Etiket arşivi: imam-ı Gazali

Ruh-Beden İlişkisi ve Ölüm

Çocuk ana rahminde ruhun geleceği ve bedenin fiziksel ve ruhsal fonksiyonlarını yerine getirecek şekilde hazırlandıktan sonra ruh o bedene gelir, daha sonra dünya sahrasına çıkınca ruh ceset birlikte yaşarlar. Ölünce o ruh gelmiş olduğu bedenden geldiği yere döner, beden yine cansız bir kütle halinde kalır, demek ölüm ruhun bir süre münasebette olduğu bedenin ruh tarafından terk edilmesidir, yoksa ruh ölmüyor geldiği yere gidiyor ve farklı bir dünya için yeni eklentiler ile daha sürekli bir hayat için hazır oluyor. Ruh cevheri bedene uygun bir biçimde bizim anlamadığımız bilimin de anlamadığı bir terkip ile inşa ediliyor, öyle bir ruh ki beden ile münasebetini sağlıyor. Bedenden ayrılınca dünya hayatına göre hazırlanmış beden ahiret hayatına göre hazırlanıyor ve o yapı ile iki ebedi mekandan birinin kapısını çalıyor ve oraya gidiyor.

Bediüzzaman Haşir ile ilgili bahislerin dışında Barla Lahikası’nda bu konuda bir soruya cevap veriyor. Çok manidar bir mektuptur. Haşir bahsini ve öldükten sonra dirilme hakikatını destekliyor. Soruyu soran Hulusi Bey’dir. “Sual ; İmamı Gazali’nin “Neşe yi uhra neşe-yi ulaya bütün bütün muhaliftir” demesi mahiyet ve cinsiyet itibariyle değildir. Çünkü ,

Hüvelllesi yebdeülhalkesümme yüidühü

Yühyil arda bade mevtiha kezalikel tühricun

Gibi çok ayetlerin sarahatine muhalif olur. O muhalefet keyfiyet ve suret itibariyledir. Hem de umur-ı uhreviyenin mertebece fevkalade yüksek olmasına işarettir. Hem de Gazalinin haşr-i cismani ile beraber haşr-i ruhaninin dahi vuku bulmasına bazı ehl-i batına taklid ve mümaşaat cihetiyle bir işarettir.”

Bediüzzaman birinci suale verdiği cevapta kemalinezaketle Hazreti Gazali’nin fikrini tenkid etmiyor, ama hakikatın başka olduğunu anlatıyor. Bu Bediüzzaman’ın eleştiri üslubunun azametini gösteriyor. Kırmadan , dökmeden , üstünlük taslamadan , büyük imamın değerini sorgulamadan yanlış demeden tashih ediyor. Ayetlerde ikinci dirilişin farklı olmadığına vurgu yaparken imanın fikrinin onların açık ifadesine muhalif olacağını söylüyür.

Sual; Sad-ı Teftezani biri hayvani diğeri insanı olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra “mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanidir, ruh-ı insani ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebep yoktur, ceset ile kaim olmayıp müstakil-i bizzattır. “demesinin sebebi ve izahı ?

Elcevap ; Sad-ı Teftezani’nin “erruhülinsaniyetü leyset mahlukaten “ demesi “Kul irruhu min emr-i Rabbi sırrıyla beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi ruhun mahiyeti zihayat bir kanun-ı emr, zişuur bir ayine-i ism-i Hayy zicevher bir cilve-i hayat –ı Sermedi olduğundan meculdür. Bu cihetle mahluktur denilemez. Fakat Sa’d , Makasıt ve Şerhül Makasıt da bütün muhakkikin-i islamın icmaına ve ayat ve ehadisin nususuna muvafık olarak , “ o kanun-u emr vücud-ı harici giydirilmiş mahlukat gibi mahluk ve hadistir demiştir. Sad’ın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün asarı şahittir “Leyset beyneha ve beynallahi nisbetün” demesi hulul gibi batıl bir mezhebin reddine işarettir. Hayvanatın ruhları dahi bakidir, kıyamette cesetleri fena bulur. Mevt ise fena değil , belki alakanın kesilmesidir. “ velasebebe” demesi ; beka-yı ruh isbatında denildiği gibi ceset ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizatihi kaimdir. Ceset harab olursa daha ziyade serbest olur melek gibi göğe uçar, demektir ve batıl bir mezhebin reddine işarettir.”( Barla 229)

