Etiket arşivi: İlim ve Bilim

İslâmî (B)ilim’in, Bilimsel Bilim’den Farkı ve Üstünlüğü

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî Bilim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Önceki haftalarda: “Eşyaya bakışımızı inşa ederken ve bu gözlemimizi ifade ederken; ya ‘fail Rabbi ve işleteni var(mış)’ veya ‘yok(muş)’ gibi bakılabileceği ve bunun (var–yok’un ortasının olmaması gibi) orta ve objektif bir referans noktası; nesnel ve tarafsız ve olgusal bir ifade biçimi; yani kâinatın agnostikolmamıza izin verebileceği nötr ve renksiz alanlar yok” demiştik, buradan devam edelim.

Yani düzenli bir fiil / faâliyet, işleyiş ve sonucunu anlatıp, tasvir eden herhangi bir cümle (mantıken vegramer olarak) fail ve özneye atıf yapmadan kurulamayacağı için; kâinat ve içindeki cansız ve şuursuz “madde”nin hareket ve işleyişini gözleyip, ölçerken de, bu fiil ve sonuçlarının fail ve özne ve ustası olan Rabbimiz’e atıf yapma zorunluluğu vardır.

Aksi hâlde “tabiât, tesadüf, zorunluluk, kanun, madde – enerji, atom, kuvvet, ısı, basınç, patlama, çekim, içgüdü, mutasyon, evrim, ayıklanma, DNA, güneş, hava, su, evrim, uzun zaman” gibi başka cansız ve şuursuz ve kör olan soyut veya somut, zihnî veya vehmî veya hayalî mekanizma, süreç veya şeyleri (halbuki onlar: “Üzerimizde ve bizimle gösterilen bu fiil ve sonuçlarının fail ve ustası, neden ve niçini biz değiliz ve olamayız! Bunun en büyük delil-ispatı da: Bizde bu fiil ve eserleri yapabilecek ‘kuvvet ve şuur, hayat ve ilim, göz ve kulak’ gibi olması gereken özellik ve ‘pergel, cetvel, kalıp’ gibi olması gereken techizatların olmamasıdır!” diye basbas bağırmalarına rağmen); fail ve özne, mimar ve ressam, usta ve mühendis olduğunu aksiyom ve önvarsayım olarak kabul etme ve öyle de inanma ve öyleymiş gibi kâinatı nedenselleme ve tasvir edip; bunun ispatına çalışma mecburiyeti doğmaktadır!

Mes’elâ yerdeki gündüz, ısı ve ışık ve aynalarda görünen Güneşler’in kaynağı ve sebebi gökteki “tek”ve “büyük” Güneş’in yansımaları olduğu kabul edilmeli. Aksi hâlde yerdeki bu “tecelli” ve ısı – ışık gibi özelliklerin gökteki tek büyük Güneş’le bağlantısı inkâr edilirse; yerdeki her Güneşçik timsâlinin, gökteki Güneş’le aynı sıfatlarda ayrı bir büyük Güneş ve yeryüzündeki bu ısı – ışığın kaynak, sebep ve failiolarakta, yerdeki bu Güneşçiklerin olduğuna inanma ve bunun delil – ispatını arama zarureti hasıl olmaktadır!

Yani mikrodan – makroya tüm cansız ve şuursuz eşyada görünen ve gözlenip, ölçülen “ilim ve irade, işitme ve görme, hayat ve şuur, terbiye ve temizlik, ölçü ve intizam, hikmet ve korunma” gibi ışıkkanunhakikâttecelli / tezahürfiil / faâliyetlerin kaynağı, nedeni, doğum yeri olarak yerdeki bu “camid, cansız, sönük ve aciz” madde ve zerrelerinin hareketi kabul edilmeli! Yani madde denizinin geniş yüzeyinde ve her zerre damlasında görünen bu ısı – ışık ve Güneşçiklerin Rabbimiz’den değil de; madde ve zerrelerinin kendi tabiat ve özelliklerinden kaynaklandığı mantıksızlığı; (hem de delilsiz – ispatsız!), başta “aksiyom” olarak kabul edilmek zorunda kalınacak. (Ki Bilimsellik Kriterlerine bağlı ve bağımlı mevcut Bilim’in baştaki aksiyomu bu!)

Veya eşyadaki bu özellik ve sıfatlar, fiil ve eserlerin, Rabbimiz’in isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahür, yansıma ve sonuçları olduğu farkedilerek; böylece madde’de görünen bu kuvvet ve özelliklerin sebebinin; madde’nin (sadece ve olsa olsa) Rabbimiz’in kudretinin alıcı ve nakledicisi veya yansıtıcısı olmasından kaynaklandığı anlaşılıp, teslim edilmeli! Herşey bulunması gereken noktaya yerleştirilmeli. Yani aciz madde’ye ilâhlık özellik ve sıfatları ve Rabbimize de aciz madde’nin özellik ve sıfatları verilmemeli!

Elhasıl gökteki tek azametli Güneş’i kabul etmemek veya inkâr ve ret için; sadece Rabbimiz’e ait olabilecek ve olan mutlak özellik ve sıfatlar; yerdeki madde ve zerrelere dağıtılıp; böylece tek hakikî Rabbimiz’e inanmaktan kaçınırken; aslında ve hakikâtte sayısız zerre ve eşyaya İlâhlık ve İlâhlık Sıfatları vermek ve çarnaçar öyle de inanmak zarureti hasıl olmaktadır! Farkında bile olmadan insan ürünü politeist (çoktanrılı) bir din inşa edilmiş olunmaktadır! “Farkında olunmadan” diyorum, çünkü kâfir ve müşrikler de içinde bulundukları durumun farkına varıp, yani kâfir ve müşrik olduklarını bilselerdi; zaten pişman olup, tevbe – istiğfar eder; yanlışlarından dönerlerdi! Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de geçtiği gibi: Kâfir / müşrikler de yeri – göğü (yani bütün’ü) yaratan bir İlâh’ı kabul etmekte; fakat içindeki tüm fiil ve sonuç, kuvvet ve sonuçlarını başka şeylere (yani parça’ya) vermekteler!

Elhasıl kâinatta madde – enerjinin varlık ve işleyişini nedensellemek ve nasıllamak (tasvir) için; tüm inanç ve inançsızlıklara eşit ve uzak mes’âfede konumlanıp, tarafsız gözlem ve olgusal ifadeler kurabileceğimiz bir gözlem noktası veya eşyanın agnostik olmamıza izin verdiği nötr ve renksiz alanlar yok! Bu konuda kurulabilecek nötr; yani inanç ve değer’den bağımsız ve ayrı bir cümle yapısı ve ifade biçimi yok! Yukarıdaki örneklerden de görüldüğü gibi; başta dil ve mantığın yapısı izin vermez buna! Çünkü fiil fâilsiz; eser müessirsiz; isim müsemmasız; sıfat mevsufsuz ve san’ât san’atkârsız olamaz!

Bunun götürdüğü mecburî istikamet olarak: Bilim; kâinattaki “ilim, irade, kudret, güzellik, denge, ölçü, adalet, koruma, doyurma; temiz – temizlik – temizleme” gibi fiil ve isim, sıfat ve kanun, hakikât ve program, neden ve sonuçlarının sahibi ve faili olan Rabbimiz’i kabul etmekten; hiç değilse önvarsaymaktan, yani “var(mış)” gibi yapmaktan kaçındığı için; (var – yok’un ortası olmadığı için) mecburen ve direkt “yok(muş)” gibiyi doğru varsaymak ve bu ateist ve materyalist inancın ispatını yapmak ve sanki bu inanç (hurafe, fikir, felsefe, zan) doğru ve kesin bir bilgi’ymiş gibi Bilimsel İfadeler kullanmak zorunda kalıyor!

Yani Bilim’in Bilimsellik Kriterlerine göre “Allah var(mış)” gibi gözlem ve ifade biçimi (yani “kim” sorusu ve “Allah” cevabı) yasak, yani bilimsel ve bilgi’sel değil; ama “Allah yok(muş)” inancına göre tavır takınmak ve böyle ifadeler kullanmak gayet Bilimsel ve doğru!

Biz de bu ateist ve materyalist inanca odun taşıyan; yani bu inanç ve hurafe (yani batıl itikad) doğru ve deneysellenip, gözleniyormuş gibi davranıp, ifadelerde bulunan bu yanlış ve çirkin Bilimsel Bilim Kriterleri yerine; İslâmî Bilim’in “İslâmî”; yani doğru olup, ayrıca doğruluğunun kâinatta somut, gözlenebilir, ayet / hüccet ve delil – ispatları olan; yani “İslâmî B/ilim”in bilimsel olmayıp, ilimsel olan kriterlerine geçilmesini öneriyoruz. Yani “bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmayı öneriyoruz.

Çünkü “bilim”, “bilgi”ye eşit değildir ve aynı anlama gelmez! Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Kriterlere göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş “filtreli bilgi”ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, ateizm ve materyalizm’e kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz! Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup; bu açıdan “bilim”; evrendeki bilgi’nin dar ve eksik, yanlış ve saptırılmış bir türü olabilir ancak. Bu açıdan Bilim ve Bilimsel Yöntem; ateizm ve materyalizm’e meşruiyet ve onay oluşturma; bu inancın delil – ispatını keşfedip, üretme ve bu inanç ve önvarsayım doğru ve gözlenebiliyormuş gibi yayın ve ifadelerde bulunmanın aldatıcı ve gizli bir yöntemi olmaktadır! Bu tanımıyla “bilimsellik”; kâinat ve içindeki eşya ve biz insanların, Rabbimizle aramızdaki bağlantı ve münasebetleri, zihin ve hayâl ve vehimde karartıp, örtme veya kopartıp, kesmenin adı olmaktadır!

Sonuç olarak: Mevcut Bilim; “Allah yok(muş) / varsa bile evrendeki varlık ve işleyişin herhangi bir aşamasına müdahale etmesine ihtiyaç ve zorunluluk yok(muş)!” önvarsayım / aksiyom / inanç / zanlarının mecburî sonucu olarak: Sadece Rabbimiz’in olabilecek ve olan eşyadaki fiil ve kuvvet, özellik ve sıfat, neden ve sonuç / eserlerin; gene “maddenin kendi zâtında içkin, kendi tabiat ve özelliğinden kaynaklandığı” inancını doğru kabul ederek; bu inancıyla çelişen tüm gözlem ve sonuçlarını filtreleyip, görmüyor veya “tesadüf, tabiat, kanun, içgüdü vs. ’lerle” çarpıtıp, kapatarak, köreltiyor!

Bu önvarsayım / aksiyom / inanç / zanlarının diğer mecburî sonucu olarak: Bu zorundalık sebebiyle;“madde–enerji + tabiat + tesadüf–zorundalık + hareket–süreç + uzun zaman (evrim)’ gibi şeylerin bütün bu işleri yapmasının mümkün olduğu ve zaten olanın da bu mümkün’ün gerçekleşmesinin delili olduğu”totoloji ve kısır döngüsüne inanmak zorunda kalıyor ve bütün bu zorundalıklarının diğer zorunlu bir sonucu olarakta; tüm gözlem – deney, teori ve bilimsel ifadelerini bu inançlarına göre şekillendiriyor!

