuç belliydi. Üstad da bu idamlıklar arasında yer alıyordu Hurşit Paşa sorgulama esnasında. ‘Siz de mi şeriat istemişsiniz?’ diye sorduğunda Üstad, ‘Kafirlerden başka kim şeriat istemez’ diye beklenmedik bir cevap verir. Bu sert çıkıştan sonra ona; üç buçuk madde halinde cinayetlerini sıralar. Bu müdafaayı dinleyen Hurşit Paşa. Bediüzzaman için yazlmış idam kararınısümenin altından çıkarıp yırtar: ve ‘Said Efendi siz serbestsiniz’ der.’

Ali İhsan Tola, Üstad’ı dayısından duyduğu kadar hayal meyal tanısa da, asıl Yeni Said dönemindeki tecdidinden Ve Risale-i Nur’dan habersizdir.

Ramazanlarda babası tarafından Senirkent’e hoca olarak getirilen Şamlı Hafız Tevfık’in teravihten sonra yaptığı derslerden dolayı da Üstad’dan bir nebze haberdardır. Fakat ne de olsa o bir Cumhuriyet çocuğudur. Tekke ve medreselerin kapatıldığı, tevhid-i tedrisatla eğitim yapıldığı bir dönemde yetiştiğinden herkes gibi asrilik rüzgârlarının etkisinde kalır. Hatta bu yüzden evlenene kadar Kur`an okuyamadığı gibi doğru dürüst namaz da kılmaz.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP’İN KONFERANSI

1950’de Eğirdir Orman İşletmesi’nde çalışırken, telgraf memurluğundan tanıdığı Zübeyir Gündüzalp’in Ankara Hukuk Fakültesi’nde vereceği konferanstan haberdar olur ve onu dinlemeye gider. Konferanstan çok etkilenen Ali İhsan Tola birkaç arkadaşıyla beraber Emirdağ`a Üstad’ı ziyaret etmeye karar verir.

Daha önce Üstad’ın ismini duymuş olsa da kendisiyle tanışmış değildir. O sıralar İmam-ı Gazalî’nin eserlerini okuyup tesirinde kalan Ali İhsan Tola, Hz. Ömer`in hayatından ve menkıbelerinden de çok etkilenir.

Altı arkadaş Üstad’ı ziyarete gitmeye karar verirler. Emirdağ’a vardıklarında Mehmed Çalışkan, Zübeyir Gündüzalp ve Mustafa Acet’i görürler. Kapıda kendilerini Zübeyir Ağabey karşılar. Ziyaret için izin almak üzere Üstad’ın yanına gider. Zübeyir Ağabey döndüğünde, Üstad’ın, “İçlerinden memur olan gelsin, diğerleri gitsin” dediğini söyler. Memur olan kendisidir ve heyecanla içeri girer.

ÜSTAD’LA GÖRÜŞMESİ

Üstad kendisini merdivenin başında, sarığı ve cübbesiyle bir nur abidesi halinde karşılar. İlk sözü, “Buyur İhsan” olur. Üstad’ın huzuruna girer girmez hayaline Hz. Ömer’in can~ landığını hisseder. Çok etkilenir ve hemen koşup elini öper. Üstad da başından öper. Hürmetle dizüstü yere çömelir. Gözlerini Üstad’ın gözlerine diker ve kendini bir türlü onların etkisinden alamaz. Üstad kimseyi gözlerine baktırmadığı halde ona bir şey demez.

Orada hazır bulunan Mehmed Çalışkan ve Mustafa Acet’e, “Bu benim akrabamdır” der. O da safıyane, “Bitlis’ten Isparta’ya nasıl akraba olacağız?” diye itiraz eder. Üstad, “Bir tarafı Hz. Hasan’dan, bir tarafı Hz. Hüseyin’den zinnureyne varıyor, Abdülkadir-i Geylani’de otuz üçüncü batında birleşiyoruz” diye sözünü sürdürür. O da materyalist eğitimin etkisiyle manevî bağlantılardan henüz habersizdir. “Biz nasıl akraba oluruz?” der.