İkinci suale verdiği cevap daha azametli bir bakış açısıdır. Soruyu soran Hulusi Abi olduğu için bu bahisleri iki büyük alimin kitaplarından hareketle Bediüzzaman’a intikal ettirmesi onun da sonsuz bir irtifa olan Bediüzzamanın yanında bir dağ azametinde alimolduğunu gösterir. Çünkü soru sormak da bir ciddi ilmi derinliktir.Herkes sorduğu soruya göre alimdir veya cahildir.İnsan ruhu mahluk değildir Taftezani’nin fikrine göre. Bediüzzaman özetle ruhun Allah’a intisabından dolayı mahluk olamayacağını söyler. O sermedi hayatın bir cilvlesidir,güneşin bir cam parçasına yansıması gibi ama kaybolup gitmeyen bir yansıma . Hay isminin cevher nitelikli bir aynasıdır. Şuur sahibidir, ve ilahi bir emirdir, emirin mahiyeti bizce mechul, ama ruhtaki şuur bedene yansıyınca beden de bir şuura göre hareket etmektedir.

Olayın ikinci boyutu gibi edatı ile ortaya konmuştur. Ruh mahlukat gibi mahluk ve hadistir. Yani Allah ona kendisine intisabı ile mahlukun mafevki olması yanında mahlukat gibi bir nitelik vermiştir. Ruh beşerin hayatını tanzim ettiği cihetle nisbi bir mahlukiyet ünvanı ile vardır, ama Allah’a intisabı cihetiyle beşeri özelliği tamamlayıcı ve arizidir.

Ölüm bir tarafı bedene ait olan ruhun bedenden elini çekmesidir, diğer kısmı geldiği vücuttan tekrar geldiği yere avdetidir, dönmesidir. Tebdil-i mekan ruhun mekan değiştirmesidir, bir eve kiracı gelen insanın o evi terk edip başka bir eve gitmesi gibidir. Mezarda bırakılan ruhun farklı duraklarından birinde bir sürelik seyahatidir.

Dünya dedikleri bir gölgeliktir

Diyen Yunus Emre hazretleri bu hakikatı gönül ve kabl dili ile karışık ifade eder.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

 

Mehdiyyet Meselesi ve İttihad-ı İslâm

Bu meselenin medar-ı bahs edilmesi, başta Peygamber (s.a.v) olmak üzere Sahâbe-i kirâm, evliyâ-i izâm ve ulemâ-i İslâm’ın müjdelediği, maddî-mânevî cihâdı icra edecek, âlem-i İslâm’ın birliğini temin edip Şerîat-ı Garrayı hakkıyla tatbîk edecek bir zât-ı nûrâniyi ve O’nun cemâatini tebşîr etmek, bununla Ümmet-i Muhammediyye (a.s.m)’ın istikbâle ümitle bakmalarını temin etmek içindir.

Mehdî’nin üç mühim vazîfesi:

Birinci vazîfesi: Îmânı kurtarmak

İkinci vazîfesi: Şerîatın tatbîk ve icrâsıdır.

Üçüncü vazîfesi: Hilâfet-i Muhammediyye (asm) ünvânı ile şeâir-i İslâmiyyeyi ihyâ etmek ve âlem-i İslâm’ın vahdetini (ittihad-ı İslâm) istinâd noktası yapıp Îsevî rûhânîleriyle ittifak etmek ve Kur’ân’ı bütün dünyaya hâkim kılmaktır.

Üstad Bedîüzzaman bu üç vazîfeyi şöyle ifade etmektedir:

Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.