Yani gözsüz – kulaksız eşyanın kabul etmeyip, bilâkis acziyetiyle reddettiği İlâhlık Sıfatlarını, eşyaya verme politeizminin dava ve savunuculuğunu yapmakta ve bunun farkına bile var(a)mamakta Bilimsel Bilim! Tıpkı eski putperestlerin; “putların maddesine tapmadıkları, aslında bunlarda bazı mukaddes ve kutsal özellik veya fonksiyon / işlevler bulunduğu ve Âlemlerin Rabbi’nin dünyadaki eşya ve işleyişi bunlar gibi vasıta ve sebeplerle düzenlediği ve bu putlar vasıtasıyla onlarla iletişime geçtiği” küfür ve şirki gibi!…

Elhasıl yalanın yalanı doğurması gibi; baştaki doğru varsayılan veya zannedilen veya inanılan bu fikir ve aksiyom, burada kalmayıp, zorunlu olarak başka inançları doğuruyor! Daha doğrusu; bu inanç / aksiyomların birbiriyle bağlantısı, neden – sonuç ilişkisinden ziyade; içine kapanık bir daireye benzer; yani bir kısır döngü ve totoloji mahiyetindedir! Yani bu fasid daireye göre: “O olmadan da kâinattaki bu iş, eserlerin olması mümkün ki oluyor ve oluyor ki mümkün!” gibi; nedenler, sonuçlarla ve deliller, ispatlarla yer değiştiriyor!

Mevcut Bilim’e hâkim olan felsefe; “eşyanın varlık ve hareket sebebi; yani varlığı bir maşa olarak, alet–edevat gibi hareket ettirip, sevkeden yok(muş)” hurafesine inandığı için; bu hipotezleri doğruymuş gibi, yani bu önhurafeleriyle tutarlı olacak şekilde evreni gözleyip – ölçüyor, failsiz (gramer ve mantık gereği, cümleye fail ve özne eklemek zorunda kaldığında da, bu boşluğu “sahte faillerle” doldurarak) nasıllamak ve nedensellemek zorunda kalıyor! Bilimsel Makale ve Yayınlarında, yayın şartı olarak; bu ateist ve materyalist dili zorunlu tutuyor!

Elhasıl, başta doğru varsaydıkları bu hipotezlerine göre tanımlanan Bilimsellik Kriterleri, yani Bilimsel Yöntem ve Felsefesi; “tarafsız ve objektif, olgusal ve nesnel” olduğu iddia (daha doğrusu yalanıyla), bu ambalajla aslında ateist ve materyalist, natüralist ve determinist felsefe ve inançlara delil ve meşruiyet üretmeye çalışmakta!

Bu amentüleriyle çelişmeyip, bilakis destekleyen failsiz ve öznesiz, müessir ve ustasız kurgulanan her Bilimsel İfade ve Argümanları, bu ateist ve materyalist inançlarının (güya!) delil – ispatına hizmet etmektedir! Bu ifadeleri okuyanların bilinçli zihinlerine farkettirmeden (yani bilinçsiz zihin / bilinçaltlarına), inkâr ve şirk bakış açısını kodlamakta, bu inancı programlamaktadır!

En masum ve nötr gözüken Bilimsel İfadeleri tekrarla okuyan zihinlerde “Allah yok(muş) varsa bile bu işlere karışmıyor(muş)” şeklinde ateist ve materyalist bir evren tasvir ve kurgusu inşa edilmekte! Bu ifadelerde saklı ve gizli “dışarıda natüralist ve determinist kural ve zorunluluklara göre işleyen; yani Allahu Teâlâ’dan bağımsız ve ayrı, kendi kendine ve otomatik olarak çalışan bir dünya var” ilüzyonu telkin ve ilka edilmekte; cansız ve camid sopalar, zihin ve hayâlde hareketli ve canlı yılan olarak gösterilmekte; fısıltı ve üflenmektedir!

Yani mevcut Bilim, baştan hâkim olan paradigmaya göre; yani gözlenmemiş, delilsiz ve ispatsız “Uzun Zaman + (Madde-Enerji) + Tesadüf-Zorunluluk = Herşey Mümkün” amentüsüne göre; herşey, örneğin“şu resmin, şu boya – fırça – tuvaller; yani şu mevcut madde – enerjiyle; kendi kendine, otomatik – mekanik mekanizma ve kanunlarla; şu şu sebep, tabiat, tesadüf, enerji ve zorunluluklarla olması mümkün ve kâinatta olan da bu!” diyerek; kâinatta olanların herhangi bir fail ve usta ve ressama atıf yapmadan nasıl ve nedensellenebileceğini; varlık ve işleyişinin açıklanıp, izah edileceğine inanmaktadır!

Yani Da Vinci gibi bir ressam ve usta olmadan Mona Lisa’nın olmasının mümkün olduğuna ve bu mümkünün de gerçekleştiğine ve gerçekleşmeye devam ettiğine inanmaktadır! Ressama hiçbir ihtiyaç ve mantıkî zaruret duymadan; failsiz ve öznesiz, resmin nasıl olduğunu tasvir ve niçin olduğunu nedenselleme hastalığıyla malûldür!

Önündeki masaya bakarak; “Bilimsel Yöntemimde ben bunu, marangoz ve ustasını denklem ve teorilerime dahil etmeden nasıl nedenseller ve tasvir edip, açıklayabilirim?”in derdindedir!

Taş – demir cinsinden olmayan ve zaten olmaması gereken Mimar Sinan ve ustayı kabul etmeyip, üstelik inkâr ettiği için; Süleymaniye’nin fail ve neden ve niçin’ini taş – demir cinsinden Süleymaniye’nin içinde aramak zorundadır! Ancak Mimar Sinan gibi bir mimara ait olabilecek şuur, hayat, ilim, irade, kudret, san’ât gibi isim ve sıfat ve maharetleri taşa – toprağa vermek ve öyle de itikad etmek zorundadır! Binadaki her bir tuğla veya atomun birbirlerine hem hâkim ve hem de mahkûm olduğu safsatasıyla, inkâr ve şirk yolunun hafriyatıyla meşguldür!

Bir ordunun tek bir kumandanın emri, tek bir devlet yasasıyla yönetilmesi ve tek bir yerden giydirilme ve techizatlandırılması kolaylığı yerine; her askerin, kendi başına değişik sebep ve tesadüf ve doğa – fizik yasalarıyla bu organize işleri yapabileceği ve yaptığı inancındadır!

Bir tavla oyununda bile zarların hep düşeş gelmesi tesadüfe verilmeyip, bir hile; yani zarların arkasında şans değil, tercih edici bir irade ve fail aranırken; sebebi veya kuralı, yani faili bilinmeyen veya kabul edilmeyen kompleks kâinat oyunlarında, Tesadüf Tanrısı’na hemen atıf yapabilmekte! Veya “böyle olması determine ve zorunlu olduğu için devamlı böyle oluyor”; yani hep böyle oluyor, çünkü zorunlu vezorunlu, çünkü hep böyle oluyor gibi mugalata ve safsata ve neden – sonuçların yer değiştirdiği totoloji ve fasid dairelere giriliyor!

İlim – irade – kudretiyle yemek yapmayı niyet eden, ilminde haritasını çizen ve bilen ve kudretiyle yapan, yani olmazsa olmaz olan, hatta “sebep” dediklerimiz bile onun sayesinde, onun sebebiyle “sebep ve alet” katına yükselebilen “aşçı”yı; yani fail ve müessir ve usta olan Allahu Teâlâ’yı, O’nun amaç – ilim – irade – kudretini hesaba katmadan; yani “madde ve işleyişini O yokmuş gibi, varsa da karışmıyormuş gibi, olsa da olur olmasa da olur gibi(!) nasıl tasvir ve nedenseller ve açıklayıp, nasıllarım?” sorusunun cevabını aramakla meşgul Bilimsel Bilim! Yanlış sorunun ise doğru cevabı olmaz, önce soruyu düzeltmek gerekir.

Elhasıl Bilim’in Bilimsellik Kriterleri “ateist – materyalist – natüralist ve determinist” felsefe ve inançlarının, doğru olduğunu önvarsayıyor! Önvarsaymaktan öte; bu inançları kesin bilgiymiş, kesin doğruymuş; olgusal ve deneysel bir gerçekmiş gibi kâinatı gözlüyor – ölçüyor, tasvir ediyor ve bu inancına göre Bilimsel İfade ve Makalelerini dizayn ediyor! Yaptığı her keşif ve gözlem, bulduğu herşeyi bu öninancının delil – ispatı olarak kullanmaktan çekinmiyor!

Bilimsel Bilim’in yanlış sorulara verdiği yanlış cevapların efsunundan bakış ve anlayışımızı çevirip, baktığımızda, sorulması gereken doğru soru şudur: “Allah’tan başka hangi sebep, aynı topraktan türlü renk–koku–şekilde ni’metler; tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!? Allah’tan başka hangi neden atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı başka bir deriyle korur!? Rabbimiz’den başka hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir!?… Hangi sebep doğmamış bebeğe karnından bir kordonla; doğunca da dişsiz o bebeğe safi ve en gerekli bir sütü memeden gönderebilir!?” Uzay boşluğunda direksiz sür’âtle dönen Dünya Gezegeni’ne hergün tonlarca meme kanalıyla sütten ırmaklar, arı kanalıyla baldan nehirler, ağaç kanalıyla elmadan denizler yaratılıyor, akıtılıyor! Bunları görmüyor, farketmiyor; nedenini ve failini sormuyoruz! Neden? Çünkü Bilim, “kâinatta bu işler failsiz olabilir ve zaten oluyor” hurafesine bizi inandırmış!

Sineğin 2 eli bile girmeyen hücredeki nizam ve intizama, Bilim’in gösterdiği ve Rabbimiz yerine ikame ettiği hangi sebep, sebep olabilir; fail olup karışabilir; karışsa karıştırmaz mı!?

Sonuç olarak: Bilimsellik Kriterleri uyarınca Rabbimiz’i özne ve fail kabul etmeyen, üstelik reddeden(yani ateist ve materyalist, natüralist ve determinist) Bilim’in Bilimsel İfadelerinin semantik ve yapısal analizi yapılıp, cümleleri “nesne – özne – fail – yüklem – tümleç” açılarından incelendiğinde, görülecektir ki: Bilim; gör(e)mediği Rabbimiz yerine, gördüğü veya gör(e)mediği sayısız mekanizma ve şeyin, evrendeki faaliyet ve sonuç / eserlerin özne ve faili, usta ve müessiri olduğuna inanmakta ve kâinat ölçüm ve tasvirlerini bu inancına göre yapılandırıp, kurgulamaktadır!

Mevcut Bilim’e göre; “dünya döndürülmüyor, dönüyor; arıya bal yaptırılmıyor, arı yapıyor; ağaç tezgâhında elma üretilmiyor, ağaç yapıyor; toprak zarfıyla ürün gönderilmiyor, toprak yapıyor; yağmur gökten gönderilmiyor, gönderilmesine gerekte yok, çünkü yerçekimi sayesinde zaten gökten (tabiatıyla / tabiâtına uygun olarak) düşüyor; canlı ve bitkiler türlü mutasyon, değişim, evrim, tesadüf, uzun zaman, ayıklanmalarla oluyor, yani Allah yaratmıyor ve terkip – inşa da etmiyor; tavuk eliyle yumurta gönderilmiyor, tavuk yapıyor; demir – flor gibi elementler yıldızlarda pişirilip, gönderilmedi, onlar zaten dünyanın oluşumunda başlangıçta gelmişti ve gelmeye devam ediyor, yeraltında var; suyu Rabbimiz hiç’ten yaratmıyor, hidrojen ve oksijen birleşince (bileşik sayesinde / sebebiyle!) zaten oluyor; şifa veren bir Allah’a gerek yok, ilâçlar zaten bunu başarıyor!… ”

Mevcut Bilim; Es-Samed olan (hiçbirşeye muhtaç olmayan, herşeyin varlık ve devam ve işleyişi için her ân / mekân O’na muhtaç olduğu) Rabbimiz’i kabul ve itiraf yerine, kâinat ve içindeki madde veya öz’ün Samed (yani Allah’a ihtiyaç duymayan) olduğu önyargı ve inanç, zan ve varsayımını savunuyor!

Ezelî ve ebedî (başlangıç ve sonu olmayan, yani sonsuz) Rabbimiz yerine, madde – enerji’nin ezelî ve ebedî olabileceği ve olduğunun delil – ispat, teorisi peşinde!

El-Hay ve Muhyî (hayattar ve hayat veren) Rabbimiz’in, cansız bitki ve organizmalara hayat verdiğini kabul etmektense, cansız ve camid madde ve zerrelerinin toplanma ve organizasyonunun hayat verebileceği ve verdiğine inanmakta! (Yani parçası’nda olmayan özellik ve sıfatların, bütününde olabileceğini mümkün ve ma’kûl görmekte!) Gayr-i mümkün bu hurafesiyle; “hayat veren Allah” gibi bir neden ve sebep ve fail olmasına ihtimâl bile ver(e)memekte; bunu teori, hatta hipotez olarak bile kabul etmemekte!…

“İlham ve sevk-i İlâhî”yi delilsiz reddederken; delilsiz “sevk-i tabiî ve içgüdü”ye inanmak ve sebep olarak göstermekte bir çelişki görmemekte!

Zamansız ve mekânsız Rabbimiz ve fiil, işlerini gözüyle görmediği için kabul etmeyip, üstelik ret ve inkâr ederken; zamansız ve mekânsız “tabiât, tesadüf, zorunluluk, kanun, uzun zaman, paralel / çoklu evrenler” gibi (zihin ve dil dışında, hariçte; yani reel ve somut olarak gösterilemeyen) zihnî veya hayalî veya vehmî süreç veya kavramları gayet kabul edilebilir ve bilimsel yöntemine uygun bulmakta!

Her neyse, asıl konumuz; Bilim’in Metafiziği, yani Teoloji, Ontoloji ve Epistemolojisi veya buna bağlı olarak şekillenen Bilimsel Yöntem ve Kriterleri veya üzerine temellendiği Bilimsel İtikad ve Hurafe; yani Amentü ve İnanç Esasları değil. Yeri geldiği için bahsedildi.

Sonuç olarak: Bilim’in “neden – sonuç” zincir ve şablonuyla açıklamaya çalıştığı varlık; yani Deterministik Kâinat Kurgu ve Tasviri, (bilinçli zihnimizin filtre ve antivirüs programlarına takılmadan) direkt bilinçaltı zihnimize:“Eşya; varlık, işleyiş ve sonuçlarının meydana gelmesinde Allahu Teâlâ’ya muhtaç değil!”vesvese ve amentüsünü, bilincimizin işitemeyeceği şekilde, bilinçaltımıza sessizce fısıldıyor! Harf mahrec ve kalıplarına girmeyecek kadar ufak üflemeler; kelime kalıplarıyla cisimleşmeyip, sözcüklere bürünmediğinden; bu ufak ve sessiz ve yavaş üflemelerin, tekrarla, telkin ve ilkası, bize te’sir edip, bizi teshir (sihir) ve hipnotize etmekte! Kâinattaki cansız eşya ve maddî değnekler; büyücülerin (bilim büyücüleri!) elinde hareketli ve canlı, “hareket ve özellikleri kendinden / kendi sebeplerinden / kendi tabiat ve zâtından” yılanlara dönüşmekte!

Elhasıl Bilim’in keşfedip, bulduğu her “neden (sebep)” veya olmasını varsaydığı “herşey”; Rabbimiz’le aramıza bir perde sebep, uzaklığı arttıran bir mes’âfe daha eklemekten ve eşya ile Rabbimiz arasındaki nedensellik / nisbet / münasebet ve etki / iletişim ve çağrışımları zihinde kapatıp, kesmekten; madde’nin şeffafiyetini biraz daha azaltmaktan daha ileriye gidememekte!

3 boyutlu kelimelerle yazılmış Kâinat Kitabındaki Ayetleri telâffuz edip, ancak tercüme ve anlamını bilmeyen dar ve sığ Bilimsel Yöntem ve Hurafevarî İnanç ve Felsefesiyle kendini kısıtladıkça bilmesi de mümkün olamayan (hatta bunlarda bir anlam ve işaret olabileceğini ihtimâl ve hipotez olarak bile kabul etmeyen!) mevcut Bilim’in kriterleri terkedilip; paradigma değişimiyle İslâmî Bilim’e geçilirse; kavram ve anlam harita ve bağlantı ve şablon (paternlerinin) değişmesi gerekecek.

Burada ölçümlerimizde su gene 100 derecede kaynayacak veya yağmur gene bulutlardan gelecek veya dünya, gene güneşin etrafında dönecek; ama artı olarak bunların anlam ve işaret ettikleri ve neye delil oldukları da bilinecek!

Artı olarak; El Esma-ül Hüsnâ kaynaklı “Kuddusiyet, Hafiziyet, Adalet, Kayyumiyet” gibi (mevcut Bilim’in Rabbimiz’i kabul etmediğinden keşfedemediği ve göremediği) kanun ve fiil ve hakikât ve işleyişler de görülecek!

Teknolojik olarak ise ne gibi artılar olacak, şimdiden birşey demek güç; fakat mevcut teknolojiden çok daha ileri ve zengin, verimli ve ekonomik, kısa ve ucuz ve çevreye zararsız yöntemi mevcut kâinattaki işleyiş ve içindeki mahlûkat ve eşyada olduğu için; buradan İslâmî B/ilim’de, (Allah-u â’lem) mekanik ve elektronik makina ve aletlere ihtiyaç duymadan, bu makina ve araçlara muhtaç ve bağımlı olmadan veya bağımlılığı asgarîye indirerek; aynı ve daha fazla sonuç alınabilecek “biyosibernanoelektronik” (biocybernanotronic) yöntem ve çözüm yolları keşfedilip, üretileceğini tahmin ediyorum.

Herhâlde başlangıç noktası olarak; 100 küsur elementin, kâinat ekranında türlü özellik ve sıfatlarda varlık ve özellik ve işlev ve fonksiyonlarının hiç’ten yaratılıp, icad ve inşa ve varlığa çıkmasında; bir bilgisayar komut veya program (yazılım) veya algoritması gibi olduğu farkedilecek!

Örneğin:Hidrojen” ve “oksijen”in birleşmesiyle, vücud ve özellikleri yok’tan yaratılan “su” arasındaki mes’âfe farkedilip; aralarındaki ilişki ve etkileşimin, yatay nedensel sebeplerden kaynaklanmadığı (yani suyun, parçalarına indirgenerek nedensellenemeyeceği ve nasıllanamayacağı) anlaşılacak. Suyun “sihir” gibi, esrarengiz bir biçimde direkt Rabbimiz tarafından yaratıldığı farkedilecek! (H2O=Su olayına sihir yerine “bileşik” ismi vermek; olayı çözmüyor ve neden – nasılını açıklamıyor! Elhasıl hidrojen ve oksijen, suyun “inşa” sebebi ve yapıtaşıdır; “icad” sebebi değil! Cansız atomların, biyolojik organizma ve canlılık ve düşünce ve bilinç gibi özellik ve sıfatların, sebebi ve kaynağı olmaması gibi… )

Elhasıl dünya ve ahiret saadeti için: İslâmî B/ilim Yöntem ve Kriterleriyle eşyanın melekûtiyet yönü vetaşığıdı anlam ve işaret ettiği mesaj okunacak ve tercüme edilebilecek!

O zaman; mes’elâ dünyanın dönmediği, zaten kendi kendine dönmesinin mümkün de olmadığıanlaşılacak! Örneğin bunun tesadüf ve ihtimâl hesaplarıyla “imkânsız” denen, trilyarda bir ihtimâlle bile mümkün olmadığı; buradan, dünyanın dönme ihtimâlinin, tercih edici bir fail tarafından tercih edilip, gerçekleştirildiği görülür. Zaten “tesadüfen olma ihtimâli trilyarda bir”in anlamı ve anlattığı, işaret edip, gösterdiği şey: “Trilyarda 999. 999. 999…. ihtimâlle, yani kesinlikle Allah yapıyor” demektir!

İslâmî B/ilim’in “dünya döndürülüyor” ifadesi yerine; Bilimsel Bilim’in “dünya döner” ifadesi; fail ve özne olan “Rabbimiz’in bu iş / icraatta herhangi bir irade ve tercihi olmadığı, tercihi olsa bile dünyayı O’nun döndürmediği” ateist fikrini bilinçaltımıza üflüyor, üfler! Yani “dünya döner” ifadesi “olgusal ve nötr (yüksüz), tarafsız ve objektif olmayıp”; (Truva Atı gibi) bu ifade / mesajda saklı bulunan: “Sanki dünyanın kendinde karar verip, uygulayan bir ruh ve bilinç ve kuvvet var gibi veya kendinde içkin tabiât ve özelliklerinden kaynaklanan zorunluluk veya türlü tesadüf ve hariçten gelen türlü maddî sebep ve zorlamalarla; yani dünyanın dönmesinin alelâde ve doğal, gayesiz ve anlamsız ve abes olabileceği ve olduğu inancı”nı, bilinçaltımıza kodlar!

Bilincimizin filtrelerine takılmadan, bilinçaltımıza işleyen; buradan diğer duyu ve letaiflerimize kendini kopyalayarak, yayılan bu “Yanlış Bilim / Bilimsel Bilgi Virüsü – Virüslü Bilgi”, bir program gibi, zamanla bakış ve davranışlarımızı aşındırıp, bozar ve kendi istikametinde yönlendirip, bizi programlar! Bu tür derin ve gizli, yani subliminâl mesaj ve telkin, hipnoz ve sihirlerden etkilenmemek için; zihin ve kalbimize, bilinç ve bilinçaltımıza Antivirüs Programları yüklemek ve sık sık güncelleyip, çalıştırmak gerekiyor!

İslâmî B/ilim’in gözümüzü açıp, Bilimsel Bilim’in hipnoz ve büyü, efsun ve uykusundan bizi uyandırmasıyla; oynadığımız maçta bize gelen topun, üzerimize bize denk gelip, düşmediği; yani o topun bir fail ve tercih edici tarafından bize pas atılıp, gönderildiğinin görülmesi veya bilinmesi gibi; dünyaya da yağmurun tabiî sebep ve mekanizmalarla düşmeyip, bulut perdesi arkasından İlâhî gaye ve sebeplerle Rabbimiz tarafından gönderildiği bilinecek!

Elhasıl herşeyin in’âm ve ihsan edildiği (yani ni’metiyet ve melekûtîyet cihetleri) farkedilip, görüldüğü gibi; kâinatta mikrodan makroya içiçe daireler şeklinde bir bilgisayar programı ve fizik kanunu gibi çalışan ve olmazsa olmaz olan; El Esma-ül Hüsnâ kaynaklı “Kuddusiyet, Hafiziyet, Adalet, Kayyumiyet” gibi (mevcut Bilim’in Rabbimiz’i kabul etmediğinden keşfedemediği ve göremediği) kanun ve fiil, hakikât ve işleyiş, fonksiyon ve programlar da görülecek ve bilinecek!…

Elhasıl bazılarının “Bilim, bilimdir ve evrensel ve objektiftir; sana–bana göresi, İslâmîsi–Gayri İslâmîsi ol(a)maz” sözü yanlış olup; “bilim” ve “İslâm” kavramlarının ne olduğu ve olmadığını bilmediklerini gösteriyor!

Bu iddiayı savunanlar, zihinlerini seküler ve lâik paradigmalara göre dizayn ettiklerinden, yani batıdan ithal kavramlarla yapılandırdıklarından; zihnî algılarında İslâmiyet’i “din” kategorisine alıp, sonra “Bilimsel Bilim” isminde İslâmiyet dışı (İslâmiyet’ten bağımsız ve kopuk) seküler ve lâik bir alan oluşturmalarındaki absürdlüğü farkedememeleri normâl! (*)

[(*) Avrupa’da Bilim’in, kilise–engisizyon boyunduruğundan kurtulması için, bu din dışı kategori gerekli ve anlamlıydı. Bu dinden bağımsızlığını ilân etme ve din dışı alan tanımı, Batıda Bilim’in gelişmesi için işlevsel ve faydalıydı. Bu ayrım, muharref Hıristiyanlığın Tanrı ve Varlık tanımına da (yani teoloji ve ontolojisine) aykırı değildi (onların teolojisinde Tanrı kâinatın yaratılıp–kurulmasında ilk sebep olup, işleyişe karışmaz, olaylara bazen mu’cizelerle müdahil olur; Varlık ise kendisine Tanrı tarafından verilmiş bir kuvvet ve potansiyelle Tanrı’ya ihtiyaç duymadan ayakta durup, işleyebilir); üstelik Hz. İsa (A. S. ) Efendimiz’in tebliğ ettiği hakikî Hıristiyanlık daha ziyade manevî ağırlıklı olup, dünyevî hayatın tanzimiyle ilgili (bilebildiğimiz kadarıyla) detay yoktu. Fakat İslâmiyet, yatağa yatış şeklinden, tuvalete giriş adabına kadar en ince detayları bile tanzim etmiş; kendisinden kopuk ve ayrı bir alan tanımına müsaade etmemiştir.

1700–1800’lerden itibaren başladığımız ve 1900’lü yıllarda tamamlayıp, resmîleştirdiğimiz Batıya benzeme/Batılı olma; (şapka, harf, dans, opera gibi) Batı’nın herşeyini birebir kopyalama suretinde gerçekleştiği için, Bilimsel Bilim ve bunun bağlı olduğu ateist–materyalist–natüralist–determinist zihniyeti de birebir kopyaladık.

Bir de; dinimizde “dünyayı bırak, ahirete çalış, hiçbir şeyi araştırma, öğrenme” gibi veya bu anlamı imâ veya ihsas edecek tek bir Ayet–i Kerime, Hadis–i Şerif, icma, kıyas vs. yokken, hatta durum tam tersiyken; “Bizi, İslâmiyet mi geri bıraktı” sorusunu utanmadan sorabildik! Maddiyatta geri kalışımızın sebebini kendimizde değil, dinimizde aradık; tarihsel, sosyolojik, politik ve ekonomik asıl sebeplerini bile sorgulamadık…]

“Bilim, bilimdir ve evrensel ve objektiftir; sana–bana göresi, İslâmîsi–Gayri İslâmîsi ol(a)maz” demelerinin diğer nedenleri:

Bilim’in objektif, tarafsız ve inançtan bağımsız ve evrensel olduğunu düşünmeleri.

Bilim’i sadece “gözlem – ölçme ve deney” olarak dar bir pespektiften tanımlamaları.

“Bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yap(a)mamaları. Halbuki “Bilimsel Bilim”; evrendeki mevcut bilgiyi keşif ve üretme yöntemlerinden sadece birisidir.

Bilim’e hâkim olan felsefe ve bu felsefenin rehberliğinde şekillenen Bilimsellik Yöntemi ve bu yöntemin dayattığı algı / amaç / bakış açısı / gözlem ve bilimsel ifadelerin, ateist ve materyalist, natüralist ve determinist dünya görüşüne göre şekillendiğini farketmemeleri.

Bilim’in “nasıl”a, İslâm’ın “niçin”e cevap verdiği safsatasına inanmaları! Çünkü mantık ve dil açısından çoğu yerde “nasıl” ve “niçin / niye” kavramları birbirinden bağımsız ve ayrı olarak cevabı verilebilecek sorular değildir.

Son olarak, mevcut Bilim’e alternatif olacak, ondan çok daha geniş bir araştırma–öğrenme, gözlem–yorum metodu olduğunu veya olabileceğini düşünememeleridir.

Belli şartlar altında saf su, hep 100 oC’de kaynamaya başlar. Şu bilime, bu bilime göre değişmez!” argümanı da; Bilim’i sadece gözlem – ölçme ve deney olarak tanımlamalarından kaynaklanmakta.

Bir de mevcut Bilim’e alternatif olacak Bilim’in, gözlem – ölçme ve deney yapmayacağını zannetmeleri! Yani mevcut Bilim’e alternatif olacak, farklı bir dünya görüşüne göre kurulmuş, başka bir Bilim’in gözlem – ölçme ve deneye karşı olup; daha önceki bilim ve kültür anlayışlarının yaptığı gözlem ve ölçüm veri / datalarını dışlayacağı önyargısında bulunmaları! Hasılı konuyu derinlemesine düşünmemeleri.

Eğer gözlem–ölçme/deney Bilimsel Bilim’in malı olsaydı, patenti onun olsaydı, bu önyargılarında haklı olabilirlerdi ama ne yazık ki bu yöntemler ilk insandan beri var ve kullanılıyordu. Belki bu gözlem–ölçme/deneyi ellerini ateşe sokmak gibi veya Kur’ân-ı Kerîm’de Kabil’in kargayı gözlemesi gibi basit yöntemlerle yapıyorlardı ama vardı. Fakat Bilimsel Bilim bunu öyle lânse ediyor ki; sanki kendisinden önce gözlem–ölçme/deney yapan insan, toplum ve medeniyet yokmuş zannedersiniz! Sanki zannedersiniz ki: Gözlem–ölçme/deney mevcut Bilimsel Bilim’in tekelinde ve kendi keşfedip veya ürettiği bir yöntem; patenti ve kullanım hakkı ona ait! Halbuki kendisinden önce yaşamış Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya Medeniyetleri ve özellikle İslâm Medeniyeti; gözlem–ölçme/deneyin değişik yoğunluklarda kullanıldığı medeniyetlerdendir. Yoksa Batı Medeniyeti ve buradan doğan Bilimsel Bilim, köksüz bir biçimde gökten zenbille inmiş değil.

Sonuç olarak; “suyun kaynaması” argümanını seslendirenlere deriz ki: “Evet biz de sizinle aynı düşünüyoruz, her türlü bilime göre su 100 oC’de kaynar. İsterse ismi Bilimsel Bilim yerine, İneklere Tapan Bilim’i olsun farketmez; gözlem–ölçüm/deney yaptığında suyun 100 derecede kaynadığını görür; gerçek gerçektir, sana–bana göre zaten değişmez. ”

Bilimsel Bilim’e alternatif olduğunu göstermeye çalıştığımız İslâmî Bilim; mevcut Bilim’in gözlem–ölçüm/deneylerinin, yani veri–datalarının, yani ham, işlenmemiş bilgilerinin yanlış olduğunu iddia etmiyor ve bu verileri de kullanır; doğru kimden gelirse gelsin zaten kabul etmek gerek.

Evrendeki bilgi’yi keşfetme veya üretme yöntemlerinden olan gözlem–ölçme/deneye karşı da değil İslâmî Bilim, bilâkis emreder. Bu yöntemleri Bilim Bilim’i taklit ederekte almış değil, yani kopye yok, (aslında süreç tam tersi). Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in ilk ayet / emri olan “oku”dan itibaren; “okuma–yazma bilmeyen Peygamber”in (SAV. ) “neyi okuyacağı, nasıl okuyacağı, niçin okuyacağı” ders verilmeye başlanmıştır (Bkz: Alâk Suresi ilk Âyetleri)… Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’de, kâinatta işlerin “nasıl yürüdüğüne” defaatle bakmamızı istemesi (yani İslâmiyet “niçin”den başka, hatta belki daha fazla “nasıl”ı da sorgulamamızı emreder) ve defalarca akıl–düşünmeye yapılan teşvik ve emirlerle kâinatın okunması zaten başlamıştır. Hem de Bilimsel Bilim’den çok daha geniş ve derin, zengin ve yüksek bir biçimde!

Burada yazılanların konusu da; hem İslâmî Bilim’in bu zenginliğini bazı örnekler üzerinde göstermek, konu hakkında genel bir çerçeve çizmek; buna karşın Bilimsel Bilim’in “eksik” ve “yanlış” ve “zararları”nı göstermek üzerine. İnşâallah kitap çalışmamız bittiğinde, amacımız: İslâmî Bilim’in ayağını bastığı yerlere, Bilimsel Bilim’in değil gözü, hayâlinin bile yetişemediğini (Risale-i Nur’da sarihen geçmese de işareten veya îmaen çok yerlerde geçtiği gibi) göstermeye çalışmak.

Soru: “Bütün bu işlerde sebep ve fail ve usta tek olmalıymış, o da Allah olmalıymış gibi soru ve cevabı, delil ve ispatı, neden ve sonucu dizayn eden sensin! Soruyu bu önkabule göre kurgulayıp; bizi tek bir sebep veya fail ve usta göstermeye zorlaman yanlış; sanki tek bir cevabı varmış gibi ‘ya o ya bu’ şeklinde tek bir cevaba yönlendirmen yanlış! Bilim’in gösterdiği bütün bu faaliyet ve sonuçlar; tek bir sebep veya fail, usta veya öznenin ürünü deği!”

Sebep ve faillerin çok olması sizin iddia ve davanızı daha da imkânsızlaştırır. Çünkü o zaman organizasyon, koordinasyon gibi başka güçlükler de ortaya çıkıyor! Sebep olan nesnelerin içtimaına (mes’elâ toplanıp sinek yapmasına, sonra sinekteki atom – hücre – doku bazında olan toplanma ve dağılmama ve değişim ve gelir – giderlere de) ayrıca bir sebep ve mekanizma ve kalıp uydurmanız gerekiyor! Kâinattan sineği süzüp, sentezlemek için ve sinekteki her sistem için ayrı bir mekanizma ve toplanıp, dağılmamaları için ayrı bir kalıp gerekecek! Sonra o kalıplar için de ayrı bir kalıp; sebepler için de ayrı bir sebep ve mekanizmalar için de ayrı bir mekanizma bulmanız gerekecek! Elhasıl sineğin varlık ve devamını, zihninizdeki sebep – sonuç zincir ve paradigmalarıyla şablonize edip, kurgulamak; sineğin vücudunu ma’kûl ve rasyonel, mümkün veya zorunlu yapmıyor; yani sineğin neden ve nasıl ve niçin’ini çözmüyor, açıklamıyor!

Elhasıl sebep – mekanizma silsilerine yaslamak, sineği, işleri daha da güçleştirecek! Yani sebep ve fail ve ustaların çok olması; sineğin meydana gelmesine değil, hiç meydana gelmemesine sebep olabilir ancak! Çünkü 100 görmeyen sebebin toplanması, görmeyi değil görmemeyi arttırır! 100 cahilin biraraya gelmesi cehaleti arttırır! Anarşi ve düzensizliği daha da katmerleştirir. (Negatif sinerji!) Sinekteki durum; bir orduyu bir komutanın idare etmesiyle, bir komutanı bir ordunun idare etmeye çalışması arasındaki fark gibidir.

Sineği oluşturan her atomun, her zerrenin, sineğin inşasında sebep olup, elele vermek için birbirlerine hem hâkim (emreden) ve hem de mahkûm (emir alan, boyun eğen) olması gerekmesi gibi diğer paradokslardan ise hiç bahsetmedik! Elhasıl fail ve sebep tek olmalı, yoksa atom ve sebepler sayısınca olmalı; ortası, üçüncü şıkkı yok!

Haftaya devam edelim inşâallah. 

Ayhan KÜFLÜOĞLU

www.metabilgi.org

www.metabilim.org

www.islamibilim.org

İlim İlim Bilmektir; Bilim Neyi Bilmektir?

* İzin verirseniz, “bilgi”, “bilim”, “ilim”, “fen” gibi kavramlarla konuya girelim. Çünkü günlük hayatımızda tüm bu kelimeleri kullanıyoruz. Geçen yüzyılda daha çok ilim ve fen ayırımı yapılıyordu. Daha sonra ilim kelimesinin başına bir “b” harfi getirildi; ilim oldu bilim. Bir de genelde kullandığımız Türkçe olan bilgi kelimemiz var. Bu kavramları, varsa ilave kavramları nasıl anlamalıyız?

Tabii İslâm Medeniyeti çerçevesinde… Bunların tek bir manası yok. İslâm Medeniyeti’nde vücûd bulmuş muhtelif felsefî, tasavvufî, kelâmî okulların çeşitli anlayışları var. Dolayısıyla bu konuda “İslâm’da bilgi anlayışı” gibi bir başlık atmak; yani tek bir anlayış varmışcasına konuya yaklaşmak son derece tehlikeli. Aksine bizim klasik geleneğimizde bile bu kavramların manaları üzerinde onlarca tartışma mevcut. Mesela, Seyyid Şerif Cürcânî’nin Risâle fi taksîm el-ilm adlı çalışması ile Kayserili Ahmed Remzî’nin Risâle fi tarîf el-ilm isimli risâlesi İslam Medeniyeti’nde bilgi (ilm) kavramı etrafında ileri sürülen fikirlerin iyi bir hülasasıdır. Bunun yanında kelâm, felsefe ve mantık gibi sahalarda kaleme alınan eserlerin ilmin tarifi bölümlerinde; özellikle teârif ve tasnîf el-ulûm sahasında telif edilmiş yüzlerce eserde bilginin ne olduğu konusunda muhtelif fikirlerin seyri incelenebilir. Mesela, Taşköprülü-zâde’nin Miftâh el-saâde’sinde, Katip Çelebi’nin Keşf el-zunûn’unun ilgili kısımlarında, Hasan Kannûcî’nin Ebced el-ulûm’unda bu konularla ilgili muhtasar ve müfid malumat bulmak mümkün… Daha yüzlerce eser ismi verilebilir. Bu tartışmalara girmeden şu söylenebilir: Bilgi, varlığa ilişkin her türlü insan ediminin adıdır. Klasik gelenek çerçevesi içinde bu edim felsefî olabilir, kelâmî olabilir, riyâzî olabilir, kimyevî olabilir. Varlık mertebesi ise, Taşköprülü-zâde’nin belirttiği üzere, aynî olabilir, zihnî olabilir, lisânî olabilir veya hattî olabilir. Neticede bu varlık alanlarına ilişkin, muhtevası ne olursa olsun her türlü insan edimine bilgi diyebiliriz. Bu açıdan bizde ilm kelimesinin tam karşılığı bilgidir; âlim de bilgin.

* Bir de vahyî bilgi var.

Elbette… Burada da edim Mutlak Varlıka ilişkindir. Nitekim Kelâm kitaplarında bilginin duyular ve akıl yanında ana kaynaklarından biri de haber-i sadık yani vahiydir. Bu uzun bir konu… Konuya dönersek; bilim, science kelimesinin Türkçe tercümesidir; ilm kelimesinin değil. Bu çerçevede bilim, bilimsel bilgi anlamında kullanılırsa doğru olur.

* Yani özel şartlara hâiz bilgi.

Evet. Her bilgi türü konusundan (mevzû’) kaynaklanan özel şartlara sahiptir. Bugünkü bilimsel bilgiye yani bilime yine bugün kullandığımız fen bilimleri terkibini karşılık olarak vermişiz. Bu da Osmanlıların, Yeniçağ Avrupası’nda gelişen bilim ile tekniğin ilişkisini çok iyi anladıklarını gösterir; fen bilimleri yani teknik yaratan bilimler. Neticede bilim XVII. yüzyıldan itibaren Yeniçağ Avrupası’nda Galileo, Bacon, Descartes ve Newton tarafından geliştirilen özel bir bilgi türünün adıdır. Bu bilgi türünün en önemli özelliği cansız olduğu kabul edilen geometrik bir mekanda (madde), aritmetik-cebirsel ilişkiler yumağı inşâ etmektir. Anlam bu ilişki yumağındadır. İslam Medeniyeti’nde illâ bilim diye bir şey aranacaksa bunu bilginin bir alt türü olan fen bilimlerine ilişkin bilgi olarak görebiliriz. İhtiyat kaydını ve muhteva farklılığını herzaman gözönünde bulundurarak tabii. Çünkü klasik geleneklerde, ister felsefî ister riyâzî ister kimyevî olsun her türlü bilgi edimi eşyanın hakikatini tespit etmeyle ilgilidir; teknik yaratmayla değil… Ayrıca, klasik geleneklerde aritmetik-cebirsel ilişkiler yumağı bir temsildir; anlamın kendisi değil… Fen kelimesine gelince, netamelî bir kelime olduğunu söylemeliyim. Osmanlılar bunu teknik anlamında kullanmışlardır. Mesela modern Arapça’da fen sanat demektir yani estetik… Klasik dönemde, bilginin amelî bir tarafı varsa o amelî kısma fen adı verilir; amelî kısım tatbik edilirse sınâa’t adını alır. Cebiri düşünelim; cebir nazarî yönüyle bir ilim; zihnî olarak amelî tarafı olduğundan, yani çeşitli işlemler sürecinde cereyan ettiğinden fen; hâricî dünyada tatbik edilebilir olduğundan sınâat olarak görülebilir. İlginçtir, Ömer Hayyâm’ın cebir kitabının adında sınâat kelimesini görürüz. Tespitlere göre Cebire ilk defa ilm kelimesini ekleyip ilm el-cebr terkibini kullanan İbn el-Havvâm’dır. Tabii bu tür konuları klasik bilgi hayatında varolan riyâzî ve tabiî çatışmasını dikkate almadan anlamlandıramayız. Şimdilik özetle şu söylenebilir; İslâm Medeniyeti’nde kullanılan bu tür kavramların anlamları ancak o Medeniyetin tarihî bağlamına geri gidilerek tespit edilebilir. Ve bunlar tek anlamlı kelimeler değillerdir. Bu tavırdan sakınmak zorundayız.

* Öyleyse konuyu, vurguladığınız ihtiyat payını elden bırakmadan, matematik ve fen bilimleri ile sınırlandırırsak; Gazzâlî sonrasında bilimin İslâm Medeniyeti’nde ortadan kalktığı iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz. Gazzâlî bir “mîlâd” noktası gibi alınmalı mı? Buna bağlı olarak Osmanlıların Gazzâlî’yi takip ettiklerinden dolayı bilimde geri kaldıkları düşüncesi ne derece doğrudur?

Herşeyden önce Gazzâlî öncesi sonrası şeklindeki bölümleme siyasî bir tasniftir. Yani bu tasnifin siyasî-ideolojik muhtevasını dikkate almadan söylenenleri anlamlandıramayız. İkinci olarak bir medeniyeti tek bir kişiye indirgemek ne kadar doğrudur? Bu mümkün mü? Diyelim ki bu iddiayı dikkate aldık. O zaman, müsaadenizle, şöyle bir örnek vererek konuya girmek istiyorum. Osmanlı medreselerinde, İbn Sînâ’cı çizgiye bağlı olarak telif edilmiş, mantık, fizik ve metafizik sahasında ders kitabı olarak okutulan Esîruddin Ebherî’nin Hidâyet el-hikme adlı bir eseri vardır. Bu eserin tabiiyyât ve ilâhiyyât kısımlarına Kadı Mîr tarafından yazılan şerh Akkirmânî adlı bir alim tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bu tercümenin önsözünde, klasik gelenek takip edilerek, şöyle denilmektedir: “Herhangi bir kişi konuştuğunda konuştuklarını delillendirirse, o kişinin konuştuğu ilimdir; konuşan da âlimdir. Ama bir kişi konuştuklarını delillendiremiyorsa konuştukları hikayedir; konuşan da hikayecidir. Şimdi biz de bu iddiayı ileri sürenlere, geçici olarak ciddiye alıp, delilleriniz nelerdir diye sorarız. Bana sorarsanız sizin deliliniz nedir diye? Tarihtir derim; evet bizzat tarih. Şöyle düşünelim: Gazzâlî bir tepe noktası olsun. Bilimler Gazzâlî’ye kadar gelişiyorlar; sonra düşüşe geçiyorlar. Öyleyse iddia sahiplerinin tek tek ilimleri ele alarak bu düşüşü göstermeleri gerekir. Yani, optik Gazzâlî’ye kadar şu gelişmeyi gösterdi; sonra şu şekilde düşüşe geçti. Astronomi, Kimya, Tıp, Mantık hatta Felsefe, Kelam gibi tüm alanlarda bunun gösterilmesi gerekir. Ben bir kaç örnek vereyim. Optik dedik. Gazzâlî öncesi optik deyince, ayrıntılara girmeden, Aristoteles çizgisini takip eden tabiiyyûn ile Euclides-Batlamyus çizgisini takip eden riyadiyyûn tarafından geliştirilen iki ayrı optik geleneği mevcuttur. İbn Heysem bu iki geleneği terkip ederek, tarihte ilk defa, bugünkü anlamda optik dediğimiz ilm-i menâzir’i kurmuştur. Bu Gazzâlî öncesinde olan bir durum. Gazzâlî sonrasına baktığımızda, iddiayı ciddiye alıyorsak, İbn Heysem’in inşa ettiği optiğe ciddi bir katkının olmaması gerekir; ya da varsa cüziyyata müteallık olması gerekir. Ama biz biliyoruz ki, bırakın İslam optik tarihini, dünya optik tarihi Kutbuddin Şirâzî, Kemâluddin Fârisî, Mirim Çelebi, Takiyuddin Râsıd dikkate alınmadan yazılamaz. Özellikle Kemâluddin Fârisî… Bunun yanında İşrâkî felsefe geleneği göz önünde bulundurulmadan İslâm optiğinin dayandığı metafizik temeller kavranamaz. Ayrıca bu optiğin astronomiye uygulanması, mesela, Fethullah Şirvânî; Kelam’a uygulanması, mesela Ali Kuşçu; Tıb bilimindeki akisleri mesela, İbn Nefîs… Tüm bunlar Gazzâlî sonrası dönemde vuku bulan gelişmelerdir. Astronomiye bakalım. Gazzâlî öncesi astronomi nazarî çerçevede büyük oranda Hellenistik astronominin bir devamıdır. Amelî astronomi değil tabi, çünkü bu konuda ciddi boyutlara ulaşan rasad çalışmaları var. Fakat nazarî çerçevede Aristoteles ve Batlamyus modelinin aşılması Gazzâlî öncesi dönemde biraz İbn Heysem, Zerkalî gibi matematikçi-astronomlar tarafından denenmiştir. Ancak bu konudaki yoğun çalışmalar, Gazzâlî sonrası dönemde vuku bulmuştur: Nasîruddin Tûsî, Müeyyuddin Urdî, Kutbuddin Şirazi, Sadruşşeria, İbn Şatır, Ali Kuşçu gibi matematikçi astronomlar farklı modeller önermişlerdir. Bu da kanaatimce büyük oranda, Gazzâlî’nin Hellenistik, özellikle Aristotelesçi ontolojiye getirdiği eleştiriyle alakalıdır. Tabii bu çerçevede tabiiyyûn-riyâziyyûn çatışmasında Gazzâlî’nin riyâziyyûn lehine aldığı tutumun, başta matematik olmak üzere astronomi ve diğer matematik bilimlerde ne gibi sonuçları olmuştur? Bu konu üzerinde özellikle çalıştığım bir konudur, ve şimdiden söyleyeyim ki çok ilginç neticeler ortaya çıkmıştır. Tıbbı ele alalım. Klasik tıbta, Hipocrates çizgisini takip eden tecrübî tıb ile Calinus çizgisini takip eden kıyâsî-felsefî tıb şeklinde iki ana gelenek vardır. Tecrübi tıb bizde özellikle Ebû Bekir Zekeriya Râzî, kıyâsî- felsefî tıb ise İbn Sina tarafından temsil edilmiştir. Bu açıdan, günümüz tıp anlayışı açısından bakarsak, İbn Sina’nın İslam tıp tarihindeki yeri olumlu olduğu kadar olumsuzdur da… Bunu ben söylemiyorum, bizzat İbn Nefîs söylüyor; nitekim bizde Calinus anatomisi ilk defa İbn Nefîs eliyle aşılmıştır; bu da Gazzâlî sonrası dönemde vuku bulan ve tıb tarihi açısından son derece önemli bir gelişmedir. Diğer ilimlerde de çok farklı örnekler verilebilir; ama müsaadenizle Kelam ilmiyle bitirelim. Kanaatimce Gazzâlî öncesi kelam, kelamın çocukluk dönemidir; maddesi itibariyle değil tabi, sureti itibariyle… Sistemleştirilmiş, belirli bir zemine oturtulmuş kelam Gazzâlî sonrası dönemde vücûd bulmuştur. Nitekim, İbn Rüşd, kelamcılara ve özellikle Eşarilere yönelttiği eleştirilerde Gazzâlî’yi aynı kategoriye koymamaktadır. Eğer İbn Rüşd, Gazzâlî sonrası kelamı, Seyfuddin Amidi ve Fahruddin Razi çizgisinde devam eden, özellikle Adudiddin İcî, Kadı Beydâvî, Nasîruddin Tûsî, Sirâcuddin Urmevî, Seyyid Şerîf Cürcânî, Sa’deddin Taftazânî ve Ali Kuşçu çizgisini görseydi bazı eleştirilerinden vazgeçerdi. Neticede, tam tersi bir iddiaya sahibim: Gazzâlî, muhtevası ne olursa olsun, İslam Medeniyetini felsefîleştirmiştir. Ayrıca İslam dünyasında her sahada üretilen bilginin meşruiyyetini sağlamıştır. Bu açıdan genelde aklî, özelde fen bilimlerinin, İslam medeniyetindeki meşruiyyetini biz Gazzâlî’ye borçluyuz. Kısaca, Dücane Cündioğlu’nun deyimiyle Gazzâlî öncesi dönem İslam düşüncesinin maddesini, Gazzâlî sonrası dönem ise suretini oluşturmaktadır; ben de bu deyime şunu ekliyorum madde ve suretin nazmı ise, tabii bir süreklilik ve istikrar sürecinde, Osmanlı döneminde tahakkuk ve taayyun etmiştir.

* Gazzâlî ile Moğol istilası ve dolayısıyla Bağdad’ın düşüşü irtibatlandırılarak yine İslâm Medeniyetinde bilimin gerilediği tezi ileri sürülmekte…

Evet. Moğol istilası üzerine yapılan vurgu bir bakıma doğrudur. Ancak bu bir sendelemedir, tükenme, ortadan kalkma değil. Tersine bir süre sonra İslam Medeniyetinde, özellikle fen bilimlerinde, ikinci bir atılım başlamıştır. Çünkü Moğollar, İslam dünyasına siyasi bir hakimiyet sağlamışsalar da yeni bir dünya görüşü ve tasavvuru getirememiş, aksine siyasi anlamda hakim oldukları dünyanın dünya görüş ve tasavvurunu benimsemişlerdir. Bu açıdan Merağa matematik astronomi okulu, Semerkant matematik-astronomi okulu ve İstanbul matematik astronomi okulu ile İran ve Hint bölgelerinde vuku bulan ilmî gelişmeler dikkate alınmadan ileri sürülen bu görüş de anlamını yitirecektir. Dediğim gibi bu tür tasnifler siyasidir. Bu tür tasniflerin bir tarafına değineyim: Gazzâlî ve özellikle Moğol istilasından sonra islam dünyasında siyasi hakimiyet tamamen Türklerin eline geçmiştir. Hocam Teoman Duralı’nın isimlendirmesiyle İngiliz-Yahudi Medeniyeti, siyasi anlamda tasfiye ettiği Osmanlı Türk Devletini kültürel anlamda da olumsuzlamak için bu tür teorileri ortaya atmaktadır. Arap Milleyetçileri ile Türk asıllı mukallitleri de, tabiri caizse, bu teorilerin üzerine atlamaktadırlar. Neticede bir delinin kuyaya attığı bir taş kırk akıllı tarafından çıkarılmaya çalışılmaktadır. Akkirmânî’nin deyişiyle bu bir hikayedir.

* Doğrudan Osmanlı medreselerine gelmek istiyorum. Yine bir iddia mevcut ortalıkta: Osmanlı medreselerinde bilim yoktu; daha çok dinî ilimler vardı. Hatta Baron de Tott’un bir sözü var; bir Molla’ya “Bir üçgenin iç açılarının toplamı kaçtır” diye sordum. O da “üçgenine göre değişir” diye cevap verdi. Ne dersiniz?

Öncelikle, insan kendi medeniyetine ilişkin konuşurken taraf olmak zorundadır. Evet dürüst olabiliriz; ama tarafsız olamayız. İkincisi, bir gülle bahar gelmez. Dolayısıyla bir Baron de Tott örneğinden hareketle tüm medeniyet yargılanmaz. Üçüncüsü, soru sorulan kişi bir molla değil, yeni kurulan bir askeri mektepte eğitim verilmesi düşünülen yetenekli bir gençtir. Her medrese talebesinin Bursalı Kadı-zâde’nin Şerh eşkâl el-te’sîs’ini geometride iktisâd rütbesinde ders kitabı olarak okuduğu bilindiğine göre, böyle bir cümleyi tartışmak bile abestir. Dördüncü olarak, müsaadenizle bir fıkra anlatarak giriş yapayım. Komşusu Nasreddin Hoca’dan eşeğini istemiş, hoca da “yok” diye cevap vermiş. O sırada eşek anırınca, adam “bak işte eşek burada”; hoca da “Sen bana mı inanıyorsun eşeğe mi?” diye söylenmiş. Şimdi, biz Yazma Kütüphanelerinde bulunan binlerce yazmaya mı inanacağız; yoksa Baron de Tott’un iddiasına mı?. Bu tür espirileri çok sık yapıyor onun gibileri. Bir örnek vereyim, Kanûnî Sultan Süleyman zamanında Ferdinand I,’in sefiri olarak İstanbul’da bulunan Baron de Busbecq hatıratında “Türkler bizde icat edilen bir çok yeni şeyi aldılar, geliştirdiler. Ancak Kura’nın değeri düşer diye matbaayı, ezan’ın değeri düşer diye otomatik-mekanik saati almaktan kaçındılar”, demektedir. Şimdi Busbecq’in yaşadığı döneme bakıyorsunuz; bu satırların yazıldığı tarihten üç yıl sonra İstanbul’da İstanbul Rasadhanesi’nin kurucusu matematikçi-astronom Takiyüddin Râsıd, bir Osmanlı müderrisi olarak dünya tarihinde bu sahada ilk üçe girebilecek el-Kevâkib el-dürriye fi vaz’ el-benkâmât el-devriyye adlı eseri kaleme almıştır ve burada mekanik saatlerin çeşitlerinden ve onların geometrik çiziminden ve yapımından bahsetmiştir. Eser, Sevim Tekeli Hanımefendi tarafından 1966 yılında Arapça metin, İngilizce ve Türkçe tercümesiyle beraber yayınlanmasına rağmen bu konuda hala Busbecq’in iddiasına atıf yapanlar var Türkiye’de…Gelelim Tott’un dediğine. Yazdıklarının siyasî bağlamı bir yana; ilmî açıdan üçgenin iç açıları tabiki üçgenine göre değişir. İç bükey bir üçgende yüzseksen dereceden küçüktür, dış bükey bir üçgende yüzseksen dereceden büyüktür. Ama Tott’un mensup olduğu Yeniçağ Avrupa bilimi bundan haberdar değildi, ta 1850’lerden sonra Öklit dışı geometriler ortaya çıkıncaya kadar. İslam medeniyetinde küresel trigonometri kurulmuştu; öyle açı çeşitleri ve buna bağlı unsurları tartışmışlardır ki, üçgenin iç açıları basit bir meseledir burada. Evet bu tartışmalar felsefî bir zeminde cereyan etti, hiç bir zaman Lobachevski ve Riemann gibi farklı Öklit dışı geometriler inşa edilmedi; ancak Müslümanlar bu bilgilerini astronomi aletlerine bile yansıttılar.

* Şöyle diyebilir miyiz?. Osmanlılarda, sizin tabirinizle kendi çerçeveleri içinde, bir ilmî faaliyet vardı. Ancak bunun sosyal ve siyasî hayata aktarımı zayıftı. Bunun da niye böyle olduğu, övgü ve sövgü mantığının dışında tarihi açıdan araştırılmalıdır.

Tabii. Osmanlılar kendi çerçeveleri içinde güçlü bir ilmî hayata sahiptiler. Ancak daha önce söylediğim gibi klasik bilgi teknik üretmek için değil eşyanın hakikatını tespit için vardır. Bu sahip olunan bilginin sosyal ve siyasi hayata yansıması yoktur anlamına gelmez. Ama nihaî hedef bu değil. Mesela, hendese nazarîdir, eşyanın hakikatine ilişkin bir araştırmadır. Misâha ise hendesinin tatbikidir. O açıdan, yeri geldiğinden dolayı söyleyeyim, Osmanlı mimarisinin matematik temelleri Osmanlı dönemi misaha kitapları dikkate alınmadan tespit edilemez. Övgü ve sövgü mantığına gelince… Malzemesi üzerinde çalışılmamış bir tarihi dönem hakkında hüküm vermek ne derece ilmîdir. Mesela, son zamanlarda Rahmetli Cevad İzgi’nin Osmanlı Medreselerinde İlim adlı iki ciltlik bir eseri çıktı. Bu eserle beraber en azından malzeme düzeyinde bazı eksiklikler belirli bir oranda kalktı. Yazmalara dayalı bu çalışmayla Osmanlılarda hangi ilmi eserlerin mütedavil olduğu, okunduğu ve bunun mekanizması ortaya kondu.

* Yazmalar konusuna gelelim. Asırlar boyu, matbaa da geç girdiğinden dolayı, telif, şerh, haşiye gibi yöntemlerle kaleme alınmış yüzlerce eser var. Dediğiniz gibi bunlar üzerinde çalışılmadan hükümler veriliyor, genellemeler yapılıyor. Yazmaların önemi nedir?

Dananın kuyruğunun koptuğu yer burasıdır. Hemen söyleyelim, İslam ve Osmanlı Medeniyeti bir yazma kültürüdür. Zaten biz basma kültürü mantığıyla yazma kültürüne baktığımız için bir sürü problem neşet ediyor. Bakınız, dünyada altı milyon Arapça yazma var; dört milyon da Türkçe, Farsça ve diğer müslüman halkların mahalli dilleriyle yazılmış yazma varsayılırsa yekun onmilyona baliğ olur. Bu mikdarın daha bir milyonu belki çalışıldı. Gerisini varın hesap edin. Diğer taraftan şerh, haşiye, talik gibi terimlere gelelim. Bunlar birer yazım tekniğidir; ilmin ilerlemesi gerilemesi gibi konularla alakaları yoktur. Şerhler, talimî metinler üzerine yapılır. Mesela İbn Sina’nın el-Şîfâ’sına şerh yazılmaz. Şerh, muhtasar ve müfid talimî bir metnin daha üst bir seviyeye çıkartılması için yazılır. Şerhi tefsirle karıştırıyorlar, şerh tefsir değildir. Yani şerh metni açıklamaz, metni daha üst bir seviyeye taşır. Haşiye daha üst bir seviyeye, talik ise artık ayrıntılarda takılıp kalan bilgiyi söküp alır. Bu açıdan yazma kültürü mantığı içinde, hoca-metin olmazsa olmaz ilişkisini de dikkate alarak bu yazım tekniklerini değerlendirmeliyiz.

* Yazmalara dönersek. Bir örnekle yazma bir eseri düşünce tarihi açısından nasıl değerlendirebiliriz?

Bu soruya yüzlerce örnek verilebilir. Ben şu örneği vereyim. Denilir ki, İbn Rüşd’ün, Gazzâlî’nin Tehâfut el-felâsife’sine yazdığı Tehâfut el-tehâfut isimli cevabî eseri Osmanlıya ulaşmamıştır; ulaşsaydı durum daha farklı olurdu; Gazzâlî düşüncesi Osmanlı’da tutunamazdı. Şimdi bu harcı alem bir iddia, ve basma kültürü mantığıyla ileri sürülmüş bir iddia. Yazma kültürü yöntemi açısından, önce İbn Rüşd’ün eserinin dünyada mevcut yazma nüshaları tespit edilir; bu nüshalar nerelerde, hangi şehirlerde, hangi medreselerde, hangi mekâtiplerde istinsah edilmiş, kimler tarafından istinsah edilmiş; nüshaların üzerinde bulunan ferağ kayıtları, temellük kayıtları, şira kayıtları, istishab kayıtları yani kısaca yazmalarla ilgili diğer tüm kayıt türleri incelenir; böylece yazmanın tarihî seyri tespit edilir; sonra ulaştı mı, biliniyor mu bilinmiyor mu? tartışılır. Bu açıdan İbn Rüşd’ün eserinin bir Fransız tarafından yayınlanan tenkitli metnine baktığımızda, tenkitli metnin dayandığı tüm nüsharın Osmanlı döneminde hem de İstanbul’da istinsah edilmiş nüshalar olduğunu görürüz. Mesela, tenkitli metnin dayandığı asıl nüsha Yeni Camii nüshası Taşköprülü-zâde’nin nüshasıdır. Şehid Ali Paşa nüshası Musa İsa adlı bir alimin, Laleli nüshası Esad Yanyevî’nin, Cambridge nüshası Mustafa Sipahizâde’nin, vb… Ben de acizane mevcud tenkitli metinde kullanılmamış en eski Arapça nüshayı tespit ettim… Bu nüsha da 1506 tarihinde yine İstanbul’da istinsah edilmiştir. Görüldüğü gibi tüm nüshalar Osmanlı nüshasıdır.

Tüm yazma eserler için aynı süreç takip edilmelidir. Bu yapılmazsa ne olur. Müsaadenizle yine bir örnek vereyim: Yakın zamanda Muhammed Abid el-Câbirî’nin Türkçe’ye Arap Aklının Oluşumu isimli bir kitabı çevrildi. Eser, İslâm düşünce tarihinin polisiye romanı mantığıyla yazımına güzel bir örnektir. Eserin tenkidi bir tarafa; bakın ne diyor: “O (Gazzâlî) İbn Heysem’in koyduğu ilmin kökünü kazımış, yaymaya çalıştığı rasyonalist kritisizm (=tenkidçi) ruhunu boğmuştur. /…/. Evet, İbn Heysem, Arap Kültürü içinde gerçekten bir “yabancı”ydı ve onu kesinlikle etkileyememişti”. Şimdi bakınız; Câbirî İslam ilim tarihinde iki ayrı İbn Heysem olduğunu bilmiyor: Tabiiyyûndan olan Aristocu İbn Heysem ile riyâziyyûndan olan İbn Heysem. Evet, Gazzâlî birincisini boğmuştur; ama ikincisine arka çıkmıştır. Câbirî ise birinciyi savunurken, iki ayrı İbn Heysem olduğunu bilmediğinden dolayı, aslında ikincisini savunuyor dolayısıyla bizim dediğimize geliyor. İkincisi, etkilemediğini hangi araştırmalardan intâç ediyorsunuz. İbn Heysem’in eserlerinin yazma nüshalarının tarihi seyrini incelediniz mi?. Nasîruddin Tusî’nin, Kutbuddin Şirâzî’nin, Kemaleddin Fârisî’nin, İbn Nefîs’in, Mirim Çelebi’nin, Ali Kuşçu’nun, Fethullah Şirvânî’nin, Takiyuddin Râsıd’ın eserlerini gördünüz mü? Bu İslam matematik ve astronomisinin büyük isimlerinin optik, matematik ve astronomi çalışmaları büyük oranda İbn Heysem çizgisindedir. Bunu bizzat kendileri söylüyor; hatta bazılarının eserleri İbn Heysem’in eserlerinin ihtisarı, hulasası, tenkihi şeklindedir. Gerçekten de İslam Medeniyeti’nde optik, matematik ve astronomi sahasında bir İbn Heysem okulu vardır; bunu bizzat klasik kaynaklarımızdan İbn Ekfânî, İrşâd el-kâsıd ilâ esnâ el-mekâsıd adlı eserinde vurguluyor. Niçin Câbirî gibi iyi bir araştırmacı bunu söylüyor. Birincisi her şeyi Sosyalist Mağribî Arap Milliyetçiliği İdeolojisi açısından değerlendirmesi. İkincisi çerçevesinin yanlış olması yani İslam ilim tarihinin mantığını kavrayamaması, riyâziyyûn ve tabiiyyûn gibi farklılıklardan haberdar olmaması vb… Üçüncü ise yazma kültürü yöntemini dikkate almaması. En acısı da Türk hakimiyeti dönemini (Osmanlı dahil), Muhammed Cemil Beyhem’i takip ederek kayıp halka (el-halkat el-mefkûde) olarak isimlendirip görmemezlikten gelmesi. Tüm bu noktalara rağmen İslâm medeniyetini değerlendirecek, kuşatacak, açıklayacak iyi bir çerçeve inşa edilebilir mi? Yazma kültürüne dönersek şu ayırımı yapmamız lazım: Osmanlı ilmî seviyesi ile Osmanlı katkısı arasında. Seviye için rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Osmanlılar Klasik İslam mirasının %95’ine sahiptiler. Bu yazmalar Osmanlı kütüphanelerinde, medreselerinde mevcuttu, ve bunlar mutalaa ediliyordu. Bu açıdan İbn Sina, İbn Heysem aynı zamanda birer Osmanlı alimidir; diğerleri içinde aynı şey geçerlidir. Katkı için ise Osmanlı döneminde telif, şerh, haşiye, tercüme vb. şeklinde ortaya konulmuş yazmaların incelenmesi gerekir. Şahsî kanaatim gelecek yüzyıldaki İslam ve Osmanlı düşüncesi araştırmaları yazmalardan geçecektir. Bunun ötesinde konuşmak, Akkirmanî’nin deyişiyle hikaye olmaktan öteye geçmeyecektir.

* Peki, Osmanlılarda niçin bazı ilim dalları gelişemedi?

Öncelikle gelişme ile dönüşmeyi birbirinden ayırmamız lazım. Osmanlı biliminde gelişme kendi çerçevesi içinde son dönemlere kadar devam etmiştir. Bunu ancak bu dönemde telif edilmiş yazma eserlerle hemhal olan bir kişi anlayabilir; dışardan konuşmak, konuşulan disiplinin teknik tarihî gelişimi de bilinmiyorsa, anlamsızdır. Peki niçin bir dönüşüm olmadı? Yani Yeniçağ Avrupasında ortaya çıkan integral hisab, diferensiyal hisab, yeni fizik vb. konular niçin bizde vuku bulmadı. İşte tüm bunlar tam tersine Osmanlıda bir şey olmadığından değil, çok yerleşik bir ilim geleneği olduğundan olmadı. Geleneğin gücü sadece Osmanlı için değil, her dönemde geçerlidir. Yunan Pitagoras aritmetiğinin aşılmasında, Öklidin geometrik matematiğinin tıkanmasında hep yerleşik geleneğin gücü sözkonusudur. Daha modern bir örnek vereyim. Öklid dışı geometrilerin ortaya çıktığı dönemde ki yuvarlak bir tarihle 1850 civarıdır, Bolyai’nin babası, Alman matematikçi Gauss’a -ki matematiğin prensi olarak bilinir- oğlunun Öklid dışı geometrilere ilişkin çalışmalarını gönderince; Gauss şu cevabı verir: “Ben zaten bunu biliyorum. Ancak bunu ilan edersem insanların bana deli diyeceğinden korkuyorum”. Niçin? Çünkü Kant ile beraber Öklid geometrisi insan zihninin dışavurumu olarak görülmüş. Şimdi nasıl olurda aynı zihin iki ayrı geometri inşa etsin; iki ayrı doğru olsun. Bakınız, kilise yok, dinî baskı yok ve döneminin en büyük matematikçisi Gauss. Ancak çerçeve çok güçlü. Söyleyeceği yeni şeyin teknik bir detay olmadığı, bir metafiziği değiştireceğini çok iyi biliyor. İşte Osmanlıya da bu çerçeve (paradigma) problemi açısından yaklaşmak gerekir.

* Öyleyse bu çerçeveyi tahlil edelim.

Bu zor bir konu. Ben kendi hesabıma bunu anlamaya çalışan biriyim. Ancak bazı ayırımlar üzerinde durabilirim. Daha önceki bir yazımda da ifade ettiğim gibi klasik dönem söz konusu olduğunda bilgi açısından medeniyetleri biribirinden ayırmanın dört basamağı vardır diye düşünüyorum: Bilginin tanımı, bilgiyi üreten şahsın kimliği, bilginin üretildiği müesseseler ve üretilen bilginin maksadı. Bu açıdan Osmanlı ve Yeniçağ Avrupası karşılaştırılabilir. Bu uzun bir konu. Tekrar çerçevenin teşekkül sürecine dönersek, Gazzâlî sonrası dönemde İslam Medeniyetinde, onun sağladığı meşruiyyet çerçevesinde, bir yerleşikliğe, istikrara ulaşılmış oldu. Üretim de uzlaşılmış çerçevenin içinde yapılmaya başlandı. Bu açıdan Osmanlı dönemi İslam Medeniyetinin istikrar dönemidir. Ve hiç mübalağa etmeden şunu rahatlıkla söylüyorum: Osmanlı’da klasik dönemde birbiriyle kavga eden tüm farklı yönelimler, meşşâî felsefe, işrakî felsefe, çeşitli renkleriyle tüm irfanî okullar, yine çeşitli ayrımlarıyla kelamî ekoller vb. mevcut. Mesela Osmanlı düşüncesinde ciddî bir İbn Sînacı çizgi var; bunu İbn Sina’nın eserlerinin yazma nüshalarının tarihi seyrini inceleyerek tespit edebilirsiniz. Yani Osmanlı, yeni bir medeniyet değil, her açıdan klasik İslam Medeniyetinin birikimini tevarüs etmiş, tabii bir devamıdır.

* Niçin dönüşüm olmadığını çizdiğiniz çerçevede tekrar ele alırsak…

Evet. Bunu tarihi bağlamda bulabiliriz. Bir örnekle izah etmeye çalışayım. İhtimaliyat (olasılık) hesabı denilen bir hesap türü var. Bu Avrupa’da nasıl ortaya çıkmış? İki önemli sebebi var: Sigorta şirketlerinin yaygınlaşması ve kumarhaneler ile kumar oynamanın aristokrat sınıf nezdinde yaygınlaşması… Nitekim bu hesabı ilk icad eden Pascal’a sorulan soru “Bir kumar destesinde şu ihtimal ne kadardır?” şeklindedir; soran da kumara düşkün bir aristokrattır. Bu bağlam bizde yok, onun için tezahürü bekleyemezsiniz. Ama çok ilginçtir bizde aynı hesab türü nerededir? Kombinatör analiz dediğimiz bu hesap türü, -ki ihtimaliyatı da kuşatır- Halil b. Ahmed’in daha hicretin ilk asırlarında kurduğu ve ondan sonra gelişen “Arap harflerinin biribirleriyle terkibinden kaç türlü anlamlı kelime ortaya çıkar” şeklindeki bir varlık zemininde vücûd bulmuştur. Ve daha sonra bu çalışmalar ilerletilmiştir; Ebu Bekir Kerecî, Samavel, Kemaluddin Fârisi, Cemşid Kaşi, Yezdî, Osmanlı döneminde Takiyüddin Rasıd ve özellikle İbrahim Halebî… İlginçtir m. XII-XIII. yüzyıllarda yaşamış İbn Mun’im adlı mağribli matematikçi bu matematik tekniğine fıkh el-hisab adını vermektedir. Yine ilginç diğer bir nokta bu tekniğin, Nasîruddin Tusi eliyle, İslam felsefesinde, erbabının bildiği, sudûr nazarîyisine uygulanmasıdır; yani Yeni-Eflâtuncu çok önemli felsefî bir problem matematik yöntemle çözülmeye çalışılmıştır. Sanıyorum bu örnekler tarihi bağlamın ve çerçevenin mantığının anlaşılmasını sağlayabilir.

* İsterseniz, Yeniçağ Avrupa biliminin Osmanlıya girişi konusunu ele alalım. Bu nasıl oldu; yani bu kadar güçlü bir çerçeve vardı, bu nasıl aşıldı?

Bu konuda cari olan kanaatler şunlardır: Bu kolay olmadı. İkincisi zannedildiği gibi aktarım nazarî mülahazalarla değil pratik kaygılarla ele alındı; dolayısıyla mütefennin zabit yetiştirmek hedeflendi. Bu açıdan Osmanlı batılılaşması askerî batılılaşmadır. Bu ifadelerin hepsi kısmî doğrulardır; ancak bunlar sebepler değil sonuçlardır. Daha derine gitmek gerekir. Şöyle düşünüyorum: Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle İslam medeniyetinde kadîm olan İslam öncesi, cedid olan İslamî dönemdir. O açıdan İbn Nedim el-Fihrist adlı eserinde İslam ulemasının bir kısmına muhdesûn adını verir yani modernler. Öyleyse soru şudur: Osmanlı uleması ne zaman kendi bilgi çerçevesine kadîm olarak bakmaya başladı? Yani meseleyi kadim-cedid kavramları çerçevesinde ele alıyorum; bu konuda bir araştırmayı da yürütüyorum. O zaman görürürüz ki sorun XVII. yüzyılın başlarına kadar gitmektedir ve muhtemelen bizde ilk defa cedid kavramı tıbbî literatürde kullanılmıştır. Burada Tanzimat ve sonrası dönemde Tıbbiye’nin Osmanlı zihniyetinin modernleşmesindeki yerini de hatırlamalıyız. Kadîm kelimesi de benzer şekilde… Daha sonra heyet-i cedide ve heyet-i kadime tabirleri… Gerçekten bunlar sıkça kullanılan tabirler… Neticede Osmanlıdaki dönüşüm askerî modernleşmeden çok önce başlamıştı bile; sonuncusu devlet tarafından teşkilatlandırıldığı ve sonuçları ağır olduğu için dikkat çekiyor. Dikkat edilmesi gereken nokta kendi bilgi birikimine kadim diyen yine Osmanlı ulemasının kendisi olmasıdır ve bu amelî ilimlerden nazarî ilimlere doğru hafifleyen bir seyir izlemektedir. Ancak Yenicağ Avrupa biliminin fizikî yani teknik baskısı artınca bu kadîm-cedid ilişkisi radikal bir hal aldı. Neticede, iki zihniyetin farklılığı, Batı Avrupa biliminin tanımı, üretici şahsı, kurumları ve hedefleri farklı olduğundan, ve dahi Osmanlı ilmî paradigmasının güçlü olmasından dolayı kabulde ve hatta yer yer anlamada oldukça zorlanıldı; teknik olarak değil, kavramsal çerçeve olarak… Çünkü Osmanlı bir Pigme kabilesi değil ki, sabahtan akşama tüm dünya görüşünü ve dünya tasavvurunu değiştirsin. Burada psikolojik zorluk karşımıza çıkıyor. Frenk dediğin, ve dahi Gavur dediğin diğerinden alıcı konumuna düşüyorsun. Buradaki alıcılık, tekrar ediyorum, cüziyyata ilişkin değil külliyata ilişkindir. Yani sadece unsur değil asıl alıyorsun…İlginç bir örnek vereyim: Osmanlı Medreselerinde Bahaeddin Amilî’nin ders kitabı olarak okutulan Teşrîh el-eflâk adlı bir teorik astronomi eseri vardır. Kuyucaklızade Mehmed Atıf Efendi (öl.1847) bu eseri Türkçeye tercüme ediyor. Kopernik astronomisi Osmanlı bilimine ulaşalı çok olmasına rağmen -1660’lara kadar geri gider-, Atıf Efendi şöyle diyor: “Duyduğumuza göre Kopernik nam Frenk yeni bir sistem ortaya koymuş, bu sistem şöyle şöyledir”. Diyor ki, bu sistem bizim geleneğimizde zaten var, niye o koymuş olsun ki… İşte Kadim dönemde yaşamış Pitagoras nam hakim… vb., başlıyor anlatmaya… Yani durumun aslında farkında, ancak kabullenmek için kendi geleneğinde karşılığını arıyor. İşte bu psikolojik zorluktur; bu da ancak bir şeye sahip olan insanın göstereceği bir tavırdır. Neticede üç tavır var batı bilimine karşı: Karşı olanlar: nispeten azdır ve dinî gerekçelerle değil, çerçevenin gücünden ve psikolojik zorluktan dolayı…; dinî gerekçe varsa bile delil olması itibariyle vardır, asıl olması itibariyle değil… İkinci öbek tamamen taraf olanlar; kaygıları bir an evvel vaziyeti, yani İstanbul merkezli siyasî merkezin nisbî bağımsızlığını, kurtarmaktır. Üçüncüsü gelenekte durup yeniyle sentez yapmaya çalışanlar: Gelenbevî İsmail Efendi, Seyyid Ali Paşa gibi… Tabii bunlar genel taslaklardır, ayrıntılarda çok daha farklı unsurlar işin içine girer. Bunun yanında Osmanlı ulemasının Yeniçağ Avrupa bilimine olan tavrını tespit için klasik bilgi zihniyetini kavramak gerekir. Mesela Seyyid Ali Paşa, modern eğitim kurumlarında başhocalık yapmasına rağmen niçin Ali Kuşçu’nun el-Fethiyye adlı klasik astronomi eserini Türkçe’ye tercüme ediyor. Bunu anlamak için tabiiyyûn ile riyâziyyûn astronomi anlayışlarını vb. konuları bilmek gerekir.

* Son olarak bugün ne yapılablir? Yazma kültürümüz yeni bir ihyâ ve inşâ aşamasında nasıl tavzîf edilebilir?

Kısa cevap vermeye çalışacağım. Öncelikle kendi tarihimizi sahiplenmeliyiz. Bu da yerlileşmekle mümkün olabilir. İlgilendiğimiz şeyin kendi tarihimiz olduğunu unutmamalıyız. Yerlileşme, yerli bir mevkif yani duruşa sahip olmakla gerçekleşir. Mevkif sahibi olmak psikolojik ve ahlaki bir durumdur dolayısıyla şahsiyeti şart koşar. İkincisi maksadımız olmalı; bu da siyasi bir tavırdır ve mensubiyeti şart koşar. Son olarak bir manzumemiz olmalı, bu da nazarî bir çabayı gerektirir ve dolayısıyla ehliyeti şart koşar. Yani mevkif, maksad ve manzume ile bunların şart koştuğu şahsiyet, mensubiyet ve ehliyet… Bunlar birbirini zorunlu kılar. Gerisi de kendiliğinden gelir.

İhsan Fazlıoğlu