Etiket arşivi: ilim

Dolgun’un faresi

Stalin’in zindanlarında yıllar geçiren Aleksander Dolgun, uzun bir açlıktan sonra hücre duvarındaki delikten beliren bir fareyi yakalayabilmek için saatler boyu kan ter içinde nasıl uğraştığını anlatırken, farenin o anda gözüne nefis bir ziyafet olarak göründüğünü de uzun uzun tasvir etmekten geri kalmaz.

Karnı günde üç defa dolup boşalan insanların bu manzarayı hissen idrak etmesi elbette mümkün değildir. Selim fıtratların kaçınılmaz olarak tiksindiği birşeyi Dolgun’un o andaki gözüyle görebilmek için, evvelâ Dolgun kadar aç kalmak gerekir. Ama hissen değilse bile mantık yönüyle bu hâdisenin açıklamasını yapmakta zorlanmayız. Çünkü herkes bilir ki, açlık bir canlının en karşı konulmaz duygusudur. Mutlaka tatmin ister, şiddetlendikçe diğer bütün duygu ve ihtiyaçların önüne geçer ve eğer tehlike sınırlarına gelip dayanmışsa, akla gelen herşeyi rahatlıkla, kolaylıkla ve — Dolgun örneğinde olduğu gibi — iştahla insana yaptırır!

Bunu herkes bilir de, açlığın sadece karnımızın sol tarafındaki rızık deposuna has bir duygudan ibaret olmadığını herkes her zaman hatırlamaz. Eğer insanlar her çeşit açlığını aynı şiddette hissedebilseydi, bugün beşer âleminin çok daha başka şeyler etrafında pervane olduğunu görecektik.

Üstad Bediüzzaman, “insaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinden” söz eder ve bu midelerin önüne serilmiş kâinat dolusu rızıklara binlerce sayfalık muhteşem tasvirlerle iştahımızı açar. Üstelik bu sofralar, bize pahalıya satılan cinsten ziyafetler de değildir. Onlarla rızıklanmak, gözünü açıp bakmak kadar kolay, kulak verip işitmek kadar basit, bir kitabı okumak kadar rahat, düşünmek kadar doğal, yaşamak kadar lezzetlidir. Kendi iradesiyle kendisini mahrum etmeyen hiç kimse bu sofralardan kovulmaz; hiç kimseden de şükürden başka bir ücret istenmez. Kaldı ki, şükrün bizzat kendisi, bütün bu sofraların ötesinde başlı başına bir ziyafettir. “Bir ateistin en bedbaht ânı, şükretmek isteyip de şükredecek birisini bulamadığı andır” diyen Batılı yazar, en büyük ziyafetten mahrumiyeti ve en büyük açlığı veciz bir şekilde ifade etmiştir. Kur’ân da, kendisini yalanlayanların en büyük hüsranını onların yüzlerine bir şamar gibi vurur:

“Yoksa bu rızıktan nasibinizi, onu yalanlayıp da kendinizi bütün bütün mahrum etmekten ibaret mi kılacaksınız?” (Vâkıa sûresi, 56:82.)

İnsaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinin açlığı, tıpkı maddî açlığımız gibi, kendisini mutlaka hissettirir. İnsanları aldatan ise, bu hissi hiç duymamak değil, çoğu zaman yanlış teşhis koymaktan ibarettir.

Eğer hergün gelip geçtiğiniz yolun kenarındaki çiçekler her sabah size tatlı tebessümleriyle selâm verip durdukları halde siz onları görmeden gelip geçiyorsanız, sakın ruhunuzda onlara bir iştiyak kalmadığını sanmayın. Yanlış çiçekleri koklamaktan vazgeçerseniz, o iştiyakı hissetmeye başlarsınız.

Gün boyunca etrafınızda cıvıldaşan serçelerin tesbihatından hergün ayrı bir lezzet alamıyor, o cıvıltıları işitmediğiniz zaman hayatınızda bir eksiklik hissetmiyorsanız, hayatınızı ve hayalinizi dolduran gürültülerden hiç değilse kısmen arınmayı deneyin. Tatlı bir iştah suretinde belirmeye başlayan bir açlığın her defasında yeni bir lezzetle tatmin olmaya başladığını görürsünüz.

Yaz mevsiminin gelişini karpuz yemek şeklinde telâkki etmeye başlamışsanız, onu ve diğer yaz nimetlerini yemeden önce beş on dakika onları seyredin ve dinleyin. Aynı sofranın kaç mideye birden rızık dağıttığını bilfiil yaşarsınız.