O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.”(1)

İttihad-ı İslâm olmazsa, içtimai hayattaki ikinci ve üçüncü vazifelerin gerçekleşmesi mümkün olmaz. Bir başka ifade ile, sosyal hayata yapılacak yükleme ile bilhassa avamın ve herkesin İslâmî düşünme, İslâmî amel/hayat ve İslâmî hislere (şuurları olmadan olsa bile) sahip olmalarının teminatıdır. Yani geçmişten tevarüs eden güzel hasletler, ahlâkî güzellikler, toplumsal değerler darbelenerek tahrip edildi, sosyal hayattan soyutlanarak İslâm toplumu dinî değerlerden ve özellikle şeâir denilen İslâmî sembol ve hayat tarzlarından uzaklaştırıldı. O bakımdan İslâm içtimaiyâtı, İslâmî hayat tarzı, Sünneti yaşamadaki , avamın âhireti kazanma hususundaki teminatıdır, güvencesidir.

İşte bu güne kadar bilinçli ve plânlı bir biçimde gerçekleştirilen ve direkt olarak Müslümanları amelî, fikrî ve edebî (sanat adı altında sosyal hayatın her kademesinde uygulanan plânlı, kokuşmuş batı kaynaklı aktiviteler, Yunan kaynaklı, ene merkezli hastalıklı düşünce ile yazılı ve görsel basının bünyede açtığı yaralar, aile ve fertlere yönelik yozlaştırma faaliyetleri, v.b) açıdan darbe vuran inkılâpların tahribatının giderilmesi bu devrelerde gerçekleşecektir.

Gizli zındıka komitesi bu ve benzeri mektupları fasit yorumlarla ele almış, Ümmeti ve Nur câmiasını yanıltmaya çalışmışlardır.

İkinci vazîfeyi; İslâm’ın yeniden yorumlanması, demokrasi ve laikliğin yanlışlarının düzeltilmesi, böylece süfyaniyyetin zulmüne set çekilmesiyle İslâmla demokrasinin barıştırılması, orta bir yolun bulunarak bu ikinci vazîfenin şahıslar tarafından tatbikinin olabileceğini ileri sürmektedirler.

Üçüncü vazîfe; Avrupa Birliğine girmekle Hıristiyanlarla birleşmektir. Bedîüzzaman’ın haber verdiği İsevî rûhânîlerle ittifakın ve Hz. İsa (a.s)’ın nüzûlünün mânâsı budur. Hazret-i Îsâ, beşerî cismiyle nüzûl etmeyecektir.

Türkiye, Mehdî’nin şahs-ı mânevîsini temsil ediyor; Amerika ve Avrupa ise Hazret-i Îsâ (a.s)’ın şahs-ı mânevîsini temsil ediyor. Mehdiyyet cereyânının ikinci vazîfesi olan Âlem-i İslâmda, özellikle Türkiye’de İslâmiyeti yeniden yorumlamak ve demokrasiyi ta’dîl etmek, yani Avrupadaki gibi bir demokrasiyi getirmek vazîfesini ve Mehdiyyet cereyanının üçüncü vazîfesi olan Avrupa Birliğine girip, Hıristiyanlarla, hasseten Amerika ile ittifak etmek vazîfesini, Mehdiyyet cereyânını temsil eden Türkiye yapıyor”

Bu gizli komitenin amacı; İslâm dininde reform yapmak, cihad rûhunu öldürmek, müslümanların ümitlerini kırmak, Kur’ân ve Sünnetin yerine beşerî bir sistemi yerleştirmek ve Müslümanlara bu sistemi dayatmaktır.

Bu sinsî ve bâtıl fikirlerini yerleştirmek için yaklaşık iki yüz seneden beri, İslâm âlemi içerisinde yaptıkları sistemli çalışmalarla bir takım mevkileri ve şahısları elde etmişlerdir.

Üstad Hazretleri eserlerinin değişik yerlerinde, Mehdîlik vazîfesinin ikinci ve üçüncü devrelerinde; Süfyâniyyet rejiminin İslâm Âleminde ilmî, amelî ve edebî felsefeyi yerleştirmesine karşılık; Hazret-i Mehdî’nin siyâsî, hukûkî ve ictimâî sahalarda inkılâb yapacağını, yani maarifte, devlet idaresi ve mahkemelerde ve basın-yayında Kur’ânî düsturları yerleştireceğini bildirmiştir.

Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir hâlife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.

Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-semâ ve’l-arz Âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de Âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır. “(2)

Tâ ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.”(3)

Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraatları olduğu gibi…

Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler mânevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’âniyenin mayasıyla ve imanın nuruyla ve İslâmiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdînin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.”(4)

Üstad Bedîüzzaman; “İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniyye ve îmâniyye olacak.” Sözleriyle bir asır öncesinden Kur’ân’ın hâkimiyetini müjdelemektedir. (5)

…Ve hamiyet-i İslâmiyye’nin şiddetli feverânı..”(6) sözleriyle İslâm Âlemi’nin, özellikle seyyidler cemaatinin duyarlılığını nazara vermektedir.

Maddeten dahi İslâmiyet istikbâle hükmedecek.”(7) sözleriyle mehdiyyet devresinde maddî güç ve kuvvetin de Müslümanların elinde olacağı müjdelenmektedir.

Dar ölçekte sadece küresel barışı değil, tüm dünya ve âlemlerde de barışın tesisi, İttihad-ı İslâm sayesinde gerçekleşecektir. “…Zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmîyi de temin edecek.” (8)

Hakîkat-ı İslâmiyye’nin güneşi ile, sulh-u umûmî dairesinde hakîkî medeniyeti görmeyi, Rahmet-i İlâhiyyeden bekliyebilirsiniz.”(9)

Zemin yüzünü ve âfâkı şirk ve küfürle mânen kirletenlerin hak ettikleri cezayı bulacaklarını ifade etmektedir:

Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksûd-u hakîkîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamıyacak.”(10)

Son olarak; devrin iktidarına yaptığı “…ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır.” Tebliğinin tüm iktidarlara, özellikle dindar siyâsîlere yönelik bir teblîğ ve tavsiyesi olduğunu, ayrıca hürriyetin başında bazı dindar mebuslara verdiği cevap (11) ile Zeylin Zeylindeki “Yaşasın Şerîât-ı Garra” başlığıyla mebuslara hitabını (27) vurgulamayı önemli bir vazîfe addediyorum.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1. Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Risale-i Nur’dan parlak fıkralar ve bir kısım güzel mektuplar,11

2. Mektûbât, 29. Mektup, Yedinci kısım, Beşinci İşâret, İkinci suâl

3. Kastamonu Lâhikası, Birden İhtar Edilen Bir Mesele,76

4. Şuâlar, Beşinci Şuâ

5. Hutbe-i Şâmiye, s, 21

6. Hutbe-i Şâmiye, s, 28

7. Hutbe-i Şâmiye, s, 33

8. Hutbe-i Şâmiye, s,36

9. Hutbe-i Şâmiye, s, 38

10. Hutbe-i Şâmiye, s, 39

11. Hutbe-i Şâmiye, s,74-80

12. Hutbe-i Şâmiye, s, 81

Kaybolan Sevgiler Şimdi Neredeler?

Bugün bir başkayım, ağlamaklıyım. Coştun yine deli gönlüm, göz yaşım gibi çağlar mısın. Unuttuğumuz o kadar çok şey var ki, biri çıksa da hatırlatsa bunları tek tek. Ağlamak gibi, sevmek gibi, dostluk gibi, vefâ gibi.

Hele vefâ, eski İstanbul’da belki de bir semtin adı şimdilerde. Yıllardır aradığım, bir türlü ulaşamadığım ilkokul öğretmenimi buldum nihayet. Kader karşıma çıkardı bir gün. Hayattalar, sıhhat ve afiyetteler. Sevgili anneciğiyle beraber yaşıyorlar. Kimi kimsecikleri yok, bir başınalar. Birbirlerine karşı hiç tükenmeyen sevgileri var.  Sevgileri dostlar başına. Hiç de yalnız değiller. Allah’la beraberler. Severdim öğretmenimi. Çocukluk duyguları işte, ayıp olur mu söylesem acaba? Çocukça, safça bir sevgi miydi bu? Yoksa platonik mi desem. Ama üzerinden kırk sene geçmiş.

Şimdi, bu sabah vakti arayıp da kendisine onu ne kadar çok sevdiğimi ve hâlâ yüreğimde adını yıllardır unutmayıp hep andığımı söylemek istiyorum. Söyleyemeyip de saklamanın ne manası var?

Bir kırk sene daha beklemeye zaman var mı? Bu sabah bir cesaret, bir kuvvet var içimde, Rabbime şükrediyorum. Yüreğimde resmini gördüğüm tüm dostlarıma, gönülden sevdiklerime, tek tek ulaşıp sevgilerimi söylemek istedim. Ve söyledim de. Oh, hayat varmış. Söyleyememek de ayrı bir azapmış.

Kalbimin tam ortasında günlerdir nasıl bir ağrıydı ki bu, atsan atılmaz, satsan satılmaz. Gölge değil ki sessiz sedasız ardından gelsin. İçime oturmuş, ağır mı ağır çıkmıyor bir türlü. Perişan etti bu duygu beni. Bu derdi içimden atmanın sırrını, sevgili Peygamberimin bir tavsiyesinde buldum.

Hani bir gün ki sahabeden biri gelip; ‘Yâ Resulallah ben filân kişiyi çok seviyorum’ der. Hz. Peygamber ‘Madem bu kardeşini seviyorsun niye gidip de ona söylemiyorsun?’ Bu tavsiye üzerine o sahabe o adamın yanına varıp, sevgisini açıkça söyler ona. O da ‘sen gerçekten sadece ve sadece Allah adına mı beni seviyorsun, bunu söylemek için mi geldin?’ der. ‘Evet sadece bunun için.’ Adam da ‘Allah da ne muradın ve ne hayrın varsa sana versin.‘ der.

Selim Gündüzalp

Evlilik ve Ailevi Sarsıntılar Hakkında Notlar

1 –İmam-ı Gazalî’nin, “-Evlenmek mi hayırlıdır, bekar kalmak mı?” sorusuna verdiği:
“-Hangisinde İslâmî hayatı daha iyi yaşayabilecekse, o hayırlıdır.” cevabı, bir Müslümanın evlilik ve eş seçimi kararı için çok önemli bir ölçüdür.

2 – Bilhassa bu manâda; “İyi bir evlilik, bekâr kalmaktan iyidir; bekâr kalmak ise, kötü bir evlilikten iyidir.”

3 – Aile ve aile içi eğitim konusunda eserler ve konferanslar vermiş, çok sayıda radyo ve TV programlarında  yer almış merhum hadis profesörü Prof.Dr.İbrahim Canan; “Kadın-erkek eşitliği, batıda ailenin çöküş sebebidir.” demekteydi. “Batılılaşma” hevesi ile, batı ailesinin çöküş sebebini, bu sebebin kötü neticeleri de ortaya çıkmasına rağmen almak hatadır. Medyada kadın-erkek eşitliğini yanlış manalarda kullanmakta ısrar ile savunmayı kendilerine dava edinenler vardır. Hakikatte ise, kadın-erkek eşitliği ancak kanunlar önünde vardır; onun dışında kadın-erkek eşitliği yaradılışa aykırıdır.

4 – Aile yapımızdaki sarsıntılar ve parçalanmalar, üzerinde önemle durulması gereken bir mevzu teşkil etmektedir ve bu mevzua çeşitli açılardan yaklaşımlarda bulunanlar olmaktadır. İslâmî esaslardan uzaklaşılan bir devlet yapısına geçilirken, 80 sene önce, Fransız Medenî Kanunu “Şimdilik” diyerek alınıp uygulamaya konulmuş; fakat 80 senede bir “Türk Medenî Kanunu” yapılamamış; aksine, ona yeni ve daha da zararlı hale getiren bazı yamalar da yapılarak, Fransız Medenî Kanunu muhafaza edilmiştir.

5 – “Kitap” ve “Sünnet”te (Kur’an ve Hadis’te) ailenin sağlam olmasının gerekleri de vardır. Bunlara muhalefet edilince, ailevî sarsıntılar ve parçalanmalarda sebepleri başka yerde aramağa lüzum yoktur. Medenî Kanun’dan önce yürürlükte bulunan ve 80 sene önce Medenî Kanun kabul edilince yürürlükten kaldırılan “Osmanlı Aile Nizamnamesi”, “Kitap” ve “Sünnet”e uygun olarak hazırlanmıştı.

6 –Bugün, evli bir kadının kocasına karşı vazifeleri unutturulmağa, tevil edilmeğe tahrif edilip “modern, feminist yorumlar” yapılmağa çalışılıyor. Bu hale maalesef bazı dinî yayınevlerinin neşrettiği kitaplarda da rastlanıyor. Bazı Müslüman erkeklerini günümüzde  evlenmekte çekingenliğe sevk eden sebeplerden biri de bu olmaktadır.

