Etiket arşivi: İhvân-ı Müslimîn Cemiyeti

İslâm âleminin ikiz kardeşleri

Emirdağ’da, 1949 yılının bir Şubat gününde, hissettiği âni ve şiddetli bir rahatsızlık üzerine, Bediüzzaman Hazretleri talebesi Hüsnü Bayram’ı “Git gazetelere bak, İslâm âleminde menfi bir hadise mi var?” diyerek çarşıya göndermişti.

Hüsnü Bayram o günkü gazetelerde dikkate değer birşey göremedi. Ancak ertesi gün tekrar çarşıya gittiğinde, Bediüzzaman’ın bir başka talebesi ona gazetelerde aradığı haberi gösterdi:

Mısır’da İhvân-ı Müslimîn Cemiyetinin kurucusu Hasan el-Bennâ şehid edilmişti; bu arada cemiyet mensupları da geniş çaplı tutuklamalara ve işkencelere mâruz bırakılıyordu.

Bediüzzaman bu haberi aldıktan sonra, “Demek ki ben Mısır’daki kardeşlerimizin ahvâlinden müteessir olup hastalanmışım” dedi.

İhvân’a gelen darbeyi daha haber almadan kendi ruhunda hissedecek kadar onlarla alâkadardı Bediüzzaman. Anadolu’da Nur talebeleri ne ise, İslâm âleminde İhvân-ı Müslimîn de o idi onun gözünde. Bu ikisi için “İslâm’ın iki mütevâfık ve müterâfık saffıdır” diyerek aralarındaki karşılıklı uyum ve arkadaşlığı özel bir şekilde vurguluyordu. (Bkz. 2. Emirdağ Lâhikası, s. 34. Bütün Risale-i Nur Külliyatında “mütevafık” kelimesi sadece 3 yerde, “müterafık” kelimesi de 2 yerde geçer. Her iki tarafın birbirine karşı durumunu vurgulu bir şekilde ifade eden bu nadir kelimelerin özenle seçildiği anlaşılıyor.)

***

Bu iki hareket, zaten doğarken ikiz kardeş olarak dünyaya gelmişti. 1928 yılının baharında Anadolu’nun bir köşesinde Risale-i Nur’un ilk eseri telif edilir ve onun etrafında Nur talebeleri kenetlenmeye başlarken, aynı anda Mısır’da da Hasan el Bennâ’nın etrafında İhvân-ı Müslimîn Cemiyeti vücuda geliyordu.

Said Nursî de, Hasan el-Bennâ da dünyayı tehdit eden problemlerin Batı cemiyeti içinde doğduğunu ve buna karşı Batının değil, İslâmın öz değerleriyle çıkılabileceğini görmüştü. Temelden bir iman inşasıyla toplumu kurtarmaya çalışan Bediüzzaman gibi, Hasan el-Bennâ da bu dâvâyı temelden ele alıyor ve fertlerden başlamak üzere gittikçe genişleyen daireler halinde aile ve toplum yapısını düzeltecek topyekûn bir ıslah hareketini hayata geçiriyordu.

İhvân-ı Müslimîn hareketi çok kısa zamanda dalga dalga ülkeye ve İslâm âlemine yayıldı. Bu arada hareketin mensupları defalarca en çetin imtihanlardan geçtiler. Şehitler verildi, geniş çaplı tutuklamalar ve tahammülü imkânsız zulüm ve işkenceler yaşandı. Fakat her defasında İhvân yine ayağa kalktı, derlenip toparlandı ve daha da güçlenerek yoluna devam etti. Nihayet bu hareket, dâvâsından asla taviz vermeyen ve sahip olduğu herşeyi gözünü kırpmadan dâvâsı uğrunda feda edebilen insanlardan meydana gelen sapasağlam bir yapı halinde İslâm âleminde kök saldı. Risale-i Nur gibi, İhvân-ı Müslimîn hareketini de İslâm âleminin bağrından söküp atacak bir gücün mevcut olmadığını dünya defalarca gördü, hâlâ da görmeye devam ediyor.

***

İhvân’ın bu kadar çetin imtihanlardan güçlenerek çıkmasını sağlayan en büyük özelliği, iç muhasebe yapabilme kabiliyeti olsa gerektir. Süleyman Hayri Bolay hocamız, 1950’li yılların başlarında Irak’taki bir toplantıda büyük âlim Emced Zehâvî’nin şöyle dediğini naklediyor:

“Biz her mağlûbiyetten sonra kendi içimizde bir muhasebe yapar ve bu mağlûbiyetin niçin başımıza geldiğini araştırarak dersler çıkarırız. Suçu kâfirlere, Yahudilere, münafıklara atmak kolaydır; fakat bunlar Resulullah (s.a.v.) zamanında da vardı. Bunlar o zaman tesirli olmayıp da şimdi tesirli olabiliyorlarsa, kusuru kendimizde aramamız gerekir. Biz de böyle yapıyor ve kendi hatâlarımızı bulup düzeltmeye çalışıyoruz.”

Hatâ yapmak da, hatâ yaptığını kabul etmek de beşeriyet özelliklerindendir ve bizim gibi hatâdan münezzeh, kusurdan muallâ kişi ve topluluklardan çok uzaktadır! “Biz şu meselede hatâ ettik” diyen bir büyüğü veya topluluğu en son ne zaman işittiğimizi hatırlamıyoruz bile. Fakat İhvân-ı Müslimîn’in sadece şu özelliğini örnek alıp da hayatımıza geçirebilseydik, ülkemiz de, İslâm âlemi de herhalde bugünkü durumundan çok daha başka bir yerde olmaz mıydı?

***

Geçenlerde Genç MÜSİAD ile UTESAV’ın birlikte düzenlediği panelde, İslâm âlemini avucunun içi gibi tanıdığını belli eden bir vukufla konuşan değerli ilim adamı Müfid Yüksel de İhvân-ı Müslimîn’i anlatırken, sözü bu hareketin Risale-i Nur ile tevafukuna getirdi ve her ikisinin buluşması halinde İslâm âleminin önüne yeni kapıların açılacağını söyledi. Bu, herhalde kaderin kesin bir şekilde belirlediği ve bizi de hazırlamakta olduğu bir netice olarak görünüyor. İki tohumun da aynı tarihte toprağa düşmüş olması, bu hüsn-ü âkıbetin bir müjdesi değil midir?

Tek bir hakikat, tesadüfe havalesi imkânsız bir zaman tevafuku ile Anadolu’da Risale-i Nur, Mısır’da İhvân-ı Müslimîn olarak filiz vermişti. Şimdi, iki taraftan ıslahata girişmiş ve hiçbir kuvvetin söküp atamayacağı bir şekilde İslâm âlemine kök salmış olan bu “mütevafık ve müterafık safları” sadece İslâm âlemine değil, bütün insanlığa beraberce güzel bir gelecek hazırlarken görmek zamanıdır.

ÜMİT ŞİMŞEK

***

[2013 Eylül’ünde Son Devir’de yayınlanan bir yazı]