Ama, ilim ve hikmetten, iman hakikatleri ile tefekkürden mahrum şekilde günleriniz gelip geçtiği halde, “Dünyevî vazifelerle uğraşmak, fıtraten hoşlandığım ve hakaikine meclûb olduğum nurlu Sözlerle iştigalime kısmen mâni oluyor; işte buna müteessirim, fakat elimden birşey gelmiyor” diyen Nur kahramanının ıztırabını derinden derine de olsa duyamıyorsanız…

O zaman, maneviyat âleminin tabiplerinden Fetih bin Said el-Musulî’nin teşhisine kulak vermek zamanıdır:

“Yemekten, içmekten ve ilâçtan alıkonan hasta nasıl ölürse, üç gün üst üste ilim ve hikmetten alıkonan kalp de öylece ölür.”

Midemiz haftalar süren bir açlığa dayanabildiği halde, kalp, uzman ifadesiyle, en fazla üç günlük bir açlığa dayanabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Bu açlığı hissetmeyenler, kalplerinin fazla dayanıklı olduğunu sanmasınlar. Gerçekte açlık tehlike sınırını çoktan aşmıştır da, selim fıtratların reddettiği şeyleri kalp ve ruha boşaltarak oralarını Halkalı çöp-lüğüne çevirmeye başlamıştır.

Onun için, dikkat!

İlimden, hikmetten, iman ve Kur’ân hakikatlerinden mahrum tek bir günümüz geçmesin.

Ve Dolgun’un fareleri sakın bize sevimli gelmesin!

Ümit Şimşek

Kadere inanmazsak ne olur? (3)

Yaratan bilmez mi hiç? Şüphesiz O, Latîf’dir, Habîr’dir.
(Mülk sûresi, 14)

Serinin diğer yazılarında da altını çizmeye çalıştım: Kadere iman, sadece irademizle Allah’ın iradesi arasındaki ilişkiyi açıklamak için değil, topyekûn (ve her an olan) yaratılışı anlayabilmek için de zarurî birşeydir. Onu, sadece ‘seçimlerimiz’ ve ‘Allah’ın yaratışı’ arasındaki ilişkiyi açıklamak için kullanmamız, hem meseleye kapsamlı bakmamızı engelliyor, hem de kadere imanın neden ‘akaidin bir parçası olacak kadar kıymetli olduğunu’ anlamamızı zorlaştırıyor.

Şunu farketmeliyiz: Eğer kadere iman etmezsek Allah’ın yaratışının ‘ilim’ ve ‘irade’ boyutlarını anlayamayız. Sadece kudretle irtibatlı birşey sanırız. Halbuki kainatın, mürşidimin ifadesiyle, ‘tecezzi kabul etmez bir küll’  (yani hiçbir noktası tasarımın dışında bırakılamayacak bir bütünlük) olduğunu idrak edersek, o zaman ‘ilim’ ve ‘irade’ ile sürekli bir ‘takdir’ kalıbının çalıştığını kabul etmemiz kaçınılmaz olur. Yani, en öz ifadesiyle, denilebilir ki: Eğer tevhide iman ediyorsanız kadere iman etmeniz kaçınılmazdır. Zira herşeyi yaratanın ‘herşeyi bilmesi’ lazımdır. Zamanı yaratanın zamandan aşkın bir şekilde o zamanda olacakları bilmesi lazımdır. Tıpkı 29. Lem’a’da denildiği gibi:

Herşeye gücü yeten Yaratıcı herşeyi her şe’niyle (haliyle) bilir. Onun iradesi herşeyi kaplar; dilediği olur, dilemediği olmaz. Herşeyi kaplayan zâtî ve mutlak kudretiyle herşeye gücü yeter. Nasıl şu günkü günde güneşin ışıksız ve ısısız olması mümkün ve mutasavver değilse, öyle de, Göklerin Yaratıcısı olan bir İlâhın kapsayıcı illim ve mutlak kudret sahibi olmaması mümkün değildir ve tasavvur olunamaz. Demek, zorunlu olarak, zâtına lâzım olan kaplayıcı ilmiyle O herşeyi her şe’niyle (haliyle) bilir. Öyle bir ilmin herşeye taallûku (bağı) lâzımdır ve hiçbir şeyin ondan gizlenmesi mümkün değildir; çünkü huzur ve şuhud ve nüfuz ve nuranî ihata vardır (yani herşey Onun huzurunda ve gözetimi altındadır. Güneşin ısısı gibi herşeye nüfuz eder ve herşeyi kapsamı içine alır).