7 – Bediüzzaman’ın  80 yıl önce “Lem’alar” adlı eserinde “Yirmidördüncü Lem’a İkinci Nükte”de ve “Hanımlar Risalesi” adlı küçük boy risalede hanımlara iki sayfa içinde üç defa israrla “daire-i İslamiye içindeki terbiye-i İslâmiye”nin öneminden bahsedip ona vurgu yapmasının sebebi: O risalenin yazıldığı 80 yıl  öncesinden beri, gittikçe gelişen radyo, TV gibi iletişim imkanlarını alabildiğine kötü kullanarak, hanımları daire-i İslâmiye içindeki terbiye-i İslâmiyeden uzaklaştırabilmek gayretlerinin olmasıdır.

8 –  Bediüzzaman, ayni eserinde, kadınların perde arkasında gizli şer güçler tarafından bu şekilde hedef alınmasını sanki onların manevî bir ateş hattında ebedî hayatlarının kaybolması tehlikesi içinde oluşlarını kısaca tasvir eder gibi, onlar için “bîçare nisa taifesi” sıfatını kullandıktan sonra, muhtemelen içinde bulundukları büyük manevî tehlikeden habersiz ve bu tehlikeye karşı tedbirsiz ve savunmasız olanları kastederek onların “gafil kısmı” olarak vasıflandırmaktadır. Onun da dikkat çektiği gibi, yaklaşık 80 yıldır, kadını  bozmağa çalışarak sağlam aile yapımız  bozulmağa çalışılmıştır ve buna büyük bir inatla devam edilmektedir.

9 – Aile yapımızdaki sarsıntılar ve bozulmalarla ilgili bu teşhisi koyduktan sonra çözüm ve tedavi yoluna gidilirse, belki başarılı neticelere ulaşılabilir. Aksi halde, bu teşhisi koymadan gösterilecek çeşitli gayretler neticesiz kalmağa mahkum olabilir..

Prof Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Risale-i Nurları neden tekrar tekrar okuyoruz? (3)

14- Öteki eserlerle bunların arasında ki farkı bildiğimiz için bunları çok okuyoruz. Sizde şahitsiniz ki, bugün çok hocaların evlatları okuldaki eğitimin tesirinde kalıp, babalarından aldıkları manevi eğitim onlarda tesirsiz kalıyor. Halbuki ibadetlerden ilgisini kesmiş hiçbir Risale-i Nur talebesini gösteremezsiniz.

Risale-i Nur eserlerini Arapçaya tercüme eden, İhsan Kasım Salih bey’e, Arap âlimler çıkışıp demişler. Hangi sebep seni Türkçeden Arapçaya kitap tercüme etmeye sevk etti? Halbuki Kur’an-ı Kerim, Hadisi Şerifler ve dini eserlerin çoğu Arapça yazılıdır. Hatta günümüze kadar hiçbir dini eser başka dilden Arapçaya tercüme edilmemiştir. O da onlara, “Cevabım tektir, gelin Türkiye’ye, görün bu eserler Nur talebelerine nasıl bir ahlak ve Allah korkusu sağlamıştır. Onlardan cevabınızı alırsınız” demiş. Risale-i Nur eserlerinin en büyük başarısı okuyucuların en azından % 80’i üniversite talebeleri, mühendisler, doktorlar ve çok çeşit fen dallarında ihtisas yapmış profesörlerden oluşmasıdır.

15- Bediüzzaman hazretleri Asr-ı Saadetten günümüze kadar bütün hakiki ehl-i sünnet âlimlerine muhabbet beslemiş bir şahsiyettir. Bediüzzaman Hazretleri, Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetine bağlı olan diğer cemaatleri, ordunun karacısı, havacısı, denizcisi ve jandarmacısı gibi kabul ederek, onları tenkide yönelmeden , onlarla çekişmeden hedefine yürümüştür. O, bazı reformistler gibi kendi bilgilerini satmak için başkasını tenkit etmeye ve mezhepleri inkâr etmeye ihtiyaç hissetmemiştir. Hatta “Hizmette muvaffak olmak için ehli sünnet âlimlerine bağlı kim olursa olsun, onlara karşı muhabbet beslemek şarttır” diyerek, bunu eserlerinde kaydetmiştir. Kendisi şafii mezhebine mensup olduğu halde, “şafi-i mezhebi köylülerin ihtiyaçlarını karşılar. İmam-ı Azam’ın mezhebi ise, medeniyete daha yakındır ve İmam-ı Azamın Mezhebi şehirlilerin ihtiyaçlarını karşılar” demekten çekinmemiştir.