“SENİ ALTI YAŞINDA TALEBELİĞE KABUL ETTİM”

Bunun üzerine Üstad, “Seni daha önce gördüm” der. Ali İhsan, “Akrabam çok, herhalde birine benzetiyorsunuz” deyince Üstad, “Hayır seni gördüm. Ben seni altı yaşından itibaren talebeliğe kabul ettim” der. Ali İhsan Tola, “Nasıl olur, ben ilk defa geliyorum, daha önce hiç gelmedim” diyecek olur. Fakat bu defa Zübeyir Ağabey araya girer, itirazını sürdürmemesi için kulağına eğilerek, “Kardeşim, sen görmesen de Üstad seni manen görmüştür, itiraz etme” der.

Ali Ihsan Tola, Üstad’ın ‘Seni altı yaşından itibaren talebeliğe kabul ettim” sözünün ne manaya geldiğini yıllar sonra anlar. Kendisinden dinleyelim:“Babam Abdullah Fehmi Efendi, Cumhuriyetin ilk yıllarında Senirkent Belediye Başkanı’ydı. Üniversite mezunu olduğundan Meclis’te nüfuzlu dost ve arkadaşları vardı. Olup bitenlerden haberdar olurdu. O yıllar tarikatların yasaklandığı, Doğu’daki ağaların ve şeyhlerin ipe gönderildiği veya sürgün edildiği yıllardı. Babam, Doğu’dan on iki şeyhi ve eşi vefat ettiği için ruhi durumu sarsılan bir yakınını Okumaları bahanesiyle Senirkent’e getirip misafir etmiş ve korumuştu. Bunlardan birisi HizanlıGavs Hazretleri’nin vekilidir. Ben o zaman altı yaşlarında bir çocuktum. Tekkeye yalnız gitmeleri dikkat çekeceğinden sırayla her birinin elinden tutar, her gün onları Hatça halamın evinden alır, Dağıstanlı Dergâhına götürürdüm O zaman bir yabancının yalnız hareketi göze batacağından babam beni kamufle olarak kullanırdı. Üstad manen benim o yıllarda yaptığım bu hizmeti görmüş ve onun için ‘Seni altı yaşında talebeliğe kabul ettim’ demişti.”

 

Üstad bu ilk gelişinde kendisine iki buçuk saat ders verir. Öyle bir feyiz alır ki, içinden keşke sohbet hiç bitmese ve hep daha fazla anlatsa diye geçirir. Bunun üzerine Üstad, Bayram Yüksel’e, “İhsan kardeşime bir aş pişir” der. 0 da kulplu büyükçe bir tencerede pişirdiği bulgur aşını getirip önüne koyar. Tahta kaşıkla aştan bir-iki kaşık alınca doyar. Üstad, “Devam et İhsan” der. “Doydum Üstadım” deyince, Üstad, “Ye ye” diye ısrar eder. Bu defa, “Fazlası hazm olmaz Üstad’ım” der. Üstad, “İşte ilmin de fazlası böyledir İhsan, birden hazmolmaz” diyerek kendisine ders verir. Ustad’ın huzurunda iki buçuk saat kıpırdamadan dizüstü oturduktan sonra sıra ayrılmaya gelir. Ayağa kalktığında bacakları uyuştuğu için dengesini kaybedip yüzüstü yere düşer. Üstad, Bayram ve Zübeyir Ağabeyleri çağırıp yardım etmelerini ister. Kollarından tutup kaldırırlar. Kendine geldikten sonra Üstad, Cevşen’ül Kebir’i hediye ederek, “Haydi yolun açık olsun” der ve kendisini yolcu eder.

AYAKKABISIZ GİTTİĞİNİN FARKINDA OLMAZ

Ali İhsan Tola kendinden geçer, manevi bir cezbeye tutulmuş gibi adeta kendini kaybeder. Hatta Senirkent’e kadar

ayakkabısız gittiği halde bunun farkında bile olmaz. Olağanüstü  haller bununla sınırlı kalmaz. 0 zamana kadar Kur’an okumasını bilmediği halde, yol boyu Üstad`ın kendisine hedıye ettiği Cevşenü ‘l-Kebir’i okuyup anlamaya başlar.