Bu noktada, kaderi inkâr edenlerin (büyük bir hata olarak), Allah’ın bilişini insanın bilişine kıyasladıklarını görüyoruz. En çok sürçtükleri yerlerden birisi burası. Allah’ı da ‘öğrenir bir biliş sahibi’ olarak tasavvur ediyorlar. Bir ölçüde ‘insan gibi’ bir Allah’a inanıyorlar. Halbuki herşeyi yaratan için sonradan öğrenme nasıl mümkün olur? Birşeyi yaratanın, o şeyin yaratılmasında gerekli olan ilmi, sonradan hasıl olmuş gibi yarattıktan sonra öğrenmesi Allah tasavvurumuz adına büyük bir nakise/çelişki değil midir? Öyledir. Zira bu zeminde Allah artık aynı fiille hem ‘etkileyen’ hem ‘etkilenen’ konumuna gelir. Ne eylediğini bilmeden yaratır. Adı Allah’tır ama hakikatte (yüzbin kere hâşâ) bilinçsiz bir kudrettir.

Meselenin bu kısmını biraz daha açarsam: Bir fiili yaratırken (yaratmak bir tür etkilemedir) içeriği olarak okuduğumuz ilmi Allah yarattıktan sonradan öğreniyorsa (öğrenmek bir etkilenmedir), yani kaderin bize öğrettiği gibi zamanlar üstü kuşatıcı bir bilişi yoksa Allah’ın, bu, ne yarattığını kendisi de sonradan öğreniyor demektir. Hem ‘etkiliyor’ hem de ‘etkileniyor’ demektir. Hatta yarattıklarının sonuçlarını da bilmeden (kestiremeden) yaratıyor demektir. Hâşâ, yüzbin defa hâşâ, Allah yarattığının cahili demektir.

Etkilemek için yarattığı şeyden kendisi de daha sonra etkileniyor, yani etkilemek için yarattığının nasıl etkileyeceğini önceden bilmiyor, bu iş bir nevi tesadüflere kalıyorsa, sormak gerekir: Kader inkârcılarının iman ettiği ilah nasıl bir ilahtır? Bu şekilde kurgulanmış öncelik-sonralık ilişkisi Allah’ı zamanla mukayyet hale getirmez midir? Ne olacağını bilmeden yaratan bir ilahın sonuçlarını kestiremediği fiillerle örülü bir âlemi tevhid ile idare ettiği nasıl açıklanır? Deistler gibi: ‘Allah makinayı kurdu bıraktı. Artık karışmıyor!’ mu deriz? Ne halt ederiz?

Düzeni, ölçülülüğü, estetiği, sanatı, hikmeti vs, bütün bunları, kaderin bize öğrettiği ‘kuşatıcı biliş’i kabul etmeden kabul edemeyiz. Zira düzen de, ölçülü yapış da, sanat da, hikmet de bir ‘kuşatıcı biliş’in eseri olabilir ancak. Yani denilebilir ki: Kör tesadüfler böyle sanat eserlerinin yaratıcısı olamayacağı gibi, kader inkârcılarının itikat ettiği türden ‘olacaklara kör bir ilah’ da bu âlemi yaratamaz. Kur’an’ın buyurduğu gibi: Yaratan elbette bilir. Bilmek yaratmanın öncesidir. İlim kudretin evvelidir.

Yaratan elbette o fiili her cihetiyle yaratandır. Her detayıyla yaratandır. Kudret kısmını karşılayıp lazım olan ilmi sonradan farkedecek değildir. Yarattığını sonradan öğrenecek değildir. Allah işini tesadüflere bırakmaz. İnsanın en küçük teknolojisi bile bir biliş, takdir ediş, planlayış olmadan ortaya çıkmaz. Önceden bir telefon üreteceğini bilmeden kim telefon üretebilir? Bu kader inkârcıları, itikatlarının, her fiile bir ‘yarım ilahlık’ vermek anlamına geldiğini farketmiyorlar mı? Yalnız kudreti Allah’a bırakıp ‘iradeyi’ ve ‘ilmi’ gasbettiklerini görmüyorlar mı?

İhlas sûresinin faziletine dair anlatılanlar bu noktada bize ayrıca bir ışık tutuyor. Bediüzzaman’ın İşaratü’l-İ’caz’da kaderle temas eden izahlarda bulunduğu kısımda altını çizdiği birşeydir: “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Kader inkârcılarının da düştüğü en büyük varta bence bu. Allah’ın bilişinin kendi bilişlerinin ötesinde bir biliş olabileceğini kabul edemiyorlar. Onlara göre kendi bilişlerinin yukarısında/ötesinde, onlardaki sınırlardan münezzeh (subhan) bir başka biliş olamaz. Kendileri birşeyi olduktan sonra öğreniyorlarsa o halde olmadan önce bilen bir ilah mümkün değil. Kafaları böyle çalışıyor. Geri kalan bütün demagojileri bu temel hatalarının üstünü örtmeye çalışmaktan ibaret.

İhlas sûresini itikadın selameti anlamında büyük bir rehber kılan, tam da Bediüzzaman’ın yukarıda dikkat çektiği şekilde, Allah tasavvurumuzda oluşabilecek hatalardan bizi kurtarıyor oluşudur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vacibin mümküne kıyasının ‘mümkün olmadığını’ biz en çok İhlas sûresinden ders alıyoruz.

Mesela; sûrede vurgulanan Allah’ın Samediyeti, yani ‘hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç oluşu’ hakikati bize kader açısından şunu öğretiyor: Allah yarattığından birşey öğrenmeye de muhtaç değildir. Eğer Alîm-i Külli Şey (herşeyi bilen) olmazsa, o zaman birşeyleri de öğreniyor olacaktır ki, bu, Onun Samediyetine nakise getirir. Subhanlığına leke kondurur. Çünkü öğrenmek bir aczin ifadesidir. Bilmekten aciz olan ancak öğrenir. Bu bir muhtaçlıktır. Bir cehalettir. Bir doğurulmadır.

‘Onun doğurmamış ve doğmamış’ olduğunu vurgulayan ayet ise bize kader konusunda der ki: Allah doğmadığı ve doğurmadığı gibi, yaratışı da Onun ilmine bir ‘doğma’ ve ‘doğurma’ sayılabilecek ‘öğrenme’ katkısı yapamaz. Yani Allah’ın fiillerinden Onun haberdar olmadığı bir sonuç/ilim doğmaz  ki, Allah kendi ilminden hariç bir bilgi doğurmakla, onu sonradan öğreniyor olsun. Son ayet ise sanki Bediüzzaman’ın dikkat çektiği temel sorunu da ona öğreten ayettir:Onun hiçbir dengi yoktur… Yani, Onu kendinizle veya mümkünden başka birşeyle bu şekilde kıyaslamayınız ve benzetmeyiniz. “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Hem Mesnevî-i Nuriye’de de diyor ki mürşidim:

Vâcibü’l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.

Demek, arkadaşım, fiili failsiz zannedenle, yaratılışı kadersiz sanan arasında çok bir fark yok. İkisinin de takıldıkları yer, aşağı yukarı, aynı. Aynı taşa çarpıyorlar fakat yorumları başka oluyor. Ne diyelim? Allah bizim ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

Kâinat Kur’an, insan âyet…

Büyük Selçuklu Sultanı, Alpaslan’ın oğlu Melikşah’ın devlet bütçesinden eğitim ve öğretim için en yüksek payın ayrılması isteğine bazı komutanlar, “Ordumuzun beldeler fethetmesi için en yüksek bütçenin orduya verilmesi lâzım” şeklindeki itirazlarına devletin büyük veziri Nizamülmülk şu mealde bir cevap veriyor:

“Nizamiye Medreselerinde (üniversitelerinde) size öyle bir ordu hazırlıyorum ki, yüreklerinde kin yerine iman, ellerinde kılıç yerine kalem, kafalarında problem yerine çözüm olacak ve hem çabaları, hem de dualarıyla cihanın yüreğini fethedecekler. Ancak böyle bir fetih kalıcı olur.”

Bunun tek şartı var: “Doğru hoca” yetiştirmek: Zaten “doğruhoca yetiştiremeyen milletler “sahte hoca”ların istilâsına uğrar! “Sahte hoca”ların yetiştirmeleri de ya toplumu bölmeye çalışır ya da Meclis’i bombalatır.

Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı Aşireti ilk büyük bölünmesini “âlim” olup “fazıl”olmayan bir hoca yüzünden yaşadı. Ertuğrul Gazi’nin ağabeyleri, Dımışık Hoca’nın dolduruşuna gelerek aşiretin yarıdan fazlasıyla birlikte geri döndüler. Büyük acılar yaşandı. Kendileri de yok olup gittiler. Akıbetleri bile belli değil.

Öte yandan İstanbul da “fazıl” bir “âlim” sayesinde fethedildi. Ak Şemseddin, en umutsuz demlerinde Padişah’ı ya ziyaret ediyor ya mektup gönderip tazeliyordu.

Binlerce örnek var, ama sadece bu iki örnek bile “doğru hoca”nın önemini kavramaya yeter.

Gerçek şu ki, biz “iyi hoca” (muallim) yetiştiremiyoruz. Bu yüzden öğretmenlerin tüm maddi sorunlarını çözüp bir elleri yağda, bir elleri balda yaşatsak bile (nerede o günler) “insan” sorunumuz çözülmeyecektir. Kısacası “doğru insan”yetiştirebilmek için, evvelâ “doğru hoca” yetiştirmemiz gerekiyor. 

“Müeddib” kelimesini daha önce bir yerlerde okudunuz mu, bilmiyorum. Bir nevi “muallim” olduğunu söyleyebilirim. İslâm eğitim sisteminde müeddiblerin önemli bir yeri var. “Terbiye eden, edeblendiren, bilgi ve görgü öğreten” manasına gelen bu kelimenin kökü “edeb”dir. 

“Edeb” kelime olarak bilinir, ama ondan türeyen “müeddib” erbabı dışında pek kimse tarafından bilinmez. “Edeb”i, “hayâ”yı unuttuktan sonra, “müeddib”i nasıl hatırlayalım? O kadar ki, çoğu sözlüklerden kovuldu. Türk Dil Kurumusözlüklerinde ise zaten hiçbir zaman yer bulamadı. Hatta “fazilet” kelimesi bile atılıp, yerine “erdem” getirildi.

Ankara’nın “Solfasol” denen bir semti var. Osmanlı asırlarında bu semtin adı“Zülfazıl”ken (Zülfadl), cumhuriyet döneminde “Solfasol”a dönüştürüldü…

Sebebi malum: “Zülfazıl”, “çok faziletli” demektir. Fazilet: Değer üreten, meziyet (kişiyi yücelten nitelikler) sahibi; ilim, irfan, iman ve şefkat ile ulaşılan yüksek derece. Dini ve ahlâki vazifelere riayet etme anlamlarını içerir… 

Üstelik “Zülfazıl” ismi Hacı Bayram-ı Veli’nin orada dünyaya gelmesinden dolayı verilmişti. Bir bakıma Veli’nin fazileti semte isim olmuştu.

Kelime olarak bile “fazilet”e tahammül edemeyen anlayış yüzünden isim değiştirildi: Semt anlamsızlığa teslim edildi. Geçelim…

Diyeceğim şu ki, devletimiz her okula bir “müeddib” tayin etmeli, bir de “âdab dersi” (insanlık dersi de olabilir)koymalı…

Öğretmenlerimiz çocuklarımızı bilgilendiriyor, ama “doğru insan” olmayı öğretmiyor: “Müeddib”ler işte bu açığı kapatacak… 

“Edeb”, “adab”, “ahlâk”, “fazilet”, “vicdan”, “namus”, “hâya”, “sabır”, “adalet”, “nezaket”, “nezahet”, “nezafet”, “nefaset”, “estetik” gibi, varlığı “insan” yapan kavramları okutacaklar. 

Bunları bilmeyen insan dünyanın en bilgili insanı da olsa, önce kendine, sonra vatanına, milletine, devletine ve tüm insanlığa zarar verir!

Unutmayalım ki, el yapımı bomba yapıp patlatarak bir sürü mazlumu hayattan koparan “terörist” de kimya ilmini kullanmaktadır!

Yani iş ilimde değil, ahlâk ve fazilette…

Yavuz Bahadıroğlu

Para İle İmtihan…

“Ne sây ile, ne mal iledir beyim,
büyüklük kemâl iledir.”
 
Mevlanâ’ya Selçuklu sultanlarından biri, kabul etmesini arzu ederek birkaç kese altın göndermişti. 
Mevlanâ’nın talebelerinden biri altınları alıp Mevlanâ’ya arz edince, Mevlanâ talebesine döndü ve
 
“-Beni gerçekten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atınız!” 
dedi.Talebesi, Mevlanâ’nın bu isteğini emir telakki edip, hiçbir sual dahi sormadan yerine getirdi.
Bu olaya şahit olan bazı kimseler, çamura atılan altınları toplamak için, hiç vakit kaybetmeden çamurun içine dalmışlardı. 
Fakat, kısa süre sonra üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hale geldi. 
Mevlanâ talebelerine onların bu hallerini göstererek ; 
“-Bu altınlar, şu gördüğünüz dünya ehlinin üstünü, başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip ibadetlerden alıkoyar. Bunun için dikkat edilmesi gereken husus; hırs ve tama yapmadan kanaaat üzere bulunmaktır. Dünyada, âhiret için çalışılmalı, kazanılmalıdır. Çünkü İslâm, insanlara faydalı olmayı emreder. Dünyadaki saadetlerden biri de helal kazanmak ve bu kazancını hayır ve hasenat yaparak âhirete göndermektir. Asıl sermaye ise, ilim, amel, ihlâs ve güzel amele sahip olmaktır” 
buyurdu.   
 
 
SANMA EY HACE Kİ SENDEN ZER-Ü SİM İSTERLER
 
Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler
“Yevme la yenfau” da kalb-i selim isterler.
 
Berzah-ı havf ü recadan geçe gör nakam ol
Dem-i âhirde ne ummid ü ne bim isterler.
 
Unutup bildiğini arif isen nadan ol
Bezm-i vahdette ne ilm-ü ne âlim isterler.
 
Âlem-i bi meh ü hurşid ü felekde her giz
Ne mühendis ne müneccim ne hakim isterler
 
Harem-i ma’niye biganeye yol vermezler
Âşina yi ezeli yar-i kadim isterler
 
Sakin-i dergeh-i teslim-i riza ol daim
Bermurad itmeğe hizmette mukim isterler.
 
Dergeh-i fakra varıp dirliğini arz etme
Anda her giz ne sipahi ne zaim isterler.
 
Aşık ol serbet-i vasl ister isen kim aşık
Çaresiz derd arayıp renc-i elim isterler .
 
Ni’met-i zahire dilbeste olan gürsineler
Muzd nan pareye cennat-i naim isterler.
 
Kible-i ma’niyi fehm eylemeyen kec revler
Sehv ile secde edip ecr-i azim isterler.
 
Ezber et kissa-i esrar-i dili ey Ruhi
Hazır ol bezm-i İlahi’de nedim isterler
——————————————————————————————————————
(BU ŞİİRİN YENİ TÜRKÇE’DEKİ ŞEKLİ)
 
Efendi, sanma ki senden altın ve gümüş isteyecekler
Hayır ,”Yevme la yenfau” da ancak kalb-i selim isterler
(Bu beyitte Şuârâ Sûresinin 88-89 âyetlerini telmih mevcut olup; o âyetlerde “Yevme la yenfau malun vela benun / Illa men eta’llahe bi kalbin selim” buyrulmaktadır. Meali şöyledir: “O gün (kıyamette) mal da fayda vermez evlatlar da / Ancak sağlam bir kalb ile Allah’ın huzuruna gelenler müstesna.”  
Şair bu beyitte âhirete temiz kalb ile gitmek gerektiğini vurgulamaktadır). 
 
Korku ve ümit merhalesinden geçip nakam olmaya bak
Yoksa son nefeste ne korku ne de umid işe yaramaz.
Eğer arif isen bildiklerini (vesveselerini) unutup bilmezlik makaminda kal.
 Çünki vahdet bezminde ne ilim ne de âlim isterler
(Gerçek) ay ile güneşlerin kaybolup gittiği şu dünyada ve gökkubbenin altında
Ne muhendis ne muneccim ne de filozof olmak kar etmiyor
(Bu beyti, “şu güneş imiş şu ay imiş gibi ayrımların yapılmadığı gerçek âlemde mühendis de olsan, müneccim yahut filozof da, faydası yok” şeklinde manâlandırmak da mümkündür).
 
Bigane olanları manâların harem dairesine girmeye bırakmazlar
Oraya girebilmek için ta ezelden âşinalar ve kadim dostluklar (Allah’i bilmek ve O’nun dostu olarak yaşamak) istenir.
 
Daima Hakk’ın rızasına teslimiyet dergâhında ikamet et
Çünki bir kişiyi muradına erdirmek için hizmette devamlılık isterler.
 
Fakr dergahına varıp maaşının yüksekliğinden dem vurma
Çünki orada asla ne üst düzey paşalar ne de prensler (yuksek bürokratlar) isterler.
 
Günü geldiğinde vuslat şerbetinden içmek istersen gerçek aşık ol
Ancak bil ki aşıklar gerçek aşka ulaşabilmek için çaresiz dertler arayıp elim sıkıntılar isterler.
 
Gösteriş nimetine gönül bağlayan gerçek fakirler bir parça ekmek parasına karşılık Naim cennetlerini istiyorlar (Garip doğrusu. Dilenciye çeyrek ekmek parası sadaka vermekle cennet kazanılacak sanıyorlar)
 
Gerçek manalar kıblesini idrak edemeyen aykırı gidişatlılar
Kazara bir secde ederler de hemen ardından (ömürleri taatle geçmiş gibi) en büyük ecirleri isterler.
(Demek bayram namazına gitmekle yıllık ibadetini tamamladığını sanıp sofuluk taslayanlar XVI. asırda da varmış )
 
Ey Ruhi, gönül sırlarına ait kıssayı ezberleyip kendini hazırlıklı tut ki
Yarın Allah’ın huzuruna varıldığında, tatlı dilli sohbet adamı (kulluğunda eksiği olmayan dost) isterler.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Kadere inanmasak ne olur? (2)

Varlıklarda gözlemlenen ölçülü düzenlemeler ve düzenlenmiş ölçüler, umumi hikmet ve tam bir inayet, düzenli kader (plânlar) ve ürün veren kazâlar (uygulamalar), belirlenmiş eceller ve göz önündeki erzaklar, düsturlarının sağlamlığıyla kâinattaki fenleri sonuç veren itkanat (kusursuz yapılar) ve herşeyi süslendiren ihtimamat (özenler) ve gayet mükemmel imtiyaz (seçkinlik) ve ittizan (denge) ve intizam (düzenlilik) ve itkan (kusursuzluk) ve herşeyin yaratılışında görülen mutlak kolaylık nâmına hiçbir şey yoktur ki, herşeyi bilen bir Allâmü’l-Guyûbun ilminin kapsayıcılığına şahit olmasın.” 29. Lem’a’dan…

Sık düştüğümüz bir yanılgı var. O da şudur: Biz kaderi ‘sadece bireysel seçimlerimizle ilgili birşey’ sanıyoruz. Halbuki kader yalnızca ferdî hayatlarımızla ilgili birşey değildir. Kader aslında bize ‘kainatın nasıl bir düzenle yaratıldığını’ anlatır. Daha doğrusu, yaratış için gerekli olan tek şeyin ‘kudret’ olmadığını (yani yaratıcının mucib-i bizzat olmadığını) bilen bir mü’min için kader, ilim-irade ikilisinin yaratış içindeki fonksiyonunu da tayin eder. Netleştirir. Şekillendirir. Bu nedenle, insan kadere iman ettiğinde, fazladan birşeye iman etmiş olmaz. Çünkü ona iman zaten tevhide imanın içindedir. Ahirete imanın içindedir. Kitaplara imanın içindedir. Nübüvvete imanın içindedir. Meleklere imanın içindedir. O onlardan varlığına delil bulduğu gibi şunlar da ondan kendilerine medet alırlar.

Bakmayın siz Kur’an müslümanlığı(!) sapkınlarının “Kur’an’da geçmiyor!” deyu onu inkâr etmelerine. O aptalların aklı hastadır. Gözünde hastalık olana güneş dahi ışık vermez. Dilinde hastalık olana bal bile kezzap gelir. Şunların cehaletini Kur’an yüklenmez. Çekmeye de mecbur değildir. Öyle ya. Aslında kadere esmaü’l-hüsna adedince işaretler vardır Kur’an’da. Çünkü Allah’ın tüm isim ve sıfatlarında sonsuzluğu kaderle mümkündür. Hatta sırf kainattaki düzen dahi kaderin bir delilidir. Ki kaderin Kur’an’da en sık tekrar edilen burhanı ‘bilişten yaratışa sirayet eden ölçülülük’tür.

Kadere iman ettiğimiz zaman aslında Allah’ın ‘yüzü ilme ve iradeye bakan’ her ismine iman etmiş oluyoruz. Tüm sınırsızlığı ve sonsuzluğuyla hem de. Aksi halde, yani kadere imanın olmadığı bir düzlemde, Allah’ın nasıl (hâşâ) kusurlu bir ilah olacağını bir önceki yazımda anlatmaya çalışmıştım. Bilmeden yaratan… Sonradan öğrenen… Bilmek için olmasına muhtaç olan… Kadere iman edilmediğinde ‘Allah tasavvurumuzda’ ve ‘tevhid inancımızda’ meydana gelecek erozyonun telafisi mümkün değildir.

Hatta şöyle düşünüyorum ben: İnsan, Allah’ı (hâşâ) ‘insanlaştırmaya/sınırlamaya’ kadere iman etmeyerek başlıyor. Kadere imanın sarsılması şirke doğru atılmış ilk adım. İlk sapma. İlk yıkım. Madem imanın altı şartı içinde en sonuncu olarak o söyleniyor. Ve madem Bediüzzaman, Kader Risalesi’nde onun için;  “Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir…” diyor. Bu direklerin yıkılışı da herhalde en ahirkinden başlıyor. Çünkü her gerileme ‘nihayetten/sondan’ başlar.

İşaratü’l-İ’caz‘da Bakara sûresinin 7. ayetini tefsir ederken mürşidimin; “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ, ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi, esbaba; Ehl-i İ’tizal, halk-ı ef’ali, abde; Mecusîler, şerri, ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenâb-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar…” demesi mezkûr ‘insanlaştırmaya’ bir izahtır denilebilir.

Kaderle kainatın düzeni arasındaki ilgiye geleyim. Bu ilgi aynı zamanda Kur’an müslümanlığı taifesinin “Kader Kur’an’da geçmiyor!” safsatasına da güzel bir cevap olacak. Ve Kur’an’da düzenden/ölçülülükten bahseden her ayetin aslında kaderden bahsettiğini bize gösterecek. Şuradan başlayalım. Şöyle söylüyor mürşidim bir eserinde:

Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır.

Bu tesbite katılmak için, değil imana, azıcık insafa sahip olmak yeterli. Çünkü varlıktaki düzen tüm bilim dallarının yüzümüze haykırdığı birşey. Hatta bilimin kendisi zaten bu düzenin keşfî üzerine kurulu. Düzeni olmayan birşeyin bilimi olabilir mi? Rastgelelik bizzat bilginin düşmanıdır. Daha doğrusu ‘nasıllığın’ bir kaideye/kanuna bağlı olmadığı bir sahada (zaten kendisi bizzat kaide/kanun keşfine dayanan) ‘bilim’ diye birşey yapılabilir mi? Demek bizim kainattan okuduğumuz her kanun/kaide (nasıllık bilgisi) aslında o şeyin belirli bir düzen/ölçü içinde yaratılmasının delilidir. (Herhalde ateistlerin bile reddemediği bu gerçeği Kur’an müslümanları reddetmezler. Yoksa ederler mi? Onlardan herşey beklenir.)

İşte Bediüzzaman da diyor ki: Madem bu düzeni reddedemiyorsun, o halde o düzenin ardındaki şu üç şeyi de reddedemezsin: İlim, irade, kudret. Yani herhangi bir fiil vücuda geldiğinde yalnızca kudret ile vücuda gelmez. Yaratıcı aynı zamanda o fiili bilir, seçer ve yaratır. Yaratıştan öncesi (bu ancak biz kullarca bir öncedir) yani ilim ve irade yönleri, Kur’an’da ‘takdir’ lafzıyla zikredilen şeyin içeriğini doldurur aslında. Ve kader konusunda takıntılı olanların da kafalarının basmadığı şey budur: Allah, elbette, yarattığı şeylerin ne olduğunu ve ne olacağını bilir, iradesiyle seçer ve kudretiyle de yaratır. Düzen dediğimiz şey de Allah’ın ‘takdiri’ dediğimiz bu ‘ilimle/ölçüyle ve iradeyle/seçilerek’ vücuda gelişin bir tezahürüdür.

Eğer Allah, ne olacağını bilmeden yaratıyor olsaydı, kainatta bir düzenin varlığından bahsedebilir miydik? Öyle ya. Fiillerin arkasında, onları sınırlayan küllî irade olmasaydı, kanunları/eşyayı kalıp içinde ne tutabilirdi? Bütün kainatta varolan sanatlar, düzenler, işleyişler bir ‘bilenin/seçenin’ yaratışının eseri değil midir? Küllî iradenin ‘hikmetli’ seçişleri ile kuşatılmış değil mi her bir yanımız? Allah’a Hakîm diye bu yüzden iman etmiyor muyuz? O halde, kainattaki ‘bölünme kabul etmez’ düzenden bakıp, Kur’an müslümanına Kur’anca soralım: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?”

Elbette ‘başıboş’ bırakılmaz. O da bu ‘takdire’ dahildir. Takdire dahil olan ‘bilişe’ de dahildir. “Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır.” Onun da iradesiyle yaptığı/yapacağı seçimler Allah’ın ilminde bilinmektedir. Küllî iradesiyle onaylanmaktadır. Kudretiyle de yaratılmaktadır. Bu noktada yine Bediüzzaman’ın kaderle takıntı yaşayanların psikolojisine dair yaptığı şu tesbit ne kadar anlamlıdır: “Evham, şübehat, dalâletin menşe’ ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder.

En başta da söylediğim gibi: Kader yalnızca bizimle ilgili birşey değil. Böyle düşünmekle en büyük yanılgıya düşüyoruz. Kader varlığın yaratılışındaki kudret-ilim-irade birlikteliğini açıklayan birşey. Biz sadece bu bütünlüğün bir parçasıyız. O kadar. Ona inanmaktan başka mantıklı çözüm yok. O halde, varlığın düzenini ilim ve iradeden öte açıklayabilen meczup varsa, o beri gelsin, kendisini de o ilim ve iradeden bağımsız açıklasın. Açıklasın da bir görelim. Sonra da o gerizekalı bize tevhide imanı nasıl anladığını bir izah etsin. Etsin ki hep beraber gülelim.

Ahmet AY – risalehaber.com