16-Risale-i Nur’un ehemmiyeti siyasetten uzak kalmasından da kaynaklanıyor. Hatta partisini desteklemeyen birisi, evliya gibi birine lanet, şeytan gibi birisine rahmet okuduğunu görünce: “Euzübillahi mineşşeytani vessiyaseti”(Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.) diyerek talebelerini siyasetten şiddetle men etmiştir. Hatta görülmemiş bir merhametle ortaya atılmış ki; idamına karar vermeye çalışan hakime, evladına zarar dokunur endişesi ile beddua etmeyerek kendisine Allah’tan hidayet temenni etmiştir.

17- Risale-i Nur eserlerinin hiçbir yerinde evlenme çağında olanların evlenmemelerini emreder bir yer olmadığı halde, Nur talebelerinden çok genç fakültesini bitirmiş vatani görevi olan askerliğini de yaptıktan sonra Risale-i Nurlardan aldıkları iman kuvveti ile gençlerin imanını kurtarmak gibi kudsi bir hizmete kendilerini Ashab-ı Kiram zamanında Ashab-ı Suffa gibi, feda eder derecede, yuva kurma gibi düşünceyi ya terk edip, veya ne kadar geçe bıraksalar kâr bildikleri için geçe bırakıyorlar. Bunları Peygamberimiz (a.s.m.): “Sizin en hayırlınız insanlara hayrı dokunanızdır” Hadisi Şerifi ile müjdeliyor. Bu mübarekler yalnız Risale-i Nurları okumakla yetinmeyip, kardeşler arasında bağlarını pekiştirmek ve daha çok okuyup daha iyi anlayanlardan faydalanmak için, haftada 3-4 defa dershanelerde toplanıp Risale-i Nurlardan ders almayı de ihmal etmemeye gayret ederler. İşte onların bu fedakarlıkları bizi bu eserleri dikkatle okumaya yöneltmektedir.

18-Nasılki insan, hayvana ve herhangi bir vasıtaya kaldırabilecekleri yükü yükler. Kaldıramayacakları yükleri yüklese hem hayvanı hem de vasıtayı mahvetmeye sebep olur. Çünkü, herhangi şeye taşıyamayacağı yükü yüklersen onu tehlikeyle karşı karşıya bırakmış olursun. Aynen bunun gibi, ibadet gibi bir çok “Zaruriyat-ı diniye” (dini zorunluluklar) ile yükümlü olan müslümanın imanı sağlam değilse, Allah’a karşı yapması lazım gelen işleri yapamadığı için, ecnebi gibi bir hayat yaşamaya başlar. Zaten İslamiyet’i yaşamayanlarda bundan başka bir sebep gösteremezsiniz. Her insanın en büyük görevi olan Allah’ın hak dinini yaşamasının ana sebebi iman olduğu için bizde, o imanı sağlam elde etmek için Risale-i Nur Eserlerini tekrar tekrar okuyoruz.

Nitekim Ahmed Şahin Hocamız bir Bursa yolculuğunu yaparken, Risale-i Nur eserleri sayesinde müslüman olmuş bir Almanla otobüste yan yana oturmuş. Çat pat Türkçe bilen Almanla tanıştıktan sonra. Alman, Hocaya, “Hoca, Hoca, siz çok yanlış“. Hoca, “neden yanlış?”. Alman, “camide insanlara onu yap bunu yapma dersiniz“. Hoca, “peki ne diyeceğiz?” Alman, “İslamiyet bir yüktür. Siz önce Müslüman’ın imanının sağlam olması için onu ikna edeceksiniz. Ondan sonra dinini yaşayabilme kuvvetine sahip olan müslümana ibadet yapma mesajlarını bildireceksiniz“. İşte gördünüz mü bizim yeni müslüman olmuş alman kardeşimizin Ahmet Şahin Hocaya sunduğu değişmez hakikati?

19-Bu eserlerden alınan kuvvetli iman sayesinde, daha önce namaz kılmayanlar, namaza başlıyorlar. Kılmasını bilmeyenler de, aldıkları kuvvetli iman sayesinde ibadetleri için lazım oldukları bilgileri öğreniyorlar ve namazlarını kılıyorlar ve öteki ibadetlerini de yapıyorlar elhamdülillah. Çünkü, Arapça bir kaide vardır: Teallemtül ilme littahsili, vel-ilmülfıkhi littatbiki.” Yani ilmi, tahsil ederek öğrendim, fıkıh ilmini ise, dini emirleri tatbik ederek öğrendim. Peki dini emirleri kim tatbik eder? Şüphe yok ki onu imanı sağlam kimseler tatbik edeceklerdir. İşte yukarıdaki metinden anlıyoruz ki: Nur talebeleri Nur eserlerinden sağladıkları iman sayesinde fıkıh bilgilerinden de cahil kalamazlar.

Bazıları bize, siz İmam-ı Gazalinin eserlerini okumuyorsunuz diyorlar. Onlara cevaben deriz ki: Bu zamanda ihtiyaç dörtten 20’ye belki yüze çıkmış, biz bu ihtiyaçlarımızı gidermeye çalışırken vakit bulamıyoruz ki onları de okuyalım. Yoksa onları da okuruz. Bu tenkide Bediüzzaman hazretleri kendisi şöyle cevap veriyor.”İmam-ı Gazalinin ve diğer âlimlerin eserleri tükenmez hazinedir. Fakat bazen olur ki, anahtar hazineden daha kıymetli olur”. O anahtar da imandır. Gazalinin eserlerini ve diğer dini kitapları imanlı kimseler okur. Biz vakit bulduğumuz zaman onları da okuruz.

Çantacı Necmi Ağabey bir ara kaplıcada iken, çevresine bir sürü kimseleri toplayıp onlara Risale-i Nur’lardan ders yapıyormuş. Orada bulunan bir ilahiyatçı, Necmi Ağabeye, “neden Gazalinin kitabından okumuyorsun da yalınız bu kitapları okuyorsun?” demiş. Necmi Ağabey hocaya, “işte görüyorsun ben Risaleleri okurken bu kardeşlerin hoşlarına gittiği için çevreme toplandılar. Sende beni tenkit edecek yerde, al Gazalinin eserlerini oku ve çevrene kimseleri topla ve onlara ders yap” demiş.

20-En son bunu da ilave edeyim, Risale-i Nurun üstünlüğünü tasdik eden bir hadise: çeşitli memleketlerden gelen Avrupada bulunan müslümanlar, çevresindekilere müslümanlığın güzelliğini tanıtmak için 15 gurup çalışıyormuş, bunlardan biri de Risale-i Nur talebeleri imiş. Öteki on dört gurup % 54’ün müslüman olmalarına sebep olmuşlar, yalınız Risale-i Nur Gurubuna dahil olanlar %46 nın müslüman olmalarına sebep olmuş. İşte görün Risale-i Nurlardaki tesirin kuvvetini.

Evet, maalesef, bazı kimseler kendileri hiç okumadan, muterizlerin(itirazcıların) laflarına inanarak, önyargıyla, şöyle olumsuz laflar ortaya seriyorlar: “Siz Risale-i Nurlara, Kur’andan fazla muhabbet ediyorsunuz; Said Nursi’yi Peygamberimizden daha fazla seviyorsunuz“. Biz bunlara şöyle cevap veriyoruz, Haşa ve kella! Yanlış düşünüyorsunuz. Çünkü Kur’anı ve Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamı tam manasıyla bize sevdiren Risale-i Nur eserleridir. Çünkü bu eserleri okumadan önce, bizde Kur’ana ve Peygamberimize karşı bu kadar muhabbet yoktu. İnanmazsanız okuyunuz, sonra sizde bizi tasdik edeceksiniz diye, onlara cevap veriyoruz.

Abdülkadir Haktanır

www.albnur.com