Senirkent’e varıp kapıyı çaldığında, eşi Saadet Hanım kendisinde bir gariplik hisseder, “Bu saatte araba yok. nasıl geldin?’ der. Boynunu büker, bir çocuk masumiyetiyle, “Geldim işte” cevabını verir. “Ayakkabıların nerede?’ dediğinde. “Bilmem” demekle yetinir. Saadet Hanım bütün bu hallere bir mana veremez. Fakat birkaç gün sonra kapıyı çalan bir zat. ‘Ali ihsan kardeş ayakkabılarını unutmuş, Üstad gönderdi” deyince, mesele anlaşılır.

Evet. Emirdağ`dan beri ayakkabısız geldiği halde çoraplarında en ufak kir ve yırtık olmaz. Üstad’ın himmetiyle daha ilk tanışmada tayy-ı mekân ve bast-ı zaman sırlarına mazhar olur.

KERAMET BEKLENTİSİ

Artık bundan sonra Üstad’ı sık sık ziyaret etmeye başlar. Bir gün risalelerde Çoban Eşref diye bahsi geçen Kesmeli Eşrefle ziyarete giderler. Kesmeli Eşref, Konya’ya Sabri Halıcı’ya sık sık gidip geldiğinden Mevlana-meşreptir.

Kesmeli Eşref, Senirkent’e de gelip giderek, kantaron ve kekik yağları gibi şeyler satar. Hafız olduğundan ayrıca Ramazanlarda evlerde namaz kıldırarak ihtiyaçlarını karşılar. Ali İhsan Tola’larda da misafir olur. Keramet konularına meraklıdır. Hep Üstad’ın kerametlerini merak eder. Hafız Ali’nin Üstad’ı yalınayak ziyaret ettiğini anlatarak, “Üstad’a yalınayak gideceğiz” der. Ali İhsan Tola o günkü haliyle, “Bu akıl işi mi, düz yolda tamam da, dikenli taşlı yollarda nasıl olacak?’ diye itiraz etse de sonra o da ona uyar. Beş saatlik bir yolculuktan  sonraBarla’ya varırlar.

Üstad’ın huzuruna girdiklerinde Üstad’ın bir çakı bıçağıyla tırnaklarını kestiğini görürler. Eşref Efendi içinden, “Tırnaklarını kestiği bıçakla belki de meyve soyuyor” diye geçirir. Üstad bunun üzerine tırnak kesmeyi bırakarak elindeki çakı bıçağım Eşref Efendi’ye doğru uzatarak, “Kardeşim bu halis çeliktir. çelik mikrop tutmaz” der.

Eşref Efendi. Ali İhsan Tola’yıÜstad’a şikâyet ederek, “Bu devamlı Imam-I Gazali’yi okuyor, başka bir şey okumuyor” der. Üstad, “Size zararı var mı?” deyince, “Zararı yok Fakat kimseyle konuşmuyor, devamlı okuyor” der. Üstad, “Size zararı olmadığı halde onunla niye uğraşıyorsunuz” der ve hemen ayağındaki yün çorabı çıkarıp göstererek, “Vallahi billahi ben lmam-ı Gazalî’nin ayağındaki bu çorap olamamBen lmam-ı Gazalî’den ders almışım. İmam-ı Rabbani’ye başlayınca onu bırakmışım. Imam-ı Gazali, Abdülkadir-i Geylani ve lmam-ı Rabbani de olsa bu zamanda bütün himmetlerini hakaik-i imaniyeye sarf edeceklerdi” der.

İhsan Atasoy
Bediüzzaman’ın Lokman Hekim Ruhlu Talebesi

Ali İhsan Tola
Sayfa 37-42

Bu mühim hakikatleri sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır